15 Şubat 2022 Salı

Osmanlı Tarihi, Yeniçeriler



YEN İÇERİ LE R Konyalı Fakih Mevlana Kara Rüstem bir gün Kazasker Çandarlı Hayreddin Paşanın yanına geldi: "Efendi! Bunca sultanlık malını niçin zayi edersiniz?" diye söylendi. Kazasker: "Ne malı zayi et­ tim?" diye sordu, Kara Rüstem: "İş bu gaziler ki, gazadan çıkarırlar. Cenab-ı Hakk'ın emriyle beşte biri hünkarındır:' Hayreddin Paşa bu durumu Sultan Murad-ı Hüdavendigar'a bildirdi. Gazi Hünkar: "Eğer Cenab-ı Hakk'ın emri ise şimdiden sonra alın" diyerek ferman" (Ahmet Şimşirgil – Kayı I)

etti. Bundan sonra Gazi Evrenos Bey ve Lala Şahin'e, akınlarda elde edilen esirlerden beşte birini padişah adına almaları emredildi. Çocukları seçmek üzere de akıncı kadıları tayin edildi. Bu yolla toplanan pek çok çocuk Murad Han'ın huzuruna getirildi. Çandarlı Hayreddin Paşa: "Bunları Türk'e verelim. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler, yeniçeri (yeni asker) olsunlar" dedi. Alimler de, " Cenab-ı Hakk yüzlerini ak ve parlak, bağzularını sağlam, kılıçlarını keskin ve oklarını tiz eğlesin. Kendilerini daima muzaffer kılsın, din-i celil-i İslam'ın hadimi eğlesin" diyerek dua ettiler.71 İşte bu olayla başladı yeniçerilerin serüveni. . .  Sonrası gerçekten müthiş oldu. Ocak teşkilatı kısa sürede mü­ kemmel bir şekilde sistemleştirildi. Devşirme kanunu çıkarıldı. Devşirme memurları tayin oldukları mıntıkalarda her bir kadılığı gezerek kırk hanede bir oğlan hesabı üzere yeniçeri namzedi gençleri seçerlerdi. Çocukların yedi on yaşları arasında olmasına çalışılırdı. Anası babası ölmüş çocuk alınmazdı; terbiyesi noksan olacağından . . .  Köy sığırtmacının oğlu seçilmezdi; aç gözlü ve ahlaksız olabilirdi. Tek oğlu olanın çocuğu alınmazdı; şımarık olacağından . . .  Kel, fodul ve köse olanlar devşirilmezdi; diğer çocukların alay ve eğlencelerine konu olabileceklerinden . . .  Sanat sahibi olanlar alınmazdı; ulufe zahmet çekmez endişesiyle . . .  Türkçe bilen alınmazdı; açılmış ve söz dinlemez düşüncesiyle. Çok uzun olanlar seçilmezdi; fitne çıkarabilirler endişesiyle . . .  Asil soylu, sıhhatli, gürbüz ve mütenasip vücutlu çocuklar devşirilirlerdi. Alınan çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anası ile sipahisine isimleri, doğum tarihi, çocuğun eşkali en ince ayrıntısına kadar deftere kaydedilirdi.72

Eşkal defteri denilen bu defterler iki nüsha olarak tanzim edi­ lir; biri devşirme memurunda durur, diğeri çocukları sevk eden sürücüye verilirdi. Devşirilen çocuklar sürü denilen yüzer, yüz-ellişer kişilik grup­ lar halinde sürücülerle muhafızların nezaretleri altında hükümet merkezine sevk olunurlardı. Devlet merkezine geldiklerinde derhal sünnet edilirler,· iki üç gün istirahattan sonra sağ ellerine şehadet parmaklarını kaldırarak kelime-i şehadet getirirler ve Müslüman olurlardı. Yeniçeri ağasının teftişinden geçen çocukların yakışıklı olanları saray ve en gürbüzleri bostancı ocağı için ayrılır, diğerleri Anadolu ve Rumeli'deki ailelerin yanına geçici bir süre için birakılırlardı. Ka­ nuna göre Rumeli'den devşirilenler Anadolu ağasına; Anadolu'dan toplananlar ise Rumeli ağasına verilerek o mıntıka köylüleri arasında taksim edilirdi. Her sene Anadolu ve Rumeli ağaları tarafından gönderilen kethüdalar, ailelerin yanındaki çocukları yoklamaya tabi tutarlar, durumları hakkında bilgi sahibi olurlardı. Bu uygulama ile devşirme oğlanları bir taraftan ziraatle uğraşarak üretimde katkıda bulunur, bir ya.İıdan da Türkçeyi, Türk-İslam adet ve geleneklerini öğrenirlerdi. Üç-beş yıl sonra yeniçeri ağasının arzı ve Divan-ı Hümayun'da alınan kararla merkeze getirilirlerdi. Eşkal defterine bakılarak tekrar kontrolden geçen devşirme oğlanları Acemi Ocağı'na kaydedilirdi. Acemi Ocağı kışlasında yedi sekiz sene eğitim ve talim gören; ayrıca cami, mescit, medrese, köprü, hastahane inşaatlarında ve gemilerde çalışan neferler ilimce yetişirler, vücutça gelişirlerdi. Zamanı geldiğinde ise çıkma veya kapuya çıkma denilen usulle yeniçeri ocağına kabul edilirlerdi.73 Yeniçerilerin belli başlı en mühim nizamları şunlardı: • Kumandan ve zabitleri birlikten yetişme bile olsa şartsız itaat

• Cümlesinin bir vücut gibi müttefik, kışla ve karargahlarıyla aynı yerde bulunmak • Debdebe ve tantana gibi askerlik ve mertliğe yakışmayan şey­ lerden sakınmak • İslamiyet'in emirlerini eksiksiz yerine getirip nehiylerinden sakınmak • Haklarında verilecek katil ve idam cezalarının muayyen mad­ delere hasredilmesi • Ocaktaki rütbe ve terfılerinin kıdem sırasıyla yapılması • Yeniçerilerin kendi zabitlerinden başkası tarafından tekdir ve cezalandırılamaması • Malullerin (yaşlı ve sakat olanlar) tekaüt edilmesi • Sakal bırakmamaları • Evlenmemeleri • Kışlalarından ayrılmamaları • Talim ve terbiye ile vakit geçirmeleri74 Özellikle kışla hayatında yeniçerilerin askeri talim ve terbiyesine çok dikkat edilirdi. İlk dönemlerde askeri talimler daha çok iyi kılıç kullanmaya ve hedefini bulan oklar atmaya yönelikti. Pençe ve pazu kuvvetinin en yüksek seviyeye çıkması öncelikli hedefti. Kılıç talimleri keçeden yapılmış mankenlere kılıç çalmakla olur­ du. Yeniçeri dilaverlerinin kolu hiç durmadan biteviye bu man­ kenlere inerdi. Gözle takip edilemeyen müthiş darbeler birbirini takip ederdi. Diğer taraftan kemankeş cengaverleri ok talimlerinde bulunur­ lardı. Oku tutan parmaklar otomatik silahlar gibi yayı germekte ve hiç durmadan üç yüz, dört yüz ok atabilmekte idiler. Yağlı mermerle­ ri tokatlamak, sürat koşuları yapmak, mania, engel aşma talimleri ve bilhassa güreş sporu yeniçerilerin diğer güç ve kuvvet talimleri idi. 75 Daha sonra bu talimlere tüfenk eklendi. Tüfenkle keskin nişan­ cılar yetiştirildi.

Sarayda Enderun mektebine alınan çocukları mükemmel bir eğitim ve talim bekliyordu. Sarayda eğitim, okuma ve yazmanın yanı sıra görgü kurallarını öğrenme ve İslami ilimleri tahsille de­ vam ediyordu. Üst sınıfa geçen gençler edebi Türkçenin yanında Arapça, Farsça ve Sırpçayı öğreniyorlardı. Ayrıca her türlü zorluğa tahammül edebilmek üzere mükemmel bir talimden geçiriliyorlardı. Dövüş hünerlerini öğreniyorlar, çeşitli hareketlerle vücutlarını sağ­ lamlaştırıyorlar ve savaş sanatının temel bilgilerini ediniyorlardı.76 Artık onlar padişaha itaatten, İslam'a kuvvet vermekten başka bir şey düşünmezlerdi. Açlığa, susuzluğa, yorgunluğa ve her türlü çileye tahammül sahibiydiler. Dünyada, piyade birliklerinin ve düzenli orduların ilk örneği idiler. Bir devşirme olup yeniçeri ocağından yetişmiş dahi Türk mimarı Koca Sinan, manevi evladı Mustafa Sai Çelebi'ye yazdırdığı hal tercümesinde yeniçeri oluşundan büyük bir haz ve gurur duyarak şöyle bahsetmektedir: Eriştik hizmeti Osmaniyana Hususa Hüsrev-i sahib-kırana Olup yeniçeri çektim cefayı Piyade eyledim nice gazayı Padişahın kadimi çakeriyiz Kal'a hıfz etmenin dahi eriyiz Eskiden kuluyuz, yeniçeriyiz Yanan od'a girer semenderiyiz. 77 Bilindiği gibi od ateştir, semender de pulad (çelik) vücudunu ateş yakmayan efsanevi mahluktur. Meşhur tarihçi İbrahim Peçevi de 1598 senesinde Macaristan'daki askeri bir harekattan şöyle bir kesit sunmaktadır: "Bir gün olmadı ki yağmur yağmaya ve seller olup sular taşmaya. Ordugahta balçık bir mertebeye vardı ki, bir çadırdan bir çadıra va­ rılmadan kaldı. Çadırların her ipine adam boyunda kazıklar çakıldı. Rüzgarların şiddetinden yine çadırlar durmaz yıkılırdı. Soğuklar 

da o kadar şiddetli ki, askerde el ayak tutmaz. Musibetler birbirini takip eder. Üç günlük yol bu seferde bin müşkilat ile on iki günde alındı. Bataklıkta soğuktan, açlıktan ve hastalıktan çektiklerimiz tahkir ve tabir olunmaz:'78 Başlarına börk denilen beyaz keçeden bir kü1ah giyerdi yeniçe­ riler. Bunun arkasında ise yatırma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer alırdı. Bu kısım yağmur, kar ve soğuktan enseyi korurdu. Elbiseleri topuklarına kadar inen uzun bir giyecekti. Ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopçalı bir çizmeydi. Bayraklarına ocağın sünni mezhebe mensup olduğunun bir işareti olarak İmam-ı Azam bayrağı denilirdi. Beyaz ipekten olup altın sırma ile bir tarafına "İnna fetahna leke fethan mübina': di­ ğer tarafına da "Ve yensurakallahü nasran aziza" ayet-i kerimeleri işlenmişti. Yeniçeriler harp sahasına girdikleri zaman, yani düşman top­ rağına ayak bastıklarından itibaren, her ikindi namazından sonra sefer duası yaparlardı. Yeniçeri kethüdası çadırından çıkıp bir iskemle üzerine oturur, yeniçeri ağasının iç ağaları ve adamları, ocak ağalarının maiyetleri ayak üzerinde bir daire teşkil ederek dururlardı. Her odanın neferleri de çadırları önünde dizilirlerdi. Ocak yazıcısı kethüda beyin yanına gelerek dua eder, orada­ kiler hep bir ağızdan "Allah Allah" sadalarıyla, yarım saat dağları inletirlerdi. Padişaha, vezirlere, ağalara ve bütün askerlere nusret temenni olunur ve en sonunda "Hu" denilerek dua biter, herkes yerlerine dağılırdı.79 Harbe başlayacakları zaman ise binlerce yeniçerinin ağzından gök gürültüsü gibi çıkan Gülbang-ı Muhammedi dosta ferahlık ve güven verirken düşmanın yüreğinin yağını eritirdi. Allah Allah illallah Baş uryan, sine püryan, kılıç al kan Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran. Eyvallah! Eyvallah! 

Kahrımız kılıcımız düşmana ziyan. Kulluğumuz padişaha ayan Üçler, yediler, kırklar! Gülbang-ı Muhammedi, nur-ı Nebi, kerem-i Ali Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli Demine devranına hu diyelim huuuuuu! .. Kolay değil, tam üç yüz altmış yıl. Üç kıtaya meydan okudu bu sözler. Cihat alanları önce bu sözlerle yankılandı, sarsıldı. Düşmanın yüreğine ateş yakıldı. Padişah harp meydanında ise etrafında dokuz saf, padişahın yerine serdar-ı ekrem görev yapıyorsa üç saf halinde dizilirdi yeni­ çeriler. Birinci saf ok veya tüfeklerini atınca, ikinci saf ayağa kalka­ rak oklarını boşaltır, sonra sırayla üç, dört, beş, altı giderdi. Saflar dalga dalga kabarırdı. Hücuma kalktıklarında ise "Hu" çekerek ileri atılırlardı. Şayet düşman kuvvetleri padişah otağına doğru yaklaşırsa, saf­ lar hilal gibi açılır, açılır ve sonra kapanırdı. Artık o kıskaçtan sağ çıkabilecek bir güç dünyada bulunmazdı. Yeniçeri kıtalarının iştirak ettiği ilk büyük meydan muharebesi Murad-ı Hüdavendigar'ın Birinci Kosova Savaşıllir (1389). Türkler yüz bin kişilik müttefık ordusunun karşısına kırk bin kişi çıkmıştı. Yeniçeri birlikleri on bin kişi kadardı. Savaş yeniçeri kuvvetlerinin düşman ordusunun merkezini teşkil eden ve Sırp Kralı Lazar'ın kumandasında bulunan düşman kıtalarını bir çember içerisine alıp imha etmesiyle neticelendi. 80 Kosova Savaşı'ndan yedi yıl sonra bu kez Macar Kralı Sigismund'un kumandası altınsa yeni bir Haçlı ordusu toplanmış­ tı. Macarların yanı sıra Fransızlar, İngilizler, İskoçlar, Almanlar, Polonya, Bohemya, Avusturya ve İtalyanlar, hepsi gömgök zırhlara bürünmüş yüz otuz bin şövalye ... Büyük bir gurur ve azametle ilerliyorlar ve "Gök çökse mızrak­ larımızla tutarız!" diyerek haykırıyorlardı.  

Vidin ve Rahova'da tarihin en meşhur katliamlarından birini gerçekleştirerek ilerlediler. İhtiyar, kadın, çoluk çocuk demeden on bin kadar Türk'ü akıl almaz işkencelerle öldürerek Niğbolu önlerine ulaştılar (8 Eylül 1396). Kale önlerinde zafer sarhoşluğuyla yaklaşık on altı gün oyalandılar. Onlar Yıldırım Bayezid'in korkudan Anadolu'yu da terk ederek kaçacağını düşünüyorlardı. İşi bu sebeple gayet ağırdan almışlardı. Ancak 24 Eylül günü Osmanlı ordusunu ansızın karşılarında gö­ rünce büyük şok yaşadılar. Buna rağmen Osmanlı ordusunu mahvetmek ve Yıldırım'ı ya­ kalamak şerefine erişebilmek için Macar ve Fransız komutanla­ rı birbirleriyle şiddetli tartışmalar yaptılar. Neticede bu şeref (!) Fransızlara kaldı. Zırhlı Fransız şövalyeleri Osmanlı ordusunun içerisine yıldırım gibi daldıklarında önce zafer naraları ile ilerlediler. Zaferi elde et­ tiklerini sandıkları anda yeniçeriler tarafından kuşatıldıklarının da farkına varmışlardı. Şimdi yeniçeriler amansız palalarını indirirken "Rahova-Vidin!.. Rahova-Vidin!" diye haykırıyorlardı. Böylece masum Müslümanları katletmenin ne demek olduğunu da onlara hatırlatıyorlardı. Yeniçeriler böylece yarım saat içerisinde Avrupa'nın bu gururlu şövalyeler topluluğunu ateş gören yağ gibi eritiverdiler. Korkusuz Jan ve birkaç arkadaşı esir edilirken Macar kralı kendini Tuna Nehri'ne atarak kurtulabildi. 81 Niğbolu Savaşı ile artık bütün Avrupa milletleri, Osmanlı Devleti'nin kısa sürede demir bir balyoz gibi yetiştirdiği bu çe­ kirdek ordusunun gücünü görmüş ve acısını tatmış bulunuyordu. Varna, il. Kosova, İstanbul'un fethi, Otlukbeli, Çaldıran, Mer­ cidabık, Ridaniye, Belgrad, Mohaç ve daha nice zaferlerde yeniçeri kılıcı pek şanlı bir şekilde parladı, gözleri kamaştırdı. Böylece yüzlerce savaşa girip çıktı Osmanlı hükümdarları. Onları korumakla görevli yeniçeriler en küçük bir ihmal göstermediler. Bir tek Yıldırım Bayezid Han esir düştü, Ankara Savaşı'nda Timur Han'a . . .

Onda da yeniçerilerin bir suçu olmadı. Anadolu askeri beylerinin yanına geçip Yıldırım'a ihanet ederken, şehzadeler savaŞın kaybe­ dildiğini anlayıp çekilirken, yeniçeriler akşama kadar vuruştular. Timur'un seksen bine ulaşan ezici kuvveti saatlerce çarpışma­ sına rağmen sekiz on bin kişilik bu efsanevi birliği dağıtamıyordu. Bir yeniçerinin ifadesiyle akıbetin sebebi: "Biz, Padişahım sakın aramızdan çıkma dedik. Ancak cesur ve gayyU.r hanımıza dinletemedik. Bizim aramızdan çıktı. Bir zaman sonra gördük ki Timur'un askeri hünkarımızı ele geçirmiş. Timur'a götürdüler. Biz de teslim olduk. Eğer Yıldırım Han sözümüzü dinle­ yip aramızdan çıkmasaydı, gece karanlığında biz onu alıp giderdik. Timur'un askeri ise bizi asla bulamazdı . .  :•sı Yeniçeriler her zaman askerdiler. Savaşlardan sonra memle­ ketlerine dönmezlerdi. Bir kısmı merkezde padişahın sarayında görev yaparken, diğerleri Divan-ı Hümayun muhafızlığı, şehir ve kasabaların inzibatı ve serhat kalelerinde muhafızlık görevlerinde bulunurlardı. Onlar Osmanlı'nın yaya yürüyen neferleri idiler. Bir ülkenin üzerine yürüyüşe geçtiklerinde zel�ele olurcasına korku salarlardı. Batıda Belgrat'a, Budin'e, Temeşvar'a, Uyvar'a, Viyana'ya; doğuda Bağdad'a, Revan'a, Tebrize, Karabağ'a; kuzeyde Bender'e, Hotin'e, Polonya ovalarına; sonra Sina çöllerine, Rusya bozkırlarına, Şaın'a, Halep'e, Kahire'ye yürüdüler. Bazen beş ay, bazen buçuk yıl süren bu yürüyüşler Türk tarihine altın haleler gibi asılan zaferler kazandırdı. Ta ki ocak disiplini bozuluncaya kadar. : .  Yahya Kemal Beyatlı "İstanbul'u fetheden yeniçeriye" asırlar ötesinden şöyle sesleniyordu: Vur pence-i Ali'deki şemşir aşkına, Gülbangi asmelnı tutan pir aşkına. Ey leşker-i müfettihü'l-ebvab vur bugün, Feth-ı mübini zamin o tebşir aşkına.

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilal içün, Gelmiş bu şehsüvar-ı cihangir aşkına. Düşsün çelengi Rum'un eğilsün ser-ı Firenk, Vur Türk'ü gönderen yed-i takdir aşkına. Son savletinle vur ki açılsın bu surlar, Fecr-i hücum içindeki Tekbir aşkına.

Tarih, bayramcigerli.blogspot.com,
Bayram Cigerli,Tarih Notları, Osmanlılar,Tarih Konu Anlatım,Ahmet Şimşirgil,Kayılar,

Lorem ipsum is simply dummy text of the printing and typesetting industry.

Comments


EmoticonEmoticon