[Yazar aşağıdaki metni, 1002. Gece Masalları'na sunuş olarak yazmıştır.]
Bülent Somay
SANIYORUM bu seçki Türkiye'de bir ilk: Fantastik öyküler derlemesi. Aslında başka dillerde de çok sık görülen bir şey değildir fantastik öykü derlemeleri; çünkü fantazi (kapı komşusu bilimkurgudan farklı olarak), öyküden ziyade romana yatkındır; koca bir dünya kurmak için yere ve zamana ihtiyaç vardır ne de olsa. Ancak bu seçkideki bütün öyküler, kabaca Tolkien ile başlatabileceğimiz Fantazi Edebiyatı kategorisine girmiyor. Öte yandan hepsinin ortak bir yanı var, o da anlatı yapılarının "fantastik" bir çekirdek çevresinde kurulmuş olması. Demek ki daha genel bir kategoriden, Fantazi Edebiyatını da içeren bir "Fantastik"ten söz ediyoruz burada.Belki daha başta bir an durup "Fantazi Edebiyatı" ile "Fantastik" kavramını birbirlerinden tam olarak ayırmaya çalışmamız gerek: Fantastik, her zaman, her yerde, yazının ve konuşmanın söz konusu olduğu her durumda karşımıza çıkacaktır. Odysseus'un Sirenleri, Lukianos'un bilinmez denizlere yolculuğu, Gulliver'in akıllı atlan, Cyrano de Bergerac'ın güneşe ve aya gidişi, Doktor Frankenstein'ın yaratığı, Dorian Gray'in yaşlanan portresi, Doktor Jekyll'm Mr. Hyde'ı, Wells'in görünmeyen adamı, Gregor Samsa’ nın dönüştüğü böcek, her boy ve soydan vampirler, hortlaklar, hayaletler, bunların hepsi "Fantastik" kavramının çerçevesi içinde yer alırlar. Yazarın "bugün ve burada"sında deneyimle(ye)mediği, geçmiş bilgilerinden çıkarsayamayacağı, ancak varolan bilgiyi kendi hayal gücüyle harmanlayarak türetebileceği şeylerdir muhayyelenin yaratı(k)ları.
Fantastik, yazarın simgesel düzenin içinden "Gerçek"e bakmaya çalışması, bunun için de imgeselin içinden geçen uzun bir yolculuk yapması, varolan simgesel düzende yeri olmayan imgeler inşa ederek bunları simgesel yapının içine yerleştirmesi, bu yolla da onu altüst etmesi, yadırgatması demektir. Lacan'ın kullandığı anlamıyla "Gerçek", simgesel düzenin, yani dilin ve onun çevresinde kurulmuş olan uygarlığın yasalar sisteminin görüp anlamlandıramadığı şeydir, tekinsizdir, "Gerçek"e ancak gözucuyla ya da yüzümüze kapattığımız ellerimizin parmaklarını aralayarak kaçamak bir bakış fırlatabiliriz. O bakış simgesel düzenin önünde ve öncesinde varolan imgeler dünyasından geçer, "Gerçek"i orada bulunan bir ya da birden çok şeye benzeterek anlamlandırmaya çalışır. Ancak her benzetme bir ötekileştirme olduğu için ("Benziyor, ama tam olarak değil!") bu anlamlandırma, simgesel düzende varolan yerleşik anlam ilişkilerinin birini ya da birkaçını bozar, altüst eder; onları yadırgatır. Dorian Gray'in Portresi, tümüyle gerçekçi bir Viktorya dönemi romanı sayılabilirdi, eğer o tek fantastik imge, sahibinin günahlarının kefaretini yüklenerek yaşlanan, çirkinleşen portre imgesi olmasaydı. O tek imge bile, varolan simgesel düzenin içinde bir çıban başı, "bilimsel" Viktorya çağı insanlarının "bu da ne canım," diye burun kıvıracakları, ama görmezden gelemeyecekleri bir huzursuzluk kaynağı olarak, gerekli yadırgatmayı sağlar bize. Ancak imge, Dorian Gray'in Portresi'ni bir Fantastik Edebiyat eseri yapmaya yetmez.
Çünkü Fantastik Edebiyat söylemsel düzeyde yeni, alternatif bir simgesel düzen kurmayı hedefler. Bu yeni düzen varolandan son derece radikal farklılıklar da içerebilir, yalnızca görünüşe ilişkin değişiklikler de. Fantastik Edebiyat, yeni bir harita çizip yeni ülke isimleri uydurduktan sonra, bu ülkeler arasında son derece bildik diplomasi ve savaş ilişkileri de kurabilir, bildiğimiz toplumsal cinsiyet yapısını tümüyle altüst edip bambaşka bir üreme/cinsellik düzeni de oluşturabilir. Bu iki tavır arasındaki fark, yazarın politik niyetlerinden ya da yalnızca muhayyelesinin sınırlarından kaynaklanıyor olabilir. Ama fark etmez: O alternatif simgesel düzenin kuruluşu, yalnızca alternatif bir dünya/âlem haritasının varlığı bile, Fantastik Edebiyatı radikal kılmaya yeter. Bu yüzdendir ki Yüzüklerin Efendisi, yazarının (ılımlı) muhafazakâr bir Oxford profesörü olmasına hiç bakmadan, 1960'lann devrimci gençliğinin başucu kitabı olabilmiştir.
Fantastik, edebiyat her zaman vardı, her zaman da varolacak. Fantazi Edebiyatı ise bir alt-tür olarak 20. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra ortaya çıktı, giderek yaygınlaşıyor, okuyucu kitlesini artırıyor. 21. yüzyıla varıldığında fantazi romanları (daha doğrusu roman dizileri) kitapçı raflarında en fazla yer kaplayan türlerden biri haline geldi. Öte yandan gerçekçi/doğalcı edebiyattaki fantastik unsurunun etkisi de 20. yüzyılın ikinci yansı boyunca giderek güçleniyor. Marquez, Rüşdi, Kureyşi, Borges, Türkiye'de Orhan Pamuk'tan İhsan Oktay Anar'a ve Elif Şafak'a kadar pek çok romancı, romanlarında ısrarla fantastik unsurlara yer veriyorlar. Bunun nedeni ne olabilir? Yalnızca "moda" ile açıklayabilir miyiz bu gelişmeyi?
20. yüzyılın ikinci yarısı hem düşünce ve kuram alanında, hem de sanata yaklaşım tarzında önemli bir değişikliğe sahne oldu. Aydınlanma Çağından başlayan bir inanç sistemi, insan aklının oluşturduğu yasa ve kuralların "nesnel" gerçekliği bir bütün olarak bilip açıklayabileceği inancı sarsıldı, yerini çeşitli relativist, bilinemezci, kuşkucu yankuramlara bıraktı. Bunun sanat ve özellikle de edebiyat alanındaki sonucu, "bugün ve burada" geçerli olan yasalar düzeninin temel hipotez olarak kabul edildiği gerçekçi/doğalcı anlayışın geçerliliğini yitirmeye başlaması oldu. Ya da, daha Hegelci bir dille söyleyecek olursak, "bugün ve burada"nın "nesnel" gerçekliği/olgusallığı sarsıldıkça (yani kapitalist düzen ve burjuva toplumu yapısal tutarlılığını ve hayatiyetini yitirdikçe), akla uygunluğu (yani kurumlarının inanılırlığı) da giderek yok olmaya başladı. Bu gelişme ilk olarak gerçekçi/doğalcı edebiyata darbe vursa da, hemen ardından, yaşadığımız dünyadaki tekinsiz'i rasyonalizm (polisiye) ya da pozitivizm (BK) yoluyla evcilleştirmeye çalışan alt-türleri de sarstı. Fantazi edebiyatı bu nedenle bilimkurgunun zayıflamasıyla eşzamanlı olarak yükselişe geçti; gerçekçi/doğalcı edebiyattaki fantastik unsurlar bu dönemde hızla artmaya başladı. Kuşkusuz bu ikinci eğilimin (ki kimi zaman "fantastik gerçekçilik" diye de adlandırılıyor), daha ziyade, hiçbir zaman Batı Avrupa rasyonalist/pozitivist geleneği içinde yoğrulmamış eski sömürge ya da düpedüz Şarklı çevre ülkelerde ortaya çıkmış olması da boşuna değil.
Nitekim Türkiye de bu açıdan iyi bir örnek oluşturuyor. 1950'lerden beri Türkiye'de çelik çekirdek bir BK meraklısı çevresi olmasına rağmen, bilimkurgunun ne yayıncılığında ne de yazarlığında çok büyük bir atılım gerçekleşti. Bilimkurgunun altın çağını bir yana bıraktım, bronz ya da teneke çağındaki kadar bile bir izleyici kitlesi oluşmadı bu topraklarda. Çünkü Türkiye, pozitivist bir düşünce geleneğine yabancıydı. Kemalist seçkinler her ne kadar böyle bir akım başlatmaya, ulusal eğitimi pozitivist bir yapı çerçevesinde oluşturmaya çalıştılarsa da, aşı hiçbir zaman tutmadı. Aynı şeyi polisiye için de söylemek mümkün: Rasyonalist düşünce geleneğinin yokluğu yerli bir polisiyenin oluşumunu daha baştan engelledi. Ancak son yıllarda her iki alt-türde de ürünler (hatta polisiyede başarılı ürünler) verilmeye başlandı, ama geçmiş olsun. Daha rasyonalizm ve pozitivizm yerleşmeden, ikisinin de post-yapısalcı, post-modemist eleştirileri aydın çevresinde kendilerine verimli toprak bulmuş durumdalar. Artık astronomideki, fizikteki ya da genetikteki yeni buluşlara hayranlıkla, ağzı açık bakacak bir izleyici grubu yok. Kimse dâhi detektifin kılı kırk yaran akıl yürütmelerini kafa sallayarak izlemeye niyetli değil. Aklın ve bilimin üstün zekâlar tarafından en nihayet ulaşılacak son hedefler olduğuna inanmak çok zor artık.
Ama hâlâ ejderhalara inanabiliriz. Elflere, hobbitlere, büyücülere ve orklara da. Metaforların çağı geçmez çünkü, yeter ki metaforlar hadlerini aşıp kendilerini hakikat zannetmesinler. Geçtiğimiz ay hayatımda ilk kez Diyarbakır'a gitmiştim. Ağzım açık surlardan nehri ve ovayı izlerken, bana mihmandarlık yapan üniversiteli delikanlı, "Yüzüklerin Efendisi burada da çekilebilirdi, değil mi?" dedi. Çok haklıydı, gerçekten de son derece uygun bir coğrafya orası. Ben de işin şaka tarafına kaçıp, "Peki ama orkları kime oynatacağız?" diye sordum. Aslında bu soru boşuna değildi. Biliyorsunuz bazı aklıevveller Tolkien'in ırkçılığından, Yüzüklerin Efendisi'ndeki ork ve goblinlerin aslında "aşağı ırkları" temsil ettiğinden filan dem vururlar. Genç Kürt arkadaşımın cevabı bana değil o aklıevvellereydi tam da: "Kime olacak, özel timcilere!" Metafor cıva gibidir, ele avuca sığmaz, hiç aklınıza gelmeyecek anlamlara sıçrayıverir bazen. Fantazi işte bu yüzden çok, ama çok önemli bir tür, bir nevi gizli silah - kullanmasını bilene.
Elinizdeki seçkide yer alan öyküler yukarıda tanımlamaya çalıştığım iki türe de dahil. Yazı serüvenine doğrudan doğruya "fantazi" yazarak atılan yazarlarla, onyıllardır yazdığı öykülerin içine hiç usanmadan fantazi ve BK unsurları katan (üstelik bunun için "fantastik gerçekçiliğin" moda olmasını hiç de beklemeyen) yazarlar yan yana duruyorlar. Bu anlamda bir ilk bu seçki; farklı edebi geleneklerden, farklı yazı serüvenlerinden gelen, farklı yaş gruplarındaki insanları ortak bir paydada buluşturuyor. Bu paydaya da kısaca merak (ama tecessüs /curiosity anlamında değil de, wonder anlamında, şu ötedeki dağın ardını, şu ırmağın karşı yakasını görüp tanımak için duyulan o karşı konulmaz his anlamında merak) diyebiliriz.
Bizi onyıllardır tekinsiz ile durmadan yüzyüze getiren, Erich von Daniken'e yazdığı o harika cevapla tanıdığımız, fantazi ve bilimkurgu sinemaları üzerine yazdığı incelemelerle bu konuda ülkemizde "büyük usta" sayılması gereken Giovanni Scognamillo, seçkinin başkonuğu sayılmalı herhalde. Öteki uçta da, henüz yirmili yaşlarındayken, daha destur demeden bir fantazi roman dörtlemesiyle ortaya çıkan ve Türkiye'de bu işin böyle de yapılabileceği konusunda birçok genç yazara güven veren Barış Müstecaplıoğlu var. Arada ise Orhan Duru ve İzzet Yaşar gibi yıllardır ana akımın içinde saygın bir yer edinmiş, ama fantastik ile ilişkilerini asla koparmamış, fantazi ve bilimkurgunun "adam yerine" konulmadığı dönemlerde bu bağlılıklarını hiç çekinmeden ortaya koymuş yazarlar. Bir yandan çevirmenlik ve editörlükle fantazi ve BK yayıncılığının yükselişine katkıda bulunan, öte yandan da FRP dünyasının uçuk ve sevilen zindancıbaşısı Ferhan Ertürk de burada.
Şehrazat üç yıla yakın bir süre her gece masal anlatarak kellesini kurtarmayı başarmıştı. 1002. Gece Masalları başka Şehrazat'lara, bu gerçekliği gerçek olmaktan çıkmış dünyada sıkıntıdan ölmemeyi başarabilecekleri bir gece daha sunarsa ne mutlu bize. Ama o da yetmezse, 1003. ve 1004. geceler için şimdiden çalışmaya başlamak gerekecek.
Kolay gelsin Yiğit. 2005
1002. Gece Masalları, Yiğit Değer Bengi, Metis Yayınları 2004, Sunuş 2005