Umberto Eco
Ortaçağa girişin, bu çalışmanın kendi kadar uzun olmaması için şunu söylemekle yetinmesi gerekir; ortaçağ Roma İmparatorluğu’nun dağılma döneminde başlayıp, tutkal görevi gören Hıristiyanlığın yardımıyla, Latin kültürünü, imparatorluğu yavaş yavaş istila eden halkların kültürüyle birleştirerek; uluslarıyla, konuşmaya devam ettiğimiz dilleriyle ve değişimlerden ve devrimlerden sonra bile olsa bizim olmaya devam eden kurumlarıyla günümüzde Avrupa dediğimiz yere hayat veren dönemdir.
Ancak bu hem fazla uzun hem de fazla kısa olurdu. Ortaçağ konusunda birçok klişe söz konusu olduğu için her şeyden önce ortaçağın, sıradan okurların aceleci okul kitaplarından veya sinema ile televizyon programlarından öğrendiği gibi olmadığını belirtmek yerinde olacaktır. Dolayısıyla ilk olarak (i) ortaçağın ne olmadığını söylemek gerekir. Ardından (ii) ortaçağdan bize ne kaldığını, bunların günümüzde güncel olmaya devam edip etmediğini ve en sonunda da (iii) ortaçağın ne anlamda yaşadığımız dönemden tamamıyla farklı olduğunu kendimize sormamız gerekir.
Ortaçağ ne XVI veya XVII. yüzyıllar gibi bir yüzyıldır, ne de Rönesans, Barok dönem veya Romantizm gibi belli tarihler arasında söz konusu olan ve ayırt edici özelliklere sahip bir dönemdir. Ortaçağ XV. yüzyılda yaşamış bir Hümanist olan Flavio Biondo tarafından ilk olarak bu şekilde adlandırılmış bir dizi yüzyıldan oluşur. Diğer Hümanistler gibi klasik çağ kültürüne dönmeyi dileyen Biondo, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü (476) ile kendi zamanı arasındaki yüzyılları (çöküş dönemi olarak görüp) bir anlamda paranteze alıyordu. Ancak Biondo’nun kaderinde ortaçağa ait olmak vardı. Çünkü ortaçağın bitişi alışılageldiği üzere Amerika’nın keşfedildiği ve Mağribiler’in İspanya’dan kovulduğu tarih olan 1492 yılı olarak tespit edildi; Biondo ise 1463’de öldü.
1492’den 476’yı çıkarınca geriye 1016 kalır. 1016 sene çok uzun bir zaman dilimidir ve okullarda da okutulan çeşitli tarihi olayların (Barbar istilaları, Karolenj Rönesansı ve feodalizm, Arapların yayılma dönemi, Avrupa monarşilerinin doğuşu, kilise ile imparatorluk arası kavgalar, Haçlı Seferleri; Marco Polo, Kristof Kolomb, Dante ve Konstantinopolis’in Türkler tarafından fethi gibi) yer aldığı bu kadar uzun bir dönemde hayat tarzının ve düşünme şeklinin hep aynı kalmış olduğuna inanmak zordur.
Şöyle bir deney yapmak ilginç olacaktır: Ortaçağ konusunda uzman olmayan, ama belli bir kültür birikimi olan insanlara, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden önce öldüyse de ortaçağ düşünürlerinin en önemlilerinden biri olarak kabul edilen Aziz Augustinus ile onunla birlikte Hıristiyan felsefesinin en büyük temsilcisi olduğu okullarda öğretilen Aziz Thomas Aquinas arasında kaç yıllık bir dönem olduğu sorulduğunda, çoğu kişi bu rakamın sekiz yüzyıl olduğunu bilmeyecektir. Bu noktada Aziz Thomas Aquinas’tan günümüze kadar da sekiz yüzyıl geçtiğini belirtmek büsbütün ilginç olacaktır.
Günümüze nazaran o dönemde her şey çok daha yavaş gelişiyor idiyse de, sekiz yüzyılda çok şey olabilir. Onun içindir ki -laf kalabalığımızın kusuruna bakılmazsa- ortaçağ da antikçağ veya modern çağ gibi bir çağdır. Klasik antikçağ, Homeros öncesi ilk ozanlardan geç dönem Latin İmparatorluğu’nun şairlerine, Sokrates öncesi düşünürlerden Stoacılara, Platon’dan Plotinus’a, Truva’nın düşüşünden Roma’nın düşüşüne kadar uzanan bir dizi yüzyıldan oluşur. Benzer şekilde modern çağ da Rönesans’tan Fransız Devrimi’ne kadar uzanır ve Rafael ile Tiepolo’yu, Leonardo ile Encyclopedie’yi, Pico della Mirandola ile Vico’yu, Palestrina ile Mozart’ı içine alır.
Dolayısıyla ortaçağ tarihine birçok farklı ortaçağın var olduğu inancıyla yaklaşmak ve yine çok katı olsa da, en azından bazı tarihi dönüm noktalarını göz önüne alan farklı bir tarihlendirmeyi esas almak gereklidir. Buna bağlı olarak, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden 1000 yılına kadar (veya en azından Şarlman’a kadar) uzanan erken ortaçağ, 1000 yılından sonraki sözde Rönesans döneminden oluşan ara ortaçağ ve “geç” gibi bir kelimenin akla getirebileceği olumsuz çağrışımlara rağmen Dante’nin İlahi Komedya’yı tamamladığı, Petrarca ( 1304- 1374) ile Boccaccio’nun(1313-1375) eserlerini yazdığı ve Floransa Hümanizminin geliştiği görkemli dönem olan geç ortaçağ şeklinde bir dönemleme yapılmaktadır.
Ortaçağ sadece Avrupa uygarlığına özgü bir dönem değildir
Nitekim Batı ortaçağının yanı sıra Roma’nın çöküşünden sonra 1000 yıl boyunca Bizans’ın görkemi içinde var olmaya devam eden Doğu Roma İmparatorluğu’nun ortaçağı vardır. Aynı yüzyıllarda bir yandan çok büyük bir Arap uygarlığı gelişirken Avrupa’da az çok kaçak, ama son derece canlı bir Yahudi kültürü söz konusudur. Bu farklı kültürel geleneklerin arasındaki sınır, Haçlı Seferleri sırasında Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında yapılan çarpışmaların yarattığı baskın imge, günümüzde sanıldığı kadar belirgin değildi. Avrupa felsefesi Aristoteles’i ve diğer Yunan yazarlarını Arapça tercümeleri aracılığıyla da öğrenmekte; Batı tıbbı da Arap deneyiminden yararlanmaktaydı. Hıristiyan âlimler ile Yahudi âlimler arasında da, yüksek sesle beyan edilmiyorduysa da yoğun ilişkiler yaşanmaktaydı.
Ancak Batı ortaçağının başlıca özelliği, başka dönemlerden veya uygarlıklardan gelen her türlü kültürel katkıyı Hıristiyanlık perspektifiyle çözümleme eğilimidir. Günümüzde Avrupa anayasasında Avrupa’nın Hıristiyan kökenlerine atıfta bulunma konusu tartışıldığında, Avrupa’nın Yunan-Roma ve Yahudi kökenlere sahip olduğu (İncil’in önemini düşünmek yeterli olacaktır), üstelik geçmişinde Hıristiyanlık öncesi antik uygarlıkların, dolayısıyla da Kelt, Germen ve İskandinav mitolojilerinin bulunduğu düşünülerek, Avrupa Hıristiyan kökenlerine haklı olarak karşı çıkılmaktadır. Yine de ortaçağ Avrupa’sı açısından Hıristiyan kökenlerden söz edilmesi gerektiği kesindir. Ortaçağda, Kilise Babaları’ndan itibaren her şey yeni dinin ışığında yeniden yorumlanır ve tercüme edilir, İncil sadece Aziz Hieronymus’un (340/345-420) Vulgata adlı Latince tercümesi yoluyla bilinecektir ve Hıristiyan teolojisinin ilkeleriyle örtüştüklerinin gösterilmesi amacıyla başvurulan Yunan filozoflar da Latince tercümeleri sayesinde tanınacaktır (Thomas Aquinas’ın muazzam felsefi sentezinin amacı da bundan başka bir şey değildir).
Ortaçağ yüzyılları karanlık çağlar değildir
Eğer bu ifadeyle, bitmez tükenmez dehşet, fanatizm ve hoşgörüsüzlük yılları, salgın, kıtlık ve katliamlarla dolu maddi ve kültürel çöküş yüzyılları kastediliyorsa, bu model Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile yeni binyıl veya en azından Karolenj Rönesansı arasındaki yüzyıllar için kısmen geçerli olabilir.
1000 yılından önceki yüzyıllar oldukça karanlıktı, çünkü Avrupa’yı birkaç yüzyıl boyunca altüst etmiş olan Barbar istilaları Roma uygarlığını yavaş yavaş yok etmişti; kentler boşalmış veya tümüyle harap olmuştu; önemli yollar artık bakım görmüyordu ve çalılıklarla kaplanmıştı; metal ve taş madenciliği gibi temel teknikler unutulmuş, tarım ihmal edilmişti ve 1000 yılın sonundan veya en azından Şarlman’ın (742-814) feodal reformundan önce büyük tarım alanları yeniden ormanla kaplanmıştı.
Ancak Avrupa kültürünün kökenlerini keşfetmek istediğimiz zaman, günümüzde kullanmaya devam ettiğimiz dillerin bu “karanlık” yüzyıllarda ortaya çıktığını ve bir yandan Roma-Barbar veya Roma-Germen denilen uygarlığın diğer yandan da Bizans uygarlığının doğduğunu ve hukuk yapısını derinlemesine değiştirmeye başladıklarını görüyoruz. Bu yüzyıllarda Boethius (Roma imparatorluğu çökerken doğmuş olup Romalıların sonuncusu olarak kabul edilir), Bede ve aralarında Alcuinus (735-804), Rabanus Maurus (780/784-856) ve Johannes Scotus Eriugena’nın da (y. 810880) olduğu Şarlman’ın Saray Okulu’nun âlimleri gibi çok büyük entelektüel güce sahip kişiler göze çarpar. Hıristiyanlığı kabul eden İrlandalılar antik metinlerin inceleneceği manastırları kurarken Hibernia, yani İrlanda keşişleri de Kıta Avrupa’sında büyük bölgelerin Hıristiyanlığı kabul etmesini sağlayacak, aynı zamanda erken ortaçağ döneminin o son derece özgün sanat dalı olan ve Libro di Kells [Kells Kitabı] ile benzer elyazmalarını süsleyen minyatürleri yaratacaklardı.
Bu kültürel göstergelere rağmen 1000 yılından önceki ortaçağ döneminin yokluk, açlık ve belirsizlik yılları olduğuna şüphe yoktur; bir azizin aniden ortaya çıkıp bir çiftçinin bir kuyuya düşürdüğü orağı bulup çıkarmasına dair mucizevi hikâyelerin anlatılıyor olması, demirin o dönemde ne kadar nadir bulunduğunu ve bir orağın kaybının tarlada çalışmayı tamamıyla imkânsız kıldığını gösterir.
Rodulfus Glaber, Historiarum Libri [Tarih Kitapları] adlı eserinde ilk 1000 yıl bittikten 30 yıl sonra gerçekleşen olaylardan söz ederken sert hava koşullarının yol açtığı bir kıtlık döneminden bahseder ve su baskınlarından dolayı ne ekim ne de hasat için uygun bir an bulunabildiğini söyler. Açlıktan dolayı fakir, zengin, herkes bitkin düşmüş ve yenecek hayvan kalmayınca her tür leş ve “sadece söz edilmesi bile tiksinti yaratan her türlü şey” yenmeye başlamış, hatta bazıları insan eti yemek zorunda kalmıştı. Seyyahlar saldırıya uğrar, öldürülür, parçalara ayrılır ve pişirilirdi ve kıtlıktan kaçmak umuduyla yola çıkanlar, onları misafir edenler tarafından geceleri boğazlanır ve yenirdi. Öldürüp yiyebilmek için çocukları bir meyve veya bir yumurtayla kandıranlar bile vardı. Birçok yerde toprak altından çıkarılmış cesetler yeniyordu: Pişmiş insan etini Tournus pazarında satmaya kalkan bir adam yakalanıp yakılmış, ardından da o gece o etin gömüldüğü yeri arayıp bulmaya çalışan adam da yakılarak öldürülmüştü.
Endemik hastalıklar (tüberküloz, cüzam, çıban, egzama, tümör) ve veba gibi korkunç salgınlar, giderek sayısı azalan ve güçten düşen halkı kırıp geçiriyordu. Geçmiş bin yıllarla ilgili demografik hesaplamalar yapmak daima zordur, ama bazılarına göre III. yüzyılda 30-40 milyon civarında olan Avrupa nüfusu VII. yüzyılda 14-16 milyona düşmüştü.
Az sayıda insan az miktarda toprağı işliyor ve bu az miktardaki işlenmiş toprak az sayıda insanı besliyordu; fakat 1000 yılın sonuna gelinirken rakamlar değişmeye başladı ve XI. yüzyılda yeniden 30-40 milyondan söz edilirken XIV. yüzyılda Avrupa nüfusu 60-70 milyon arasında gidip geldi. Bu rakamlar arasında uyumsuzluk varsa da 400 yıl içinde nüfusun en azından iki katma çıktığını söyleyebiliriz.
Rodulfus Glaber’in, 1033 yılındaki kıtlıktan söz ettikten sonra yeni binyılın şafağında toprağın ilkbaharda çayırlardaki gibi çiçek açtığını anlatan paragrafı çok ünlüdür: “1000 yılının üçüncü yılına gelindiğinde dünyanın tamamında, ama özellikle İtalya ve Galya’da, Roma döneminden kalma bazilikaların yerini alan kiliseler yenilenmişti. Tüm Hıristiyan halklar en güzel kiliseye sahip olmak için birbiriyle yarışıyordu. Sanki toprağın kendisi, üzerindeki ihtiyarlığı atıp kiliselerden oluşan beyaz bir mantoyla kaplanmıştı” (Historiarum, III. 13).
Şarlman’ın reformlarıyla beraber hem manastırlar hem de büyük feodal mülkler yeni tarım faaliyetlerini teşvik etmiş ve X. yüzyıl “fasulye dolu yüzyıl” olarak tanımlanmıştır. Bu ifade harfiyen anlaşılmamalıdır, çünkü günümüzde fasulye olarak bilinen ürün sadece Amerika’nın keşfiyle Avrupa’ya gelmiştir ve antikçağda sadece börülce adı verilen fasulyeler bilinmektedir. Buradaki fasulye terimi baklagil anlamına geliyorsa ifade doğrudur, çünkü X. yüzyılda tarımda meydana gelen büyük değişiklikler sonucunda çok yoğun şekilde bakla, nohut, bezelye ve mercimek, yani bitkisel protein açısından zengin baklagil tarımı yapılmıştı. Ortaçağda yoksullar, tavuk yetiştirmedikleri veya kaçak olarak avlanmadıkları sürece (çünkü ormandaki av hayvanları derebeylerine aitti) et yiyemezdi. Kötü beslenmeleri ise tarlaların bakımsızlıktan harap olmasına neden olurdu. Oysa X. yüzyılda baklagiller yoğun olarak yetiştirilmeye ve çalışan insanların enerji ihtiyacını karşılamaya başlar: Protein katkısı artınca insanlar güçlenir, erken yaşta ölümler azalır, daha çok çocuk doğar ve Avrupa’nın nüfusu yeniden artar.
İkinci bin yılın başlarında bazı icatlar sayesinde ve başka icatların iyileştirilmesiyle iş ilişkileri ve ulaşım teknikleri büyük değişime uğrar. Eskiden atlara takılan koşumlar hayvanın göğsüne bastırır ve dayandığı kasların bu baskı altında kasılıp çekme görevini doğru düzgün yerine getirmesini engellerdi (koşum ayrıca akciğerlere de baskı yaparak hayvanın direncini azaltırdı). Bu durum aşağı yukarı X. yüzyıla kadar böyle sürdü. X. yüzyılın ikinci yarısı ile XII. yüzyıl arasında ağırlık noktasının göğüsten omuz kemiğine geçtiği yeni bir koşum türü yaygınlaştı. Böylece çekme yükü omuzdan iskelete geçerek kasların hareket etmesine izin verdi. Güçleri üçte iki oranında artan atlar da, o ana kadar sadece kendilerinden daha güçlü ama daha yavaş olan öküzlerin kullanıldığı işlerde kullanılmaya başladı. Bunun yanı sıra o ana kadar koşuma sadece yan yana bağlanan atlar tek sıra halinde dizilmeye başlandı ve bu da çekme gücünde kayda değer bir artışa neden oldu. Bu yeni koşum bağlama sistemi 1000 yılına ait bazı minyatürlerde görülmüştür.
Bunların yanı sıra o ana kadar toynakları ancak istisnai durumlarda deriyle sarılan atlar artık nallara sahip olur (nallar 900 yılına doğru Asya’dan getirilir). Binicinin dengesini sağlayan ve hayvanın yan taraflarına dizlerle baskı yapmasını engelleyen üzengiler de Asya kaynaklı olup yaygın olarak kullanılmaya başlar. Atın kullanımının kolaylaşması, içinde yaşanan dünyanın sınırlarını genişletir. Bu yeni koşum ve nallama sisteminin yol açtığı müthiş teknik ilerleme, XX. yüzyılda yolculuk sürelerinin yarıya inmesini sağlayan, pervaneli uçaklardan jetlere geçişle karşılaştırabilir düzeydedir.
Antikçağlarda sabanlar tekerleksiz olup onlara istenilen eğimi vermek zordu ama MÖ II. yüzyıldan beri Kuzey halkları tarafından kullanılan, biri toprağı yaran, diğeri de kavisli olup toprağı karıştıran iki bıçağı ile tekerlekleri olan bir saban türü XIII. yüzyılda Avrupa’ya ulaşır.
Buna eşdeğer bir devrim de denizcilikte ortaya çıkar. Dante Cennet’ın 12. kantosunda şöyle der: “Bu yeni ışıkların birinin yüreğinden / bir ses yükseldi ve yıldıza yönelen / ibre gibi kendine yöneltti beni...”1 XIV. yüzyılda İlahi Komedya’yı yorumlayan Francesco da Buti ile Giovanni da Serravalle okuyucuların bu kavrama dair henüz yeterli bilgiye sahip olmadıklarını gözeterek şöyle bir açıklama getirir: “Denizcilerin bir pusulası vardır; bunun ortasında ince kâğıttan bir daire bir milin üzerinde döner. Bu dairenin birçok ucu olup bir tanesine bir yıldız çizilidir ve bir iğne ucu takılıdır. Denizciler, Kutup Yıldızı’nın nerede olduğunu görmek istedikleri zaman bu iğneye mıknatıs özelliği kazandırırlar.” Hâlbuki iğneli pusuladan (henüz rüzgâr gülü yoktur) Pierre Pelerin de Maricourt da 1269’da söz etmiştir.
Bu yüzyıllarda Davis kuadrantı2 ve usturlap3 gibi antik dönem kökenli bazı aletler de geliştirilir. Ancak ortaçağda denizcilikte gerçekleşen asıl devrim, menteşeli kıç dümeninin icadıyla başlar. Yunan ve Roma teknelerinde, Vikinglerin teknelerinde, hatta 1066’da Britanya kıyılarına çıkan I. William’ın gemilerinde bile dümen, gemiye istenen yönü verecek şekilde manevra edilen iki arka yan kürekten oluşurdu. Oldukça yorucu olmanın yanı sıra bu sistem büyük çaplı gemilerin manevra edilmesini ve özellikle rüzgâra karşı ilerlemeyi imkânsız kılıyordu, çünkü bunu yapmak için “orsa seyri,” yani dümeni, geminin rüzgâra önce bir yanını, sonra diğer yanını vermesini sağlayacak şekilde kullanılmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla denizcilerin küçük kabotajla, yani kıyı boyunca ilerlemekle yetinip, rüzgâr elverişli olmadığı zaman durmaları gerekiyordu.
Vikinglerin, yan dümenleriyle Amerika kıtasına ulaştıkları muhtemelen doğrudur, ancak bu seferlerin ne kadar zaman aldığı ve kaç geminin batmasıyla sonuçlandığı belli değildir. Ayrıca Vikingler muhtemelen İzlanda’dan Grönland’a, oradan da Labrador kıyılarına geçtiler; dolayısıyla Kolomb’un daha sonra yapacağı gibi okyanusu geçmediler. Ama Kolomb da o yolculuğu, XII. ve XIII. yüzyıllar arasında ortaya çıkan, su hattının hemen altında pupaya takılan ve tek kişinin dalgaların etkisinde kalmadan gemiyi yönlendirmek için kolaylıkla manevra edebildiği modern tarzdaki dümenle yaptı.
Bu keşif, günümüzde kullanılana benzeyen geniş kollu çapa gibi başka önemli değişiklikleriyle bütünleşti. Bu arada, Normandiyalılar gemi inşa ederken tahtaları üst üste koyduklarından geminin yan tarafı basamaklardan oluşurdu; oysa tahtalar sürekli kavis elde edecek şekilde yerleştirildiğinde daha büyük gemiler inşa etmek mümkün hale geldi. Ayrıca yeni sistemde önce iskelet oluşturulup üzerine tahtalar döşeniyordu; oysa Kuzeylilerin sisteminde önce tekne, sonra destek kirişi oluşturuluyordu, bu yöntem de büyük boy gemiler için hiç elverişli değildi.
Yelkenler konusunda da çeşitli değişiklikler olur. Nitekim VII. yüzyıldan itibaren Araplar cıvadra yelkeni olarak uygulanması daha kolay olan üçgen yelken veya “Latin” yelkeniyle Akdeniz halklarına örnek olurlar. Yeni cıvadra yelkeni yeni dümenle birleşince rüzgârın her türlü açısını kullanacak duruma geldiği için her türlü evrime izin verir. Bütün bu yenilikler, Roma dönemindeki ticaret gemilerinden dört kat daha büyük gemilerin inşasına izin verdi ve boyutların bu denli büyümesi cıvadra ile ana direk arasına yeni bir direğin -mizana direğinin- konmasıyla sonuçlandı. Daha sonraları önce ana yelkenin sonra da mizana yelkeninin üzerine kare yelkenler çekilecekti; bu sırada cıvadra yelkeni büyüyünce mizana direği ile ana direk de pupaya doğru kaydı ve üçüncü direk için böylece yer açıldı.
Arka dümenin icadı ve yelken sistemindeki iyileştirmeler olmasaydı Kolomb Amerika’ya ulaşamazdı. Dolayısıyla yeniçağın başlangıcına ve geleneksel olarak ortaçağın kapanmasına yol açan olay ortaçağda gerçekleşti.
Tarihçiler 1000 yılından sonra gerçekleşen bu teknik yeniliklerden “ilk endüstri devrimi” şeklinde söz ederler. Bu gerçekten de zanaatkârlık alanında ve karanlık çağlar efsanesini yıkacak türden bir devrimdi. Nitekim 1000 yılından sonra büyük katedrallerin yükseldiği kentsel merkezler giderek gelişir, erken ortaçağın başlıca özelliği olan, din adamları, savaşçılar ve çiftçilerden oluşan geleneksel toplum yapısının yerini kendini zanaatkârlığa ve ticarete veren bir kent burjuvazisi alır. XII. yüzyıldan itibaren şiirin trubadur4 denen ozanların alanına girmesi gibi, Dante gibi bir entelektüel de modern yazarlar için örnek teşkil etmeye başlar. Trubadur şiirinden Kral Arthur’u konu alan romanlara, Nibelungen Destanı’ndan Cantar de mio Cid’e [Efendimizin Şarkısı] ve İlahi Komedya’ya kadar tüm zamanların en büyük edebiyat şaheserleri yeni konuşma dillerinde doğmaya başlar. Üniversiteler kurulur, sanat ve teoloji fakültelerinde Petrus Abelardus, Albertus Magnus, Roger Bacon ve Thomas Aquinas gibi büyük âlimler ders verir. Elyazmalarının çoğaltılması ve minyatür çizilmesi gibi faaliyetler, manastırlardan yeni doğan bu üniversitelerin civarındaki sokaklara yayılır. Sanatçılar artık sadece kiliseler veya manastırlar için değil, aynı zamanda hükümet konaklarında çalışıp buralarda kent yaşamından sahneler resmederler. Avrupa’da bir yandan ulus-devletler oluşurken, diğer yandan devletlerüstü imparatorluk düşüncesi yeniden öne sürülür.
Son olarak, genelde unutulan bir şeyi hatırlamak gerekir: Yeniden canlanma yüzyılı olan XV. yüzyıl da ortaçağa aittir. Ortaçağın Amerika’nın keşfinden çok önce, örneğin matbaanın icadıyla veya daha da önce bittiği kararlaştırılabilir ve XV. yüzyıl ile -bazı ülkelerde söz konusu olduğu üzere- Giotto, Petrarca ve Boccaccio’nun XIV. yüzyılı bile Rönesans’a atfedilebilir (zaten son zamanlarda tarihyazımı Rönesans’ın Rafael’in ölümüyle, yani 1520 yılında bittiğini varsayar). Ancak bu durumda 1000 yılından sonra bir canlanma söz konusu olduğuna göre ortaçağın Şarlman’la bitmesi gerektiğine de karar verilebilir; yeter ki isimler konusunda fikir birliği olsun. Eğer ortaçağ, Skolastik sınıflandırmalar yoluyla kararlaştırılan bir dönemse Nicolaus Cusanus, Marsilius Ficinus ve Pico della Mirandola gibi filozoflar ortaçağa aittir ve çok titiz olmak gerekirse Ariosto, Rotterdamlı Erasmus, Leonardo, Rafael ve Luther de ortaçağda doğmuştur.
Ortaçağın hayata bakışı sadece iç karartıcı bir bakış değildi
Ortaçağda romanesk kilise alınlıklarının Şeytanlarla ve cehennem işkenceleriyle dolup taştığı, bu çağın Ölümün Zaferi’ne dair imgeler açısından zengin olduğu, tövbekârların geçit alaylarının ve dünyanın sonuna dair nevrotik bir bekleyişin çağı olduğu, hem kırsal bölgelerden hem de köylerden akın akın dilencilerle cüzzamlıların geçtiği, edebiyatın sıklıkla cehennem yolculuklarını saplantı haline getirdiği doğrudur, ancak bu aynı zamanda Goliard şairlerinin yaşama sevincini yücelttiği bir dönemdir ve özellikle de ışık çağıdır.
Aslında karanlık çağlar efsanesini çürütmek için ortaçağın ışığa duyduğu ilgiyi incelemek gerekir. Ortaçağda güzellik (orantının yanı sıra), ışıkla ve renkle -temel renklerle- özdeşleştirilirdi: Renk nüanslarının veya ışık ve gölge oyunlarının olmadığı, kırmızı, mavi, altın, gümüş, beyaz ve yeşilden oluşan senfonilerde görkem, her şeyi dışarıdan saran ve renkleri figürün dışına taşıran ışık tarafından belirlenmeyip bütünlüğün uyumundan neşet eder. Ortaçağ minyatürlerinde nesneler ışık saçıyor gibidir.
Sevilla piskoposu İsidorus’a göre mermer beyazlığından; metal de yansıttığı ışıktan dolayı güzeldir. Hava da güzeldir ve aer, aeris olarak bilinir; çünkü aurum’un, yani altının ihtişamından kaynaklanır (nitekim altın gibi, üzerine ışık düşünce ışıldar). Değerli taşlar renklerinden dolayı güzeldir, çünkü renk, güneş ışığının hapsedilmiş hali ve maddenin saf halinden başka bir şey değildir. Gözler parlaksa güzeldir ve mavi gözler daha da güzeldir. Bir insanın güzel olmasının ilk şartlardan biri cildinin pembe olmasıdır. Parlak renk kavramı şairlerde daima mevcuttur: Otlar yeşil, kan kırmızı, süt beyazdır. Guinizelli’ye göre güzel bir kadın “kar beyazlığında bir yüze” sahiptir (daha sonra da “berrak, serin, tatlı sular”dan söz edilecektir); Bingenli Hildegard’ın mistik hayalleri kıpkırmızı alevlerle doludur, ilk düşen meleğin güzelliği bile yıldızlarla dolu gökyüzünü andıracak şekilde ışıl ışıl taşlardan oluşur, öyle ki süslemelerinin ihtişamıyla parlayan bu sayısız kıvılcım dünyaya ışık yayar. Gotik kiliselerin normalde karanlık olabilecek neflerine ilahi gücün girebilmesi için vitraylardan içeriye keskin ışık huzmeleri sızar; bu ışık koridorlarına yer verebilmek için pencerelere ve gül pencerelere ayrılan yüzey büyür, payanda ve payanda kemerleri sayesinde duvarlar neredeyse yok olur ve kilisenin tamamı inşa edilirken ışığın kafes tarzı bir yapının arasından fışkırması amaçlanır.
Haçlı Seferleri’ni yazan tarihçiler bize güneşte ışıldayan sancaklarla ve rengârenk armalarla süslü gemiler, şövalyelerin miğfer, zırh, mızrak uçları, flamaları ve sancaklarının üzerindeki güneş ışınlarının oyununu ve bayrakların üzerindeki soluk sarı ve mavi, turuncu ve beyaz, turuncu ve pembe, pembe ve siyah, siyah ve beyaz renk bileşimlerini sunar. Minyatürlerde ise en parlak renklerle kuşanmış hanımefendileri ve şövalyeleri görürüz.
Işık konusundaki bu tutkunun kökeninde Platonculuğa ve Yeni-Platonculuğa kadar uzanan teolojik kavramlar vardı (düşüncelerin güneşi olarak İyilik, maddenin karanlığına hâkim olan biçimin renge verdiği sade Güzellik, Tanrı’nın Işık, Ateş, Işıklı Çeşme olarak görüntüsü). İlahiyatçılar ışığı metafizik bir ilke olarak görürler ve bu yüzyıllarda, Arap etkisi altında önce optik bilimi, ona bağlı olarak da gökkuşağının ve aynaların mucizesi konusunda düşünceler gelişir. Bu aynalar bazen İlahi Komedya’nın üçüncü kantosunda akıcı ve gizemli bir şekilde belirir; İlahi Komedya da zaten cennetin her katında farklı bir şekilde parlayan, Mistik Gül’ün ışıltısına ve İlahi Işık’ın dayanılmaz görüntüsüne kadar uzanan, ışığa adanmış bir şiirden başka bir şey değildir.
Ortaçağ insanlarının karanlık mekânlarda, ormanlarda, şato salonlarında, sadece şömine ışığıyla aydınlanan küçük odalarda yaşadığına şüphe yoktur. Ancak bir uygarlık hakkında hüküm verirken sadece ne olduğuna değil, ne şekilde temsil edildiğine de bakılmalıdır; aksi takdirde Rönesansı sadece Roma’nın yağmalanması, savaşlar, derebeylerinin cinayetleri ve katliamları aracılığıyla tanımamız gerekirdi, o zaman da bugün bildiklerimizi bilmez, bu dönemi günümüzde olduğu gibi, Rafael’in Fırıncı Kadınları’nın veya Floransa kiliselerinin dönemi olarak görmezdik.
Kısacası sözde karanlık çağlar Mustarib Kıyamet Günlerinin, Otto dönemi minyatürlerin, muhteşem Altın Kitaplar’ın pırıl pırıl ışık ve renk dolu görüntüleriyle veya Lorenzetti, Doccio ve Giotto’nun freskleriyle aydınlanmıştır. Güneş Kardeş’in aydınlattığı dünya karşısında hissedilen samimi, neşe dolu bir ortaçağ için Aziz Francesco’nun Güneş Kardeş’in İlahisi’ni5 okumak yeterli olacaktır.
Ortaçağ Disneyland’daki gibi kuleli şatoların çağı değildir
“Karanlık” çağlarda ışıkların olduğunu kabul ettiğimize göre, popüler kitlesel medyanın, romantizm döneminde hayal edildiği (yenileştirmek yerine yeniden inşa edilen) ve Les Tres Riches Heures du Duc de Berry gibi geç dönem (XV. yüzyıl) minyatürlerinde resmedildiği (ve idealize edildiği) üzere şatolarla dolu, klişeleşmiş bir ortaçağ sunduğunu göz önüne alarak belli yerlerdeki gölgelerini de yeniden tespit etmek gerekir. Bu masalsı ve medyatik ortaçağ şato modeli daha çok Loire Bölgesi’nin Rönesans döneminde inşa edilen ünlü şatolarına uygundur. Günümüzde internet sitelerinde “feodal şato” konusunda araştırma yapanlar, (internet sitesi güvenilirse) XII veya XIV. yüzyıla atfedilen harika, mazgallı yapılar, bazen de modern çağa ait eserlerle karşılaşır.
Aslında feodal şatolar yüksekçe bir yerde (veya özellikle hazırlanmış, hendekle çevrili bir toprak set üzerinde) inşa edilmiş ve bir savunma hendeğiyle çevrili ahşap yapılardan oluşur. XI. yüzyıldan itibaren kuşatma durumunda savunmayı güçlendirmek amacıyla toprak setin çevresine surlar, hatta bazen kazıklı çitler inşa edilmeye başlar, böylece düşmanın saldırması halinde derebeyliğe bağlı köylülerin hayvanlarıyla beraber sığınabileceği bir avlu oluşur. Normanlar surların içerisine, savunma amacının yanı sıra derebeyinin ve garnizonunun ikametgâhı olarak hizmet edecek bir baş kule veya burç inşa edecektir. Savunma hendekleri daha sonra su dolu hendekler haline gelir ve üzerlerinden açılır kapanır köprüyle geçilir. Ancak bunlar zamanla gerçekleşen yeniliklerdir. Kısacası, ortaçağda masal şatoları yoktur.
Ortaçağ klasik kültürü görmezden gelmez
Her ne kadar ortaçağda birçok antik dönem yazarının metinleri kaybedildiyse de (örneğin Homeros ve Yunan trajedi yazarları) Vergilius, Horatius, Tibullus, Cicero, Genç Plinius, Lucanus, Ovidius, Statius, Terentius, Seneca, Martialis, Sallustius gibi yazarlar tanınırdı. Bu yazarların hafızada yerinin olması herkes tarafından tanınıyor olmaları anlamına gelmiyordu elbette. Bazen bir yazar çok zengin bir kütüphanesi olan bir manastırda iyi tanınsa da başka yerlerde hiç tanınmazdı. Ama bir bilgi açlığı vardı ve iletişimin bu kadar zor olduğu (ama göreceğimiz üzere, çok yolculuk yapılan) bir dönemde âlimler değerli elyazmaları bulmak için ellerinden gelen her şeyi yapardı. Sonradan II. Silvester namıyla 1000 yılının papası olacak Gerbert d’Aurillac’ın bu konuyla ilgili hikâyesi çok ünlüdür: d’Aurillac birisine yazdığı bir mektupta, Lucanus’un Pharsalia eserinin elyazması karşılığında ona deriden, küresel bir usturlap vereceğine dair söz verir. Elyazması bulunur, ancak d’Aurillac eksik olduğunu görür. Lucanus’un eserini tamamlayamadığından -çünkü Lucanus, Nero tarafından damarlarını kesmeye “gönderilmişti”- habersiz olan d’Aurillac söz konusu kişiye sadece yarım küresel usturlap gönderir. Bu, efsaneye dayalı şirin bir hikâye olabilir, ama o dönemde klasik kültür sevgisinin ne kadar gelişmiş olduğunu da gösterir.
Ancak klasik yazarların yorumlanma tarzı Hıristiyanlığı temel alan bir yorumlamanın amaçlarına uyarlanır; örneğin Vergilius kehanette bulunma gücüne sahip bir sihirbaz gibi görülür, çünkü Ecloga’sının IV kitabında İsa’nın gelişini öngördüğüne inanılır.
Ortaçağ antikçağın bilimini reddetmedi
XIX. yüzyılın pozitivist tartışmalarından kaynaklanan bir yoruma göre, ortaçağ klasik antikçağın tüm bilimsel keşiflerini, kutsal metinlerle çelişki yaratmaması için görmezden geldi. Bazı Patristik6 yazarların, dünyanın bir tapınağa benzediğini söyleyen kutsal metinleri harfiyen yorumlamaya çalıştığı doğrudur. Örneğin IV. yüzyılda Lactantius (Institutiones divinae adlı eserinde) hem bu fikirler temelinde hem de insanların baş aşağı yürümesi gerekeceğini düşündüğü dünyanın diğer tarafının varlığını kabul edemediği için dünyanın yuvarlak olduğunu öne süren pagan teorilere karşı çıktı. VI. yüzyılda yaşamış Bizanslı bir coğrafyacı olan Antakyalı Constantinus da benzer düşünceleri savundu ve İncil’deki tapınağı göz önüne alarak Topographia Christiana adlı eserinde kübik şekle sahip, düz zemin üzerinde bir kemerin yükseldiği bir dünyayı ayrıntılı bir şekilde tasvir etti.
Sokrates öncesi bazı filozoflar dışında Yunanlar dünyanın yuvarlak olduğunu, buna mistik-matematiksel nedenlerden dolayı inanan Pythagoras’tan beri bilirdi. Yerküreyi ikiye ayırmış olan Ptolemaios da bunu bilirdi, ama Parmenides, Eudoksos, Platon, Aristoteles, Eukleides, Arkhimedes ve tabii MÖ III. yüzyılda meridyenin uzunluğunu oldukça doğru hesaplamış olan Eratosthenes de bunu anlamıştı.
Yine de ortaçağın antik dönemlerden kalma bu kavramı unutmuş olduğu (ciddi bilim tarihçileri tarafından bile) öne sürülmüş ve sıradan insanlar bile bu düşünceye rağbet etmiştir. Nitekim bugün bile karşımızdaki kültürlü bir insan da olsa, Kristof Kolomb’un Doğu’ya batıdan hareketle ulaşmaya çalışarak neyi göstermeyi amaçladığını ve Salamanca âlimlerinin neyi reddetmekte inat ettiğini sorsak, çoğu durumda cevap, Kolomb’un dünyanın yuvarlak olduğuna inandığı ve Salamanca âlimlerinin dünyanın düz olduğuna ve karavelaların kısa bir süre sonra kozmik uçuruma yuvarlanacaklarına dair inancı olacaktır.
Aslında Lactantius’a kimse pek aldırış etmezdi; örneğin Aziz Augustinus dünyanın yuvarlak olduğunu çeşitli şekillerde ima eder, ama bu konu manevi açıdan ona çok önemli görünmezdi. Yine de Augustinus’un, dünyanın diğer tarafı varsa orada insanların yaşıyor olabileceği konusunda ciddi şüpheleri vardır. Ama dünyanın diğer tarafı hakkında konuşuluyor olması bile yuvarlak dünya modelinin konuşuluyor olduğunu gösterir.
Antakyalı Constantinus’a gelince, onun kitabı Hıristiyan ortaçağın unuttuğu dil olan Yunanca yazılmış ve Latinceye tercümesi 1706 yılını bulmuştu. Dolayısıyla ortaçağda hiçbir yazar onu tanımıyordu. VII. yüzyılda Sevilla piskoposu İsidorus (bilimsel kesinliği olmamasına rağmen) ekvatorun uzunluğunu 80 bin stadium olarak hesaplar. Ekvator dairesinden söz eden birisinin dünyanın yuvarlak olduğunu varsaydığı açıktır.
Dante cehennem hunisine girip diğer taraftan çıktığında Araf Dağı’nın eteklerinde tanımadığı yıldızlar görürse, bunun Dante’nin dünyanın yuvarlak olduğunu pekâlâ bildiği ve bunu bilmeyen okurlar için yazdığı anlamına geldiğini bir lise öğrencisi bile kolaylıkla anlayabilir. Başta Origenes, Ambrosius, Bede, Albertus Magnus, Thomas Aquinas, Roger Bacon ve Johannes de Sacrobosco olmak üzere başka birçok âlim de ona katılıyordu.
Kolomb zamanındaki tartışma konusu; Salamanca âlimlerinin hesaplarının Kolomb’unkilerden daha doğru olması ve son derece yuvarlak olan dünyanın Cenevizli dostumuzun sandığından daha geniş olmasından dolayı etrafını gemiyle dolaşmaya çalışmasının anlamsız olacağıydı. Ama tabii ne Kolomb’un ne de Salamanca âlimlerinin Avrupa ile Asya arasında bir kıtanın daha olabileceğinden hiç haberi yoktu.
Ancak İsidorus’un elyazmalarında “T-şekilli” adı verilen bir harita yer alıyordu. Burada üst kısım Asya’yı temsil ediyordu, çünkü efsaneye göre dünya üzerindeki cennet Asya’da bulunuyordu, yatay çıta bir tarafta Karadeniz’i, diğer tarafta Nil’i, dikey çıta da Akdeniz’i temsil ediyordu. Dolayısıyla sol tarafta kalan daire çeyreği Avrupa’yı, sağ tarafta kalan da Afrika’yı temsil ediyordu. Her şeyi çevreleyen büyük çember de okyanustu. T-şekilli haritalar elbette iki boyutluydu, ancak dünyanın iki boyutlu temsilinin dünyanın düz olduğuna inanıldığına işaret etmesi gerekmez, aksi halde günümüzün atlasları da dünyanın düz olduğuna inandığımız anlamına gelirdi. Bu, geleneksel bir kartografik projeksiyon olup -biz nasıl hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Ay’ın diğer yüzünü resmetmiyorsak- dünyanın kimse tarafından bilinmeyen ve büyük ihtimalle meskûn olmayan ve meskûn olamayacak olan diğer yüzünün resmedilmesinin de boşuna olduğu düşünülüyordu.
Ortaçağ büyük yolculuklara çıkılan bir dönemdir, ama çöken yollar, geçilmesi gereken ormanlar ve o dönemin herhangi bir denizcisine güvenip aşılması gereken denizler derken, yeterli düzeyde harita çizmeye imkân olmuyordu. Haritalar sadece bir fikir vermek için hazırlanıyordu. Bazen Ebstorf haritasının tıpkıbasımında olduğu üzere (1234), harita çizerinin ana amacı Kudüs’e nasıl varılması gerektiğini göstermek değil, Kudüs’ü dünyanın merkezinde resmetmekti.
Öte yandan herhangi bir tren çizelgesini ele alacak olursak, trenle Milano’dan yola çıkıp Ceneviz üzerinden Livorno’ya gidilecekse, kolaylıkla anlaşılan o bir dizi noktadan İtalya’nın şekli tam olarak anlaşılamaz. Ama istasyona gidecek birisi için İtalya’nın tam şekli önemli değildir.
Romalılar, bilinen dünyanın bütün şehirlerini birbirine bağlayan yolları çizmişlerdi ve o yollar, XV. yüzyılda bu haritanın ortaçağ versiyonunun keşfedilmesinin ardından Tabula Peutingeriana [Peutinger Haritası] adı verilen bir Roma haritasında resmedilmiştir. Bu çok karmaşık haritada üst kısım Avrupa’yı, alt kısım Afrika’yı temsil eder, ama demiryolu haritasındaki durum burada da söz konusudur: İki kıyıyı birbirinden ayıran, nehir benzeri şekil Akdeniz’i temsil eder. Hiç kimse Mare Nostrum’u7 devamlı olarak geçen Romalıların veya ortaçağdaki deniz devletlerinde yaşayan denizcilerin Akdeniz’in bir nehir kadar dar olduğunu sandıklarına inanmaz. Burada önemli olan insanların kıtaların şekline ilgi duymayıp sadece Marsilya’dan Ceneviz’e gitmenin mümkün olduğunu bilmek istemeleriydi.
Orvieto Katedrali’nde bulunan ve Keşiş Angelico tarafından yapılmış olan Havarilerin Arasında Yargıç İsa eserine bakalım. İsa’nın elinde tuttuğu (ve genelde hükümdarın gücünün simgesi olan) yerkürenin üzerinde ters bir T-şekilli harita vardır. İsa’nın nereye baktığına dikkat edilirse dünyaya baktığı görülür; dolayısıyla dünyanın bizim gördüğümüz şekilde değil de İsa’nın onu yukarıdan gördüğü şekilde, yani ters olarak resmedildiği anlaşılır. Eğer bir yerkürede T-şekilli bir harita resmedildiyse, burada kastedilenin bir kürenin iki boyutlu resmi olduğu anlaşılır. Bu delil kimileri tarafından yetersiz sayılabilir, çünkü bu fresk 1447 yılma, dolayısıyla ortaçağın geç dönemine aittir. Ama Liber Floridus’ta [Çiçekler Kitabı] yüzeyinde bu türden bir harita olan haçlı bir yerküre vardır ve bu eser XII. yüzyıla aittir.
Ortaçağ kimsenin kendi köyünün dışına çıkmaya cesaret edemediği bir dönem değildi
Bu çağın -hele de Marco Polo düşünülürse- büyük yolculukların dönemi olduğu çok iyi bilinir. Ortaçağ edebiyatı, efsanevi ayrıntılar açısından zengin olsa da, büyüleyici yolculuk hikâyeleriyle doludur; Vikingler ve İrlandalı keşişler arasında ve tabii İtalya’nın deniz devletlerinde müthiş denizciler vardı. Ama ortaçağ her şeyden önce hac yolculuklarının çağıydı; hiç varlıklı olmayan insanlar bile Kudüs, Santiago de Compostela veya çeşitli azizlerin mucizevi kutsal emanetlerinin saklandığı başka ünlü kutsal yerlere yaptıkları tövbe amaçlı yolculukları yürüyerek gerçekleştirirdi. Nitekim hacıların ziyaret alanlarının etrafında yollar ve konaklama işlevi gören manastırlar inşa edilir, hatta yol boyunca görülmesi gereken yerleri içeren son derece ayrıntılı rehberler yazılırdı. Büyük din merkezlerinin ziyaretçi çekecek kutsal emanetler elde etmek için birbirleriyle yarışması, hac yolculuklarını hem dini cemaatleri hem de yerleşim alanlarını ilgilendiren gerçek bir endüstri kolu haline getirmişti. Friedrich Barbarossa’nın şansölyesi Reinald von Dassel, Üç Müneccim Kral’ın cenazelerini Milano’dan alıp Köln Katedrali’ne götürmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Ortaçağla ilgili olarak gözlemlenen asıl olgu, insanların yakınlardaki merkezlere değil de, onları çok daha uzaklara götürecek yolculuklara çıkmak için daha çok fırsata sahip olduğudur.
Ortaçağ sadece mistiklerin ve katılık yanlılarının dönemi değildi
Önemli azizlerin ve kilisenin gücünün tartışmasız olduğu, büyük manastırların ve kent piskoposlarının büyük nüfuz sahibi olduğu bir dönem olan ortaçağ, sadece katı geleneklerin söz konusu olduğu, fiziksel cazibeye ve özellikle duyusal bazlara tamamıyla duyarsız bir çağ değildir. Her şeyden evvel, Provence’ın trubadur şairleri ve Alman minnesanger’ler erişilmez kadınlara beslenen iffetli, ama saplantılı bir tutku olan ortaçağ romansını [amor cortese] yaratırlar, ancak birçoklarına göre onlar aynı zamanda kelimenin modern anlamıyla romantik aşkı [amore romantico], doyumsuz ve yüceltilmiş arzuyu da yaratır. Ancak Tristan ve İsolde, Lancelot ve Guinevere, Paolo ve Francesca gibi hikâyeler de bu dönemde ortaya çıkar. Burada aşk sadece ruhsal değildir; duyuların mest olması ve fiziksel temastır; Goliard şairlerinin cinselliği yüceltmesi hiç de iffetli değildir.
Yılda bir defa da olsa, halkın en alt tabakalarının kuraldışı davranma izni verilen karnaval gösterileri ne ılımlı ne de iffetliydi; köylülerin alaya alındığı hiciv yazılarında müstehcen terimlerden veya bedensel ayıpların tasvirinden kaçınılmazdı. Kısacası ortaçağ, erdemli davranış olarak görülen, telkin edilen ve talep edilen ile bazen en ufak bir ikiyüzlülükle bile gizlenmeye gerek görülmeyen gerçek davranışlar arasında sürekli bir çelişkinin yaşandığı çağdır. Mistikler bekâret vaaz edip bunu din adamlarına şart koşarlar, ama öykü yazarları papazlar ile keşişleri pisboğaz ve ahlaksız olarak tasvir ederdi.
Öte yandan ortaçağın klişelere indirgenmemesi gerektiği mistiklerin davranışlarında kendini tam olarak gösterir. Örneğin Sistersiyan ve Chartreux tarikatları özellikle XII. yüzyılda lükse ve kiliselerin süslenmesinde figüratif araçların kullanımına çok karşı çıkarlardı. Bu sırada Aziz Bernard ile diğer katılık yanlıları da bunları inananların dikkatini dualardan başka yere çeken superfluitates, yani gereksiz şeyler olarak görürdü. Ama bütün bu hükümlerin yanında bile süslerin güzelliği ve göze hoş görünmesi asla inkâr edilmez, hatta karşı konulmaz bir cazibeye sahip oldukları bilindiği için onlarla mücadele edilirdi. Hugues de Fouilloi bu konuyla ilgili olarak mira sed perversa delectatio’dan; yani sapkın, ama harika bir zevkten söz eder. Sapkın, ama harika. Aziz Bernard da keşişlerin bu dünyadan feragat etmekle nelerden vazgeçtiğini anlatırken bu ruh halini teyit eder: “Halktan ayrı olan biz keşişler, İsa adına dünyanın değerli ve yanıltıcı olan her şeyinden vazgeçen bizler, İsa’yı kazanmak adına güzelliğiyle parlayan, seslerinin tatlılığıyla kulağı okşayan, hoş kokan, tatlı bir tadı olan, dokunması zevkli olan, yani bedeni okşayan her şeyi pislik gibi gören bizler,...” (Apologia ad Guillelmum abbatem). Tiksinti derecesinde bile olsa, vazgeçilen şeyler konusunda güçlü bir duygu ve hafif de olsa bir özlem kendini hissettirir. Ancak Apologia ad Guillelmum’un başka bir sayfası, estetik duyarlılık konusunda daha aşikâr bir belge sunar. Aziz Bernard fazla büyük olup fazla sayıda heykelle donatılmış olan mabetlere saldırırken bize romanesk heykellerle dolu bir görüntü sunar ve böylelikle tasvir eleştirileri konusunda bir örnek sunar. Görmek istemediği şeyleri reddettiklerini tasvir ederken de bu kadar incelikli bir şekilde analiz etmeyi başaran bu adamın bunları hor görmesinin ne kadar paradoksal olduğunu gösterir: “Vaizlerin devasa yüksekliğinden, ölçüsüz uzunluklardan, orantısız genişliklerden, enfes inceliklerden, dua edenlerin bakışlarını çeken ve ibadetlerine engel olan ilginç resimlerden hiç söz etmeyelim (...) Altın kaplama kutsal emanetler dikkat çeker ve çantalar açılmaya başlar. Bir azizin veya azizenin harika görüntüsü sunulur ve azizler ne kadar renkliyse o kadar inandırıcı olurlar!...) İnsanlar koşarak gelip onları öper, bağışta bulunmaya davet eder ve kutsal olana saygı göstermekten çok, güzele hayran kalırlar!...) Papazların ayin yönettiği manastırlarda bu gülünç ucubelerin, o tuhaf şekilsiz kıvrımların veya kıvrımlı şekilsizliklerin ne işi var? Berbat maymunların orada ne işi var? Ya vahşi aslanların? Ya korkunç kentaurların? Ya yarı at yarı insan olanların? Ya benekli kaplanların? Ya savaşan askerlerin? Ya trompetli avcıların? Tek bir başın altında birçok vücudun veya tek bir vücudun üzerinde birçok başın görüldüğü olur. Bir yandan yılan kuyruklu, dört ayaklı bir hayvan, diğer yanda dört ayaklı, hayvan başlı bir balık görülür. Bir hayvan ata benzer, ama arka tarafı yarı keçidir, bir başka boynuzlu hayvanın arka tarafı ise bir atınki gibidir. Kısacası her yerde o kadar büyük ve tuhaf bir biçimsel heterojenlik vardır ki, mermerleri okumak kutsal metinleri okumaktan daha zevkli hale gelir ve Tanrı’nın yasaları üzerinde düşünüleceğine bütün gün bu görüntüler teker teker, hayranlıkla incelenir.”
Bu sayfaların o dönemin kurallarına uygun yazı tarzına bir örnek oluşturduğu kesin; yine de bunlar Bernard’ın büyüsünden bir türlü kurtulamadığı bir şeyle uğraştığını da ele verir. Zaten Aziz Augustinus da dua sırasında kutsal müziğin güzelliğiyle baştan çıkmaktan sürekli korkan inançlı insanın içindeki çatışmadan söz eder ve Aziz Thomas, inananların duaya odaklanmasına engel olacak derecede şiddetli bir zevk veren enstrümantal müziğin ibadette kullanılmasına karşı çıkardı.
Ortaçağ daima kadın düşmanı değildir
Kilise Babaları seks konusunda derin bir nefret sergiler -öyle ki bazıları kendilerini hadım ettirirler- ve kadınlara daima günah kaynağı gözüyle bakardı. Bu mistik kadın düşmanlığı ortaçağ manastırında kesinlikle mevcuttur. Bunun için Odon de Cluny’nin (X. yüzyılda) aşağıdaki beyanatını hatırlamak yeterli olacaktır: “Vücudun güzelliği tamamıyla ciltten kaynaklanır. Aslında insanlar, Beotya vaşakları gibi içsel bir görüşe sahip olup cildin altında nelerin olduğunu görseler, bir kadının görüntüsü bile onlara mide bulandırıcı gelecektir: Bu kadınsı zarafet balgam, kan, sarı öd ve siyah ödden başka bir şey değildir. Burun deliklerinde, boğazında, karnında nelerin gizlendiğini düşünün: Her yer pislik dolu. Nasıl oluyor da, kusmuğa veya dışkıya parmağımızın ucuyla bile dokunmaktan tiksinen bizler, kollarımızın arasında dışkı dolu bir çuval tutmayı arzulayabiliyoruz!” İffetli keşişlerin bu konudaki düşünceleri de yeterli değildir, çünkü kadınlara karşı en amansız metin, Giovanni Boccaccio’nun XIV. yüzyılda yazılmış Corbaccio eserinde bulunur.
Ancak ortaçağ, kadının hem ortaçağ romansı hem de Stünovo şairleri tarafından en tutkulu şekilde yüceltildiği dönemdir aynı zamanda: Dante’nin Beatrice’yi ilahileştirmesi buna örnektir. Burada söz konusu olan sadece şiirsel veya din dışı bir hayal gücü de değildir, çünkü manastır çevrelerinde de, krallarla haşır neşir olan ve bilgeliğiyle mistik coşkusundan dolayı kulak verilen Bingenli Hildegard veya Caterina da Siena gibi kişilerin önemini hatırlamak gerekir. Eloisa, hocası Petrus Abelardus’la tensel bir ilişki yaşadığında kendini henüz dini bir yaşama adamamış bir genç kız olarak üniversitede eğitim alıp erkek meslektaşlarının hayranlığını uyandırıyordu. Bologna Üniversitesi’nde ders verenler arasında XII. yüzyılda Bettisia Gozzadini adında bir kadının olduğu, XIV. yüzyılda ders veren Novella d’Andrea’nın ise olağanüstü güzelliğiyle öğrencilerin aklını karıştırmamak için yüzünü bir peçeyle örttüğü söylenir.
Mistikler bile kendilerini kadınların cazibesinden kurtaramıyorlardı, çünkü her ne kadar mecazi anlamda yorumlanmak istense de, fiziksel güzelliği apaçık bir şekilde yücelten Canticum Canticorum [İlahilerin İlahisi] eserini yorumlamaları gerekiyordu. Canticum, birçok dindar İncil yorumcusunun rüyasına girmiş ve onları kadınsı zarafetin, temsil ettiği içsel fazileti uyandırabileceğini kabul etmeye zorlamış olmalıdır. Hoylandlı Gilbert de, bilinçaltında bir muzırlığın yattığından şüphelenmenin hiç de zor olmadığı bir ciddiyetle yine Canticum’u yorumlarken, çekici görünmek için kadın göğüslerinin sahip olması gereken doğru oranı tasvir eder. Bu tasvirden ortaya çıkan fiziksel ideal, ortaçağ minyatürlerindeki, göğsü bastırıp yükselten dar korseler giyen kadınlara çok benzer: “Biraz yükseltilen ve makul derecede şişkin duran, zapt edilen, ama bastırılmayan [repressa sed non depressa, manastır retoriğinin küçük bir şaheseri sayılır], hafiften bağlı duran ve dalgalanmaya bırakılmamış göğüsler güzeldir” (Sermones in Canticum).
Ama tabii ortaçağın 1000 yıl sürdüğünü ve çok daha kısa bir dönemi ifade eden günümüzde olduğu gibi bu bin yıllık dönemde bir yandan iffet gösterilerine, cinsellik karşıtı nevroza veya dünyaya karşı genel anlamda hissedilen nefrete; diğer yandan doğayla ve hayatla rahat bir uyuma rastlanabileceğini unutmamalıyız.
Ortaçağ, insanların yakıldığı ateşlerle aydınlanan tek çağ olmamıştır
Ortaçağda sadece dini nedenlerle değil, siyasi nedenlerle de insanlar yakılırdı; Jeanne d’Ark’ın duruşması ve mahkûmiyeti buna bir örnek teşkil eder. Papaz Dolcino gibi sapkınlar da birçok küçük çocuğa (sayısının 200 olduğu söylenir) tecavüz edip öldüren Gilles de Rais gibi katiller de yakılır.
Ancak ortaçağın “resmi” bitişinden 108 yıl sonra Roma’da, Campo dei Fiori’de Giordano Bruno’nun yakıldığını ve Galileo’nun mahkeme tarihinin de 1633 yani modern çağ başladıktan 141 yıl sonra olduğunu hatırlamak gerekir. Galileo yakılmaz, ama dini sapkınlıkla suçlanan Giulio Cesare Vanini 16I3’te Toulouse’da ve Manzoni’nin bize anlattığı üzere Giangiacomo Mora veba yaydığı suçlamasıyla 1630’da Milano’da yakılır.
Engizisyon (ve büyücülüğün nevrotik fenomenolojisiyle kadın düşmanlığı ve bağnaz karanlığın vahşi tanıklığı) konusunda en acımasız rehber olan, Kramer ve Sprenger’in korkunç Malleus maleficarum [Cadıların Çekici] eseri 1486 yılına aittir. Ayrıca cadılara uygulanan en amansız zulüm ve yakılarak öldürülme olayları Rönesans’tan itibaren gerçekleşmiştir.
Ortaçağ sadece Ortodoksluğun egemen olduğu bir dönem olmamıştır.
Ortaçağ konusunda yaygın olan başka bir düşünceye göre, bu dönem dünyevi ve ruhani bir güç piramidinin sıkı kontrolü altındaydı; derebeyler ile vasalları arasında katı bir ayrım vardı ve tabanda en küçük bir tahammülsüzlük veya isyan işareti yoktu. Bu olsa olsa herhangi bir yüzyılda yaşayıp ihtilaflar, isyanlar ve tartışmalar konusunda tahammülleri olmayan tutucu insanların ortaçağ konusunda özlem duydukları bir hayal olabilir.
Ortaçağda kralların gücüne sınırlama getirilmiş olması -çünkü İngiltere’deki Magna Carta’nın tarihi 1215’tir- ve Germen İmparatorluğu’na karşı şehir devletlerinin özgürlüklerinin talep edilmesi bir yana, ortaçağda yoksullar ilk defa güçlülere karşı bir tür sınıf savaşı yürütmeye başlamış; ancak yenilikten yana olduklarını iddia etseler de, genelde sapkın sayılan dini düşünceleri temel almışlardır.
Tüm bunlar ortaçağ binyılcılığıyla ilgilidir, ama binyılcılığı anlamak için, tarihin veya yönünün icadı olarak tarif edebileceğimiz şeyin ortaçağa, daha doğrusu Hıristiyanlığın kökenlerine ait olduğunu kabul etmek gerekir. Pagan kültürü tarihsiz bir kültürdür. Jüpiter zaten vardır. İnsanların küçük işleriyle uğraşır, bireysel kaderlerini değiştirse de dünyanın gidişatına karışmaz. Efsanelerde, geçmişte kalmış olaylar anlatılır. Hiçbir şey geri döndürülemez. Bazen tanrılar taahhütler verir ve olayların nasıl sonuçlanacağını garanti eder (Odysseus evine dönecektir, tanrıça sözü), ama olaylar sadece bireyleri veya birey gruplarını ilgilendirir. En büyük tarihi fresk Aeneis’tir, burada Venüs’ün Aeneis’e verdiği söz bütün bir halkın kaderini ilgilendirir; fakat Vergilius sadece Aeneis’ten Augustus’a kadar uzanan olayları anlatır. Romalıları tarihi bir kaderin beklediğine söz verilir, ama bu kader anlatıldığı anda zaten gerçekleşmiştir, Ecloga IV de şimdiki zamanla ilgilidir (onu eskatolojik bir belge olarak yorumlama ve Vergilius’un yazılarında gelecekle ilgili dilekleri vurgulama görevi ortaçağ âlimlerine düşecektir).
Hıristiyan tarih anlayışının kökeninde ise Yahudi peygamberlerin felsefesi vardır: Bütün dünyanın değil de bir halkın kaderiyle ilgilidir, ama kurtarıcı bir Mesih’in geleceğine dair bir taahhüt genelde devrimci bir eskatoloji içerir. Dolayısıyla nihai sonuç yıkıcı bir gücün etkisi altında gelişecektir ve mucizevi güçleri olan savaşçı kral Roma’nın gücünü yok edecektir.
Hıristiyanlıkla beraber insanlık tarihinin bir başlangıcı (Yaratılış), bir kazası (İlk Günah), merkezi bir düğümü (Diriliş ve Günahlardan Arınma) ve gelecekle ilgili bir umudu (Muzaffer İsa’nın dönüşüne giden yol, İsa’nın Dönüşü, Kıyamet Günü ve zamanın sona ermesi) olur.
Tarih duygusu, özellikle Vaftizci Yahya’ya atfedilen Vahiy adlı ileriyi gören korkunç bir metine dayalı olarak doğar ve şekillenir ve Patristik bir incelemeyle devam edip Aziz Augustinus’la zirveye ulaşır. Yeryüzü üzerinde imparatorluklar birbirini izler ve sona erer, yüzyıllar boyunca var olan tek şey Tanrı Devleti’dir; ona paralel olarak var olan veya yansıması olan dünyevi hayatın aksidir. Bütün bunların XVIII. yüzyıl ile XIX. yüzyıl arasında, önce romantik ve idealist doktrinlerle, daha sonra da Marksizm yoluyla şekillenecek olan seküler ve liberal dünya tarihinin tamamıyla karşıtlık içerisinde olduğu açıktır. Ancak insanlığın, bir başı ve bir sonu olan hareketli olaylar dizisi olarak tarih duygusunun, ileride gerçekleşecek olaylarla ilgili kehanetler içeren ve tarihin Tanrı ile Şeytan, Kutsal Kudüs ile Babil arasında sürekli bir çarpışmanın mekânı olduğunu söyleyen Vahiyle doğduğuna şüphe yoktur.
Yine de ortaçağ bu metini iki şekilde yorumlayacaktır. Bir tarafta “Ortodoks” yorum vardır ve Augustinus’un De Civitate Dei [Tanrı Devleti] eserini temel alır; diğer tarafta dışlanmışların, dini sapkınların yorumu vardır. Yüzyıllar geçtikçe devrimci veya beyin yıkayan katı dini programları oluşturmak için Vahiy’i temel alacaklar ve kiliseyi, yozlaşmış ruhban sınıfını ve geçici iktidarı dünyevi kentin veya Babil’in temsilcileri olarak göreceklerdir. Her iki akımda da umut ve korku söz konusu olacaktır: Umut vardır, çünkü Vahiy nihai kurtuluş sözü verir. Hem resmi kilise içindekiler hem de kilisenin katledip mücadele edeceği birlikleri oluşturmak için kiliseye karşı olanlar, dünyevi seçilmişlerden oluşan, tanıdık bir dünyevi cemaat sözü verir. Korku vardır, çünkü tarihin nihai çözümüne giden yol, meçhul ve korkunç olaylarla doludur (ve Vaftizci Yahya o korkunç olayların hiçbirini bizden esirgemez).
Vahiy’i ortaçağ açısından bu kadar çekici kılan yirminci bölümdeki temel muğlaklıktır. Harfiyen yorumlandığı zaman, bu bölümde insanlık tarihinin bir noktasında Şeytan’ın 1000 yıllığına tutsak edildiği söylenir. Şeytan’ın tutsak kaldığı dönem boyunca dünyada İsa’nın krallığı gerçekleşir. Sonra Şeytan bir süreliğine serbest bırakılır, ama hemen sonrasında yeniden yenilgiye uğratdır. Bu noktada İsa, Kıyamet Günü’nü başlatacak, dünya tarihi sona erecek ve (yirmi birinci bölümün başındayız) yeni bir gökkubbe ile yeni bir dünya ortaya çıkacak, yani Kutsal Kudüs gerçek olacaktır.
Bu anlatımla ilgili bir yoruma göreyse, Mesih’in ikinci gelişini ve (birçok antik dinin müjdelediği) 1000 yıllık altın çağı, dolayısıyla da Şeytan’ın ve sahte peygamberin, (zamanla ona verilecek olan isimle) Sahte İsa’nın endişe verici dönüşünü ve en sonunda da Kıyamet Günü’yle zamanın sona erişini beklemek gereklidir. Fakat Augustinus başka bir yorum önerir: 1000 yıllık dönem, İsa’nın Dirilişi’nden tarihin sonuna kadar olan dönem, dolayısıyla Hıristiyanların şu anda yaşadığı dönemdir. Ama bu durumda 1000 yılı bekleyişin yerini Şeytan’ın dönüşünü ve dünyanın sonunu bekleyiş alır.
Vahiy’in ortaçağdaki hikâyesi bu iki yorum arasında, aşırı coşku ile çöküntü arasında gider gelir ve daimi bir bekleyiş ve gerilim duygusu yaratır. İsa ya dünyada 1000 yıl hüküm sürmek için ya da şu anda sürmekte olan 1000 yılı sonlandırmak için gelecektir, ancak her koşulda gelişi beklenmektedir. Geri kalan her şey mistik takvimin zaman kavramı konusunda uzun tartışmalarından oluşur.
Sadece dini dürtülerden değil, toplumsal haksızlıkların neden olduğu tahammülsüzlüklerden de kaynaklanan ortaçağın tüm dini sapkınlıklarının kökeni binyılcılığa dayanır. 1000 yılından önce huzursuzluklar aç ve kendi başına bırakılmış bir insanlık tarafından edilgen bir şekilde yaşanıyordu; yeni binyılda ise toplum örgütlenmiş ve kentler bağımsız şehir devletleri haline gelmiş; zenginler, güçlüler, savaşçılar, din adamları, zanaatkârlar, çiftçiler ve haklardan yoksun kitleler olmak üzere çok çeşitli toplumsal farklılıklar oluşmuştur. Bu kitleler Vahiy’i, sanki doğrudan gayret göstererek elde edebilecekleri daha iyi bir gelecekle ilgiliymiş gibi, daha ayrıntılı bir şekilde okumaya başlamıştır. Burada söz konusu olan, sadece ekonomik amaçlarla düzenlenmiş toplumsal hareketler değil; belli belirsiz nüanslar sergileyen anarşist-mistik tepkilerdir: Katılık ile ahlaksızlık, adalet arzusu ile alelade eşkıyalık gelecekle ilgili ortak bir temelde bir araya gelir. Bu hareketler en çok da hızlı bir ekonomik ve toplumsal değişim sürecinden fazlaca etkilenen bölgelerde görülür. Topraksız çiftçiler, niteliksiz işçiler, dilenciler ve avare dolaşanlar, istikrarsız bir unsur oluştururlar; Haçlı Seferi’ne çağrı olsun, veba olsun, kıtlık olsun, her türlü huzursuz edici veya heyecan verici dürtü şiddetli tepkilere neden olur, genelde karizmatik bir liderin rehberliğinde radikal değişimlerin -bazen edilgen olmayan bir şekilde- gerçekleşmesini bekleyen bir grubun oluşmasına yol açardı. Böylece yüzyıllar boyunca huzursuzluk ve şiddet eğilimli, çılgınca umutlara sarılarak aşırı fedakârlıklara hazır insanlardan oluşan topluluklar oluştu. Binyılcılık ve altın çağ beklentisi, kralların, prenslerin ve derebeylerinin olmayacağı, sınıfsız bir toplumun gerçekleşeceğine dair inancın ortaçağ versiyonudur. Bu şekilde halkçı-komüncü eğilimler, Vahiy’den gelen yankılarla Cola di Rienzo’dan Savonarola’ya kadar birçok farklı halk hareketine girmiş olur. Böylece Gioacchino da Fiore’nin binyılcı kehanetine uyan katılık yanlısı Fransiskanlar, Vahiy’e olan inançlarıyla Gioacchino’nun sözlerini benimser, XIV. yüzyılda da papaz Dolcino ve taraftarları Gioacchino’nun müritleri haline gelirler: Bu tür hareketlerin kökeninde daima dünyanın kısa sürede sona ereceğine, Kutsal Ruh’un çağının başlayacağına ve papa ile kilise liderlerinin Sahte İsa’yla özdeşleştirildiğine dair temel varsayımlar vardır.
İtalya’da XIII. yüzyılda, Ortodoks bir ortamda ortaya çıkan, kendilerini kırbaçlayan Flagellant akımı Vahiy’den aldığı ilhamla devrimci temelli anarşist-mistik bir hareket olarak Almanya’ya yayılır. XIII. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya yayılacak olan Özgür Ruh Kardeşleri veya “Begardiler” ve Amaury de Bene’in müritleri olan Amaurienler’in de dayanağı belirgin bir biçimde Vahiy’dir. Belli bir topluluğun katılık temelinde kendini tek meşru kiliseyle özdeşleştirdiği bu türden isyanlar ortaçağda sık sık görülür (işin tuhaf tarafı, bu katılık sıklıkla cüretkârlığa dönüşür; sanki insanın ruhsal olarak mükemmel olduğunun bilinci, bedensel zayıflığı meşru kılıp daha büyük bir ahlaksızlığa izin veriyordu). Ortaçağın sonuna doğru ve modern çağın şafağında Vahiy’e dayalı binyılcılık ile siyasi hareketler arasında giderek daha yakın bağlar oluşur. Buna örnek olarak, Bohemya’da radikal Husçu kanadını (Taboritler), XVI. yüzyılda önce köylülerin isyanını ve Vahiy’e dayanarak kendini “Tanrı’nın düşmanları biçmek için bilediği tırpan” olarak tanımlayan ve binyılın eşitliğe dayalı, komüncü bir toplum olacağını düşünen vaiz Thomas Müntzer’i verebiliriz (bu binyıl Marksist düşünürler tarafından da böyle değerlendirilecektir).
Ancak ortaçağın bir başka temel çelişkisi üzerine de düşünmek gerekir: Bu çağ bir yandan tarih duygusunu ve geleceğe, değişime doğru bir hareketi geliştirirken diğer yandan yoksul kesimin büyük kısmının ve tabii manastırlardaki ruhban sınıfının, ebedi mevsim döngüsüne ve gün içinde ibadet saatlerine göre -sabah: duası, şafak duası, erken sabah duası, sabah ortası duası, öğlen duası, öğleden sonra duası, akşam duası, son dua- yaşadığı bir çağdır.
Ortaçağ, Arap tıbbından çok şey öğrenmiştir, ama 1316’da Mondino de Liuzzi anatomi üzerine bir eser yayımlamış ve insan vücudu üzerindeki ilk anatomik disseksiyonları uygulayarak anatomi bilimiyle modern anlamda cerrahi uygulamaları başlatmıştır.
Topraklarımızın her yerine romanesk manastırlar dağılmış durumdadır ve şehirlerimizde, inananların günümüzde bile ibadetlerini yerine getirmeye devam ettikleri görkemli Gotik katedraller bulunur.
Ortaçağda şehir devletlerinin tanıdığı haklarla tüm yurttaşların şehrin kaderine özgür bir şekilde katılmaları sağlanır; o hükümet konakları günümüzde hâlâ yerel yönetimlerimiz için birer merkez görevi görmektedir. İlk üniversiteler de bu şehirlerde doğar; ilk üniversite, daha başlangıç aşamasında da olsa, 1088 yılında Bologna’da ortaya çıkar ve ilk defa hem devletin hem de kilisenin kontrolü dışında hocalarla öğrencilerden -birinci grup ekonomik açıdan ikinci gruba bağımlıdır- oluşan bir topluluk meydana gelmiş olur.
Yine bu şehirlerde iç ve dış ticaretle gelişen bir ekonominin çeşitli şekilleri doğar ve bankalarla beraber kredi mektupları, çekler ve senetler ortaya çıkar. Günümüzde hâlâ kullanmaya devam ettiğimiz sayısız ortaçağ icadı arasında şömine, kâğıt (parşömenin yerini aldı), Arap rakamları (Leonardo Fibonacci’nin Liber Abaci [Hesap Kitabı]8 kitabı aracılığıyla XIII. yüzyılda benimsendi), çift kayıt sistemi ve Guido d’Arezzo yoluyla müzik notalarının adı, ayrıca bazılarına göre düğmeler, külotlar, gömlekler ve eldivenler, mobilya çekmeceleri, pantolonlar, oyun kâğıtları, satranç ve pencere camları vardır. Yemek için masaya oturmaya ve (Romalılar uzanarak yerdi) çatal kullanmaya ortaçağda başlamış; mekanik saatlerimizin doğrudan atası olan maşalı saatleri de yine bu dönemde icat etmişizdir.
Devlet ile kilise arasındaki tartışmaları ve farklı şekillerde de olsa bir zamanların bağnazlarının yarattığı mistik terörü yaşamaya devam ediyoruz; ayrıca hastaneleri ortaçağdan miras aldık ve turistik organizasyonlarımız da büyük hac yollarının yönetiminden ilham almıştır. Ortaçağ, Arapların araştırmalarını örnek alarak optik alanına çok ilgi gösterir ve Roger Bacon bunun dünyaya devrim getirecek yeni bir bilim alanı olduğunu söyler: “Bu, ilahiyat araştırmaları ve dünya için vazgeçilmez bir bilim alanıdır Görüş bize her şeyin çeşitliliğini gösterir; bu şekilde, deneyimle olduğu gibi, her şeyi tanımanın yolu açılır.” Optik alanındaki araştırmalar cam ustalarının deneyimiyle birleşince o zamandan beri temelde pek değişmemiş olan ve kökeni biraz karanlık olan bir şeyin (bazılarına göre 1317 yılında Salvino degli Armati, bazılarına göre de XIII. yüzyılda Keşiş Alessandro della Spina tarafından icat edildi) neredeyse şans eseri keşfine götürür: gözlük.
Gözlük kullanmaya devam ediyor olmamız bir yana, gözlüğün modern dünyanın gelişimine başka bir açıdan da çok büyük bir etkisi olmuştur. İnsanların büyük kısmı kırklı yaşlarından sonra presbiyopi [yakını düzgün görememe] sıkıntısı çeker; elyazmalarının kullanıldığı ve günün yarısının mum ışığında geçirildiği bir çağda âlimlerin faaliyetleri belli bir yaştan itibaren korkutucu derecede gerilerdi. Âlimlerin yanı sıra tüccarlar ve zanaatkârlar da gözlük sayesinde çalışma kapasitelerini oldukça artırmıştır Sanki o yüzyıllardaki entelektüel enerji aniden iki katma, hatta on katma çıkmıştır. Nazizmden kaçan ve Yeni Kıta’nın bilim ve tekniğini zenginleştiren birkaç düzine Yahudi bilim insanının Amerika’nın bilimsel gelişimine ne kadar büyük katkıda bulunduğu düşünülürse (sonuçta atom enerjisinin keşfini ve uygulamalarını büyük ölçüde onlara borçluyuz), gözlüğün icadının ne anlama geldiğini biraz olsun anlayabiliriz.
Son olarak, ortaçağın son yıllarında Batıda barut ortaya çıkmıştır (ama Çinliler tarafından muhtemelen zaten biliniyordu, çünkü havai fişek gösterilerinde kullanılıyordu). Böylece savaş sanatı değişime uğrar. Ortaçağın “resmi” bitişinden 18 yıl önce Ludovico Ariosto arkebüzün icadı karşısında şöyle diyecektir:
Hain ve çirkin icat
yüreklerde nasıl yer buldun?
Senin yüzünden askeri şan yok oldu
senin yüzünden askerlik mesleği şerefsiz,
senin yüzünden cesaret ve erdem azaldı;
kahramanların en doğru yol olarak gördüğü
kuvvet veya cürete artık
senin yüzünden savaş alanında ihtiyaç kalmadı
(Orlando Furioso, XI:26)
Bu korkunç kehanetle karanlık modern çağ da gerçek anlamda başlamış olur.
Ortaçağ bütün bunlardan, hatta daha fazlasından oluşan bir harikalar yelpazesine sahipti (Aziz Brendan’ın uzak denizlerde yol alırken uğradığı, ada şeklinde balinalar veya değerli taşlar açısından zengin uzak Asya ülkeleri ve buna benzer hayal ürünleri). Bu kadarla kalsaydı, bu harikalar Antik veya Helenistik dönemi büyülemiş olan harikalardan farklı olmazdı; fakat ortaçağ bu harikalar repertuarını manevi bir keşif şeklinde yorumlamayı başarmıştır.
Ortaçağ psikolojisinin bu özelliğini kimse Ortaçağın Günbatımı kitabında Huizinga’nın ifade ettiği kadar iyi anlatmamıştır: “Ortaçağ ruhu, Aziz Pavlus’un Korintoslulara söylediklerine inandığı kadar başka hiçbir büyük hakikate inanmadı: Videmus nunc per speculum in aenigmate, tunc autem facie ad faciem (Biz şimdi bir ayna ve muammalar yoluyla görüyoruz). Ortaçağ, anlamı sadece o andaki işlevi ve somut şekliyle sınırlı olsaydı her şeyin anlamsız olacağını ve her şeyin kısmen ahirete uzandığını asla unutmadı. Bu düşünce bize de tanıdık gelir, ifade edilemeyen bir duygu gibidir; örneğin yağmurun ağaç yapraklarının üzerinde çıkardığı ses veya masanın üzerindeki lambanın ışığı sakin bir anda bize, pratik açıdan işe yarayan gündelik algılardan daha derin bir anlayış sağlar. Bu algı bazen hastalıklı bir sıkıntı halini alabilir ve bize her şeyi kişisel bir tehditle veya bilinmesi gereken, ama bilinemeyen bir gizemle yüklü olarak gösterebilir. Ancak daha çok, bizim varlığımızın da dünyanın o gizli anlamının bir parçası olduğuna dair huzurlu ve iç rahatlatıcı kesinlikte bir duyguyla içimizi dolduracaktır.”
Ortaçağ insanları anlamlarla, atıflarla, üst anlamlarla dolu, Tanrı’nın her yerde göründüğü, doğal dünyasında simgesel bir dilin konuşulduğu, aslanların sadece aslan olmadığı, cevizlerin sadece ceviz olmadığı, hipogriflerin aslanlar kadar gerçek olduğu, (çünkü daha üstün bir hakikatin varlığına inanılırdı) tamamı Tanrı’nın eliyle yazılmış gibi görünen bir dünyada yaşıyorlardı.
Nevrotik durumdan söz ettik, ama aslında burada söz konusu olan klasik dönem insanoğlunun efsane yaratma faaliyetlerini uzatma girişimiydi: Hıristiyan ethos’uyla uyumlu yeni figürler ve atıflar geliştiriliyor, geç klasik dönemin bir süre önce kaybettiği o ihtişam duygusu yeni bir doğaüstü duyarlıkla canlandırılıyor ve Homeros’un tanrılarının yerini Lucianus’un tanrıları alıyordu.
Bu anlamda ortaçağ insanı dünyayı dolduran bütün unsurlara -taşlara, bitkilere, hayvanlara- mistik bir anlam yükler.
Bu tavrın felsefi gerekçelerinin iki temel kökeni vardır. Bunlardan biri Yeni-Platonculuğa dayanır (Yeni Platonculuk, Sahte Dionysios Areopagites gibi ikinci elden de olsa, ortaçağ düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir). Tanrı’nın isimlerini, yani Tanrı’nın nasıl tasvir ve temsil edileceği konusunu sorgulayan Sahte Dionysos bu uzak, bilinmeyen ve tarifi imkânsız Tanrı hakkında şöyle der: “Gizem yoluyla öğretici olan sessizliğin ışıltılı kurumudur... apaydınlık karanlıktır... ne bir vücut ne bir figür ne de bir şekildir; miktarı, özellikleri veya ağırlığı yoktur; tek bir yerde değildir; görmez; dokunma duyusu yoktur; duymaz; hislere kapılmaz... ne bir ruh ne bir zekâdır; hayalgücü veya görüşü yoktur; ne bir sayı ne bir düzen ne de bir ölçüdür... ne bir madde, ne sonsuzluk, ne zamandır... ne karanlık, ne ışıktır, ne yanlışlık, ne de hakikattir.” Bu baş döndürücü ve mistik coşku sayfalar boyu sürer (Theologia Mystica).
Dolayısıyla bu erişilemez Tanrı bizimle doğrudan değil, simgeler yoluyla veya eksik bir şekilde de olsa, kendi kökenlerine atıfta bulunan doğal dünyanın farklı yönleri aracılığıyla bağlantı kurar; böylece dünya (Hugue de Saint Victor’un dediği gibi) “Tanrı’nın parmağıyla yazdığı devasa bir kitap” gibi görünür ve Richard de Saint Victor’a göre de “Burada bulunan bütün görünür bedenler görünmeyen varlıklarla benzerlik taşır.” Dünyayı, simgeler barındıran bir yer olarak görmek, Dionysios’un öğretisini hayata geçirmenin ve Tanrı’nın isimlerini (ahlak, vahiy, yaşam kuralları ve bilgi kalıplarıyla beraber) geliştirip onlara anlam atfetmenin en iyi yoludur. Johannes Scotus Eriugena da yine Yeni-Platoncu bir bakışla “görünen ve cismani şeyler arasında görünmez ve cisimsiz bir varlığı temsil etmeyen yoktur,” demişti (De divisione naturae).
İkinci kaynak kutsal kitaplardadır ve onların en geniş çapta kuramsallaştırılması Augustinus’ta görülür. Eğer “videmus nuncper speculum et in aen igmate” (biz şimdi bir ayna ve muammalar yoluyla görüyoruz) doğruysa, kutsal kitapların söylemi de gizemlidir. Kutsal kitaplar sadece metafor ve mecazi anlamlara başvurmakla kalmazlar. Anlatılan olayların çoğu genelde harfiyen değil, daha üstün bir gerçeğin veya kavramın simgesi olarak görülmelidir. Ama İncil’de İsa’nın Doğumu veya Çilesiyle ilgili bazı olayların harfiyen anlaşılması gerektiğine göre, Augustinus hangi olayların gerçek değil de alegorik değere sahip olduğunu sorgular ve bunları ayırt etmek için çeşitli kurallar oluşturur: Olaylar inancın gerçekleriyle veya âdetlerle çelişir gibi göründüğü zaman, İncil gereksiz ayrıntılarla ilgilendiği veya edebi açıdan zayıf ifadeler kullandığı, nedensiz yere bir şeyleri tasvir etmek için fazla vakit harcadığı zaman o olaylar başka bir anlam taşır. Ve özel isimler, rakamlar ve teknik terimler gibi semantik açıdan zayıf ifadelerin mutlaka ikinci bir anlamı vardır.
Ancak İncil kişilerden, nesnelerden ve olaylardan söz ediyorsa, çiçeklerin, doğa mucizelerinin, taşların adını veriyorsa, matematiksel ayrıntılar kullanıyorsa, o taşın, çiçeğin, canavarın veya sayının gerçek anlamını geleneksel bilgilerde aramak gerekir. İşte bunun içindir ki, Augustinus’tan sonra ortaçağ, fiziksel dünyanın bütün unsurlarına mecazi bir anlam atfedebilmek için gelenekleri temel alan kurallar oluşturmak amacıyla kendi ansiklopedilerini oluşturmaya başlar. Bu şekilde onlarla hiç karşılaşılmasa bile Satirler ve Skiapodlar da, bestiarium [hayvan koleksiyonu], herbarium [kurutulmuş bitki koleksiyonları] ve lapidarium’lardaki [eski taş anıt koleksiyonu] hayvanlar, bitkiler ve taşlar da ruhsal bir anlam kazanırlar.
Bu ansiklopedilerde işlenen konular arasında (çağdaş terimler kullanmak gerekirse) gök kubbeler, coğrafya, demografi ve e’ınografı, antropoloji ve insan fizyolojisi, zooloji, botanik, tarım, bahçıvanlık, doğal farmakope, tıp ve sihir, mineroloji, mimarlık ve plastik sanatlar vardır. Ancak bu ansiklopedileri modern ansiklopedilerden ayıran bir özellik vardır; o da, gerçekte var olanları değil de insanların geleneksel olarak var olduğuna inandıkları şeyleri kayıt altına almayı amaçlamalarıdır (ve timsah ile şahmerana eşit anlamda yer ayırmalarıdır).
Dolayısıyla ortaçağ insanı “konuşan” bir dünyada yaşar ve Tanrı’nın sözlerini bir yaprağın hışırtısında bile duymaya hazırdır.
Ancak daha önce de ifade edildiği gibi, ortaçağ tek bir çağ değildir ve onu XII ile XIII. yüzyıllar arasında gören bu simgesel bakış açısı en azından üniversitelerde giderek zayıflar ve yerini daha natüralist açıklamalara bırakır. Ancak farklı ortaçağları birbirinden ayırt etmeyi zorlaştıran şey; doğayı Aristotelesçi felsefe açısından yorumlamaya çalışan filozofun, kenarlarında efsanevi yaratıkların resimlerinin bulunduğu eski elyazmalarına veya dua kitaplarına başvurabilmesi, ancak onları ciddiye alıp almadığını bilemememizdir. Öte yandan günümüzde de, laboratuarlarından çıkıp el falına baktırmaya veya ruh çağırma seanslarına giden bilim adamlarının sayısı az değildir.
Ortaçağın gelenek ve yenilik kavramı çağımızınkine kıyasla çok farklıdır. Görüleceği üzere, ortaçağda bizim “devlerin omuzları üzerinde cüceler” olduğumuza, yani bizden öncekilere göre daha çok şey gördüğümüze inanılır, ancak bunun tek nedeni daha öncekilerin bilgilerine dayanıyor olmamızdır. Bu anlamda ortaçağ yazarları sık sık ve köklü yenilikler getirir ve bunu yaparken de hep kendinden öncekilerin söylediklerini yorumlar veya açıklar gibi yaparlar ve belki de buna inanırlar, çünkü otoritenin her an her yöne dönebileceğini varsayarlar. Non nova sed nove özdeyişi bu süreci şöyle açıklar: yazar geleneklere göre farklı bir şey demediğini, onu sadece farklı bir şekilde söylediğini varsayar.
Genelde ortaçağ yazan bir şeyin “hakiki” olduğunu söylediğinde bizim yüklediğimiz anlamı yüklemez (bize göre bir belgenin hakiki olması için atfedildiği kişiye ait olduğu kanıtlanmalıdır); ortaçağ yazarı ise o şeyin gerçek olduğunu söylemek ister. Dolayısıyla ortaçağ insanı için hakiki olan, yorumcunun gerçek olduğuna inandığını öne sürdüğü yorumdur.
Bu varsayımlar göz önüne alınmazsa inanç ile akıl arasındaki ilişki veya inanç gerçeğinin akıl yoluyla ispatlanması konusundaki bütün o tartışmaların asıl minvali kavranamaz ve ortaçağın sözde akılcılığı ile modern çağın akılcılığını karşılaştırmak çok hatalı olur.
Ortaçağın güzellik ve sanat kavrayışı bizimkinden farklıydı. Örneğin, bizim yaptığımız gibi sanat ile güzellik doğrudan ilişkilendirilmezdi. Güzellik doğanın, dünyanın ve tabii Tanrı’nın özelliğiydi; birçok ortaçağ yazarı güzelliğin ölçütlerini (ve onu algılamamızı ve ondan zevk almamızı sağlayan psikolojik mekanizmaları) uzun uzun ve büyük bir hassasiyetle ele almıştır. Öte yandan ortaçağ insanı için sanat sadece bir teknikti, nesneleri kurallara uygun ve başarılı bir şekilde yapmak anlamına geliyordu; tekne yapımı da, resim de, heykeltıraşlık da birer sanattı ve bir sanat eseri sadece amaçlanan işlevi yerine getirdiği zaman güzel sayılırdı. Dolayısıyla çirkin, biçimsiz ve kötü olan da “güzel bir şekilde” resmedilebileceğine göre, ortaçağ insanı için sanat ile ahlak arasındaki ilişki de bizimkinden farklıydı.
0 yüzyıllarda yaşamın bir parçası olan çelişkilere dönmek gerekirse, bu konuda hiç kuşkusuz teologların da, şairlerin de görüşleri farklıydı; özellikle de şair, gezgin, bir din adamı olup yolculuk boyunca bir çoban kızla aşk yaşamaktan çekinmiyorduysa ve daha sonra onun güzelliğini şiirlerine konu edecektiyse...
Mantık ve retoriğin yanı sıra şiiri de içeren temel bilimler, resim ve heykeltıraşlık gibi el emeği gerektiren zanaatlardan ayrı tutuluyordu. Romanesk dönemin birçok heykeltıraşının, muhteşem katedralleri planlayan ve inşa eden büyük ustaların, büyük minyatür sanatçılarının adını bilmeyişimiz bundandır; Giotto örneğinde olduğu gibi, bazı sanatçıların örnek teşkil etmesi ve adlarının efsane hale gelmesi için ortaçağın olgunlaşmasını beklemek gerekmiştir. Temel bilimlerde durum farklıdır; dolayısıyla Provence şairlerinin ve şövalye romanlarının yazarlarının adlarını ve tabii Dante gibi bir şairin kendine yönelik farkındalığını biliriz.
Sonuç Olarak...
Ortaçağın ne olmadığını ve o dönemden günümüze nelerin ulaştığını söylemek kolay görünüyorsa da, bizi o yüzyıllardan ayıran farkları analiz etmek çok uzun sürebilir. Bugün ile babalarımızın yaşadığı 20-30 yıl öncesi arasındaki farklılıklar düşünüldüğünde bunların sorun teşkil etmemesi gerekir, ama yine de bu konuyla ilgilenmeliyiz. Aslında bu dönem kendi içinde de farklıydı, ama bunu belli etmemeye çalışıyordu. Modern çağ, içindeki çelişkileri sergilemekten hoşlanır; hâlbuki ortaçağ çelişkileri gizlemeye eğilimliydi. Ortaçağ düşüncesinin tamamı, mükemmel bir durumu ifade etmeye çalışır ve dünyayı Tanrı’nın gözünden gördüğüne inanmak ister. Yine de teoloji eserlerini ve mistiklerin sayfa sayfa yazılarını, Eloisa’nın müthiş tutkusuyla, Gilles de Rais’in çarpıklıklarını, Isotta’nın zinası, Keşiş Dolcino ile ona zulmedenlerin vahşetini, duyuların özgür zevkini yücelten şiirleriyle Goliardları, karnavalı, Deliler Bayramı’nı, piskoposlarla, kutsal metinlerle, ibadetle açıkça dalga geçen ve onların parodisini yapan neşeli hengâmeyi uzlaştırmak zordur. Dünyanın çok düzenli bir yermiş gibi sunulduğu elyazmalarını okuduğumuz zaman, kenarlarının dünyanın tepe üstü durduğu resimlerle veya piskopos kıyafetleri giydirilmiş maymunlarla süslenmiş olmasının nasıl kabul edilebildiğini anlamayız. İyilik, ne olduğu çok iyi bilinen ve salık verilen bir şeydiyse de, yaşamın farklı olduğu kabul edilip ilahi hoşgörüye sığınılıyordu. Sonuçta ortaçağ, Horatius’un Lasciva est nobis vita, pagina proba [Bizim hayatımız iffetsizdir, ama kâğıtlarda yazılanlar namusludur] şeklindeki özdeyişini tersyüz ediyordu. Bu uygarlıkta bir yandan vahşet, şehvet ve zalimlik sergilenirken, öte yandan Tanrı ve Tanrı’nın ödülleri ile cezalarına kalpten inanılarak dindarlığa dayalı bir hayat yaşanırdı ve uyulan ahlak idealleri büyük bir masumiyetle ihlal edilirdi.
Ortaçağ teori alanında Maniheist düalizmle mücadele eder ve kötülüğü -teorik açıdan- yaratılış planının dışında tutardı. Ama her gün kötülüğün farklı şekillerini uyguladığı için onun bu “rastlantısal” varlığıyla başa çıkmak zorundaydı. Dolayısıyla canavarlar ve ucubeler de yaratılış senfonisinin unsurları olup güzel sayılırdı; sessizlikler seslerin güzelliğini nasıl yüceltirse, onlar da mukayese yoluyla olumlu yönlerini öne çıkarırdı. Böylelikle tek tek bireyler kendileriyle barışık değilse de, bu çağ kendiyle barışık olduğu izlenimini veriyordu.
Ama bu bölümün sonuna gelirken, ortaçağ kültürünün tarihsel uzaklığı sayesinde bizden saklamayı başardığı ve sorunlarımızla ilgilendiğinden şüphelenmemize yol açan sürprizlerinden en azından birini sunmak isteriz.
Bu sürprizin sahibi kilise hekimi Aziz Thomas Aquinas’tır. Eğer Aziz Thomas’a kürtaj yapmaya izin olup olmadığı sorulsaydı hayır diyeceği kesindi. Benzer şekilde, dünyanın ebedi olup olmadığı sorulsaydı da hayır derdi; böyle bir şey İbn Rüşd’e özgü korkunç bir sapkınlık olurdu, hatta ebedi bir dünya bize bile mutlak bir materyalizm gibi görünmektedir. Hıristiyanlar dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığına inanır ve zaten Aziz Thomas da Yaratan Tanrı’ya İnancın Akla ters düşmediğini savunmuş, hatta onun tarafından onaylandığını göstermek için beş yol düşünmüştür. Ancak Aziz Thomas hem Summa contra gentiles [Kâfirlere Karşı] hem de De aeternitate mundi [Dünyanın Ebediliği Hakkında] adlı eserlerinde, dünyanın ebedi olmadığını gösterecek hiçbir geçerli akılcı sav olamayacağının da farkındadır. Dolayısıyla dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığına inandığı için, baş döndürücü bir keskinlikle dünyanın ebediyetinin, (ama Tanrı’yla aynı derecede ebedi olarak) onun ilahi irade tarafından yaratılmış olmasıyla çelişmediğini öne sürer.
Bu durumda Aquinas, hayatın başlangıcıyla ilgili sorun karşısında da aynı naif dürüstlüğüyle davrandı (ve muhtemelen kürtajla ilgili tartışmaları ne derecede etkileyeceğini düşünmedi).
Çok eskilere dayanan bu tartışma, insan ruhunun başlangıçtan beri Tanrı tarafından yaratıldığına inanan Origenes’le ortaya çıkmıştır. Yaratılış’taki (2:7) ifadenin de ışığında – “Ve Yaradan Rab zeminin tozundan insanı şekillendirdi ve onun burun deliklerine hayatın nefesini üfledi; ve insan yaşayan can oldu”- bu görüş hemen çürütüldü. Dolayısıyla Kutsal Kitap’ta Tanrı önce bedeni yaratır, sonra içine ruhu üfler. Yalnız bu durum ilk günahın aktarılması açısından bir sorun oluşturuyordu. Bundan dolayı Tertullianus babanın ruhunun tohum yoluyla babadan oğula “dönüştüğünü” savundu. Bu tutum da ruhun maddi bir kökeninin olduğunu varsaydığı için derhal sapkın ilan edildi.
Bu durumda zorda kalan Aziz Augustinus’tur, çünkü ilk günahın aktarılmasını reddeden Pelagiusçularla hesaplaşmak zorunda kalır. Zaten Augustinus bir yandan bedensel dönüşüme karşı yaratılışçı doktrini savunurken, diğer yandan bir tür ruhani dönüşümü kabul eder. Augustinus’un tavrı tüm yorumcular tarafından çok karmaşık kabul edilir. Aziz Thomas Aquinas ise kesin olarak yaratılışçı bir tutum sergileyecek ve ilk günah sorununu zarif bir şekilde çözecektir. İlk günah doğal bir enfeksiyon gibi tohum yoluyla dönüşür (Summa Theologiae, I-II, 81,1), ama bu durumun akılcı ruhun dönüşümüyle hiçbir ilgisi yoktur. Ruh, fiziksel bedene bağlı olamayacağı için yaratılmıştır.
Aristoteles geleneğine uygun şekilde Thomas’a göre, bitkilerin bitkisel bir ruhu olduğunu, hayvanların duyumsal ruhu tarafından özümlendiğini, insanlarda ise bu iki işlevin, insanoğlunu zekâ ve Hıristiyanlık anlayışına göre ruh sahibi yapan akılcı ruh tarafından üstlenildiğini hatırlayalım.
Thomas ceninin oluşumunu biyolojik açıdan değerlendirir: Cenin aşamalı olarak önce bitkisel, sonra da duyumsal ruh sahibi olduğu zaman Tanrı ona ruh verir. Bedenin bu şekilde tamamlanmasıyla da akılcı ruh yaratılır (Summa Theologiae, I, 90). Cenin sadece duyusal ruha sahiptir (Summa Theologiae, I, 76, 2 ve I, 118, 2). Summa contra gentiles’de de (II, 89) “ceninin başlangıçtan nihai şekline kadar geçirdiği ara şekillerden dolayı” yaratılışın aşamalı olarak gerçekleştiği söylenir.
Summa Theologiae’in ekinde (80, 4), günümüzde devrimci gelebilecek şu savın olması bundandır: Kıyamet Günü’nden sonra bedenimizin ilahi mutluluğa ulaşması için ölülerin bedenleri yeniden dirileceği zaman (Augustinus’a göre sadece mükemmel insan şekline sahip olarak, ama ölü doğanlar değil, ucubeler, sakatlar, kolsuz veya gözsüz doğanlar da tam bir güzelliğe sahip yetişkinler olarak yeniden canlanacağı zaman), ceninler “bedenin yeniden canlanmasına” dahil olmayacaklardır. Onlara henüz akılcı ruh üflenmediği için insan değildirler.
Dolayısıyla Thomas’ın tutumunun günümüzde çeşitli kilise ortamlarında sergilenen tutumdan farklı olduğu ve bugün seküler kültüre atfedilen teorilere çok daha yakın göründüğü hemen fark edilecektir. Çok eskilere dayanan bu tartışmada kimin haklı olduğuna burada karar verilmeyecektir. Ancak bu anlatılanlar temelinde “karanlık çağlar”dan söz ederken daha ihtiyatlı davranmamız gerektiği de kesindir.
Umberto Eco, Ortaçağ, Giriş Bölümü, Alfa Yayınları, 2014
Ortaçağa girişin, bu çalışmanın kendi kadar uzun olmaması için şunu söylemekle yetinmesi gerekir; ortaçağ Roma İmparatorluğu’nun dağılma döneminde başlayıp, tutkal görevi gören Hıristiyanlığın yardımıyla, Latin kültürünü, imparatorluğu yavaş yavaş istila eden halkların kültürüyle birleştirerek; uluslarıyla, konuşmaya devam ettiğimiz dilleriyle ve değişimlerden ve devrimlerden sonra bile olsa bizim olmaya devam eden kurumlarıyla günümüzde Avrupa dediğimiz yere hayat veren dönemdir.
Ancak bu hem fazla uzun hem de fazla kısa olurdu. Ortaçağ konusunda birçok klişe söz konusu olduğu için her şeyden önce ortaçağın, sıradan okurların aceleci okul kitaplarından veya sinema ile televizyon programlarından öğrendiği gibi olmadığını belirtmek yerinde olacaktır. Dolayısıyla ilk olarak (i) ortaçağın ne olmadığını söylemek gerekir. Ardından (ii) ortaçağdan bize ne kaldığını, bunların günümüzde güncel olmaya devam edip etmediğini ve en sonunda da (iii) ortaçağın ne anlamda yaşadığımız dönemden tamamıyla farklı olduğunu kendimize sormamız gerekir.
Ortaçağ Ne Değildir
Ortaçağ bir yüzyıl değildirOrtaçağ ne XVI veya XVII. yüzyıllar gibi bir yüzyıldır, ne de Rönesans, Barok dönem veya Romantizm gibi belli tarihler arasında söz konusu olan ve ayırt edici özelliklere sahip bir dönemdir. Ortaçağ XV. yüzyılda yaşamış bir Hümanist olan Flavio Biondo tarafından ilk olarak bu şekilde adlandırılmış bir dizi yüzyıldan oluşur. Diğer Hümanistler gibi klasik çağ kültürüne dönmeyi dileyen Biondo, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü (476) ile kendi zamanı arasındaki yüzyılları (çöküş dönemi olarak görüp) bir anlamda paranteze alıyordu. Ancak Biondo’nun kaderinde ortaçağa ait olmak vardı. Çünkü ortaçağın bitişi alışılageldiği üzere Amerika’nın keşfedildiği ve Mağribiler’in İspanya’dan kovulduğu tarih olan 1492 yılı olarak tespit edildi; Biondo ise 1463’de öldü.
1492’den 476’yı çıkarınca geriye 1016 kalır. 1016 sene çok uzun bir zaman dilimidir ve okullarda da okutulan çeşitli tarihi olayların (Barbar istilaları, Karolenj Rönesansı ve feodalizm, Arapların yayılma dönemi, Avrupa monarşilerinin doğuşu, kilise ile imparatorluk arası kavgalar, Haçlı Seferleri; Marco Polo, Kristof Kolomb, Dante ve Konstantinopolis’in Türkler tarafından fethi gibi) yer aldığı bu kadar uzun bir dönemde hayat tarzının ve düşünme şeklinin hep aynı kalmış olduğuna inanmak zordur.
Şöyle bir deney yapmak ilginç olacaktır: Ortaçağ konusunda uzman olmayan, ama belli bir kültür birikimi olan insanlara, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden önce öldüyse de ortaçağ düşünürlerinin en önemlilerinden biri olarak kabul edilen Aziz Augustinus ile onunla birlikte Hıristiyan felsefesinin en büyük temsilcisi olduğu okullarda öğretilen Aziz Thomas Aquinas arasında kaç yıllık bir dönem olduğu sorulduğunda, çoğu kişi bu rakamın sekiz yüzyıl olduğunu bilmeyecektir. Bu noktada Aziz Thomas Aquinas’tan günümüze kadar da sekiz yüzyıl geçtiğini belirtmek büsbütün ilginç olacaktır.
Günümüze nazaran o dönemde her şey çok daha yavaş gelişiyor idiyse de, sekiz yüzyılda çok şey olabilir. Onun içindir ki -laf kalabalığımızın kusuruna bakılmazsa- ortaçağ da antikçağ veya modern çağ gibi bir çağdır. Klasik antikçağ, Homeros öncesi ilk ozanlardan geç dönem Latin İmparatorluğu’nun şairlerine, Sokrates öncesi düşünürlerden Stoacılara, Platon’dan Plotinus’a, Truva’nın düşüşünden Roma’nın düşüşüne kadar uzanan bir dizi yüzyıldan oluşur. Benzer şekilde modern çağ da Rönesans’tan Fransız Devrimi’ne kadar uzanır ve Rafael ile Tiepolo’yu, Leonardo ile Encyclopedie’yi, Pico della Mirandola ile Vico’yu, Palestrina ile Mozart’ı içine alır.
Dolayısıyla ortaçağ tarihine birçok farklı ortaçağın var olduğu inancıyla yaklaşmak ve yine çok katı olsa da, en azından bazı tarihi dönüm noktalarını göz önüne alan farklı bir tarihlendirmeyi esas almak gereklidir. Buna bağlı olarak, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden 1000 yılına kadar (veya en azından Şarlman’a kadar) uzanan erken ortaçağ, 1000 yılından sonraki sözde Rönesans döneminden oluşan ara ortaçağ ve “geç” gibi bir kelimenin akla getirebileceği olumsuz çağrışımlara rağmen Dante’nin İlahi Komedya’yı tamamladığı, Petrarca ( 1304- 1374) ile Boccaccio’nun(1313-1375) eserlerini yazdığı ve Floransa Hümanizminin geliştiği görkemli dönem olan geç ortaçağ şeklinde bir dönemleme yapılmaktadır.
Ortaçağ sadece Avrupa uygarlığına özgü bir dönem değildir
Nitekim Batı ortaçağının yanı sıra Roma’nın çöküşünden sonra 1000 yıl boyunca Bizans’ın görkemi içinde var olmaya devam eden Doğu Roma İmparatorluğu’nun ortaçağı vardır. Aynı yüzyıllarda bir yandan çok büyük bir Arap uygarlığı gelişirken Avrupa’da az çok kaçak, ama son derece canlı bir Yahudi kültürü söz konusudur. Bu farklı kültürel geleneklerin arasındaki sınır, Haçlı Seferleri sırasında Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında yapılan çarpışmaların yarattığı baskın imge, günümüzde sanıldığı kadar belirgin değildi. Avrupa felsefesi Aristoteles’i ve diğer Yunan yazarlarını Arapça tercümeleri aracılığıyla da öğrenmekte; Batı tıbbı da Arap deneyiminden yararlanmaktaydı. Hıristiyan âlimler ile Yahudi âlimler arasında da, yüksek sesle beyan edilmiyorduysa da yoğun ilişkiler yaşanmaktaydı.
Ancak Batı ortaçağının başlıca özelliği, başka dönemlerden veya uygarlıklardan gelen her türlü kültürel katkıyı Hıristiyanlık perspektifiyle çözümleme eğilimidir. Günümüzde Avrupa anayasasında Avrupa’nın Hıristiyan kökenlerine atıfta bulunma konusu tartışıldığında, Avrupa’nın Yunan-Roma ve Yahudi kökenlere sahip olduğu (İncil’in önemini düşünmek yeterli olacaktır), üstelik geçmişinde Hıristiyanlık öncesi antik uygarlıkların, dolayısıyla da Kelt, Germen ve İskandinav mitolojilerinin bulunduğu düşünülerek, Avrupa Hıristiyan kökenlerine haklı olarak karşı çıkılmaktadır. Yine de ortaçağ Avrupa’sı açısından Hıristiyan kökenlerden söz edilmesi gerektiği kesindir. Ortaçağda, Kilise Babaları’ndan itibaren her şey yeni dinin ışığında yeniden yorumlanır ve tercüme edilir, İncil sadece Aziz Hieronymus’un (340/345-420) Vulgata adlı Latince tercümesi yoluyla bilinecektir ve Hıristiyan teolojisinin ilkeleriyle örtüştüklerinin gösterilmesi amacıyla başvurulan Yunan filozoflar da Latince tercümeleri sayesinde tanınacaktır (Thomas Aquinas’ın muazzam felsefi sentezinin amacı da bundan başka bir şey değildir).
Ortaçağ yüzyılları karanlık çağlar değildir
Eğer bu ifadeyle, bitmez tükenmez dehşet, fanatizm ve hoşgörüsüzlük yılları, salgın, kıtlık ve katliamlarla dolu maddi ve kültürel çöküş yüzyılları kastediliyorsa, bu model Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile yeni binyıl veya en azından Karolenj Rönesansı arasındaki yüzyıllar için kısmen geçerli olabilir.
1000 yılından önceki yüzyıllar oldukça karanlıktı, çünkü Avrupa’yı birkaç yüzyıl boyunca altüst etmiş olan Barbar istilaları Roma uygarlığını yavaş yavaş yok etmişti; kentler boşalmış veya tümüyle harap olmuştu; önemli yollar artık bakım görmüyordu ve çalılıklarla kaplanmıştı; metal ve taş madenciliği gibi temel teknikler unutulmuş, tarım ihmal edilmişti ve 1000 yılın sonundan veya en azından Şarlman’ın (742-814) feodal reformundan önce büyük tarım alanları yeniden ormanla kaplanmıştı.
Ancak Avrupa kültürünün kökenlerini keşfetmek istediğimiz zaman, günümüzde kullanmaya devam ettiğimiz dillerin bu “karanlık” yüzyıllarda ortaya çıktığını ve bir yandan Roma-Barbar veya Roma-Germen denilen uygarlığın diğer yandan da Bizans uygarlığının doğduğunu ve hukuk yapısını derinlemesine değiştirmeye başladıklarını görüyoruz. Bu yüzyıllarda Boethius (Roma imparatorluğu çökerken doğmuş olup Romalıların sonuncusu olarak kabul edilir), Bede ve aralarında Alcuinus (735-804), Rabanus Maurus (780/784-856) ve Johannes Scotus Eriugena’nın da (y. 810880) olduğu Şarlman’ın Saray Okulu’nun âlimleri gibi çok büyük entelektüel güce sahip kişiler göze çarpar. Hıristiyanlığı kabul eden İrlandalılar antik metinlerin inceleneceği manastırları kurarken Hibernia, yani İrlanda keşişleri de Kıta Avrupa’sında büyük bölgelerin Hıristiyanlığı kabul etmesini sağlayacak, aynı zamanda erken ortaçağ döneminin o son derece özgün sanat dalı olan ve Libro di Kells [Kells Kitabı] ile benzer elyazmalarını süsleyen minyatürleri yaratacaklardı.
Bu kültürel göstergelere rağmen 1000 yılından önceki ortaçağ döneminin yokluk, açlık ve belirsizlik yılları olduğuna şüphe yoktur; bir azizin aniden ortaya çıkıp bir çiftçinin bir kuyuya düşürdüğü orağı bulup çıkarmasına dair mucizevi hikâyelerin anlatılıyor olması, demirin o dönemde ne kadar nadir bulunduğunu ve bir orağın kaybının tarlada çalışmayı tamamıyla imkânsız kıldığını gösterir.
Rodulfus Glaber, Historiarum Libri [Tarih Kitapları] adlı eserinde ilk 1000 yıl bittikten 30 yıl sonra gerçekleşen olaylardan söz ederken sert hava koşullarının yol açtığı bir kıtlık döneminden bahseder ve su baskınlarından dolayı ne ekim ne de hasat için uygun bir an bulunabildiğini söyler. Açlıktan dolayı fakir, zengin, herkes bitkin düşmüş ve yenecek hayvan kalmayınca her tür leş ve “sadece söz edilmesi bile tiksinti yaratan her türlü şey” yenmeye başlamış, hatta bazıları insan eti yemek zorunda kalmıştı. Seyyahlar saldırıya uğrar, öldürülür, parçalara ayrılır ve pişirilirdi ve kıtlıktan kaçmak umuduyla yola çıkanlar, onları misafir edenler tarafından geceleri boğazlanır ve yenirdi. Öldürüp yiyebilmek için çocukları bir meyve veya bir yumurtayla kandıranlar bile vardı. Birçok yerde toprak altından çıkarılmış cesetler yeniyordu: Pişmiş insan etini Tournus pazarında satmaya kalkan bir adam yakalanıp yakılmış, ardından da o gece o etin gömüldüğü yeri arayıp bulmaya çalışan adam da yakılarak öldürülmüştü.
Endemik hastalıklar (tüberküloz, cüzam, çıban, egzama, tümör) ve veba gibi korkunç salgınlar, giderek sayısı azalan ve güçten düşen halkı kırıp geçiriyordu. Geçmiş bin yıllarla ilgili demografik hesaplamalar yapmak daima zordur, ama bazılarına göre III. yüzyılda 30-40 milyon civarında olan Avrupa nüfusu VII. yüzyılda 14-16 milyona düşmüştü.
Az sayıda insan az miktarda toprağı işliyor ve bu az miktardaki işlenmiş toprak az sayıda insanı besliyordu; fakat 1000 yılın sonuna gelinirken rakamlar değişmeye başladı ve XI. yüzyılda yeniden 30-40 milyondan söz edilirken XIV. yüzyılda Avrupa nüfusu 60-70 milyon arasında gidip geldi. Bu rakamlar arasında uyumsuzluk varsa da 400 yıl içinde nüfusun en azından iki katma çıktığını söyleyebiliriz.
Rodulfus Glaber’in, 1033 yılındaki kıtlıktan söz ettikten sonra yeni binyılın şafağında toprağın ilkbaharda çayırlardaki gibi çiçek açtığını anlatan paragrafı çok ünlüdür: “1000 yılının üçüncü yılına gelindiğinde dünyanın tamamında, ama özellikle İtalya ve Galya’da, Roma döneminden kalma bazilikaların yerini alan kiliseler yenilenmişti. Tüm Hıristiyan halklar en güzel kiliseye sahip olmak için birbiriyle yarışıyordu. Sanki toprağın kendisi, üzerindeki ihtiyarlığı atıp kiliselerden oluşan beyaz bir mantoyla kaplanmıştı” (Historiarum, III. 13).
Şarlman’ın reformlarıyla beraber hem manastırlar hem de büyük feodal mülkler yeni tarım faaliyetlerini teşvik etmiş ve X. yüzyıl “fasulye dolu yüzyıl” olarak tanımlanmıştır. Bu ifade harfiyen anlaşılmamalıdır, çünkü günümüzde fasulye olarak bilinen ürün sadece Amerika’nın keşfiyle Avrupa’ya gelmiştir ve antikçağda sadece börülce adı verilen fasulyeler bilinmektedir. Buradaki fasulye terimi baklagil anlamına geliyorsa ifade doğrudur, çünkü X. yüzyılda tarımda meydana gelen büyük değişiklikler sonucunda çok yoğun şekilde bakla, nohut, bezelye ve mercimek, yani bitkisel protein açısından zengin baklagil tarımı yapılmıştı. Ortaçağda yoksullar, tavuk yetiştirmedikleri veya kaçak olarak avlanmadıkları sürece (çünkü ormandaki av hayvanları derebeylerine aitti) et yiyemezdi. Kötü beslenmeleri ise tarlaların bakımsızlıktan harap olmasına neden olurdu. Oysa X. yüzyılda baklagiller yoğun olarak yetiştirilmeye ve çalışan insanların enerji ihtiyacını karşılamaya başlar: Protein katkısı artınca insanlar güçlenir, erken yaşta ölümler azalır, daha çok çocuk doğar ve Avrupa’nın nüfusu yeniden artar.
İkinci bin yılın başlarında bazı icatlar sayesinde ve başka icatların iyileştirilmesiyle iş ilişkileri ve ulaşım teknikleri büyük değişime uğrar. Eskiden atlara takılan koşumlar hayvanın göğsüne bastırır ve dayandığı kasların bu baskı altında kasılıp çekme görevini doğru düzgün yerine getirmesini engellerdi (koşum ayrıca akciğerlere de baskı yaparak hayvanın direncini azaltırdı). Bu durum aşağı yukarı X. yüzyıla kadar böyle sürdü. X. yüzyılın ikinci yarısı ile XII. yüzyıl arasında ağırlık noktasının göğüsten omuz kemiğine geçtiği yeni bir koşum türü yaygınlaştı. Böylece çekme yükü omuzdan iskelete geçerek kasların hareket etmesine izin verdi. Güçleri üçte iki oranında artan atlar da, o ana kadar sadece kendilerinden daha güçlü ama daha yavaş olan öküzlerin kullanıldığı işlerde kullanılmaya başladı. Bunun yanı sıra o ana kadar koşuma sadece yan yana bağlanan atlar tek sıra halinde dizilmeye başlandı ve bu da çekme gücünde kayda değer bir artışa neden oldu. Bu yeni koşum bağlama sistemi 1000 yılına ait bazı minyatürlerde görülmüştür.
Bunların yanı sıra o ana kadar toynakları ancak istisnai durumlarda deriyle sarılan atlar artık nallara sahip olur (nallar 900 yılına doğru Asya’dan getirilir). Binicinin dengesini sağlayan ve hayvanın yan taraflarına dizlerle baskı yapmasını engelleyen üzengiler de Asya kaynaklı olup yaygın olarak kullanılmaya başlar. Atın kullanımının kolaylaşması, içinde yaşanan dünyanın sınırlarını genişletir. Bu yeni koşum ve nallama sisteminin yol açtığı müthiş teknik ilerleme, XX. yüzyılda yolculuk sürelerinin yarıya inmesini sağlayan, pervaneli uçaklardan jetlere geçişle karşılaştırabilir düzeydedir.
Antikçağlarda sabanlar tekerleksiz olup onlara istenilen eğimi vermek zordu ama MÖ II. yüzyıldan beri Kuzey halkları tarafından kullanılan, biri toprağı yaran, diğeri de kavisli olup toprağı karıştıran iki bıçağı ile tekerlekleri olan bir saban türü XIII. yüzyılda Avrupa’ya ulaşır.
Buna eşdeğer bir devrim de denizcilikte ortaya çıkar. Dante Cennet’ın 12. kantosunda şöyle der: “Bu yeni ışıkların birinin yüreğinden / bir ses yükseldi ve yıldıza yönelen / ibre gibi kendine yöneltti beni...”1 XIV. yüzyılda İlahi Komedya’yı yorumlayan Francesco da Buti ile Giovanni da Serravalle okuyucuların bu kavrama dair henüz yeterli bilgiye sahip olmadıklarını gözeterek şöyle bir açıklama getirir: “Denizcilerin bir pusulası vardır; bunun ortasında ince kâğıttan bir daire bir milin üzerinde döner. Bu dairenin birçok ucu olup bir tanesine bir yıldız çizilidir ve bir iğne ucu takılıdır. Denizciler, Kutup Yıldızı’nın nerede olduğunu görmek istedikleri zaman bu iğneye mıknatıs özelliği kazandırırlar.” Hâlbuki iğneli pusuladan (henüz rüzgâr gülü yoktur) Pierre Pelerin de Maricourt da 1269’da söz etmiştir.
Bu yüzyıllarda Davis kuadrantı2 ve usturlap3 gibi antik dönem kökenli bazı aletler de geliştirilir. Ancak ortaçağda denizcilikte gerçekleşen asıl devrim, menteşeli kıç dümeninin icadıyla başlar. Yunan ve Roma teknelerinde, Vikinglerin teknelerinde, hatta 1066’da Britanya kıyılarına çıkan I. William’ın gemilerinde bile dümen, gemiye istenen yönü verecek şekilde manevra edilen iki arka yan kürekten oluşurdu. Oldukça yorucu olmanın yanı sıra bu sistem büyük çaplı gemilerin manevra edilmesini ve özellikle rüzgâra karşı ilerlemeyi imkânsız kılıyordu, çünkü bunu yapmak için “orsa seyri,” yani dümeni, geminin rüzgâra önce bir yanını, sonra diğer yanını vermesini sağlayacak şekilde kullanılmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla denizcilerin küçük kabotajla, yani kıyı boyunca ilerlemekle yetinip, rüzgâr elverişli olmadığı zaman durmaları gerekiyordu.
Vikinglerin, yan dümenleriyle Amerika kıtasına ulaştıkları muhtemelen doğrudur, ancak bu seferlerin ne kadar zaman aldığı ve kaç geminin batmasıyla sonuçlandığı belli değildir. Ayrıca Vikingler muhtemelen İzlanda’dan Grönland’a, oradan da Labrador kıyılarına geçtiler; dolayısıyla Kolomb’un daha sonra yapacağı gibi okyanusu geçmediler. Ama Kolomb da o yolculuğu, XII. ve XIII. yüzyıllar arasında ortaya çıkan, su hattının hemen altında pupaya takılan ve tek kişinin dalgaların etkisinde kalmadan gemiyi yönlendirmek için kolaylıkla manevra edebildiği modern tarzdaki dümenle yaptı.
Bu keşif, günümüzde kullanılana benzeyen geniş kollu çapa gibi başka önemli değişiklikleriyle bütünleşti. Bu arada, Normandiyalılar gemi inşa ederken tahtaları üst üste koyduklarından geminin yan tarafı basamaklardan oluşurdu; oysa tahtalar sürekli kavis elde edecek şekilde yerleştirildiğinde daha büyük gemiler inşa etmek mümkün hale geldi. Ayrıca yeni sistemde önce iskelet oluşturulup üzerine tahtalar döşeniyordu; oysa Kuzeylilerin sisteminde önce tekne, sonra destek kirişi oluşturuluyordu, bu yöntem de büyük boy gemiler için hiç elverişli değildi.
Yelkenler konusunda da çeşitli değişiklikler olur. Nitekim VII. yüzyıldan itibaren Araplar cıvadra yelkeni olarak uygulanması daha kolay olan üçgen yelken veya “Latin” yelkeniyle Akdeniz halklarına örnek olurlar. Yeni cıvadra yelkeni yeni dümenle birleşince rüzgârın her türlü açısını kullanacak duruma geldiği için her türlü evrime izin verir. Bütün bu yenilikler, Roma dönemindeki ticaret gemilerinden dört kat daha büyük gemilerin inşasına izin verdi ve boyutların bu denli büyümesi cıvadra ile ana direk arasına yeni bir direğin -mizana direğinin- konmasıyla sonuçlandı. Daha sonraları önce ana yelkenin sonra da mizana yelkeninin üzerine kare yelkenler çekilecekti; bu sırada cıvadra yelkeni büyüyünce mizana direği ile ana direk de pupaya doğru kaydı ve üçüncü direk için böylece yer açıldı.
Arka dümenin icadı ve yelken sistemindeki iyileştirmeler olmasaydı Kolomb Amerika’ya ulaşamazdı. Dolayısıyla yeniçağın başlangıcına ve geleneksel olarak ortaçağın kapanmasına yol açan olay ortaçağda gerçekleşti.
Tarihçiler 1000 yılından sonra gerçekleşen bu teknik yeniliklerden “ilk endüstri devrimi” şeklinde söz ederler. Bu gerçekten de zanaatkârlık alanında ve karanlık çağlar efsanesini yıkacak türden bir devrimdi. Nitekim 1000 yılından sonra büyük katedrallerin yükseldiği kentsel merkezler giderek gelişir, erken ortaçağın başlıca özelliği olan, din adamları, savaşçılar ve çiftçilerden oluşan geleneksel toplum yapısının yerini kendini zanaatkârlığa ve ticarete veren bir kent burjuvazisi alır. XII. yüzyıldan itibaren şiirin trubadur4 denen ozanların alanına girmesi gibi, Dante gibi bir entelektüel de modern yazarlar için örnek teşkil etmeye başlar. Trubadur şiirinden Kral Arthur’u konu alan romanlara, Nibelungen Destanı’ndan Cantar de mio Cid’e [Efendimizin Şarkısı] ve İlahi Komedya’ya kadar tüm zamanların en büyük edebiyat şaheserleri yeni konuşma dillerinde doğmaya başlar. Üniversiteler kurulur, sanat ve teoloji fakültelerinde Petrus Abelardus, Albertus Magnus, Roger Bacon ve Thomas Aquinas gibi büyük âlimler ders verir. Elyazmalarının çoğaltılması ve minyatür çizilmesi gibi faaliyetler, manastırlardan yeni doğan bu üniversitelerin civarındaki sokaklara yayılır. Sanatçılar artık sadece kiliseler veya manastırlar için değil, aynı zamanda hükümet konaklarında çalışıp buralarda kent yaşamından sahneler resmederler. Avrupa’da bir yandan ulus-devletler oluşurken, diğer yandan devletlerüstü imparatorluk düşüncesi yeniden öne sürülür.
Son olarak, genelde unutulan bir şeyi hatırlamak gerekir: Yeniden canlanma yüzyılı olan XV. yüzyıl da ortaçağa aittir. Ortaçağın Amerika’nın keşfinden çok önce, örneğin matbaanın icadıyla veya daha da önce bittiği kararlaştırılabilir ve XV. yüzyıl ile -bazı ülkelerde söz konusu olduğu üzere- Giotto, Petrarca ve Boccaccio’nun XIV. yüzyılı bile Rönesans’a atfedilebilir (zaten son zamanlarda tarihyazımı Rönesans’ın Rafael’in ölümüyle, yani 1520 yılında bittiğini varsayar). Ancak bu durumda 1000 yılından sonra bir canlanma söz konusu olduğuna göre ortaçağın Şarlman’la bitmesi gerektiğine de karar verilebilir; yeter ki isimler konusunda fikir birliği olsun. Eğer ortaçağ, Skolastik sınıflandırmalar yoluyla kararlaştırılan bir dönemse Nicolaus Cusanus, Marsilius Ficinus ve Pico della Mirandola gibi filozoflar ortaçağa aittir ve çok titiz olmak gerekirse Ariosto, Rotterdamlı Erasmus, Leonardo, Rafael ve Luther de ortaçağda doğmuştur.
Ortaçağın hayata bakışı sadece iç karartıcı bir bakış değildi
Ortaçağda romanesk kilise alınlıklarının Şeytanlarla ve cehennem işkenceleriyle dolup taştığı, bu çağın Ölümün Zaferi’ne dair imgeler açısından zengin olduğu, tövbekârların geçit alaylarının ve dünyanın sonuna dair nevrotik bir bekleyişin çağı olduğu, hem kırsal bölgelerden hem de köylerden akın akın dilencilerle cüzzamlıların geçtiği, edebiyatın sıklıkla cehennem yolculuklarını saplantı haline getirdiği doğrudur, ancak bu aynı zamanda Goliard şairlerinin yaşama sevincini yücelttiği bir dönemdir ve özellikle de ışık çağıdır.
Aslında karanlık çağlar efsanesini çürütmek için ortaçağın ışığa duyduğu ilgiyi incelemek gerekir. Ortaçağda güzellik (orantının yanı sıra), ışıkla ve renkle -temel renklerle- özdeşleştirilirdi: Renk nüanslarının veya ışık ve gölge oyunlarının olmadığı, kırmızı, mavi, altın, gümüş, beyaz ve yeşilden oluşan senfonilerde görkem, her şeyi dışarıdan saran ve renkleri figürün dışına taşıran ışık tarafından belirlenmeyip bütünlüğün uyumundan neşet eder. Ortaçağ minyatürlerinde nesneler ışık saçıyor gibidir.
Sevilla piskoposu İsidorus’a göre mermer beyazlığından; metal de yansıttığı ışıktan dolayı güzeldir. Hava da güzeldir ve aer, aeris olarak bilinir; çünkü aurum’un, yani altının ihtişamından kaynaklanır (nitekim altın gibi, üzerine ışık düşünce ışıldar). Değerli taşlar renklerinden dolayı güzeldir, çünkü renk, güneş ışığının hapsedilmiş hali ve maddenin saf halinden başka bir şey değildir. Gözler parlaksa güzeldir ve mavi gözler daha da güzeldir. Bir insanın güzel olmasının ilk şartlardan biri cildinin pembe olmasıdır. Parlak renk kavramı şairlerde daima mevcuttur: Otlar yeşil, kan kırmızı, süt beyazdır. Guinizelli’ye göre güzel bir kadın “kar beyazlığında bir yüze” sahiptir (daha sonra da “berrak, serin, tatlı sular”dan söz edilecektir); Bingenli Hildegard’ın mistik hayalleri kıpkırmızı alevlerle doludur, ilk düşen meleğin güzelliği bile yıldızlarla dolu gökyüzünü andıracak şekilde ışıl ışıl taşlardan oluşur, öyle ki süslemelerinin ihtişamıyla parlayan bu sayısız kıvılcım dünyaya ışık yayar. Gotik kiliselerin normalde karanlık olabilecek neflerine ilahi gücün girebilmesi için vitraylardan içeriye keskin ışık huzmeleri sızar; bu ışık koridorlarına yer verebilmek için pencerelere ve gül pencerelere ayrılan yüzey büyür, payanda ve payanda kemerleri sayesinde duvarlar neredeyse yok olur ve kilisenin tamamı inşa edilirken ışığın kafes tarzı bir yapının arasından fışkırması amaçlanır.
Haçlı Seferleri’ni yazan tarihçiler bize güneşte ışıldayan sancaklarla ve rengârenk armalarla süslü gemiler, şövalyelerin miğfer, zırh, mızrak uçları, flamaları ve sancaklarının üzerindeki güneş ışınlarının oyununu ve bayrakların üzerindeki soluk sarı ve mavi, turuncu ve beyaz, turuncu ve pembe, pembe ve siyah, siyah ve beyaz renk bileşimlerini sunar. Minyatürlerde ise en parlak renklerle kuşanmış hanımefendileri ve şövalyeleri görürüz.
Işık konusundaki bu tutkunun kökeninde Platonculuğa ve Yeni-Platonculuğa kadar uzanan teolojik kavramlar vardı (düşüncelerin güneşi olarak İyilik, maddenin karanlığına hâkim olan biçimin renge verdiği sade Güzellik, Tanrı’nın Işık, Ateş, Işıklı Çeşme olarak görüntüsü). İlahiyatçılar ışığı metafizik bir ilke olarak görürler ve bu yüzyıllarda, Arap etkisi altında önce optik bilimi, ona bağlı olarak da gökkuşağının ve aynaların mucizesi konusunda düşünceler gelişir. Bu aynalar bazen İlahi Komedya’nın üçüncü kantosunda akıcı ve gizemli bir şekilde belirir; İlahi Komedya da zaten cennetin her katında farklı bir şekilde parlayan, Mistik Gül’ün ışıltısına ve İlahi Işık’ın dayanılmaz görüntüsüne kadar uzanan, ışığa adanmış bir şiirden başka bir şey değildir.
Ortaçağ insanlarının karanlık mekânlarda, ormanlarda, şato salonlarında, sadece şömine ışığıyla aydınlanan küçük odalarda yaşadığına şüphe yoktur. Ancak bir uygarlık hakkında hüküm verirken sadece ne olduğuna değil, ne şekilde temsil edildiğine de bakılmalıdır; aksi takdirde Rönesansı sadece Roma’nın yağmalanması, savaşlar, derebeylerinin cinayetleri ve katliamları aracılığıyla tanımamız gerekirdi, o zaman da bugün bildiklerimizi bilmez, bu dönemi günümüzde olduğu gibi, Rafael’in Fırıncı Kadınları’nın veya Floransa kiliselerinin dönemi olarak görmezdik.
Kısacası sözde karanlık çağlar Mustarib Kıyamet Günlerinin, Otto dönemi minyatürlerin, muhteşem Altın Kitaplar’ın pırıl pırıl ışık ve renk dolu görüntüleriyle veya Lorenzetti, Doccio ve Giotto’nun freskleriyle aydınlanmıştır. Güneş Kardeş’in aydınlattığı dünya karşısında hissedilen samimi, neşe dolu bir ortaçağ için Aziz Francesco’nun Güneş Kardeş’in İlahisi’ni5 okumak yeterli olacaktır.
Ortaçağ Disneyland’daki gibi kuleli şatoların çağı değildir
“Karanlık” çağlarda ışıkların olduğunu kabul ettiğimize göre, popüler kitlesel medyanın, romantizm döneminde hayal edildiği (yenileştirmek yerine yeniden inşa edilen) ve Les Tres Riches Heures du Duc de Berry gibi geç dönem (XV. yüzyıl) minyatürlerinde resmedildiği (ve idealize edildiği) üzere şatolarla dolu, klişeleşmiş bir ortaçağ sunduğunu göz önüne alarak belli yerlerdeki gölgelerini de yeniden tespit etmek gerekir. Bu masalsı ve medyatik ortaçağ şato modeli daha çok Loire Bölgesi’nin Rönesans döneminde inşa edilen ünlü şatolarına uygundur. Günümüzde internet sitelerinde “feodal şato” konusunda araştırma yapanlar, (internet sitesi güvenilirse) XII veya XIV. yüzyıla atfedilen harika, mazgallı yapılar, bazen de modern çağa ait eserlerle karşılaşır.
Aslında feodal şatolar yüksekçe bir yerde (veya özellikle hazırlanmış, hendekle çevrili bir toprak set üzerinde) inşa edilmiş ve bir savunma hendeğiyle çevrili ahşap yapılardan oluşur. XI. yüzyıldan itibaren kuşatma durumunda savunmayı güçlendirmek amacıyla toprak setin çevresine surlar, hatta bazen kazıklı çitler inşa edilmeye başlar, böylece düşmanın saldırması halinde derebeyliğe bağlı köylülerin hayvanlarıyla beraber sığınabileceği bir avlu oluşur. Normanlar surların içerisine, savunma amacının yanı sıra derebeyinin ve garnizonunun ikametgâhı olarak hizmet edecek bir baş kule veya burç inşa edecektir. Savunma hendekleri daha sonra su dolu hendekler haline gelir ve üzerlerinden açılır kapanır köprüyle geçilir. Ancak bunlar zamanla gerçekleşen yeniliklerdir. Kısacası, ortaçağda masal şatoları yoktur.
Ortaçağ klasik kültürü görmezden gelmez
Her ne kadar ortaçağda birçok antik dönem yazarının metinleri kaybedildiyse de (örneğin Homeros ve Yunan trajedi yazarları) Vergilius, Horatius, Tibullus, Cicero, Genç Plinius, Lucanus, Ovidius, Statius, Terentius, Seneca, Martialis, Sallustius gibi yazarlar tanınırdı. Bu yazarların hafızada yerinin olması herkes tarafından tanınıyor olmaları anlamına gelmiyordu elbette. Bazen bir yazar çok zengin bir kütüphanesi olan bir manastırda iyi tanınsa da başka yerlerde hiç tanınmazdı. Ama bir bilgi açlığı vardı ve iletişimin bu kadar zor olduğu (ama göreceğimiz üzere, çok yolculuk yapılan) bir dönemde âlimler değerli elyazmaları bulmak için ellerinden gelen her şeyi yapardı. Sonradan II. Silvester namıyla 1000 yılının papası olacak Gerbert d’Aurillac’ın bu konuyla ilgili hikâyesi çok ünlüdür: d’Aurillac birisine yazdığı bir mektupta, Lucanus’un Pharsalia eserinin elyazması karşılığında ona deriden, küresel bir usturlap vereceğine dair söz verir. Elyazması bulunur, ancak d’Aurillac eksik olduğunu görür. Lucanus’un eserini tamamlayamadığından -çünkü Lucanus, Nero tarafından damarlarını kesmeye “gönderilmişti”- habersiz olan d’Aurillac söz konusu kişiye sadece yarım küresel usturlap gönderir. Bu, efsaneye dayalı şirin bir hikâye olabilir, ama o dönemde klasik kültür sevgisinin ne kadar gelişmiş olduğunu da gösterir.
Ancak klasik yazarların yorumlanma tarzı Hıristiyanlığı temel alan bir yorumlamanın amaçlarına uyarlanır; örneğin Vergilius kehanette bulunma gücüne sahip bir sihirbaz gibi görülür, çünkü Ecloga’sının IV kitabında İsa’nın gelişini öngördüğüne inanılır.
Ortaçağ antikçağın bilimini reddetmedi
XIX. yüzyılın pozitivist tartışmalarından kaynaklanan bir yoruma göre, ortaçağ klasik antikçağın tüm bilimsel keşiflerini, kutsal metinlerle çelişki yaratmaması için görmezden geldi. Bazı Patristik6 yazarların, dünyanın bir tapınağa benzediğini söyleyen kutsal metinleri harfiyen yorumlamaya çalıştığı doğrudur. Örneğin IV. yüzyılda Lactantius (Institutiones divinae adlı eserinde) hem bu fikirler temelinde hem de insanların baş aşağı yürümesi gerekeceğini düşündüğü dünyanın diğer tarafının varlığını kabul edemediği için dünyanın yuvarlak olduğunu öne süren pagan teorilere karşı çıktı. VI. yüzyılda yaşamış Bizanslı bir coğrafyacı olan Antakyalı Constantinus da benzer düşünceleri savundu ve İncil’deki tapınağı göz önüne alarak Topographia Christiana adlı eserinde kübik şekle sahip, düz zemin üzerinde bir kemerin yükseldiği bir dünyayı ayrıntılı bir şekilde tasvir etti.
Sokrates öncesi bazı filozoflar dışında Yunanlar dünyanın yuvarlak olduğunu, buna mistik-matematiksel nedenlerden dolayı inanan Pythagoras’tan beri bilirdi. Yerküreyi ikiye ayırmış olan Ptolemaios da bunu bilirdi, ama Parmenides, Eudoksos, Platon, Aristoteles, Eukleides, Arkhimedes ve tabii MÖ III. yüzyılda meridyenin uzunluğunu oldukça doğru hesaplamış olan Eratosthenes de bunu anlamıştı.
Yine de ortaçağın antik dönemlerden kalma bu kavramı unutmuş olduğu (ciddi bilim tarihçileri tarafından bile) öne sürülmüş ve sıradan insanlar bile bu düşünceye rağbet etmiştir. Nitekim bugün bile karşımızdaki kültürlü bir insan da olsa, Kristof Kolomb’un Doğu’ya batıdan hareketle ulaşmaya çalışarak neyi göstermeyi amaçladığını ve Salamanca âlimlerinin neyi reddetmekte inat ettiğini sorsak, çoğu durumda cevap, Kolomb’un dünyanın yuvarlak olduğuna inandığı ve Salamanca âlimlerinin dünyanın düz olduğuna ve karavelaların kısa bir süre sonra kozmik uçuruma yuvarlanacaklarına dair inancı olacaktır.
Aslında Lactantius’a kimse pek aldırış etmezdi; örneğin Aziz Augustinus dünyanın yuvarlak olduğunu çeşitli şekillerde ima eder, ama bu konu manevi açıdan ona çok önemli görünmezdi. Yine de Augustinus’un, dünyanın diğer tarafı varsa orada insanların yaşıyor olabileceği konusunda ciddi şüpheleri vardır. Ama dünyanın diğer tarafı hakkında konuşuluyor olması bile yuvarlak dünya modelinin konuşuluyor olduğunu gösterir.
Antakyalı Constantinus’a gelince, onun kitabı Hıristiyan ortaçağın unuttuğu dil olan Yunanca yazılmış ve Latinceye tercümesi 1706 yılını bulmuştu. Dolayısıyla ortaçağda hiçbir yazar onu tanımıyordu. VII. yüzyılda Sevilla piskoposu İsidorus (bilimsel kesinliği olmamasına rağmen) ekvatorun uzunluğunu 80 bin stadium olarak hesaplar. Ekvator dairesinden söz eden birisinin dünyanın yuvarlak olduğunu varsaydığı açıktır.
Dante cehennem hunisine girip diğer taraftan çıktığında Araf Dağı’nın eteklerinde tanımadığı yıldızlar görürse, bunun Dante’nin dünyanın yuvarlak olduğunu pekâlâ bildiği ve bunu bilmeyen okurlar için yazdığı anlamına geldiğini bir lise öğrencisi bile kolaylıkla anlayabilir. Başta Origenes, Ambrosius, Bede, Albertus Magnus, Thomas Aquinas, Roger Bacon ve Johannes de Sacrobosco olmak üzere başka birçok âlim de ona katılıyordu.
Kolomb zamanındaki tartışma konusu; Salamanca âlimlerinin hesaplarının Kolomb’unkilerden daha doğru olması ve son derece yuvarlak olan dünyanın Cenevizli dostumuzun sandığından daha geniş olmasından dolayı etrafını gemiyle dolaşmaya çalışmasının anlamsız olacağıydı. Ama tabii ne Kolomb’un ne de Salamanca âlimlerinin Avrupa ile Asya arasında bir kıtanın daha olabileceğinden hiç haberi yoktu.
Ancak İsidorus’un elyazmalarında “T-şekilli” adı verilen bir harita yer alıyordu. Burada üst kısım Asya’yı temsil ediyordu, çünkü efsaneye göre dünya üzerindeki cennet Asya’da bulunuyordu, yatay çıta bir tarafta Karadeniz’i, diğer tarafta Nil’i, dikey çıta da Akdeniz’i temsil ediyordu. Dolayısıyla sol tarafta kalan daire çeyreği Avrupa’yı, sağ tarafta kalan da Afrika’yı temsil ediyordu. Her şeyi çevreleyen büyük çember de okyanustu. T-şekilli haritalar elbette iki boyutluydu, ancak dünyanın iki boyutlu temsilinin dünyanın düz olduğuna inanıldığına işaret etmesi gerekmez, aksi halde günümüzün atlasları da dünyanın düz olduğuna inandığımız anlamına gelirdi. Bu, geleneksel bir kartografik projeksiyon olup -biz nasıl hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Ay’ın diğer yüzünü resmetmiyorsak- dünyanın kimse tarafından bilinmeyen ve büyük ihtimalle meskûn olmayan ve meskûn olamayacak olan diğer yüzünün resmedilmesinin de boşuna olduğu düşünülüyordu.
Ortaçağ büyük yolculuklara çıkılan bir dönemdir, ama çöken yollar, geçilmesi gereken ormanlar ve o dönemin herhangi bir denizcisine güvenip aşılması gereken denizler derken, yeterli düzeyde harita çizmeye imkân olmuyordu. Haritalar sadece bir fikir vermek için hazırlanıyordu. Bazen Ebstorf haritasının tıpkıbasımında olduğu üzere (1234), harita çizerinin ana amacı Kudüs’e nasıl varılması gerektiğini göstermek değil, Kudüs’ü dünyanın merkezinde resmetmekti.
Öte yandan herhangi bir tren çizelgesini ele alacak olursak, trenle Milano’dan yola çıkıp Ceneviz üzerinden Livorno’ya gidilecekse, kolaylıkla anlaşılan o bir dizi noktadan İtalya’nın şekli tam olarak anlaşılamaz. Ama istasyona gidecek birisi için İtalya’nın tam şekli önemli değildir.
Romalılar, bilinen dünyanın bütün şehirlerini birbirine bağlayan yolları çizmişlerdi ve o yollar, XV. yüzyılda bu haritanın ortaçağ versiyonunun keşfedilmesinin ardından Tabula Peutingeriana [Peutinger Haritası] adı verilen bir Roma haritasında resmedilmiştir. Bu çok karmaşık haritada üst kısım Avrupa’yı, alt kısım Afrika’yı temsil eder, ama demiryolu haritasındaki durum burada da söz konusudur: İki kıyıyı birbirinden ayıran, nehir benzeri şekil Akdeniz’i temsil eder. Hiç kimse Mare Nostrum’u7 devamlı olarak geçen Romalıların veya ortaçağdaki deniz devletlerinde yaşayan denizcilerin Akdeniz’in bir nehir kadar dar olduğunu sandıklarına inanmaz. Burada önemli olan insanların kıtaların şekline ilgi duymayıp sadece Marsilya’dan Ceneviz’e gitmenin mümkün olduğunu bilmek istemeleriydi.
Orvieto Katedrali’nde bulunan ve Keşiş Angelico tarafından yapılmış olan Havarilerin Arasında Yargıç İsa eserine bakalım. İsa’nın elinde tuttuğu (ve genelde hükümdarın gücünün simgesi olan) yerkürenin üzerinde ters bir T-şekilli harita vardır. İsa’nın nereye baktığına dikkat edilirse dünyaya baktığı görülür; dolayısıyla dünyanın bizim gördüğümüz şekilde değil de İsa’nın onu yukarıdan gördüğü şekilde, yani ters olarak resmedildiği anlaşılır. Eğer bir yerkürede T-şekilli bir harita resmedildiyse, burada kastedilenin bir kürenin iki boyutlu resmi olduğu anlaşılır. Bu delil kimileri tarafından yetersiz sayılabilir, çünkü bu fresk 1447 yılma, dolayısıyla ortaçağın geç dönemine aittir. Ama Liber Floridus’ta [Çiçekler Kitabı] yüzeyinde bu türden bir harita olan haçlı bir yerküre vardır ve bu eser XII. yüzyıla aittir.
Ortaçağ kimsenin kendi köyünün dışına çıkmaya cesaret edemediği bir dönem değildi
Bu çağın -hele de Marco Polo düşünülürse- büyük yolculukların dönemi olduğu çok iyi bilinir. Ortaçağ edebiyatı, efsanevi ayrıntılar açısından zengin olsa da, büyüleyici yolculuk hikâyeleriyle doludur; Vikingler ve İrlandalı keşişler arasında ve tabii İtalya’nın deniz devletlerinde müthiş denizciler vardı. Ama ortaçağ her şeyden önce hac yolculuklarının çağıydı; hiç varlıklı olmayan insanlar bile Kudüs, Santiago de Compostela veya çeşitli azizlerin mucizevi kutsal emanetlerinin saklandığı başka ünlü kutsal yerlere yaptıkları tövbe amaçlı yolculukları yürüyerek gerçekleştirirdi. Nitekim hacıların ziyaret alanlarının etrafında yollar ve konaklama işlevi gören manastırlar inşa edilir, hatta yol boyunca görülmesi gereken yerleri içeren son derece ayrıntılı rehberler yazılırdı. Büyük din merkezlerinin ziyaretçi çekecek kutsal emanetler elde etmek için birbirleriyle yarışması, hac yolculuklarını hem dini cemaatleri hem de yerleşim alanlarını ilgilendiren gerçek bir endüstri kolu haline getirmişti. Friedrich Barbarossa’nın şansölyesi Reinald von Dassel, Üç Müneccim Kral’ın cenazelerini Milano’dan alıp Köln Katedrali’ne götürmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Ortaçağla ilgili olarak gözlemlenen asıl olgu, insanların yakınlardaki merkezlere değil de, onları çok daha uzaklara götürecek yolculuklara çıkmak için daha çok fırsata sahip olduğudur.
Ortaçağ sadece mistiklerin ve katılık yanlılarının dönemi değildi
Önemli azizlerin ve kilisenin gücünün tartışmasız olduğu, büyük manastırların ve kent piskoposlarının büyük nüfuz sahibi olduğu bir dönem olan ortaçağ, sadece katı geleneklerin söz konusu olduğu, fiziksel cazibeye ve özellikle duyusal bazlara tamamıyla duyarsız bir çağ değildir. Her şeyden evvel, Provence’ın trubadur şairleri ve Alman minnesanger’ler erişilmez kadınlara beslenen iffetli, ama saplantılı bir tutku olan ortaçağ romansını [amor cortese] yaratırlar, ancak birçoklarına göre onlar aynı zamanda kelimenin modern anlamıyla romantik aşkı [amore romantico], doyumsuz ve yüceltilmiş arzuyu da yaratır. Ancak Tristan ve İsolde, Lancelot ve Guinevere, Paolo ve Francesca gibi hikâyeler de bu dönemde ortaya çıkar. Burada aşk sadece ruhsal değildir; duyuların mest olması ve fiziksel temastır; Goliard şairlerinin cinselliği yüceltmesi hiç de iffetli değildir.
Yılda bir defa da olsa, halkın en alt tabakalarının kuraldışı davranma izni verilen karnaval gösterileri ne ılımlı ne de iffetliydi; köylülerin alaya alındığı hiciv yazılarında müstehcen terimlerden veya bedensel ayıpların tasvirinden kaçınılmazdı. Kısacası ortaçağ, erdemli davranış olarak görülen, telkin edilen ve talep edilen ile bazen en ufak bir ikiyüzlülükle bile gizlenmeye gerek görülmeyen gerçek davranışlar arasında sürekli bir çelişkinin yaşandığı çağdır. Mistikler bekâret vaaz edip bunu din adamlarına şart koşarlar, ama öykü yazarları papazlar ile keşişleri pisboğaz ve ahlaksız olarak tasvir ederdi.
Öte yandan ortaçağın klişelere indirgenmemesi gerektiği mistiklerin davranışlarında kendini tam olarak gösterir. Örneğin Sistersiyan ve Chartreux tarikatları özellikle XII. yüzyılda lükse ve kiliselerin süslenmesinde figüratif araçların kullanımına çok karşı çıkarlardı. Bu sırada Aziz Bernard ile diğer katılık yanlıları da bunları inananların dikkatini dualardan başka yere çeken superfluitates, yani gereksiz şeyler olarak görürdü. Ama bütün bu hükümlerin yanında bile süslerin güzelliği ve göze hoş görünmesi asla inkâr edilmez, hatta karşı konulmaz bir cazibeye sahip oldukları bilindiği için onlarla mücadele edilirdi. Hugues de Fouilloi bu konuyla ilgili olarak mira sed perversa delectatio’dan; yani sapkın, ama harika bir zevkten söz eder. Sapkın, ama harika. Aziz Bernard da keşişlerin bu dünyadan feragat etmekle nelerden vazgeçtiğini anlatırken bu ruh halini teyit eder: “Halktan ayrı olan biz keşişler, İsa adına dünyanın değerli ve yanıltıcı olan her şeyinden vazgeçen bizler, İsa’yı kazanmak adına güzelliğiyle parlayan, seslerinin tatlılığıyla kulağı okşayan, hoş kokan, tatlı bir tadı olan, dokunması zevkli olan, yani bedeni okşayan her şeyi pislik gibi gören bizler,...” (Apologia ad Guillelmum abbatem). Tiksinti derecesinde bile olsa, vazgeçilen şeyler konusunda güçlü bir duygu ve hafif de olsa bir özlem kendini hissettirir. Ancak Apologia ad Guillelmum’un başka bir sayfası, estetik duyarlılık konusunda daha aşikâr bir belge sunar. Aziz Bernard fazla büyük olup fazla sayıda heykelle donatılmış olan mabetlere saldırırken bize romanesk heykellerle dolu bir görüntü sunar ve böylelikle tasvir eleştirileri konusunda bir örnek sunar. Görmek istemediği şeyleri reddettiklerini tasvir ederken de bu kadar incelikli bir şekilde analiz etmeyi başaran bu adamın bunları hor görmesinin ne kadar paradoksal olduğunu gösterir: “Vaizlerin devasa yüksekliğinden, ölçüsüz uzunluklardan, orantısız genişliklerden, enfes inceliklerden, dua edenlerin bakışlarını çeken ve ibadetlerine engel olan ilginç resimlerden hiç söz etmeyelim (...) Altın kaplama kutsal emanetler dikkat çeker ve çantalar açılmaya başlar. Bir azizin veya azizenin harika görüntüsü sunulur ve azizler ne kadar renkliyse o kadar inandırıcı olurlar!...) İnsanlar koşarak gelip onları öper, bağışta bulunmaya davet eder ve kutsal olana saygı göstermekten çok, güzele hayran kalırlar!...) Papazların ayin yönettiği manastırlarda bu gülünç ucubelerin, o tuhaf şekilsiz kıvrımların veya kıvrımlı şekilsizliklerin ne işi var? Berbat maymunların orada ne işi var? Ya vahşi aslanların? Ya korkunç kentaurların? Ya yarı at yarı insan olanların? Ya benekli kaplanların? Ya savaşan askerlerin? Ya trompetli avcıların? Tek bir başın altında birçok vücudun veya tek bir vücudun üzerinde birçok başın görüldüğü olur. Bir yandan yılan kuyruklu, dört ayaklı bir hayvan, diğer yanda dört ayaklı, hayvan başlı bir balık görülür. Bir hayvan ata benzer, ama arka tarafı yarı keçidir, bir başka boynuzlu hayvanın arka tarafı ise bir atınki gibidir. Kısacası her yerde o kadar büyük ve tuhaf bir biçimsel heterojenlik vardır ki, mermerleri okumak kutsal metinleri okumaktan daha zevkli hale gelir ve Tanrı’nın yasaları üzerinde düşünüleceğine bütün gün bu görüntüler teker teker, hayranlıkla incelenir.”
Bu sayfaların o dönemin kurallarına uygun yazı tarzına bir örnek oluşturduğu kesin; yine de bunlar Bernard’ın büyüsünden bir türlü kurtulamadığı bir şeyle uğraştığını da ele verir. Zaten Aziz Augustinus da dua sırasında kutsal müziğin güzelliğiyle baştan çıkmaktan sürekli korkan inançlı insanın içindeki çatışmadan söz eder ve Aziz Thomas, inananların duaya odaklanmasına engel olacak derecede şiddetli bir zevk veren enstrümantal müziğin ibadette kullanılmasına karşı çıkardı.
Ortaçağ daima kadın düşmanı değildir
Kilise Babaları seks konusunda derin bir nefret sergiler -öyle ki bazıları kendilerini hadım ettirirler- ve kadınlara daima günah kaynağı gözüyle bakardı. Bu mistik kadın düşmanlığı ortaçağ manastırında kesinlikle mevcuttur. Bunun için Odon de Cluny’nin (X. yüzyılda) aşağıdaki beyanatını hatırlamak yeterli olacaktır: “Vücudun güzelliği tamamıyla ciltten kaynaklanır. Aslında insanlar, Beotya vaşakları gibi içsel bir görüşe sahip olup cildin altında nelerin olduğunu görseler, bir kadının görüntüsü bile onlara mide bulandırıcı gelecektir: Bu kadınsı zarafet balgam, kan, sarı öd ve siyah ödden başka bir şey değildir. Burun deliklerinde, boğazında, karnında nelerin gizlendiğini düşünün: Her yer pislik dolu. Nasıl oluyor da, kusmuğa veya dışkıya parmağımızın ucuyla bile dokunmaktan tiksinen bizler, kollarımızın arasında dışkı dolu bir çuval tutmayı arzulayabiliyoruz!” İffetli keşişlerin bu konudaki düşünceleri de yeterli değildir, çünkü kadınlara karşı en amansız metin, Giovanni Boccaccio’nun XIV. yüzyılda yazılmış Corbaccio eserinde bulunur.
Ancak ortaçağ, kadının hem ortaçağ romansı hem de Stünovo şairleri tarafından en tutkulu şekilde yüceltildiği dönemdir aynı zamanda: Dante’nin Beatrice’yi ilahileştirmesi buna örnektir. Burada söz konusu olan sadece şiirsel veya din dışı bir hayal gücü de değildir, çünkü manastır çevrelerinde de, krallarla haşır neşir olan ve bilgeliğiyle mistik coşkusundan dolayı kulak verilen Bingenli Hildegard veya Caterina da Siena gibi kişilerin önemini hatırlamak gerekir. Eloisa, hocası Petrus Abelardus’la tensel bir ilişki yaşadığında kendini henüz dini bir yaşama adamamış bir genç kız olarak üniversitede eğitim alıp erkek meslektaşlarının hayranlığını uyandırıyordu. Bologna Üniversitesi’nde ders verenler arasında XII. yüzyılda Bettisia Gozzadini adında bir kadının olduğu, XIV. yüzyılda ders veren Novella d’Andrea’nın ise olağanüstü güzelliğiyle öğrencilerin aklını karıştırmamak için yüzünü bir peçeyle örttüğü söylenir.
Mistikler bile kendilerini kadınların cazibesinden kurtaramıyorlardı, çünkü her ne kadar mecazi anlamda yorumlanmak istense de, fiziksel güzelliği apaçık bir şekilde yücelten Canticum Canticorum [İlahilerin İlahisi] eserini yorumlamaları gerekiyordu. Canticum, birçok dindar İncil yorumcusunun rüyasına girmiş ve onları kadınsı zarafetin, temsil ettiği içsel fazileti uyandırabileceğini kabul etmeye zorlamış olmalıdır. Hoylandlı Gilbert de, bilinçaltında bir muzırlığın yattığından şüphelenmenin hiç de zor olmadığı bir ciddiyetle yine Canticum’u yorumlarken, çekici görünmek için kadın göğüslerinin sahip olması gereken doğru oranı tasvir eder. Bu tasvirden ortaya çıkan fiziksel ideal, ortaçağ minyatürlerindeki, göğsü bastırıp yükselten dar korseler giyen kadınlara çok benzer: “Biraz yükseltilen ve makul derecede şişkin duran, zapt edilen, ama bastırılmayan [repressa sed non depressa, manastır retoriğinin küçük bir şaheseri sayılır], hafiften bağlı duran ve dalgalanmaya bırakılmamış göğüsler güzeldir” (Sermones in Canticum).
Ama tabii ortaçağın 1000 yıl sürdüğünü ve çok daha kısa bir dönemi ifade eden günümüzde olduğu gibi bu bin yıllık dönemde bir yandan iffet gösterilerine, cinsellik karşıtı nevroza veya dünyaya karşı genel anlamda hissedilen nefrete; diğer yandan doğayla ve hayatla rahat bir uyuma rastlanabileceğini unutmamalıyız.
Ortaçağ, insanların yakıldığı ateşlerle aydınlanan tek çağ olmamıştır
Ortaçağda sadece dini nedenlerle değil, siyasi nedenlerle de insanlar yakılırdı; Jeanne d’Ark’ın duruşması ve mahkûmiyeti buna bir örnek teşkil eder. Papaz Dolcino gibi sapkınlar da birçok küçük çocuğa (sayısının 200 olduğu söylenir) tecavüz edip öldüren Gilles de Rais gibi katiller de yakılır.
Ancak ortaçağın “resmi” bitişinden 108 yıl sonra Roma’da, Campo dei Fiori’de Giordano Bruno’nun yakıldığını ve Galileo’nun mahkeme tarihinin de 1633 yani modern çağ başladıktan 141 yıl sonra olduğunu hatırlamak gerekir. Galileo yakılmaz, ama dini sapkınlıkla suçlanan Giulio Cesare Vanini 16I3’te Toulouse’da ve Manzoni’nin bize anlattığı üzere Giangiacomo Mora veba yaydığı suçlamasıyla 1630’da Milano’da yakılır.
Engizisyon (ve büyücülüğün nevrotik fenomenolojisiyle kadın düşmanlığı ve bağnaz karanlığın vahşi tanıklığı) konusunda en acımasız rehber olan, Kramer ve Sprenger’in korkunç Malleus maleficarum [Cadıların Çekici] eseri 1486 yılına aittir. Ayrıca cadılara uygulanan en amansız zulüm ve yakılarak öldürülme olayları Rönesans’tan itibaren gerçekleşmiştir.
Ortaçağ sadece Ortodoksluğun egemen olduğu bir dönem olmamıştır.
Ortaçağ konusunda yaygın olan başka bir düşünceye göre, bu dönem dünyevi ve ruhani bir güç piramidinin sıkı kontrolü altındaydı; derebeyler ile vasalları arasında katı bir ayrım vardı ve tabanda en küçük bir tahammülsüzlük veya isyan işareti yoktu. Bu olsa olsa herhangi bir yüzyılda yaşayıp ihtilaflar, isyanlar ve tartışmalar konusunda tahammülleri olmayan tutucu insanların ortaçağ konusunda özlem duydukları bir hayal olabilir.
Ortaçağda kralların gücüne sınırlama getirilmiş olması -çünkü İngiltere’deki Magna Carta’nın tarihi 1215’tir- ve Germen İmparatorluğu’na karşı şehir devletlerinin özgürlüklerinin talep edilmesi bir yana, ortaçağda yoksullar ilk defa güçlülere karşı bir tür sınıf savaşı yürütmeye başlamış; ancak yenilikten yana olduklarını iddia etseler de, genelde sapkın sayılan dini düşünceleri temel almışlardır.
Tüm bunlar ortaçağ binyılcılığıyla ilgilidir, ama binyılcılığı anlamak için, tarihin veya yönünün icadı olarak tarif edebileceğimiz şeyin ortaçağa, daha doğrusu Hıristiyanlığın kökenlerine ait olduğunu kabul etmek gerekir. Pagan kültürü tarihsiz bir kültürdür. Jüpiter zaten vardır. İnsanların küçük işleriyle uğraşır, bireysel kaderlerini değiştirse de dünyanın gidişatına karışmaz. Efsanelerde, geçmişte kalmış olaylar anlatılır. Hiçbir şey geri döndürülemez. Bazen tanrılar taahhütler verir ve olayların nasıl sonuçlanacağını garanti eder (Odysseus evine dönecektir, tanrıça sözü), ama olaylar sadece bireyleri veya birey gruplarını ilgilendirir. En büyük tarihi fresk Aeneis’tir, burada Venüs’ün Aeneis’e verdiği söz bütün bir halkın kaderini ilgilendirir; fakat Vergilius sadece Aeneis’ten Augustus’a kadar uzanan olayları anlatır. Romalıları tarihi bir kaderin beklediğine söz verilir, ama bu kader anlatıldığı anda zaten gerçekleşmiştir, Ecloga IV de şimdiki zamanla ilgilidir (onu eskatolojik bir belge olarak yorumlama ve Vergilius’un yazılarında gelecekle ilgili dilekleri vurgulama görevi ortaçağ âlimlerine düşecektir).
Hıristiyan tarih anlayışının kökeninde ise Yahudi peygamberlerin felsefesi vardır: Bütün dünyanın değil de bir halkın kaderiyle ilgilidir, ama kurtarıcı bir Mesih’in geleceğine dair bir taahhüt genelde devrimci bir eskatoloji içerir. Dolayısıyla nihai sonuç yıkıcı bir gücün etkisi altında gelişecektir ve mucizevi güçleri olan savaşçı kral Roma’nın gücünü yok edecektir.
Hıristiyanlıkla beraber insanlık tarihinin bir başlangıcı (Yaratılış), bir kazası (İlk Günah), merkezi bir düğümü (Diriliş ve Günahlardan Arınma) ve gelecekle ilgili bir umudu (Muzaffer İsa’nın dönüşüne giden yol, İsa’nın Dönüşü, Kıyamet Günü ve zamanın sona ermesi) olur.
Tarih duygusu, özellikle Vaftizci Yahya’ya atfedilen Vahiy adlı ileriyi gören korkunç bir metine dayalı olarak doğar ve şekillenir ve Patristik bir incelemeyle devam edip Aziz Augustinus’la zirveye ulaşır. Yeryüzü üzerinde imparatorluklar birbirini izler ve sona erer, yüzyıllar boyunca var olan tek şey Tanrı Devleti’dir; ona paralel olarak var olan veya yansıması olan dünyevi hayatın aksidir. Bütün bunların XVIII. yüzyıl ile XIX. yüzyıl arasında, önce romantik ve idealist doktrinlerle, daha sonra da Marksizm yoluyla şekillenecek olan seküler ve liberal dünya tarihinin tamamıyla karşıtlık içerisinde olduğu açıktır. Ancak insanlığın, bir başı ve bir sonu olan hareketli olaylar dizisi olarak tarih duygusunun, ileride gerçekleşecek olaylarla ilgili kehanetler içeren ve tarihin Tanrı ile Şeytan, Kutsal Kudüs ile Babil arasında sürekli bir çarpışmanın mekânı olduğunu söyleyen Vahiyle doğduğuna şüphe yoktur.
Yine de ortaçağ bu metini iki şekilde yorumlayacaktır. Bir tarafta “Ortodoks” yorum vardır ve Augustinus’un De Civitate Dei [Tanrı Devleti] eserini temel alır; diğer tarafta dışlanmışların, dini sapkınların yorumu vardır. Yüzyıllar geçtikçe devrimci veya beyin yıkayan katı dini programları oluşturmak için Vahiy’i temel alacaklar ve kiliseyi, yozlaşmış ruhban sınıfını ve geçici iktidarı dünyevi kentin veya Babil’in temsilcileri olarak göreceklerdir. Her iki akımda da umut ve korku söz konusu olacaktır: Umut vardır, çünkü Vahiy nihai kurtuluş sözü verir. Hem resmi kilise içindekiler hem de kilisenin katledip mücadele edeceği birlikleri oluşturmak için kiliseye karşı olanlar, dünyevi seçilmişlerden oluşan, tanıdık bir dünyevi cemaat sözü verir. Korku vardır, çünkü tarihin nihai çözümüne giden yol, meçhul ve korkunç olaylarla doludur (ve Vaftizci Yahya o korkunç olayların hiçbirini bizden esirgemez).
Vahiy’i ortaçağ açısından bu kadar çekici kılan yirminci bölümdeki temel muğlaklıktır. Harfiyen yorumlandığı zaman, bu bölümde insanlık tarihinin bir noktasında Şeytan’ın 1000 yıllığına tutsak edildiği söylenir. Şeytan’ın tutsak kaldığı dönem boyunca dünyada İsa’nın krallığı gerçekleşir. Sonra Şeytan bir süreliğine serbest bırakılır, ama hemen sonrasında yeniden yenilgiye uğratdır. Bu noktada İsa, Kıyamet Günü’nü başlatacak, dünya tarihi sona erecek ve (yirmi birinci bölümün başındayız) yeni bir gökkubbe ile yeni bir dünya ortaya çıkacak, yani Kutsal Kudüs gerçek olacaktır.
Bu anlatımla ilgili bir yoruma göreyse, Mesih’in ikinci gelişini ve (birçok antik dinin müjdelediği) 1000 yıllık altın çağı, dolayısıyla da Şeytan’ın ve sahte peygamberin, (zamanla ona verilecek olan isimle) Sahte İsa’nın endişe verici dönüşünü ve en sonunda da Kıyamet Günü’yle zamanın sona erişini beklemek gereklidir. Fakat Augustinus başka bir yorum önerir: 1000 yıllık dönem, İsa’nın Dirilişi’nden tarihin sonuna kadar olan dönem, dolayısıyla Hıristiyanların şu anda yaşadığı dönemdir. Ama bu durumda 1000 yılı bekleyişin yerini Şeytan’ın dönüşünü ve dünyanın sonunu bekleyiş alır.
Vahiy’in ortaçağdaki hikâyesi bu iki yorum arasında, aşırı coşku ile çöküntü arasında gider gelir ve daimi bir bekleyiş ve gerilim duygusu yaratır. İsa ya dünyada 1000 yıl hüküm sürmek için ya da şu anda sürmekte olan 1000 yılı sonlandırmak için gelecektir, ancak her koşulda gelişi beklenmektedir. Geri kalan her şey mistik takvimin zaman kavramı konusunda uzun tartışmalarından oluşur.
Sadece dini dürtülerden değil, toplumsal haksızlıkların neden olduğu tahammülsüzlüklerden de kaynaklanan ortaçağın tüm dini sapkınlıklarının kökeni binyılcılığa dayanır. 1000 yılından önce huzursuzluklar aç ve kendi başına bırakılmış bir insanlık tarafından edilgen bir şekilde yaşanıyordu; yeni binyılda ise toplum örgütlenmiş ve kentler bağımsız şehir devletleri haline gelmiş; zenginler, güçlüler, savaşçılar, din adamları, zanaatkârlar, çiftçiler ve haklardan yoksun kitleler olmak üzere çok çeşitli toplumsal farklılıklar oluşmuştur. Bu kitleler Vahiy’i, sanki doğrudan gayret göstererek elde edebilecekleri daha iyi bir gelecekle ilgiliymiş gibi, daha ayrıntılı bir şekilde okumaya başlamıştır. Burada söz konusu olan, sadece ekonomik amaçlarla düzenlenmiş toplumsal hareketler değil; belli belirsiz nüanslar sergileyen anarşist-mistik tepkilerdir: Katılık ile ahlaksızlık, adalet arzusu ile alelade eşkıyalık gelecekle ilgili ortak bir temelde bir araya gelir. Bu hareketler en çok da hızlı bir ekonomik ve toplumsal değişim sürecinden fazlaca etkilenen bölgelerde görülür. Topraksız çiftçiler, niteliksiz işçiler, dilenciler ve avare dolaşanlar, istikrarsız bir unsur oluştururlar; Haçlı Seferi’ne çağrı olsun, veba olsun, kıtlık olsun, her türlü huzursuz edici veya heyecan verici dürtü şiddetli tepkilere neden olur, genelde karizmatik bir liderin rehberliğinde radikal değişimlerin -bazen edilgen olmayan bir şekilde- gerçekleşmesini bekleyen bir grubun oluşmasına yol açardı. Böylece yüzyıllar boyunca huzursuzluk ve şiddet eğilimli, çılgınca umutlara sarılarak aşırı fedakârlıklara hazır insanlardan oluşan topluluklar oluştu. Binyılcılık ve altın çağ beklentisi, kralların, prenslerin ve derebeylerinin olmayacağı, sınıfsız bir toplumun gerçekleşeceğine dair inancın ortaçağ versiyonudur. Bu şekilde halkçı-komüncü eğilimler, Vahiy’den gelen yankılarla Cola di Rienzo’dan Savonarola’ya kadar birçok farklı halk hareketine girmiş olur. Böylece Gioacchino da Fiore’nin binyılcı kehanetine uyan katılık yanlısı Fransiskanlar, Vahiy’e olan inançlarıyla Gioacchino’nun sözlerini benimser, XIV. yüzyılda da papaz Dolcino ve taraftarları Gioacchino’nun müritleri haline gelirler: Bu tür hareketlerin kökeninde daima dünyanın kısa sürede sona ereceğine, Kutsal Ruh’un çağının başlayacağına ve papa ile kilise liderlerinin Sahte İsa’yla özdeşleştirildiğine dair temel varsayımlar vardır.
İtalya’da XIII. yüzyılda, Ortodoks bir ortamda ortaya çıkan, kendilerini kırbaçlayan Flagellant akımı Vahiy’den aldığı ilhamla devrimci temelli anarşist-mistik bir hareket olarak Almanya’ya yayılır. XIII. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya yayılacak olan Özgür Ruh Kardeşleri veya “Begardiler” ve Amaury de Bene’in müritleri olan Amaurienler’in de dayanağı belirgin bir biçimde Vahiy’dir. Belli bir topluluğun katılık temelinde kendini tek meşru kiliseyle özdeşleştirdiği bu türden isyanlar ortaçağda sık sık görülür (işin tuhaf tarafı, bu katılık sıklıkla cüretkârlığa dönüşür; sanki insanın ruhsal olarak mükemmel olduğunun bilinci, bedensel zayıflığı meşru kılıp daha büyük bir ahlaksızlığa izin veriyordu). Ortaçağın sonuna doğru ve modern çağın şafağında Vahiy’e dayalı binyılcılık ile siyasi hareketler arasında giderek daha yakın bağlar oluşur. Buna örnek olarak, Bohemya’da radikal Husçu kanadını (Taboritler), XVI. yüzyılda önce köylülerin isyanını ve Vahiy’e dayanarak kendini “Tanrı’nın düşmanları biçmek için bilediği tırpan” olarak tanımlayan ve binyılın eşitliğe dayalı, komüncü bir toplum olacağını düşünen vaiz Thomas Müntzer’i verebiliriz (bu binyıl Marksist düşünürler tarafından da böyle değerlendirilecektir).
Ancak ortaçağın bir başka temel çelişkisi üzerine de düşünmek gerekir: Bu çağ bir yandan tarih duygusunu ve geleceğe, değişime doğru bir hareketi geliştirirken diğer yandan yoksul kesimin büyük kısmının ve tabii manastırlardaki ruhban sınıfının, ebedi mevsim döngüsüne ve gün içinde ibadet saatlerine göre -sabah: duası, şafak duası, erken sabah duası, sabah ortası duası, öğlen duası, öğleden sonra duası, akşam duası, son dua- yaşadığı bir çağdır.
Ortaçağdan Bize Kalanlar
O kadar uzak bir geçmişte kalmış gibi duran bu çağın mirasını kullanmaya bugün de devam ediyoruz. Her ne kadar başka enerji kaynaklarıyla tanıştıysak da, antikçağlarda ve Çin ile İran’da billinen, ama Batı’da sadece 1000 yılından sonra ortaya çıkıp geliştirilen su değirmenlerini ve rüzgâr değirmenlerini kullanmaya devam ediyoruz. Hatta petrol kriziyle rüzgâr enerjisi yeniden ciddi bir şekilde düşünülmeye başlandığına göre, bu miras işimize yaramaya devam edecek demektir.Ortaçağ, Arap tıbbından çok şey öğrenmiştir, ama 1316’da Mondino de Liuzzi anatomi üzerine bir eser yayımlamış ve insan vücudu üzerindeki ilk anatomik disseksiyonları uygulayarak anatomi bilimiyle modern anlamda cerrahi uygulamaları başlatmıştır.
Topraklarımızın her yerine romanesk manastırlar dağılmış durumdadır ve şehirlerimizde, inananların günümüzde bile ibadetlerini yerine getirmeye devam ettikleri görkemli Gotik katedraller bulunur.
Ortaçağda şehir devletlerinin tanıdığı haklarla tüm yurttaşların şehrin kaderine özgür bir şekilde katılmaları sağlanır; o hükümet konakları günümüzde hâlâ yerel yönetimlerimiz için birer merkez görevi görmektedir. İlk üniversiteler de bu şehirlerde doğar; ilk üniversite, daha başlangıç aşamasında da olsa, 1088 yılında Bologna’da ortaya çıkar ve ilk defa hem devletin hem de kilisenin kontrolü dışında hocalarla öğrencilerden -birinci grup ekonomik açıdan ikinci gruba bağımlıdır- oluşan bir topluluk meydana gelmiş olur.
Yine bu şehirlerde iç ve dış ticaretle gelişen bir ekonominin çeşitli şekilleri doğar ve bankalarla beraber kredi mektupları, çekler ve senetler ortaya çıkar. Günümüzde hâlâ kullanmaya devam ettiğimiz sayısız ortaçağ icadı arasında şömine, kâğıt (parşömenin yerini aldı), Arap rakamları (Leonardo Fibonacci’nin Liber Abaci [Hesap Kitabı]8 kitabı aracılığıyla XIII. yüzyılda benimsendi), çift kayıt sistemi ve Guido d’Arezzo yoluyla müzik notalarının adı, ayrıca bazılarına göre düğmeler, külotlar, gömlekler ve eldivenler, mobilya çekmeceleri, pantolonlar, oyun kâğıtları, satranç ve pencere camları vardır. Yemek için masaya oturmaya ve (Romalılar uzanarak yerdi) çatal kullanmaya ortaçağda başlamış; mekanik saatlerimizin doğrudan atası olan maşalı saatleri de yine bu dönemde icat etmişizdir.
Devlet ile kilise arasındaki tartışmaları ve farklı şekillerde de olsa bir zamanların bağnazlarının yarattığı mistik terörü yaşamaya devam ediyoruz; ayrıca hastaneleri ortaçağdan miras aldık ve turistik organizasyonlarımız da büyük hac yollarının yönetiminden ilham almıştır. Ortaçağ, Arapların araştırmalarını örnek alarak optik alanına çok ilgi gösterir ve Roger Bacon bunun dünyaya devrim getirecek yeni bir bilim alanı olduğunu söyler: “Bu, ilahiyat araştırmaları ve dünya için vazgeçilmez bir bilim alanıdır Görüş bize her şeyin çeşitliliğini gösterir; bu şekilde, deneyimle olduğu gibi, her şeyi tanımanın yolu açılır.” Optik alanındaki araştırmalar cam ustalarının deneyimiyle birleşince o zamandan beri temelde pek değişmemiş olan ve kökeni biraz karanlık olan bir şeyin (bazılarına göre 1317 yılında Salvino degli Armati, bazılarına göre de XIII. yüzyılda Keşiş Alessandro della Spina tarafından icat edildi) neredeyse şans eseri keşfine götürür: gözlük.
Gözlük kullanmaya devam ediyor olmamız bir yana, gözlüğün modern dünyanın gelişimine başka bir açıdan da çok büyük bir etkisi olmuştur. İnsanların büyük kısmı kırklı yaşlarından sonra presbiyopi [yakını düzgün görememe] sıkıntısı çeker; elyazmalarının kullanıldığı ve günün yarısının mum ışığında geçirildiği bir çağda âlimlerin faaliyetleri belli bir yaştan itibaren korkutucu derecede gerilerdi. Âlimlerin yanı sıra tüccarlar ve zanaatkârlar da gözlük sayesinde çalışma kapasitelerini oldukça artırmıştır Sanki o yüzyıllardaki entelektüel enerji aniden iki katma, hatta on katma çıkmıştır. Nazizmden kaçan ve Yeni Kıta’nın bilim ve tekniğini zenginleştiren birkaç düzine Yahudi bilim insanının Amerika’nın bilimsel gelişimine ne kadar büyük katkıda bulunduğu düşünülürse (sonuçta atom enerjisinin keşfini ve uygulamalarını büyük ölçüde onlara borçluyuz), gözlüğün icadının ne anlama geldiğini biraz olsun anlayabiliriz.
Son olarak, ortaçağın son yıllarında Batıda barut ortaya çıkmıştır (ama Çinliler tarafından muhtemelen zaten biliniyordu, çünkü havai fişek gösterilerinde kullanılıyordu). Böylece savaş sanatı değişime uğrar. Ortaçağın “resmi” bitişinden 18 yıl önce Ludovico Ariosto arkebüzün icadı karşısında şöyle diyecektir:
Hain ve çirkin icat
yüreklerde nasıl yer buldun?
Senin yüzünden askeri şan yok oldu
senin yüzünden askerlik mesleği şerefsiz,
senin yüzünden cesaret ve erdem azaldı;
kahramanların en doğru yol olarak gördüğü
kuvvet veya cürete artık
senin yüzünden savaş alanında ihtiyaç kalmadı
(Orlando Furioso, XI:26)
Bu korkunç kehanetle karanlık modern çağ da gerçek anlamda başlamış olur.
Ortaçağ Hangi Açılardan Zamanımızdan Farklıydı
Ortaçağ sadece öbür dünyayla ilgili sürekli bir gerilimi değil; bu dünyayla ve doğayla ilgili düşsel bir duyguyu da taşımıştır. Ortaçağ insanı dünyayı hem tehlikelerle hem de olağanüstü keşiflerle dolu bir orman gibi, yeryüzünü de muhteşem canavarların yaşadığı uzak ülkelerle kaplı bir yer gibi görürdü. Bu hayal gücü, ilhamını, klasik metinlerden ve sonsuz sayıdaki efsaneden alırdı ve dünyada çeşit çeşit yaratıkların yaşadığına kalpten inanılırdı: Sinosefaller, tek gözleri alınlarının ortasında Sikloplar, başları olmayıp ağızları ve gözleri göğüslerinde olan Blemmiyalar, alt dudakları uyurken güneşten korunmak için yüzlerinin tamamını kaplayacak kadar büyük olan yaratıklar, ağızları çok küçük olup sadece yulaf sapları kullanarak küçük bir delik yoluyla beslenebilen yaratıklar, kocaman kulaklarıyla vücutlarının tamamını örtebilen Panotiuslar, koyun gibi dört ayak üzerinde yürüyen artabantiler, kanca burunlu, alınlarında boynuz olan ve ayakları keçilerinkini andıran satirler ve tek ayakları olan, ama yere uzandıkları zaman güneşin ısısından korunmak için o ayaklarının gölgesinden yararlanan Skiapodlar.Ortaçağ bütün bunlardan, hatta daha fazlasından oluşan bir harikalar yelpazesine sahipti (Aziz Brendan’ın uzak denizlerde yol alırken uğradığı, ada şeklinde balinalar veya değerli taşlar açısından zengin uzak Asya ülkeleri ve buna benzer hayal ürünleri). Bu kadarla kalsaydı, bu harikalar Antik veya Helenistik dönemi büyülemiş olan harikalardan farklı olmazdı; fakat ortaçağ bu harikalar repertuarını manevi bir keşif şeklinde yorumlamayı başarmıştır.
Ortaçağ psikolojisinin bu özelliğini kimse Ortaçağın Günbatımı kitabında Huizinga’nın ifade ettiği kadar iyi anlatmamıştır: “Ortaçağ ruhu, Aziz Pavlus’un Korintoslulara söylediklerine inandığı kadar başka hiçbir büyük hakikate inanmadı: Videmus nunc per speculum in aenigmate, tunc autem facie ad faciem (Biz şimdi bir ayna ve muammalar yoluyla görüyoruz). Ortaçağ, anlamı sadece o andaki işlevi ve somut şekliyle sınırlı olsaydı her şeyin anlamsız olacağını ve her şeyin kısmen ahirete uzandığını asla unutmadı. Bu düşünce bize de tanıdık gelir, ifade edilemeyen bir duygu gibidir; örneğin yağmurun ağaç yapraklarının üzerinde çıkardığı ses veya masanın üzerindeki lambanın ışığı sakin bir anda bize, pratik açıdan işe yarayan gündelik algılardan daha derin bir anlayış sağlar. Bu algı bazen hastalıklı bir sıkıntı halini alabilir ve bize her şeyi kişisel bir tehditle veya bilinmesi gereken, ama bilinemeyen bir gizemle yüklü olarak gösterebilir. Ancak daha çok, bizim varlığımızın da dünyanın o gizli anlamının bir parçası olduğuna dair huzurlu ve iç rahatlatıcı kesinlikte bir duyguyla içimizi dolduracaktır.”
Ortaçağ insanları anlamlarla, atıflarla, üst anlamlarla dolu, Tanrı’nın her yerde göründüğü, doğal dünyasında simgesel bir dilin konuşulduğu, aslanların sadece aslan olmadığı, cevizlerin sadece ceviz olmadığı, hipogriflerin aslanlar kadar gerçek olduğu, (çünkü daha üstün bir hakikatin varlığına inanılırdı) tamamı Tanrı’nın eliyle yazılmış gibi görünen bir dünyada yaşıyorlardı.
Nevrotik durumdan söz ettik, ama aslında burada söz konusu olan klasik dönem insanoğlunun efsane yaratma faaliyetlerini uzatma girişimiydi: Hıristiyan ethos’uyla uyumlu yeni figürler ve atıflar geliştiriliyor, geç klasik dönemin bir süre önce kaybettiği o ihtişam duygusu yeni bir doğaüstü duyarlıkla canlandırılıyor ve Homeros’un tanrılarının yerini Lucianus’un tanrıları alıyordu.
Bu anlamda ortaçağ insanı dünyayı dolduran bütün unsurlara -taşlara, bitkilere, hayvanlara- mistik bir anlam yükler.
Bu tavrın felsefi gerekçelerinin iki temel kökeni vardır. Bunlardan biri Yeni-Platonculuğa dayanır (Yeni Platonculuk, Sahte Dionysios Areopagites gibi ikinci elden de olsa, ortaçağ düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir). Tanrı’nın isimlerini, yani Tanrı’nın nasıl tasvir ve temsil edileceği konusunu sorgulayan Sahte Dionysos bu uzak, bilinmeyen ve tarifi imkânsız Tanrı hakkında şöyle der: “Gizem yoluyla öğretici olan sessizliğin ışıltılı kurumudur... apaydınlık karanlıktır... ne bir vücut ne bir figür ne de bir şekildir; miktarı, özellikleri veya ağırlığı yoktur; tek bir yerde değildir; görmez; dokunma duyusu yoktur; duymaz; hislere kapılmaz... ne bir ruh ne bir zekâdır; hayalgücü veya görüşü yoktur; ne bir sayı ne bir düzen ne de bir ölçüdür... ne bir madde, ne sonsuzluk, ne zamandır... ne karanlık, ne ışıktır, ne yanlışlık, ne de hakikattir.” Bu baş döndürücü ve mistik coşku sayfalar boyu sürer (Theologia Mystica).
Dolayısıyla bu erişilemez Tanrı bizimle doğrudan değil, simgeler yoluyla veya eksik bir şekilde de olsa, kendi kökenlerine atıfta bulunan doğal dünyanın farklı yönleri aracılığıyla bağlantı kurar; böylece dünya (Hugue de Saint Victor’un dediği gibi) “Tanrı’nın parmağıyla yazdığı devasa bir kitap” gibi görünür ve Richard de Saint Victor’a göre de “Burada bulunan bütün görünür bedenler görünmeyen varlıklarla benzerlik taşır.” Dünyayı, simgeler barındıran bir yer olarak görmek, Dionysios’un öğretisini hayata geçirmenin ve Tanrı’nın isimlerini (ahlak, vahiy, yaşam kuralları ve bilgi kalıplarıyla beraber) geliştirip onlara anlam atfetmenin en iyi yoludur. Johannes Scotus Eriugena da yine Yeni-Platoncu bir bakışla “görünen ve cismani şeyler arasında görünmez ve cisimsiz bir varlığı temsil etmeyen yoktur,” demişti (De divisione naturae).
İkinci kaynak kutsal kitaplardadır ve onların en geniş çapta kuramsallaştırılması Augustinus’ta görülür. Eğer “videmus nuncper speculum et in aen igmate” (biz şimdi bir ayna ve muammalar yoluyla görüyoruz) doğruysa, kutsal kitapların söylemi de gizemlidir. Kutsal kitaplar sadece metafor ve mecazi anlamlara başvurmakla kalmazlar. Anlatılan olayların çoğu genelde harfiyen değil, daha üstün bir gerçeğin veya kavramın simgesi olarak görülmelidir. Ama İncil’de İsa’nın Doğumu veya Çilesiyle ilgili bazı olayların harfiyen anlaşılması gerektiğine göre, Augustinus hangi olayların gerçek değil de alegorik değere sahip olduğunu sorgular ve bunları ayırt etmek için çeşitli kurallar oluşturur: Olaylar inancın gerçekleriyle veya âdetlerle çelişir gibi göründüğü zaman, İncil gereksiz ayrıntılarla ilgilendiği veya edebi açıdan zayıf ifadeler kullandığı, nedensiz yere bir şeyleri tasvir etmek için fazla vakit harcadığı zaman o olaylar başka bir anlam taşır. Ve özel isimler, rakamlar ve teknik terimler gibi semantik açıdan zayıf ifadelerin mutlaka ikinci bir anlamı vardır.
Ancak İncil kişilerden, nesnelerden ve olaylardan söz ediyorsa, çiçeklerin, doğa mucizelerinin, taşların adını veriyorsa, matematiksel ayrıntılar kullanıyorsa, o taşın, çiçeğin, canavarın veya sayının gerçek anlamını geleneksel bilgilerde aramak gerekir. İşte bunun içindir ki, Augustinus’tan sonra ortaçağ, fiziksel dünyanın bütün unsurlarına mecazi bir anlam atfedebilmek için gelenekleri temel alan kurallar oluşturmak amacıyla kendi ansiklopedilerini oluşturmaya başlar. Bu şekilde onlarla hiç karşılaşılmasa bile Satirler ve Skiapodlar da, bestiarium [hayvan koleksiyonu], herbarium [kurutulmuş bitki koleksiyonları] ve lapidarium’lardaki [eski taş anıt koleksiyonu] hayvanlar, bitkiler ve taşlar da ruhsal bir anlam kazanırlar.
Bu ansiklopedilerde işlenen konular arasında (çağdaş terimler kullanmak gerekirse) gök kubbeler, coğrafya, demografi ve e’ınografı, antropoloji ve insan fizyolojisi, zooloji, botanik, tarım, bahçıvanlık, doğal farmakope, tıp ve sihir, mineroloji, mimarlık ve plastik sanatlar vardır. Ancak bu ansiklopedileri modern ansiklopedilerden ayıran bir özellik vardır; o da, gerçekte var olanları değil de insanların geleneksel olarak var olduğuna inandıkları şeyleri kayıt altına almayı amaçlamalarıdır (ve timsah ile şahmerana eşit anlamda yer ayırmalarıdır).
Dolayısıyla ortaçağ insanı “konuşan” bir dünyada yaşar ve Tanrı’nın sözlerini bir yaprağın hışırtısında bile duymaya hazırdır.
Ancak daha önce de ifade edildiği gibi, ortaçağ tek bir çağ değildir ve onu XII ile XIII. yüzyıllar arasında gören bu simgesel bakış açısı en azından üniversitelerde giderek zayıflar ve yerini daha natüralist açıklamalara bırakır. Ancak farklı ortaçağları birbirinden ayırt etmeyi zorlaştıran şey; doğayı Aristotelesçi felsefe açısından yorumlamaya çalışan filozofun, kenarlarında efsanevi yaratıkların resimlerinin bulunduğu eski elyazmalarına veya dua kitaplarına başvurabilmesi, ancak onları ciddiye alıp almadığını bilemememizdir. Öte yandan günümüzde de, laboratuarlarından çıkıp el falına baktırmaya veya ruh çağırma seanslarına giden bilim adamlarının sayısı az değildir.
Ortaçağın gelenek ve yenilik kavramı çağımızınkine kıyasla çok farklıdır. Görüleceği üzere, ortaçağda bizim “devlerin omuzları üzerinde cüceler” olduğumuza, yani bizden öncekilere göre daha çok şey gördüğümüze inanılır, ancak bunun tek nedeni daha öncekilerin bilgilerine dayanıyor olmamızdır. Bu anlamda ortaçağ yazarları sık sık ve köklü yenilikler getirir ve bunu yaparken de hep kendinden öncekilerin söylediklerini yorumlar veya açıklar gibi yaparlar ve belki de buna inanırlar, çünkü otoritenin her an her yöne dönebileceğini varsayarlar. Non nova sed nove özdeyişi bu süreci şöyle açıklar: yazar geleneklere göre farklı bir şey demediğini, onu sadece farklı bir şekilde söylediğini varsayar.
Genelde ortaçağ yazan bir şeyin “hakiki” olduğunu söylediğinde bizim yüklediğimiz anlamı yüklemez (bize göre bir belgenin hakiki olması için atfedildiği kişiye ait olduğu kanıtlanmalıdır); ortaçağ yazarı ise o şeyin gerçek olduğunu söylemek ister. Dolayısıyla ortaçağ insanı için hakiki olan, yorumcunun gerçek olduğuna inandığını öne sürdüğü yorumdur.
Bu varsayımlar göz önüne alınmazsa inanç ile akıl arasındaki ilişki veya inanç gerçeğinin akıl yoluyla ispatlanması konusundaki bütün o tartışmaların asıl minvali kavranamaz ve ortaçağın sözde akılcılığı ile modern çağın akılcılığını karşılaştırmak çok hatalı olur.
Ortaçağın güzellik ve sanat kavrayışı bizimkinden farklıydı. Örneğin, bizim yaptığımız gibi sanat ile güzellik doğrudan ilişkilendirilmezdi. Güzellik doğanın, dünyanın ve tabii Tanrı’nın özelliğiydi; birçok ortaçağ yazarı güzelliğin ölçütlerini (ve onu algılamamızı ve ondan zevk almamızı sağlayan psikolojik mekanizmaları) uzun uzun ve büyük bir hassasiyetle ele almıştır. Öte yandan ortaçağ insanı için sanat sadece bir teknikti, nesneleri kurallara uygun ve başarılı bir şekilde yapmak anlamına geliyordu; tekne yapımı da, resim de, heykeltıraşlık da birer sanattı ve bir sanat eseri sadece amaçlanan işlevi yerine getirdiği zaman güzel sayılırdı. Dolayısıyla çirkin, biçimsiz ve kötü olan da “güzel bir şekilde” resmedilebileceğine göre, ortaçağ insanı için sanat ile ahlak arasındaki ilişki de bizimkinden farklıydı.
0 yüzyıllarda yaşamın bir parçası olan çelişkilere dönmek gerekirse, bu konuda hiç kuşkusuz teologların da, şairlerin de görüşleri farklıydı; özellikle de şair, gezgin, bir din adamı olup yolculuk boyunca bir çoban kızla aşk yaşamaktan çekinmiyorduysa ve daha sonra onun güzelliğini şiirlerine konu edecektiyse...
Mantık ve retoriğin yanı sıra şiiri de içeren temel bilimler, resim ve heykeltıraşlık gibi el emeği gerektiren zanaatlardan ayrı tutuluyordu. Romanesk dönemin birçok heykeltıraşının, muhteşem katedralleri planlayan ve inşa eden büyük ustaların, büyük minyatür sanatçılarının adını bilmeyişimiz bundandır; Giotto örneğinde olduğu gibi, bazı sanatçıların örnek teşkil etmesi ve adlarının efsane hale gelmesi için ortaçağın olgunlaşmasını beklemek gerekmiştir. Temel bilimlerde durum farklıdır; dolayısıyla Provence şairlerinin ve şövalye romanlarının yazarlarının adlarını ve tabii Dante gibi bir şairin kendine yönelik farkındalığını biliriz.
Sonuç Olarak...
Ortaçağın ne olmadığını ve o dönemden günümüze nelerin ulaştığını söylemek kolay görünüyorsa da, bizi o yüzyıllardan ayıran farkları analiz etmek çok uzun sürebilir. Bugün ile babalarımızın yaşadığı 20-30 yıl öncesi arasındaki farklılıklar düşünüldüğünde bunların sorun teşkil etmemesi gerekir, ama yine de bu konuyla ilgilenmeliyiz. Aslında bu dönem kendi içinde de farklıydı, ama bunu belli etmemeye çalışıyordu. Modern çağ, içindeki çelişkileri sergilemekten hoşlanır; hâlbuki ortaçağ çelişkileri gizlemeye eğilimliydi. Ortaçağ düşüncesinin tamamı, mükemmel bir durumu ifade etmeye çalışır ve dünyayı Tanrı’nın gözünden gördüğüne inanmak ister. Yine de teoloji eserlerini ve mistiklerin sayfa sayfa yazılarını, Eloisa’nın müthiş tutkusuyla, Gilles de Rais’in çarpıklıklarını, Isotta’nın zinası, Keşiş Dolcino ile ona zulmedenlerin vahşetini, duyuların özgür zevkini yücelten şiirleriyle Goliardları, karnavalı, Deliler Bayramı’nı, piskoposlarla, kutsal metinlerle, ibadetle açıkça dalga geçen ve onların parodisini yapan neşeli hengâmeyi uzlaştırmak zordur. Dünyanın çok düzenli bir yermiş gibi sunulduğu elyazmalarını okuduğumuz zaman, kenarlarının dünyanın tepe üstü durduğu resimlerle veya piskopos kıyafetleri giydirilmiş maymunlarla süslenmiş olmasının nasıl kabul edilebildiğini anlamayız. İyilik, ne olduğu çok iyi bilinen ve salık verilen bir şeydiyse de, yaşamın farklı olduğu kabul edilip ilahi hoşgörüye sığınılıyordu. Sonuçta ortaçağ, Horatius’un Lasciva est nobis vita, pagina proba [Bizim hayatımız iffetsizdir, ama kâğıtlarda yazılanlar namusludur] şeklindeki özdeyişini tersyüz ediyordu. Bu uygarlıkta bir yandan vahşet, şehvet ve zalimlik sergilenirken, öte yandan Tanrı ve Tanrı’nın ödülleri ile cezalarına kalpten inanılarak dindarlığa dayalı bir hayat yaşanırdı ve uyulan ahlak idealleri büyük bir masumiyetle ihlal edilirdi.
Ortaçağ teori alanında Maniheist düalizmle mücadele eder ve kötülüğü -teorik açıdan- yaratılış planının dışında tutardı. Ama her gün kötülüğün farklı şekillerini uyguladığı için onun bu “rastlantısal” varlığıyla başa çıkmak zorundaydı. Dolayısıyla canavarlar ve ucubeler de yaratılış senfonisinin unsurları olup güzel sayılırdı; sessizlikler seslerin güzelliğini nasıl yüceltirse, onlar da mukayese yoluyla olumlu yönlerini öne çıkarırdı. Böylelikle tek tek bireyler kendileriyle barışık değilse de, bu çağ kendiyle barışık olduğu izlenimini veriyordu.
Ama bu bölümün sonuna gelirken, ortaçağ kültürünün tarihsel uzaklığı sayesinde bizden saklamayı başardığı ve sorunlarımızla ilgilendiğinden şüphelenmemize yol açan sürprizlerinden en azından birini sunmak isteriz.
Bu sürprizin sahibi kilise hekimi Aziz Thomas Aquinas’tır. Eğer Aziz Thomas’a kürtaj yapmaya izin olup olmadığı sorulsaydı hayır diyeceği kesindi. Benzer şekilde, dünyanın ebedi olup olmadığı sorulsaydı da hayır derdi; böyle bir şey İbn Rüşd’e özgü korkunç bir sapkınlık olurdu, hatta ebedi bir dünya bize bile mutlak bir materyalizm gibi görünmektedir. Hıristiyanlar dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığına inanır ve zaten Aziz Thomas da Yaratan Tanrı’ya İnancın Akla ters düşmediğini savunmuş, hatta onun tarafından onaylandığını göstermek için beş yol düşünmüştür. Ancak Aziz Thomas hem Summa contra gentiles [Kâfirlere Karşı] hem de De aeternitate mundi [Dünyanın Ebediliği Hakkında] adlı eserlerinde, dünyanın ebedi olmadığını gösterecek hiçbir geçerli akılcı sav olamayacağının da farkındadır. Dolayısıyla dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığına inandığı için, baş döndürücü bir keskinlikle dünyanın ebediyetinin, (ama Tanrı’yla aynı derecede ebedi olarak) onun ilahi irade tarafından yaratılmış olmasıyla çelişmediğini öne sürer.
Bu durumda Aquinas, hayatın başlangıcıyla ilgili sorun karşısında da aynı naif dürüstlüğüyle davrandı (ve muhtemelen kürtajla ilgili tartışmaları ne derecede etkileyeceğini düşünmedi).
Çok eskilere dayanan bu tartışma, insan ruhunun başlangıçtan beri Tanrı tarafından yaratıldığına inanan Origenes’le ortaya çıkmıştır. Yaratılış’taki (2:7) ifadenin de ışığında – “Ve Yaradan Rab zeminin tozundan insanı şekillendirdi ve onun burun deliklerine hayatın nefesini üfledi; ve insan yaşayan can oldu”- bu görüş hemen çürütüldü. Dolayısıyla Kutsal Kitap’ta Tanrı önce bedeni yaratır, sonra içine ruhu üfler. Yalnız bu durum ilk günahın aktarılması açısından bir sorun oluşturuyordu. Bundan dolayı Tertullianus babanın ruhunun tohum yoluyla babadan oğula “dönüştüğünü” savundu. Bu tutum da ruhun maddi bir kökeninin olduğunu varsaydığı için derhal sapkın ilan edildi.
Bu durumda zorda kalan Aziz Augustinus’tur, çünkü ilk günahın aktarılmasını reddeden Pelagiusçularla hesaplaşmak zorunda kalır. Zaten Augustinus bir yandan bedensel dönüşüme karşı yaratılışçı doktrini savunurken, diğer yandan bir tür ruhani dönüşümü kabul eder. Augustinus’un tavrı tüm yorumcular tarafından çok karmaşık kabul edilir. Aziz Thomas Aquinas ise kesin olarak yaratılışçı bir tutum sergileyecek ve ilk günah sorununu zarif bir şekilde çözecektir. İlk günah doğal bir enfeksiyon gibi tohum yoluyla dönüşür (Summa Theologiae, I-II, 81,1), ama bu durumun akılcı ruhun dönüşümüyle hiçbir ilgisi yoktur. Ruh, fiziksel bedene bağlı olamayacağı için yaratılmıştır.
Aristoteles geleneğine uygun şekilde Thomas’a göre, bitkilerin bitkisel bir ruhu olduğunu, hayvanların duyumsal ruhu tarafından özümlendiğini, insanlarda ise bu iki işlevin, insanoğlunu zekâ ve Hıristiyanlık anlayışına göre ruh sahibi yapan akılcı ruh tarafından üstlenildiğini hatırlayalım.
Thomas ceninin oluşumunu biyolojik açıdan değerlendirir: Cenin aşamalı olarak önce bitkisel, sonra da duyumsal ruh sahibi olduğu zaman Tanrı ona ruh verir. Bedenin bu şekilde tamamlanmasıyla da akılcı ruh yaratılır (Summa Theologiae, I, 90). Cenin sadece duyusal ruha sahiptir (Summa Theologiae, I, 76, 2 ve I, 118, 2). Summa contra gentiles’de de (II, 89) “ceninin başlangıçtan nihai şekline kadar geçirdiği ara şekillerden dolayı” yaratılışın aşamalı olarak gerçekleştiği söylenir.
Summa Theologiae’in ekinde (80, 4), günümüzde devrimci gelebilecek şu savın olması bundandır: Kıyamet Günü’nden sonra bedenimizin ilahi mutluluğa ulaşması için ölülerin bedenleri yeniden dirileceği zaman (Augustinus’a göre sadece mükemmel insan şekline sahip olarak, ama ölü doğanlar değil, ucubeler, sakatlar, kolsuz veya gözsüz doğanlar da tam bir güzelliğe sahip yetişkinler olarak yeniden canlanacağı zaman), ceninler “bedenin yeniden canlanmasına” dahil olmayacaklardır. Onlara henüz akılcı ruh üflenmediği için insan değildirler.
Dolayısıyla Thomas’ın tutumunun günümüzde çeşitli kilise ortamlarında sergilenen tutumdan farklı olduğu ve bugün seküler kültüre atfedilen teorilere çok daha yakın göründüğü hemen fark edilecektir. Çok eskilere dayanan bu tartışmada kimin haklı olduğuna burada karar verilmeyecektir. Ancak bu anlatılanlar temelinde “karanlık çağlar”dan söz ederken daha ihtiyatlı davranmamız gerektiği de kesindir.
Umberto Eco, Ortaçağ, Giriş Bölümü, Alfa Yayınları, 2014