19 Eylül 2010 Pazar

Bir zamanlar Kemalistler Amerika’yı sevmişti

26 Kasım 1920’de Samsun limanına demir atan bir Amerikan torpidosunun komutanı, Mutasarrıf İbrahim Ethem Bey’e, İstanbul’daki ABD Yüksek Komiseri Amiral Bristol tarafından gönderildiğini, Samsun’daki Amerikan temsilcisinin yarı resmi bir sıfatla görev yapmasına izin verilip verilmeyeceğini, verilmeyecekse bunun nedenini soruyordu. Cevap “hiç bir şekilde ilişki kurulmayacağı” şeklindeydi. Ancak bir süre sonra Türk tarafı ABD’nin kapısını çalmak zorunda kaldı.


KAPİTÜLASYONLAR MESELESİ .
22 Ocak 1921’de Ankara Hükümeti’nin “Amerika’nın Türk milletinin tam bağımsızlık isteğini kabul edip etmediğini, kapitülasyonların kaldırılmasına razı olup olmadığını” soran mektubu, Samsun Mutasarrıfı aracılığıyla Amerikan torpidosunun komutanına verildi. ABD’den olumlu bir cevap gelmedi ama karşılıklı görüşmeler sonucu, Samsun’da sürekli bir torpidonun kalmasına izin verildi. Ardından ABD’nin silah ambargosu geldi. Mayıs ayında Ankara çeşitli Amerikan silah şirketlerinden 300 bin adet mavzer tüfeği ve 600 bin fişek için fiyat istedi.

AMERİKAN SİLAH AMBARGOSU .
ABD Dışişleri Bakanlığı Yakındoğu Dairesi, ‘yeni Türk hükümeti’ deyiminin açık olmadığını, ancak Ankara’daki ‘milliyetçi hükümet’ kastediliyorsa, bu silahların dolaylı olarak Rus Bolşevik’lerine gideceğini düşündüğünü belirtmişti. 27 Haziran 1921 tarihli ikinci yazıda ise “Yunanlılarla Kemalistler arasındaki savaşın halen sürmesi nedeniyle, silah satışına izin verilmemiştir’’deniyordu. Peki bu silah ambargosu Türk tarafını küstürmüş müydü? Gelin cevabı birlikte arayalım.

ABD ağız yokluyor


Bir Amerikan destroyeri ile İnebolu’ya çıkan ve 11 günlük yolculuktan sonra Ankara’ya varan ABD temsilcisi J. E. Gillespie, 2 Ocak 1922 günü Rauf Bey’e 24 soruyu kapsayan bir liste vermişti. Gillespie’nin listesi, “Ankara Hükümetinin Amerikan işadamlarına ve sermayesine karşı tutumu nedir” sorusuyla başlıyor, ekonomik, teknik ve ticari konulardaki sorularla devam ediyordu. Ankara Hükümeti verdiği cevapta, Amerikan işadamlarına kolaylık göstereceğini, Mersin’e liman yapılması, Çukurova’nın sulanması, Bayburt ve Zonguldak elektrik merkezleri projelerinin Amerikan işadamları tarafından incelenebileceğini söyledi. İlerde demiryolları ve madenlerle ilgili konular da görüşülebilirdi. Türk Hükümeti, Türkiye’nin bağımsızlığına ve egemenliğine ters düşmemek koşuluyla Amerika ile ekonomik ve ticarî ilişkilerini geliştirmeye arzuluydu. Gillespie, 1,5 ay kadar kaldıktan sonra Ankara’dan ayrıldı ve izlenimlerini bir rapor halinde merkezine sundu.

‘Türk halkına kalbinizi açık tutun’

Mustafa Kemal, 17 Şubat 1923’te İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nin 26 Şubat tarihli oturumunda Amerikan milletine hitaben bir konuşma yapmış ve ‘Türk halkına kalbinizi açık tutun’ demişti. Mustafa Kemal, 1923 Temmuzunda, The Saturday Evening Post dergisinden Isaac F. Marcosson’a şöyle demişti: “Biz Amerikalıları Türkiye’de görmek istiyoruz; çünkü özlemlerimizi en iyi onlar anlayabilirler. Ekonomik ilişkiler alanında Türkiye ile Birleşik Devletler, her iki taraf için de en büyük yarar sağlayacak şekilde birlikte çalışabilirler. Zengin ve çeşitli ulusal kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Biz, gelişmemizde Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız, çünkü bütün başka ülkelerin sermayesinden farklı olarak Amerikan parası, Avrupa milletlerinin bizimle ilişkilerine can veren siyasal entrikalardan uzaktır. Başka bir ifadeyle Amerikan sermayesi, yatırılır yatırılmaz bayrağını çekmeye kalkmaz. Amerika’ya olan inanç ve güvenimizin somut bir delilini, Chester İmtiyazı’nı vermek suretiyle gösterdik. Gerçekten bu, Amerikan halkına bir teveccühtür.”

Chester İmtiyazı nedir?


Mustafa Kemal’in sözünü ettiği ‘Chester İmtiyazı’nın ya da resmî adıyla Şarkî Anadolu Demiryolları Anlaşması’nın tarihçesi 1900’de İstanbul’a gelen bir savaş gemisinin kaptanı olan Albay Colby M. Chester’in Osmanlı Devleti nezdinde yaptığı temaslara kadar gidiyordu. Albay Chester, 1908’den itibaren gözünü Musul-Kerkük bölgesindeki demiryolları ve maden ayrıcalıklarına dikmiş, hatta Osmanlı Meclisi’ne 10 Mart 1909’da bir proje sunmuş, Osmanlı Devleti dağılınca rotayı Ankara’ya çevirmişti.

‘Küçük Amerika’ hayali


8-9 Nisan 1923’te TBMM’de onaylanan iki imtiyaz anlaşmasına göre o sırada amiral olan Chester’in Delaware eyaletinde, iş adamları, bankerler ve gazetecilerle kurduğu Ottoman-American Development Company adlı şirkete, 99 yıl süreyle, Türkiye’nin doğusu ile Musul-Kerkük bölgesini birbirine bağlayan 4.400 kilometrelik bir demiryolu ile iki liman yapımı karşılığında, limanların ve demiryolu hatlarının yanlarında 40 kilometrelik şerit içinde kalan alanda, petrol dahil her türlü maden arama, kanal, yol, telgraf ve telefon hatları, bayındırlık işleri, bankalar, oteller, gözlemevleri inşa etme imtiyazı tanınıyordu. İmtiyaz anlaşması öyle geniş tutulmuştu ki, yeni başkent Ankara’nın “Washington örneğine göre kurulmasını” bile içeriyordu. Ayrıca şirkete çeşitli vergi ve arazi alım kolaylıkları sağlanacaktı.

Hükümet 400 milyon dolar civarında bir Amerikan sermayesinin Türkiye’ye geleceğini ve ülkenin kısa sürede çağ atlayacağını sanmıştı. Ancak bu büyük coşku kısa sürdü. Lozan’da, Musul’un çözüme bağlanmaması, Standard Oil Şirketi’nin Irak petrollerinin denetimini ele geçinmesi üzerine, ABD resmi çevreleri de, işadamları da heveslerini kaybedince anlaşmalar hayata geçmedi ve Türkiye’nin ‘Küçük Amerika’ olması ileri bir tarihe ertelendi.

New York’ta bir Türk ve bir Kürt


1919-1923 yıllarında Colombia Üniversitesi’nde sosyoloji eğitimi gören Sabiha Sertel anılarında, 25 Mart-29 Temmuz 1923 tarihleri arasında Milli Mücadele’de öksüz ve yetim kalan çocuklar için yardım toplamak üzere ABD’ye gelen Himâye-i Etfal Cemiyeti Kâtibi Doktor Fuat Mehmet (Umay) Bey’den söz eder. Müslüman, gayrimüslim Türkiyeli göçmenlerin yaşadığı şehirleri ziyaret ederek konuşmalar yapan ve yardım toplayan Fuat Bey’in New York toplantısını Sabiha Hanım’dan dinleyelim: “Masanın üstü yığın yığın dolarla dolmuştu. Kalabalığın arasında orta yaşlı, orta boylu, kalın siyah kaşlı, bıyıkları kulak deliklerine değen bir adam ağır ağır masaya yaklaştı. Bu, Kürt Yusuf Gülabi Çavuş’tu. Önce Fuat Bey’in elini öptü: ‘Siz bana toprağımın, köyümün kokusunu getirdiniz. Sağ olun, varolun. Aç sürünen çocuklar arasında benim de evlatlarım var herhal. 27 senedir Amerika’da çalışıyorum. Madenlerde işçilik ettim. Otomobil fabrikalarında, Kuzeyde, Meyve Kampanyası’nın meyve bahçelerinde çalıştım. Garajlarda, parklarda yattım. 10 bin dolar birikmiş param var. Artık memlekete dönmeğe karar verdim. Bütün paramı size veriyorum. Bana yalnız bir vapur bileti alın. Ve orada bir iş bulmama yardım edin. İşte altın saatim. İşte altın kemerim. Yurduma helal olsun.’ Herkes ağlıyordu. Toplanan para 100 bin doların üstündeydi.”

ABD hangi Lozan’ı imzalamadı?


ABD 1922 Kasımında başlayan Lozan Barış Görüşmeleri’ne sadece ‘aktif gözlemci’ sıfatıyla katıldığından 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’na taraf değildi ancak Türkiye ile ABD arasında 6 Ağustos 1923’te ayrı bir Lozan Antlaşması (Genel Anlaşma) imzalanmıştı. Anlaşma ile kapitülasyonlar kaldırılıyor, taraflara ‘en çok gözetilen millet’ statüsü veriliyordu. Ancak antlaşma, muhalefetteki Demokrat Parti, Osmanlı Devleti’nde görev yapmış eski Büyükelçiler, önemli üniversitelerin rektörleri, insan hakları savunucuları, Ermeniler ve Rumlar tarafından yürütülen engelleme kampanyası sonucu yıllarca ABD Senatosu’na sunulamadı. 18 Ocak 1927’de yapılabilen oylamada ise 34’e karşı 50 evet oyuna rağmen, oyların üçte ikisini alamamış olduğu için reddedilmiş sayıldı. Amerikan gazetelerinin büyük çoğunluğu kararı ‘partizanlık’, ‘büyük hata’ ve ‘gaf’ olarak niteleyince, kördüğümü çözmek için 17 Şubat 1927’de taraflar arasında bir geçici antlaşma (modus vivendi antlaşması) imzalandı, Ahmet Muhtar Bey Washington’a, Joseph C. Grew ise Ankara’ya büyükelçi olarak atandı.

Ahmet Muhtar Bey New York’ta


Ancak iki ülke arasında diplomatik ilişki kurulması ABD’deki Ermeni diyasporası tarafından tepkiyle karşılandı. Gerard-Kardaşyan’ın önderliğindeki gruplar, yaz boyunca protesto gösterileri yaptılar. Öyle ki, Ahmet Muhtar Bey 28 Kasım 1927 tarihinde, Leviathan gemisiyle New York’a vardığında Türkiye aleyhinde gösteriler yüzünden, görev yerine ancak polis koruması altında girebildi. Lozan Barış Görüşmeleri’ne gözlemci olarak katılan ve ABD ile imzalanan antlaşmanın Senato’da onaylanması için büyük çaba harcayan Joseph C. Grew ise Çankaya’da sıcak şekilde karşılandı.

Joseph C. Grew Ankara’da


Türkiye’nin hassasiyetlerini iyi bilen Grew, Türklere Amerikalıları sevdirmek için özel ve içten çaba harcadı. Örneğin 1928’de Harf Devrimi yapıldığında, merkeze gururla şöyle yazmıştı: “Biz, otomobil plakalarımızda Latin harfleri kullanan ilk elçiliğiz. Gazi’nin emri ülkeye yayılır yayılmaz bütün elçilik plakalarının açıkça ‘Amerikan Sefareti-359’ ya da numara ne ise onunla boyanması emrimi verdim ve emri Gazi’nin bilgilerine ulaşması için gururla Ruşen Eşref’e ilettim.” Yine Grew’ün aktardığına göre Amerikan elçiliğinden bir görevli gümrük beyannamesini yeni harflerle sunduğunda, gümrük memuru yazıya göz atmış ve geri götürüp Türkçe çevirisi ile getirmesini söylemiş, elçilik görevlisi pek gururlu bir şekilde “beyan zaten Türkçe” demişti.  

Ama bütün bu çabalar, 1928’de Bursa Amerikan Kız Koleji’ndeki birkaç kız Türk öğrencinin Hıristiyanlığa geçtiği iddiaları üzerine okulun kapatılmasını önleyemeyecekti. İki ülke arasındaki üçüncü (ilki 1830’da, ikincisi 1862’de imzalanmıştı) Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması 1929’da imzalandı. Fakat aynı yıl, Türkiye, Sovyetler Birliği ile 1925’te imzaladığı Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı uzatan imzayı atınca ilişkiler kısa süreliğine de olsa gölgelendi.

ABD'den borç bulmaya giden heyet

1931 yılında Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu başkanlığındaki bir heyet, Amerikan sermaye piyasası temaslarda bulunmak için ABD’ye gitti. Heyetin 50-100 milyon dolarlık kredi talebi ABD Maliye Bakanlığı tarafından uygun görülmedi. Aynı şekilde, Amerikan şirketleri ve sermaye grupları da Türkiye’de yatırım yapmaya hevesli değillerdi. Bu doğaldı, çünkü ABD, 1929 Büyük Buhranı’nın korkunç etkileriyle boğuşuyordu. Bu tavrın tek istisnası Henry Ford’un Türkiye’nin daveti üzerine Galata’da bir otomobil montaj fabrikası kurma girişimiydi. Ancak girişim gümrük mevzuatına takılınca Ford yatırımını İskenderiye’ye kaydırdı.

Korkunç Türk’ten ‘Büyük Türk’e

1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra ABD gazetelerinde Türkler hakkında ‘barbar Türkler’, ‘vahşi insanlar’, ‘katliama ve yağmaya dayanan Türk hakimiyeti’ gibi ifadelere bolca rastlanıyordu. 1920’lerde ABD’ye giden Selma Ekrem adlı bir hanım anılarında şöyle anlatıyordu: “Burada, Amerika’da kan ve gök gürültüsünden meydana gelmiş bir efsane yaşıyor. Korkunç Türk, Amerikalıların beynine kazınmış. Kan kaplı bir hançer taşıyan vahşi kara gözlü ve gür kaşlı kocaman bir insan bu...”  

1931’de 100 Princeton Üniversitesi öğrencisine uygulanan akademik bir anket bu imajın güçlü bir şekilde devam ettiğini gösteriyordu. ‘Farklı milletlerin özelliklerini tanımlayacak 84 sıfatlık bir listeden seçme yapan öğrencilerin Türkleri tanımlamak için seçtikleri 12 sıfatın hepsi olumsuzdu. Seçilen sıfatlar sırasıyla ‘zalim’ (yüzde 54), ‘hilekâr’ (yüzde 14.9), ‘aşırı dindar’ (yüzde 29,9), ‘kurnaz’ (yüzde 13,8), ‘hain’ (yüzde 24,1), ‘kavgacı’ (yüzde 13,8), ‘şehvetli’ (yüzde 23), ‘kinci’ (yüzde 13.8), ‘cahil’ (yüzde 17.2), ‘muhafazakâr’ (yüzde 13.8), ‘pis’ (yüzde 17.2) ve ‘batıl inançlı’ (yüzde 12.6) idi.  

Joseph C. Grew görev yaptığı yıllarda, ağırlıklı olarak 1894-1896 yıllarında Doğu Anadolu’da meydana gelen toplumlararası çatışmalar ve 1915 Ermeni Tehciri dolayısıyla oluşmuş bu ‘Korkunç Türk’ imajını değiştirmek için de büyük çaba harcadı. Grew’ün ısrarlarıyla Atatürk’ün 1930 yılında, Orman Çiftliği görüntüleri eşliğindeki konuşması Amerikan seyircisine sesli film olarak sunuldu.

Cape Cod’un İstanbul’a gelişi


Ama hiçbiri, Russell Boardman ve John L. Polando adlı pilotların Bellance CH-400 tipi Cape Cod adlı uçaklarıyla, New York’tan havalanarak 9.240 kilometrelik yolu, hiçbir yere inmeksizin, 49 saat 15 dakikada alarak 30 Temmuz 1931’de Yeşilköy’e inmesi kadar heyecan yaratmadı. Kapısı bile olmayan uçakta ne radyo, ne fren, ne jeneratör, ne paraşüt, ne kurtarma botu, ne seyrüsefer lambaları, ne de tuvalet vardı. Pilotlar yanlarına birer takım elbise, 10 bin kartpostal, 16 adet 28 Temmuz 1931 tarihli New York Times gazetesi, iki kızarmış tavuk, ekmek, iki termos dolusu kahve, son meteorolojik durumu gösteren bir dünya haritası ve bir de uçuş verilerini kaydeden barograf cihazı almışlardı. Ayrıca, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Ahmet Muhtar Bey tarafından kaleme alınan ve “Gazi’ ye takdim edilmek üzere” kendilerine verilen bir mektup taşıyorlardı.  

Böyle bir deney uçuşu için İstanbul’un seçilmesi hem ABD’de hem Türkiye’de büyük heyecan yaratmıştı. Pilotlar İstanbul’da en üst düzeyde kabul gördüler. Vali Muhittin (Üstündağ) ve Başvekil İsmet (İnönü) Bey’le görüştüler. Taksim Abidesi’ne çiçek koydular. Atatürk’ün iki pilotu Yalova’daki köşkünde kabul etmesi ise Joseph C. Grew tarafından şöyle anlatılmıştı: “Mucizelerin mucizesi... Uzak diyarların amirallerinin, generallerinin, dışişleri bakanlarının bu kutsal mekâna girişi çoğu zaman reddedilmiştir... En iyi şartlarda ise bu kişiler uzun müddet beklemek zorunda kalmışlardır. Ancak bu iki Amerikalı genç Gazi’nin huzuruna derhal çağrıldılar...”

Olay ABD’de de büyük ilgi görmüş, pilotlar ülkelerine döndüklerinde Başkan Hoover tarafından Beyaz Saray’da ağırlanmış, Ahmet Muhtar Bey’in onurlarına verdiği yemeğe katılmışlar, buralarda Türkiye’de gördükleri sıcak kabulü ve Türkiye’nin gelişiminden duydukları memnuniyeti anlatmışlardı.

Atatürk Mac Arthur’a ne dedi?


25 Eylül 1932’de, ABD Genel Kurmay Başkanı General Douglas Mac Arthur Köstence’den Daçya vapuruyla İstanbul’a geldi ve büyük kabul gördü. Atatürk’ün 27 Eylül’de Mac Arthur’la bir görüşme yaptığı biliniyor. Türk Tarih Kurumu tarafından Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri adlı esere bakılırsa, tutanağı olmayan bu görüşmede Atatürk Almanların yakında bir savaş çıkaracağını ve savaşın galibinin Sovyetler Birliği olacağını öngörmüştü. Atatürk’ün ne kadar uzak görüşlü olduğuna dair bir kanıt olarak sunulan bu iddianın bir ‘Soğuk Savaş’ uydurması olduğu yıllar sonra ortaya çıktı. Tarihçi Cemil Koçak’ın o sırada Cumhurbaşkanlığı Sekreteri olan Yusuf H. Bayur’un raporundan aktardığına göre Mustafa Kemal Mac Arthur’a, resmi efsanenin tam tersine, “önümüzdeki on yıl içinde bir dünya savaşının hemen hemen imkânsız olduğunu” söylemişti. Bu yalanın kaynağı Almanya’da yayımlanan Der Kaukasus (Kafkasya) adlı ne idüğü belirsiz bir dergiydi. 8 Kasım 1951 tarihli Cumhuriyet Gazetesi derginin Ağustos 1951 tarihli ilk sayısındaki ‘Atatürk ve Mac Arthur’ adlı yazıyı alıntılayarak bu uydurma haberi Türkiye’ye taşımış, Türk Tarih Kurumu da araştırmadan, yazıyı Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’ne aktarmıştı.

İzmir Yangını tazminatı


İlişkiler o kadar iyiydi ki, 1933’te, Türkiye’de faaliyet gösteren Gerry Tobacco Şirketi’nin 1922 İzmir Yangını’nda uğradığı 1 milyon 300 bin dolarlık zararın, yıllık 100 bin dolar taksitle 13 senede tazmin edilmesini Türkiye kabul etti. Böylece Türkiye zımnen yangındaki sorumluluğunu kabul ediyordu. ABD ise bunun karşılığında, yıllardır sürüncemede bıraktığı Suçluların İadesi Antlaşması’nı onayladı. Bu antlaşma uyarınca banka hortumculuğu yüzünden aranan ve İstanbul’a sığınmış olan Samuel Insul adlı bir Amerikan vatandaşı ABD’ye iade edildi.

Başkan Roosevelt’le sıcak ilişkiler


1933 Martında Los Angeles’te meydana gelen ve büyük can ve mal kaybına sebep olan deprem ile 1933 Nisanında Acron adlı yolcu zeplininin düşmesi üzerine Atatürk’ün Başkan Franklin D. Roosevelt’e gönderdiği taziye mesajları, iki ülke arasındaki yakınlığı daha da arttırmış, 2 Ocak 1934’te Beyaz Saray’daki yemekte Bayan Roosevelt’in Ahmet Muhtar Bey’in yanına oturması ve onunla sohbet etmesi, 15 Haziran 1935’te Atatürk’ün Başkan Roosevelt’in ricası üzerine çeşitli Türk pullarından bir koleksiyonu Amerika’ya yollaması, 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ABD’nin bazı çekincelerine rağmen Türkiye’nin istediği gibi imzalanması, Nisan 1937’de Başkan Roosevelt’in Atatürk’ün manevi kızı Ülkü ile plajdaki görüntülerini de içeren Türkiye hakkındaki bir filmi heyecanla seyretmesi ve filmle ilgili duygularını Atatürk’e yazması, Atatürk’ün de kendisine aynı sıcaklıkta cevap vermesi, Atatürk’ün ölüm haberinin 11 Kasım 1938 tarihli Amerikan gazetelerinde “Büyük Türk öldü”, “modern Türkiye’nin kurucusu öldü” gibi övgü ve üzüntü dolu ifadelerle yer alması Türk-Amerikan ilişkilerinin ‘Altın Çağı’nın unutulmaz anlarıydı.  
İkinci Dünya Savaşı sırasında biraz durgunlaşan ilişkiler, ‘Soğuk Savaş’ stratejisi kapsamında 1947’de Truman Doktrini, 1948’de Marshall Yardımları ile yeni bir ivme kazandı, 1950’de Kore Savaşı, 1952’de NATO üyeliği ve 1954’te Celal Bayar’ın ABD ziyaretiyle zirveye çıktı. 1960’tan sonra başlayan soğukluğun hikâyesi ise ayrı bir yazı konusu.    

Özet Kaynakça:
Oral Sander, Kurthan Fişek, Türk-Amerikan Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı (1829-1929), Çağdaş Yayınları, 1976; Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri, TTK Basımevi 1991; Gül Barkay “Türk-Amerikan İlişkileri: İki Adım İleri, Bir Adım Geri”, Toplumsal Tarih, Aralık 2003, Sayı: 120, s. 70-75; Bilmez Bülent Can, Demiryolundan Petrole Chester Projesi (1908-1923), Tarih Vakfı Yurt Yayınları 2000; Erhan Çağrı, Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri, İmge Kitabevi 2001; Joseph C. Grew, Atatürk ve Yeni Türkiye, Gündoğan Yayınları, 2002; Ahmet Akyol, “Amerikalı Havacılar” Atatürk’ün Kenti Yalova, Yalova, 2005, s. 275-281; Sabiha Sertel, Roman Gibi 1919-1950, Ant Yayınları1969; Cüneyt Akalın, “Atatürk- Mac Arthur Görüşmesi’nin İçyüzü”, cuneytakalin.com.tr/atatürk-mac-arthur-görüşmesi’nin-içyüzü.
Ayşe Hür
Taraf

Lorem ipsum is simply dummy text of the printing and typesetting industry.

Comments


EmoticonEmoticon