26 Nisan 2019 Cuma

Klasik Osmanlı Düzeninin Çöküşü

Dilara Kahyaoğlu
1997-2003/....
Osmanlılar açısından dönüm noktası bir olay: Avrupa'nın keşifleri, yayılması
ve yeni tip bir sömürgeciliğin başlaması


Tarihçilerimiz Osmanlı tarihini genellikle “Kuruluş”, “gelişme”, duraklama” ve “gerileme”dönemleri biçiminde dönemselleştirmişlerdir. Bu dönemselleştirme siyasi, hatta daha ziyade askeri gelişmelere göre yapılmış bir dönemselleştirmedir.

Osmanlı devletinin kuruluşundan İstanbul’un alınarak bir imparatorluk haline gelişine kadarki dönem “kuruluş dönemi” (1299-1453), İstanbul’un alınışından Sokollu Mehmet Paşa’nın ölümüne kadar geçen, imparatorluğun hemen hemen en geniş sınırlarına ulaştığı dönem “yükseliş dönemi” (1453-1579), bu tarihten siyasi sınırların daralmaya başladığı 1699 yılına kadar geçen dönem “duraklama dönemi” (1579-1699) ve bu tarihten imparatorluğun büyük parçalar halinde parçalanmaya başladığının düşünüldüğü Küçük Kaynarca Antlaşmasına veya Yaş antlaşmasına kadar “gerileme dönemi” (1699 - 1774/1792/1878), bu tarihlerden itibaren I. Dünya Savaşı’nın bitiş tarihi olan 1918 yılına kadar olan dönemde “parçalanma ve çöküş dönemi (1774/1792 veya 1878-1918)” olarak adlandırılmakta veya bazı tarihçiler 1699’dan 1918’e kadar olan çok geniş bir süreyi “gerileme dönemi” olarak düşünmektedirler.

Bu dönemlendirmenin sağlıksız olduğu açıktır, hatta başlama ve bitiş tarihlerinde bile tam bir anlaşma söz konusu değildir. Bütün bunlar bir yorum meselesidir ve tarihçiden tarihçiye değişebilmektedir. Ayrıca bir ülkenin tarihini yalnızca askeri gelişmelere göre yorumlamak çok yetersizdir. Örneğin, askeri alanda gerileyen bir ülke başka alanlarda gelişme gösterebilir. Kendi tarihimizi düşünecek olursak; Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde yaşananları “gerileme”olarak yorumlamak doğru mudur? Can ve mal emniyetinin sağlanması, dinine ve diline bakılmaksızın insanlara eşit haklar verilmesi, anayasa yapılması, meclis açılması gerileme olarak yorumlanabilir mi? Ama diğer taraftan bu yıllar Osmanlı’nın en fazla toprak kaybettiği yıllardır.
Günümüzün önde gelen tarihçileri de artık Osmanlı tarihine bu şekilde yaklaşmamaktadırlar. Bu yetersizliğin sakıncalarını gidermek için sadece askeri ve siyasal alandaki gelişmeleri değil, ekonomik ve kültürel alandakileri de yorumlamaya çalışacağız. Şanslıyız çünkü, bu dönemde, askeri ve siyasi alanlardaki gelişmelerle ekonomik ve kültürel alandakiler hemen hemen aynı seyri gösteriyor. Diğer bir deyişle, bütün bu alanlarda aynı yönde bir bozulma kendini gösteriyor. 

Duraklama, adından da anlaşılacağı gibi artık gelişememe, yerinde sayma anlamına geliyor. Bu yerinde saymayı biz daha çok askeri alanda görüyoruz. Artık fetihler yavaşlıyor, deyim yerindeyse duruyor. Osmanlı en geniş sınırlarına ulaşmış ve daha öteye gidemiyor. Ama bu sadece bir gösterge, bize fazla bir şey açıklamıyor. Diğer bir deyişle biz sadece bir tespit yapmış oluyoruz: Osmanlı orduları yeni ülkeler fethedemiyor. Peki neden?

Şimdi bu nedenleri basitten karmaşığa doğru incelemeye çalışacağız.
Göstergemiz askeri başarıların durması olduğuna göre, ilk akla gelen neden, askerlikle ilgili nedenler oluyor.

Klasik Osmanlı Düzeninin Çöküş Nedenleri


İÇ NEDENLER

1. Askeri Nedenler

Klasik Osmanlı düzeninde ordunun yapısını hatırlayalım:
Ordu kabaca iki temel unsurdan oluşuyordu:
1) Kapıkulu askerleri (merkezde, ücretli, genellikle yaya, ateşli silah kullanıyor)
2) Tımarlı sipahiler (taşrada, dirlikli, atlı, geleneksel silahlar kullanıyor)

Biliyoruz ki, Fatih’ten sonra Kapıkullarının, Tımarlı Sipahiler karşısında ağırlıkları artmıştı. Ama Kapıkulları hiç bir zaman Osmanlı ordusunun en büyük kesimi olmamıştı. Sefere çıkan 100,000 kişilik Osmanlı ordusunda ülke içindeki en büyük toplu askeri güç olmakla birlikte Kapıkulları 20-25 bin kişilik sayılarıyla azınlıktaydı. Belki savaşlarda çoğu kez en önemli rolü Kapıkulları oynuyordu, ama asıl Osmanlı ordusunu oluşturan eyaletlerden gelen Tımarlı Sipahilerdi. Tımarlı Sipahiler, kılıç, ok yay, mızrak gibi geleneksel silahlar kullanırken, Kapıkulu birlikleri tüfek ve top gibi modern silahlarla donatılmıştı.

Osmanlı’nın rakiplerinin ordularına bakacak olursak, özellikle Avrupa’daki rakibi olan Avusturya’nın ordusunun gelişmiş bir ateş gücüne dayandığını görüyoruz. Bulgaristan, Sırbistan ve Macaristan gibi nispeten güçsüz devletlerin ordularını tımarlı sipahilerin çoğunlukta olduğu bir orduyla kolayca yenebilen Osmanlılar, Avusturya ordusuna karşı aynı üstünlüğü kuramadılar. Ağır teçhizatlı Avusturya ordusu Osmanlılarla bir meydan savaşına girseydi belki yenilebilirdi, ama öyle yapmadı, güçlü kalelerle çok iyi tahkim ettiği sınır boylarında Osmanlıyı kale savaşına zorladı. Bu tür savaş, meydan savaşından farklı olarak, ileri bir askeri teknoloji gerektiriyordu. Avusturya bu teknolojiye sahipti. Rönesans ve Reform çağını yaşayan Avrupa’nın bir parçası olarak, bilimdeki ve teknolojideki gelişmeleri silah yapımına başarıyla uyguladığı gibi, kale inşaatını, hatta savaş düzenini bilimsel temellere oturtmaktaydı.

Osmanlı’ya baktığımızda ise, 16. Yüzyılın ortalarından itibaren askerlikteki bilimsel gelişmelere eskisi kadar uyum sağlayamadıklarını görüyoruz. Zamanın Osmanlı yazarlarından biri, Hasan el-Kafi adlı bir Bosnalı şöyle yazıyor:
”Bir zamanlar düşman yeni savaş aletleri icat ettiğinde biz de aynı silahlardan edinip savaşırdık, halbuki şimdi eskiden kendi yaptığımız silahları bile ihmal eder olduk.”

Yeni düzende öncelikle yaya askerin yanında atlı askerin de tüfek kullanmaya alışması gerekiyordu. Oysa, Osmanlı ordusunun başta Tımarlı Sipahiler olmak üzere bu en büyük kesimi tüfeği asil bir silah saymıyor, tüfek kullanımının kendileri için onur kırıcı bir savaş yöntemi olduğunu düşünüyorlardı. Devletin çabalarına karşın bunlara tüfek kullandırmayı başaramadılar.

Toparlarsak, Osmanlı ordusu, rakiplerine üstünlük sağlamak için daha fazla ateşli silah kullanan askere gereksinim duyuyordu, ama Tımarlı Sipahileri'ne tüfek kullanmayı kabul ettiremiyordu. Bu durumda,
1) Kapıkulu askeri sayısını daha da artırabilirdi
2) mevcut ordu dışından tüfekli asker bulabilirdi.

Osmanlı devleti her iki yola da başvurdu. Kapıkulu askerlerinin sayısını artırdı. Kanuni döneminin başlarında 20-25 kişi olan Kapıkulu askerinin sayısı, 16. Yüzyıl sonunda neredeyse 60 bini bulmuştu. Ama bu artış Kapıkulluğu sisteminde bozulmayı da beraberinde getiriyordu. Artık önüne gelen Kapıkulu oluyordu. Kapıkulu askerleri evleniyor, görevlerini çocuklarına devrediyor, hatta esnaflık, tüccarlık gibi askerlik dışı işlerle uğraşıyorlardı. Osmanlı, Kapıkulu askeri sayısını artırırken Kapıkulu askerinin niteliğini düşürmüştü. Kapıkulu askeri savaşlarda artık eskisi gibi disiplinli hareket etmiyordu.

Osmanlı Kapıkulu askerinin sayısını artırmakla da yetinmedi. O zamana dek hiç başvurmadığı bir kaynaktan asker toplama yoluna gitti. Tımarlı Sipahiler ve diğer atlı birlikler tüfek kullanmayı reddederken, Anadolu’da ellerinde tüfekle dolaşıp eşkiyalık eden bir sürü insan vardı. “levend” ya da “sekban” denilen bu köylü gençler, bir şekilde bir tüfek edinip, bazen bir asinin, bazen bir paşanın hizmetine girip savaşıyorlardı. Celali İsyanları’nın da silahlı gücü olan bu gençler askere alındı. Böylece, hem ordunun gücünün artacağı hem de bunların Anadolu’da isyanlar çıkarıp eşkiyalık yapmasının önleneceği düşünülüyordu. Tabii ki, bunlara da Kapıkulları gibi nakit ücret ödeniyordu. Ancak levend ya da sekban dediğimiz bu kişiler savaştıkları sürece, yani yalnızca savaş sırasında para alıyorlardı. Savaş bittiğinde ise geçimlerini yine eşkiyalık yöntemleriyle sağlıyorlardı. Yani bunları asker olarak kullanmakla Osmanlı, Anadolu’daki asayişsizliğin önüne geçemedi. Üstelik savaşlarda da istediği verimi alamadı.

Ordudaki bu iki gelişme, yani Kapıkullarının sayısının artması ve Sekbanların orduda kullanılması, Tımarlı Sipahi'nin ordudaki önemini azalttı, bu tımar sisteminin de devlet için öneminin azalması demekti, çünkü Tımar Sistemi'nin başlıca amacı Tımarlı Sipahi denilen askeri beslemekti. Bu askere artık daha az ihtiyaç duyulması Tımar Sistemi'ne de daha az ihtiyaç duyulması demekti. Böylece tımarlar sistemi hızla çökmeye başladı.

Askeri alandaki bu gelişmelerin en önemli sonuçlarını şöylece özetleyebiliriz:
1) Kapıkullarının ordu içinde etkisi artarken, Tımarlı Sipahilerin ordudaki ağırlığı azaldı.
2) Kapıkullarının sayısı artarken, Kapıkulu Sistemi bozuldu.
3) Tımarlı Sipahilerin önemi azalırken, Tımar Sistemi de çözülmeye başladı.
4) Kapıkulu ve Sekbanlar ücretli asker olduklarından, hazinenin yükü olağanüstü boyutlarda arttı ve bu yük Osmanlı mali sisteminin de bozulmasında etkili oldu.
5) Bütün bu gelişmelere rağmen Osmanlı orduları rakiplerine karşı üstünlük sağlayamadı.


2. Siyasal ve Sosyal Nedenler 

a. Padişahlardaki niteliksel değişim
Osmanlı siyasi düzeninde padişahın yeri çok önemli. Padişah sistemin tepesinden tek mutlak güç olarak algılanıyor. Böylesine yüceltilen bir makamı dolduran kişinin gerçekten de güçlü olması ve bu gücünü kabul ettirebilmesi gerekli. Oysa Kanuni’den sonraki padişahların bir kaç istisna dışında güçlü kişilikler olduklarını söyleyemiyoruz. Kanuni’den sonra padişahın siyasi sitemdeki yeri zayıflıyor, kapıkullarının ve saray çevresinin rolü artıyor.

Herhangi başka bir düzende hükümdarın niteliği düzenin sürmesi açısından bu kadar belirleyici olmazdı. Ancak Osmanlı siyasal geleneğinin en önemli yönü, hükümdarın devlet içindeki yerinin yüceliği idi. Osmanlı hükümdarını yücelten bu geleneği Ortadoğu'da kendinden önce hüküm süren büyük İslam devletlerinden devralmıştı. Bu geleneğe göre, ancak çok güçlü bir hükümdar, bütün toplumsal unsurların üstünde kalarak, bunlar arasındaki dengeyi koruyarak (güçlülerin güçsüzleri ezmesini önleyerek) adaleti sağlayabilirdi (daire-i adalet ilkesini hatırlayınız).

Bunun yanında Osmanlının bir de Orta Asya'dan getirdiği siyasal geleneği vardı. Buna göre, siyasal hakimiyet bütün aileye aitti. 

Osmanlı bu iki geleneği uzlaştırmaya çalıştı. Bir taraftan Orta Asya geleneğine uygun olarak şehzadeler valiliklere atanıyor ve böylece siyasi hakimiyetten onlara bir pay veriliyor, öbür yandan bu pay valilik gibi tamamen merkeze, yani padişaha bağlı bir resmi görev olarak verildiğinden padişahın mutlak otoritesine zarar verilmiyordu. Üstelik böylece, şehzadeler daha gençliklerinde devlet yönetimi konusunda tecrübe kazanmış oluyorlardı. Bir şehzade devlet yönetiminde tecrübe kazanmış olarak tahta geçiyordu.

Ama Osmanlıda yine Orta Asya siyasi geleneğinin etkisiyle, tahta geçmenin belirli kuralları yoktu. Bu durum sık sık taht kavgalarına yol açıyordu. Fatih’in kardeş katline izin veren fermanı da bu konuda kesin bir çözüm getirmemişti. Çünkü bu kez de henüz padişah ölmeden oğulları arasında, hatta padişahla oğulları arasında taht kavgası çıkabiliyordu.

Kanuni’den sonra işte bu sistem değişmeye başladı. II. Selim ve III. Murat şehzadelerden yalnızca birini sancağa gönderiyor, diğerlerini sarayda tutuyordu. Padişah öldüğünde sancağa giden şehzade tahta çıkıyor, sarayda kalan kardeşlerini öldürerek rakiplerini ortadan kaldırıyordu.

Bunlardan sonra tahta çıkan III. Mehmet ise bu usulu de değiştirdi. Artık hiç bir şehzade sancağa gönderilmiyordu. Bütün şehzadeler ömürlerini sarayda kapalı geçiriyordu. Böylece hangi şehzade tahta çıkarsa çıksın tecrübesiz ve güçsüz oluyordu. 17. Yüzyılın ilk yarısında tahta çıkan sultanların çoğu çocuk yaşta, tecrübesiz, yeteneksiz kişilerdi. Hatta aralarında düpedüz deli olanlar bile vardı. 

Bu durum saray halkının padişahlar üzerindeki otoritesini, etkinliğini de arttırdı. Böylece, şehzadelerin taht mücadeleleri önlendi gerçi, ama bu kez hangi şehzadenin tahta çıkacağı başkent ve saray çevresinin, yani valide sultanların, yeniçeri ağalarının, vezirlerin ve ulemanın çekişmeleri ile belirlenir oldu. Ancak 1700 yılı civarında “ekberiyet usulu” yürürlüğe girecek ve tahta geçme bir sorun olmaktan çıkacaktır.

b. Rüşvet ve İltimasın yaygınlaşması.
Padişahın otoritesinin azalması ve otoritenin saray çevresindeki çeşitli gruplar arasında bir çekişme konusu haline gelmesi, kısacası otorite boşluğu sonucunda, önemli mevkilere getirilenlerden geleneksel olarak padişah ve yüksek dereceli memurların istediği değerli armağanlar kısa sürede tüm yönetici sınıfta adet haline geldi. Böylece rüşvet vermeden en küçük bir göreve bile gelmek güçleşti. Rüşvet vererek göreve gelen de görevini öncelikle ödediğini geri almak, sonra kar etmek ve kendi yandaşlarını kayırmak için kullanır hale geliyordu.

Padişahların böyle etkisiz kişiler olması, yönetimde bir boşluk doğuruyor ve bu boşluğu da birbirleriyle rekabet halindeki kapıkulları, saray ileri gelenleri, hatta harem dolduruyordu. Bu da yönetimde istikrarsızlığa ve yolsuzluğa yol açıyordu. Rüşvet, adam kayırma, parayla görev satın alma ve saray entrikaları artıyordu. Bu durumda, zaten ekonomik zorluklar ve asayişsizlik yüzünden zor durumda bulunan halkın gözünde Osmanlı yönetimi saygınlık ve güvenilirliğini yitiriyordu.

c. İsyanlar (Bu konu ayrıca ele alınacaktır)

d. Nüfus artışı (Bu konu ekonomik nedenler bölümünde işlenmiştir, çünkü iki alanı da ilgilendirmektedir.) 


3. Ekonomik Nedenler

a. Devletin nakit ihtiyacının artması
16. yüzyılın ikinci yarısı ve 17. Yüzyılın ilk yarısı Osmanlı devletinin neredeyse aralıksız savaşlarla geçen yıllarıdır. Batıda, Avusturya ve Doğuda İran’la yapılan savaşlardır bunlar. Bu iki devlet Osmanlı'nın en güçlü rakipleridir ve bunlarla yapılan savaşlar en masraflı savaşlardır. Osmanlı bu savaşları kazanabilmek için daha fazla asker topluyordu ve bu askerlerin büyük bölümü ücretli askerlerden oluşuyordu. Bu durum savaş için harcanan parayı daha da artırmaktaydı. Ayrıca Osmanlı Devleti uzun süren bu savaşlardan ilk dönemlerdeki gibi yararlanamadığından elde edilen ganimet de çok azdı. Biliyorsunuz ganimet Osmanlı devleti için çok önemliydi. Elde edilen ganimetin beşte biri doğrudan devlet hazinesine girerdi. Nakit ihtiyacının artmasına neden olarak sarayın masraflarının artmasını ve saray halkının giderek daha fazla lüks tüketime yönelmelerini de saymamız gerekir. Bu kaynak nasıl sağlanacaktı? Osmanlı bunun için bir kaç yola başvurdu:
1) Tımarların büyük bölümünü has haline getirdi
2) Olağanüstü vergileri olağanlaştırdı
3) Paranın değerini düşürdü


Tımar Sistemi'nde, tımar sahibi sipahi, geliri ayni olarak (para değil ürün olarak) topluyor ve bu gelirle kendisinin ve beslemek zorunda olduğu askerlerin geçimini sağlıyordu. Devlet hazinesine giden bir para söz konusu değildi. Has söz konusu olduğunda ise has sahibi sultan, paşa, vezir v.s. geliri doğrudan kendisi toplamıyor ya emin denilen adamına toplatıyor ya da iltizama veriyordu. Her iki durumda da gelir çok büyük olduğundan ayni (ürün) olarak toplansa bile pazarda paraya çevriliyor ve has sahibine nakit olarak geliyordu. Bu para ile ücretli asker beslemek mümkündü. Zaten gerek padişahın, gerekse beylerbeylerinin, kapıkullarının ve sekbanların ücretleri böyle ödeniyordu. Böylelikle padişah, bey ve paşalar daha fazla kapı halkı tutabildiler ama işin öbür tarafındaki köylünün durumu hiç de iç açıcı değildi.

Has gelirlerini toplamakla görevli Emin ve Mültezimler, Tımarlı Sipahi kadar insaflı değillerdi. Özellikle mültezimler köylünün gücüne bakmaksızın mümkün olan en fazla geliri elde etmeye bakıyorlardı. Çünkü Mültezim bu vergi toplama işini bir tür ihaleyle ve belirli bir süre için (bu süre genellikle 3-5 yıldı) alıyordu ve bu süre içinde ne kadar gelir elde edebilirse o kadar kazançlıydı, çünkü ihaleyi alırken has sahibine ödediği peşin verginin üstünde kalan bütün gelir onundu. Daha sonra köylü açlıktan ölmüş, toprağını terk etmiş ya da eşkiya olmuş onun umurunda değildi.

Olağanüstü vergiler de ( bunlara avarız deniyordu) adından anlaşılacağı gibi istisnai durumlarda toplanan, yani çok gerek olmadıkça başvurulmayan vergilerdi. 16. Yüzyılın ikinci yarısında Avusturya ve İran savaşlarını finanse etmek için bu vergiler olağan hale geldi. Bunlar da tarımsal üretici üzerinde ağır bir yük oluşturuyordu.

Padişahın ve paşaların,yani devletin nakit ihtiyacının artması demek, ülke içindeki para arzının artmasını gerektiriyordu. Henüz kağıt para olmadığı için, o çağlarda bunun tek yolu madeni paralar içindeki değerli maden miktarının düşürülerek para miktarının artırılmasıydı (tağşiş). Bu yola daha önce de bir kaç kez baş vurulmuştu (özellikle Fatih döneminde) ama artık bu yönteme daha sık başvuruluyor ve değer daha fazla düşürülüyordu

b. Enflasyon ve pahalılık
Yukarıda belirtildiği gibi nakit para sıkıntısına karşı, tedbir olarak düşünülen paranın değerinin düşürülmesi çözümü aslında çözümsüzlüğü bizzat içinde taşıyan bir tedbirdi (tıpkı alınan bütün öteki tedbirler gibi). Paranın değeri düşürülünce bu sefer malların fiyatları aradaki açığı kapamak, kendi değerini bulmak için arttı. Kısacası paranın değerinin düşürülmesinin anlamı bugünlerde neyse o zamanlarda da öyleydi yani enflasyon ve pahalılık demekti.

Ayrıca, İspanya’nın; Amerika’dan getirdiği altın ve gümüş, Avrupa’nın diğer ülkelerine, bu arada Akdeniz ve Osmanlı ülkesine de bol miktarda girmiş ve fiyatların hızla yükselmesine neden olmuştu ki bu da pahalılık demekti. 16. yüzyıl Avrupa’da ve Osmanlı ülkelerinde nüfusun iki katına çıktığı hızlı nüfus artışı dönemidir. Nüfus artışı tüketimi körükledi ve fiyat artışlarının daha da önemli boyutlara çıkmasına neden oldu.

c. Dünya ticaret yollarının değişmesi
Ticaret yollarının değişmesi de Osmanlı ekonomisini etkilemiştir. Çünkü bu yüzden Osmanlı’nın uluslararası ticaretten aldığı pay almıştır, bu da gelir hanesine girebilecek önemli miktarda bir paranın kaybı anlamına gelmektedir.


DIŞ NEDENLER
a. Avrupa; bilim ve teknikteki gelişmeler, Rönesans, Reform ve Coğrafi Keşiflerle hızlı bir “ilerleme” çağına girdi. Coğrafi Keşifler sonucu sömürgeleştirdiği yerlerin zenginliklerini hızla kendine aktarmaya başladılar. Değiştirdikleri ticaret yollarını esas olarak kendileri kullanarak buralarda yaptıkları ticaretten önemli payı bir kendi ülkelerine akıttılar.  Osmanlı tüm bu gelişmelerin dışında kaldı.

Ayrıca Coğrafi Keşifler sonrasında Avrupa’ya akan değerli madenlerin yarattığı enflasyon da Osmanlı’yı yukarıda belirttiğimiz gibi olumsuz olarak etkilemiştir. Avrupa bunu üretime yönlendirerek (kapitalizmin gelişimi) bundan olumlu yönde etkilenirken bu durum Osmanlıya sadece enflasyon olarak yansımıştır.

Bütün bunlar Avrupa’nın alım gücü arttırmış ve diğer ülkelerden hammadde ithal etmeye başlamışlardır. Osmanlı'da hammadde ucuz olduğu için Avrupalı tüccarlar Osmanlı hammaddelerini satın alıyorlar ve hammadde Avrupa'ya kaçıyordu. Bu durumdan da elbette Osmanlı üreticileri etkileniyor, hammadde Osmanlı üreticileri için bulunamaz veya pahalılıktan dolayı alınamaz hale geliyor, Osmanlı malları pahalılaşıyordu. Bu durum (ve pek çok başka durum) Osmanlı mallarını Avrupa malları ile rekabet edemez hale getirecektir bir müddet sonra.

b. Osmanlı’nın doğal sınırlarına ulaşması. 
Osmanlı fetihlerini tamamlamış, ulaşabileceği yerlere kadar gitmişti. Daha fazla ilerleyemezdi. Bunun sebeplerini yukarıda açıkladım. Kısacası toprak kazanma dönemi bitmişti şimdi elindeki topraklarını koruma zamanıydı. Bir noktadan sonra onu da yapamayacak ve toprak kaybetmeye başlayacaktır.

Yukarıda saydığım nedenleri bir  de şematik olarak yazayım toparlaması kolay olsun.

İÇ NEDENLER

A) Askeri Nedenler 
1) Daha güçlü ordularla savaşılması
2) Askeri teknoloji ve savaş stratejisindeki gelişmelere ayak uydurulamaması
3) Tımar sisteminin bozulması
4) Kapıkulu askerlerinin sayısı artarken, niteliklerinin düşmesi.
5) Donanmanın ihmal edilmesi.

B) Siyasi ve Sosyal Nedenler  
1) Tahta geçiş sisteminin değişmesi, Kafes Usulü'nün kabul edilmesi
2) Padişah otoritesinin zayıflaması
3) Yönetimde rüşvet ve yolsuzlukların artması
4) Anadolu’da çıkan ayaklanmalar
5) Nüfus artışı

C) Ekonomik Nedenler  
1) Ganimet gelirlerinin azalması
2) Tımar sisteminin bozulması
3) Paranın değerinin düşmesi, pahalılık..
4) Dünya ticaret yollarının değişmesi (hem iç hem dış neden)

DIŞ NEDENLER

1. Bilimde ve teknikte gelişmeler
2. Coğrafi Keşifler sonucu yeni tip sömürgeciliğin ortaya çıkışı. Sömürgelerden gelen kaynakların, zenginliğin Avrupa'ya akması
3. Ticaret yollarının değişmesi ve Osmanlının yeni yolların dışında kalması
4. Osmanlı'nın doğal sınırlara ulaşmış olması


Kaynaklar
Türkiye Tarihi, Osmanlı Devleti, Cilt 3, Cem Yayınevi
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, TTK Yayınları
Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Cilt 6, Cem Yayınevi
İsmail Cem, Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, T. İş Bankası Yayınları
AnaBritannica, İlgili Maddeleri, 1998
Hammer, Osmanlı Tarihi, Üçdal Neşriyat


Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

Bu seride yer alan Osmanlı tarihiyle İlgili diğer konular ve kaynaklar için bkz.
https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/06/osmanl-tarihi-ders-notlar-konular.html


Lorem ipsum is simply dummy text of the printing and typesetting industry.

Comments


EmoticonEmoticon