26 Kasım 2020 Perşembe

İstanbul'un Kasabı İthal Neron Henry Prost


İstanbul'un Kasabı İthal Neron Henry Prost


Yıl 1950... Dünya kentleri arasında bir güzellik yarışması yapılır. İstanbul da adaylar arasındadır. Ama yöneticilerimiz sıralamaya gireceklerine bile inanamazlar, zira şehir harap ve perişandır. Yolları henüz Arnavut kaldırımıdır, ortalıkta at arabaları, faytonlar, hamallar dolanır. Kadınlar galvaniz kovalarla su taşır, sokak aralarında çocuklar haykırır. Düşünebiliyor musunuz arsalarda hayvanlar otlar, mahalle aralarında bostanlar ve bostan kuyuları vardır. Vapurlar kömürlüdür, nakliye mavna ve takalarla sağlanır. Osmanlının muhteşem günlerinden kalma eserler şirin ama bakımsızdır. Mezar taşları yosun tutmuştur, kubbeler yıkık, minareler kırıktır. Söyleyin şimdi bu şehrin, cetvel caddeli modern hemcinsleri yanında ne kadar şansı vardır?

Uzatmayalım yarışma neticelenir ve İstanbul en yakın rakibine (Rio de Janeiro’ya) fark atarak birinci olur, bizimkiler şaşırır kalır! Zamanı ama...

O günlerde şehrin nüfusu ancak Bayrampaşa kadardır. Ancak hızla büyüme temayülündedir ve on sene, yirmi sene sonrası için tedbirler alınmalıdır. Budapeşte, Viyana ve Floransa gibi batılı kentlerde yapılanlara bakılırsa tarihî alanlar korunmalı yakınlara bir yerlere (Maslak, Ataköy, Kartal) uydu kentler kurulmalıdır.

Eyyûb Sultan, Üsküdar, Beylerbeyi ve Beykoz gibi tarihî semtlerde bırakın yapılaşmayı tamirat bile kontrol altına alınmalıdır. Özellikle Suriçi bilim, kültür, sağlık, spor (haliyle turizm) merkezi olmalıdır. Kale kapılarından içeri motorlu vasıtalar alınmamalı, ulaşım o nostaljik tramvaylarla sağlanmalıdır. Şehir hem maziyi yaşamalı hem de dünya çapında kongrelere, festivallere, sanat olaylarına ev sahipliği yapmalıdır.

Peki Suriçi imara açılmazsa şehir sıkışır mı? Asla, zaten İstanbul’daki tarihî semtlerin hepi topu 5 kilometre kare kadardır. Buralarda mülk edinmek kolay olmayacak, en döküntü konaklar bile elden geçecek ve yorgun ahşaplar kıymet kazanacaktır.

Adam yapmış

Görenler bilir, İtalyan şehirleri daracık daracık sokaklardan ibarettir. Öyle ki mahalle aralarına küfe vurulmuş merkep bile sığdırmak kabil değildir. Çok az insan evlerinin önüne araba ile gidebilir, halk belki de bu yüzden o tombul motorlardan (Vespalardan) edinir, 80’lik kadınlar bile pedal çevirir. İtalyanların Topolino, Cinciquetta gibi küçük arabalara meyilleri bundandır, yoksa Şevrole kullanmasını onlar da bilir. Şehir sakinleri avuç içi kadar avluya bakan dıştan merdivenli viraneleri asla yıkmaz... Yıkamaz! Devlet adamın penceresindeki çiçeğe bile karışır. Kimse “keyfi öyle istiyor” diye evini dilediği renge boyayamaz, plastik doğrama, alüminyum vitrin taktıramaz. Ahşap kullanmak zorundadır, fabrikasyon çivi bile çakamaz. Zaten o eciş bücüş sokaklar olmasa Napoli, Napoli; Torino, Torino olmaz. Memleket turist dolmaz.

İşte Türkiye tam böyle bir kararın arefesinde iken başımıza (nerden çıktıysa ve kimden güç aldıysa) Henry Prost adında bir mimar tebelleş olur. Adam İstanbul’a ne zaman gelir, şehri ne kadar tanır bilmiyoruz ama Le Corbusier gibi ünlü bir ismin önüne çıkar. Planları onaylanır (1938) ve kentin üzerinde kara bulutlar dolanmaya başlar.

Mimar mı, kasap mı?

Vali ve Belediye Başkanı (yanlış yazmadım ikisi bir arada) Sayın Lütfi Kırdar bu mimarın tesirinde kalır. Görevde bulunduğu müddetçe (1938-1949) ona arka çıkar. İstediği her yıkımı yapar. Prost, dünya kentlerinin metroya yöneldiği yıllarda İstanbul’u geniş caddelerle donatmakta ısrarlıdır. Zira bu bahane ile bir minare ormanını andıran şehri budayacak ve Bizans eserlerini ortaya çıkaracaktır. Nitekim Atatürk Bulvarı ile Bizans Kemerini şehrin silüetine katar, surlara paralel seyreden yollarla Roma mirasını gözümüze sokar. Eyüp, Ayvansaray gibi medrese, tekke, cami, türbe, kabristan kesafeti olan bölgelere aşikare tırpan atamasa da, şeytanın bile aklına gelmeyecek bir tuzak kurar! Tutar Altınboynuz’u sanayi bölgesi yapar. Böylece hem dünyanın en büyük foseptik çukurunu elde edecek, hem de işçi kesimini havaliye celbederek tarihî eserleri gecekondulara ezdirecektir. Bir gün Haliç’in beton karası binalarla kuşatılacağını, suyunun kirleneceğini ve havanın kenef gibi kokacağını iyi bilir. Yetmez Aynalıkavak Kasrı’ndan Okmeydanı’na kadar uzanan alanı (Fatih’in ordusu namaz kıldığı için İstanbullular o toprakları mescid kabul eder hayvan bile otlatmazlar) yeryüzünün en çirkin yapılaşmasına açar. O güzelim menzil taşlarını hırslıların ve hırsızların önüne atar.


Henry Prost İstanbul üzerinde planlarını anlatırken..

Maksatlı plan!

Prost ilk darbeyi Saraçhane-Unkapanı arasında vurur. Atatürk Bulvarı açılırken yıkılan eserler sanat tarihçilerinin yüreğini yakar. Çandarlı İbrahim Paşa Hamamı, Altuncuzade Tekkesi ve Süleyman Halife Mektebi bir yana Hoca Teberrük Mescidi sanat değeri çok yüksek bir binadır. Revani Mescidi hiç gereği yokken yıkılır. Divan Edebiyatının ünlü isimlerinden Revani Çelebi’nin mezar taşı dahi kırılır. Bir Bayezid devri eseri olan Firuzağa Mescidi yola tesadüf etmez. Buna rağmen bileti kesilir, ortadan kaldırılır. Hoca Sinan tarafından yaptırılan Azepler Mescidi Fatihli yıllardan kalmadır ama hamamı ile birlikte yola katılır. Kanuni devri hatırası Tüfenkhane Mescidi üç kuruşa satılır. Saraçhane Mescidinin üzerinde ise şu an resmi daireler vardır.

Prost, bununla doymaz. İkinci yıkım dalgası ile (1955-57) yol kenarında kalan mescidleri de ayıklar. Mesela Zeytinciler Mescidi bu furyada uçar. Mimar Ayas Mescidi’nin cemaatini “size kocaman bir cami yapacağız” vaadi ile kandırır, nurlu mabedi kaşla göz arasında buharlaştırırlar. Voynuk Şücaeddin Camii’nin yıkım emrini kimin verdiği hiç anlaşılamaz. Hazire bile darma duman edilir, İstanbul’un ilk Belediye Başkanı Hızır Bey’in mezarı ortada kalır. Arsalar tekrar camileştirilemesin diye hızla betonlaştırılır ki bu alanda İMÇ blokları yayılır...



Lorem ipsum is simply dummy text of the printing and typesetting industry.

Comments


EmoticonEmoticon