Arkeoloji-Antropoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arkeoloji-Antropoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2020 Pazar

Arkeolojik Verilerin Oluşma Sürecine Grafiksel Bir Örnek

Arkeolojik Verilerin Oluşma Sürecine Grafiksel Bir Örnek

Dilara Kahyaoğlu

Eski insan davranışlarının somut ürünleri hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmaz. Ama bazıları diğerlerinden daha iyi durumda günümüze ulaşır. Ancak bu arkeolojik kayıtlar insan davranışlarının mükemmel bir yansıması değildir, dönüşümsel süreçlerin etkisiyle değişime uğramışlardır ve onları doğru değerlendirmek, yorumlamak gerekir.

Aşağıdaki açıklamalı örnekleri inceleyiniz.

1.
2000 yıl önce bir Avcı Kampı
 İnsanların satın alma, 
üretim, kullanım ve biriktirme davranışı sonucu
ortaya çıkan somut ürünleri görüyoruz. Bunlar; barınak (çadır), ateş ve çöp.
2.
1800 yıl önce
Kamp yeri sel altında kalıyor, alüvyonlu topraklar tarafından üstü kapatılıyor.
Böylece dönüşüm süreci başlıyor.  Çadırın dikmeleri, ocak, çöp yığını
kumun altında kalıyor.


3.
1500 yıl önce
Kumların üzerine bir çiftçi köyü inşa ediliyor. Satın alma, üretme, kullanma ve biriktirme
davranışlarının somut örneklerine yeni veriler ekleniyor. Bunlar; ahşap bir ev, tahıl deposu
ve çöp çukuru...
4.
1000 yıl önce
Yeni bir sel  tarım köyünü yok ediyor. İkinci bir alüvyonlu kumlar köyün üstünü
örtüyor. yüzlerce yıl sonra oraya taşlarla yerden yükseltilmiş bir platform üzerine
taş bloklardan bir tapınak inşa ediliyor. 
5.
500 yıl önce
Terkedilen tapınak yıkılıyor. Höyük oluşum süreci başlıyor. Tapınaktan fazla
kalıntı kaldığı için yerden yüksekte ve görünür durumda bulunuyor.
6.
Bugün
Tapınak kalıntısının da üzeri toprak ve bitkilerle kaplanıyor. Alttaki katmanlar
bunun altında saklı, kazılmazsa hiç bir zaman ortaya çıkmayacak.


Kaynak: Discovering Our Past A Brief Introduction To Archaeology, Fifth Edition, Wendy Ashmore University Of California, Riverside Robert J. Sharer University Of Pennsylvania, McGraw-Hill, 2010, 

10 Ocak 2020 Cuma

Arkeolojik Bir Buluntunun Yaşı Nasıl Belirlenir: Arkeometride Yeni Yöntemler

Arkeolojik Bir Buluntunun Yaşı Nasıl Belirlenir: Arkeometride Yeni Yöntemler

Mehmet Özdoğan

Son sempozyumun afişi, Haziran 2019
bilgi için bkz.
Bu sempozyumdaki arkeometriyle ilgili bildiriler için EK1'e bkz.
Şu linkte ayrıntılı program var.
https://i.arkeolojikhaber.com/pool_file/2019/24/8193_arkeoloji-sempozyumu.pdf
Arkeoloji, geçmiş dönemlerdeki yaşamı zaman ölçeğine bağlayarak tanımlayan bir bilim dalıdır. Bu nedenle, insanı ve oluşturduğu kültürü, içinde yaşadığı doğal çevre ortamı ile birlikte bir bütün olarak ele alır; yalnızca süreci tanımlamakla kalmaz, göreli yada mutlak tarihlerle kronolojik bir dizin de oluşturur. Dolayısıyla geçmişi doğru bir şekilde anlayabilmek için arkeolojinin, konusu dünya olan bütün bilim dallarıyla bilgi paylaşımı yapması gerekmektedir. Her ne kadar bu bağlamda ilk akla gelenler iklim, topoğrafya, canlılar dünyası gibi doğal çevrenin makro ölçekli elemanları ise de, bunların temelini oluşturan mikro ölçekli kimyasal, fiziksel ve biyolojik verilerin, süreci ortaya koymaktaki önemi giderek daha iyi anlaşılmaktadır.

Arkeolojinin ilk dönemlerinde doğa bilim dallarıyla olan ilişki, yukarıda tanımladığımız makro ölçek düzeyinde jeoloji, coğrafya, zooloji, botanik ve fiziki antropoloji ile kurulmuşken, geçen yüzyılın ortalarından itibaren giderek çeşitlenmiş, günümüzde artık nükleer fizikten mikrobiyolojiye, astronomiden jeokimyaya kadar birçok bilim alanıyla arkeoloji arasında karşılıklı bilgi paylaşımına dayanan bir birliktelik doğmuştur. Arkeoloji, doğa bilim dallarının olanaklarından yararlanırken, doğa bilim dalları arkeolojinin geçmişi zaman dizinine bağlayarak süreci tanımlamasından yararlanmaktadır. Bu da arkeolojiye yeni bir işlev yüklemiş ve arkeolojiyi doğa bilim dallarının "zaman laboratuvarı " konumuna taşımıştır.
Zaman laboratuvarı nedir?

Doğa bilim dalları kendi yöntemleriyle süreci tanımlar; örneğin radyoaktif maddelerin zaman içinde radyoaktivitesinin giderek azaldığını kendi yöntemleriyle ortaya çıkarırlar. Ancak bunun hızını saptayabilmek için kesin tarihi bilinen nesnelere gerek vardır. Bu sürecin en tanımlı yansıması, daha önce yukarıda değindiğimiz ve bugün arkeolojinin vazgeçilmez bir yöntemi durumuna gelmiş olan radyoaktif tarihlemedir. Nükleer fizikçi Libby, maddelerin içerdiği radyoaktivitenin zaman içinde azaldığını belirledikten sonra, bunun süresinin nasıl hesaplanacağı sorunuyla karşılaşmış ve bu konuda arkeolojinin yardımcı olabileceğini öngörmüştür. Bunu belirlerken, öncelikle tarihi bilinen dönemlerden günümüze kadar gelen ve aynı zamanda radyoaktivitesinin azalma hızı fazla olan bir maddeyi ele almanın doğru olacağına karar vermiş ve bu nedenlerle deney için karbonu seçmiştir.

Bilindiği gibi karbon, bütün organik maddelerde bol miktarda bulunan ve yandığı zaman da korunan bir elementtir. İlk olarak tarihi bilinen bir Mısır mumyası ile çalışmalar başlamış ve yapılan ölçümlerden radyoaktif karbonun radyoaktivitesinin azalma hızı hesaplanarak yarıyaşı (yarılanma ömrü) belirlenmiştir. Ancak bu yöntemin kullanımı ve bununla ilgili çalışmalar ilerledikçe, Libby’nin karbonun yarıyaşı olarak yaptığı ilk hesaplamanın çok hassas olmadığı görülmüş ve 1960'lı yıllardan itibaren tarihleme farklı bir yarıyaşa göre yapılmaya başlanmıştır. Çalışmalar daha da ilerledikçe farklı bir sorun daha ortaya çıkmış, karbon yaşının standart olmadığı ve atmosferdeki radyoaktiviteye göre salınımlar gösterdiği belirlenmiştir. Bu nedenle laboratuvarda elde edilen karbon yaşının diğer verilere göre uyarlanması bir zorunluluk haline gelmiş ve özellikle takvim yaşıyla radyoaktif yaşın arasındaki farkın standart olmayışı, konunun çok daha kapsamlı bir şekilde ele alınmasını gerektirmiştir. Karbon yaşının hesaplanmasında temel olarak, "ağaç halka analiz (dendrochronology) yönteminden elde edilen veriler kullanılmaktadır. Bu yöntem çevre ortamına duyarlı uzun ömürlü ağaçların her yıl oluşturduğu halkaların sayımı ve bu halkalardan aralıklı olarak alınan radyoaktif tarihlerle belirlenmektedir. Önceleri, günümüzde halen yaşamakta olan ağaçlardan elde edilen serilerin, daha sonra arkeolojik kazılarda ortaya çıkan ve yeterince halka sayısı korunmuş durumdaki kömürleşmiş örneklerle birleştirilmesiyle yöntem gelişmiş ve böylelikle günümüzden yaklaşık 10.000 yıl öncelerine kadar inen ağaç halkaları dizimleri oluşturulabilmiştir. Bu yöntem yalnızca radyoaktif karbon yaşındaki değişimleri değil, ağaç halkalarının kalınlık ve inceliğine göre doğal çevre ortamındaki değişimleri de yansıttığından, giderek daha yoğun olarak kullanılmaktadır. Ağaç halkaları yöntemi ve bunun radyoaktif tarihlerle eşleştirilmesi de sürekli olarak geliştirilmekte ve bu nedenle hemen hemen her yıl yeni bir uyarlama çizelgesi oluşturularak eski tarihler buna göre dönüştürülmektedir.

Günümüzde uyarlanmamış olan laboratuvar ölçüm tarihleri "Günümüzden Önce" (BP) olarak verilmektedir. Düzeltilmiş tarihler ise, uyarlanmış anlamındaki "Kalibre" sözcüğünün kısaltması olan C ya da Cal. ön ekiyle "Milattan Önce" (BC) olarak verilmektedir.

Bu durum arkeoloji ile doğa bilim dalları arasındaki ilişkinin karmaşıklığını ve sürekli olarak nasıl geliştiğini gösteren en iyi örnektir. Bu yöntem daha sonra yarıyaşı daha uzun olan uranyum, toryum, potasyum, argon gibi maddeler için de Paleolitik Çağ dolgularında uygulanmış ve böylelikle arkeoloji bir yanda nükleer fizik için bir zaman laboratuvarı oluştururken, diğer yanda da aynı yöntemden yararlanarak tarihi bilinmeyen arkeolojik buluntuların zamanını belirleyebilmiştir. Günümüzde arkeoloji ile doğa bilim dalları arasındaki bu temele dayalı ilişki gerek zaman belirleme, gerek sürecin anlaşılması bağlamında giderek çeşitlenmiş ve bu süreçten ele "arkeometri" adını verdiğimiz bilim alanı ortaya çıkmıştır.

Bir diğer örnek olarak jeofizik alanında deprembilim ve arkeoloji arasındaki bağlantıyı sayabiliriz. Deprembilimciler fay hatları üzerinde çalışırken, meydana gelen eski depremleri ve bunların şiddetini kendi yöntemleriyle saptayabilirler. Ancak depremlerin ne sıklıkla tekrarlandığını belirleyebilmek için, bunların mutlak tarihlerini bilmeleri gerekir. Bu bağlamda arkeolojik veriler, fay oluşumları içinde bulunan arkeolojik malzeme ya da höyüklerdeki deprem çatlakları, jeofiziğe önemli bir katkı sağlamakta, arkeoloji de ören yerlerindeki tahribatın nedenleriyle ilgili olarak deprem bilimcilerden yararlamaktadır.

….

Arkeometride gelişen yeni yöntemler nelerdir?

Yukarıda değinildiği gibi arkeoloji, doğa bilimlerinin bütün alanlarıyla bilgi paylaşımı içindedir ve her geçen yıl geçmişi daha iyi ve farklı açılardan anlamamızı sağlayan yeni yöntemler ortaya çıkmakta ve uygulanmaktadır. Kuşkusuz bunların bir kısmı, şimdilik kesin sonuç vermeyen deneysel nitelikte çalışmalardır. Buna karşılık son yıllarda ortaya çıkan bazı yöntemler, ilerisi için umut veren ve hızla yaygınlaşan uygulamalar olmuştur. Bunların başında kuşkusuz biyoarkeoloji ve biyogenelik arkeoloji gelmektedir. Moleküler biyoloji ve genetik araştırmaların hızla gelişmesi, arkeolojiye daha önceden öngöremeyeceğimiz kadar önemli ve yeni bir açılım getirmiştir. Geçmiş dönemlerden kalan kemik, diş gibi dokulardan DNA zincirinin okunabilmesi, insan topluluklarının dünya üzerindeki yayılım sürecini, yer değiştirişini ve ''evrim" olarak tanımladığımız mutasyon ve doğal seçilime bağlı değişimini, kültürel dolgular ve zaman ölçeği içinde görebilmemizi sağlamıştır.

Örneğin Neolitik Çağ'la birlikte önemli bir besin kaynağı haline gelen ve yabani türleri çok geniş bir bölgede bulunan arpanın DNA zincirinin çözümlenmesiyle, bu bitkinin ilk olarak tarıma alındığı bölgenin Urfa Karacadağ olduğu ve belirli bir genetik yapıya sahip olan bu alt türün (mutant) tarım bitkisi olarak dünyaya yayıldığı anlaşılmıştır. Aynı şekilde hemen her yerde yabandomuzu bulunmasına karşın Neolitik Çağ'da Avrupa'daki yerleşimlerde görülen evcil domuzların yerel yabandomuzundan değil, Anadolu yaban domuzundan geldiği de örnekler arasında sıralanabilir.

Biyogenetik arkeoloji araştırmaları, yalnızca DNA zincirinin incelenmesiyle sınırlı değildir. Kemik ve diş dokularında yapılan izotop analizleri, beslenmenin protein, karbonhidrat, su ürünlerine mi bağlı olduğunu ya da belirli bir yaştan sonra besin kaynağının değişip değişmediğini ve hatta o kemik ya da dişin sahibinin yaşamının ilk yıllarını farklı bir bölgede geçirip geçirmediğini bile öğrenmemizi sağlamaktadır. Biyogenetik arkeoloji, örneğin kemik dokularının oluşumundan çevresel stres faktörünün okunması gibi, her yıl hepimizi heyecanlandıran yeni açılımlar getirmektedir.
....

EK 1
2019 haziranında yapılan sempozyumda yer alan arkeometriyle ilgili konu başlıkları, bizlere günümüzde bu alanda varılan noktaları ve uzmanların hangi konularla ilgilendiğinin bir özetini sunmaktadır.  Ayrıntılı program için bkz. 

D SALONU - ARKEOMETRİ SONUÇLARI TOPLANTISI
OTURUM BAŞKANI: Mehmet SOMEL
14.00-14.15 Orta Anadolu’da At Arkeogenomiği Mustafa ÖZKAN
14.20-14.35 Neolitik Anadolu Koyunlarının Genomik Analizi Erinç YURTMAN
14.40-14.55 Aşıklı Höyük İnsanlarının Genomik Analizi; İlk Bulgular Reyhan YAKA
15.00-15.15 Alaca Höyük İnsan İskeletlerinin Genom Analizleri Füsun ÖZER
15.15-15.25 Ara
OTURUM BAŞKANI: Füsun ÖZER
15.25-15.40 Neolitikten Günümüze Anadolu Popülasyonlarının Genetik Tarihi Dilek  KOPTEKİN
15.45-16.00 Anadolu’da Görülen Genetik Hastalıkların Neolitik Dönemden Günümüze Evrimi-Ön Sonuçlar - Mehmet ÇETİN
16.05-16.20 Neolitik Öncesi ve Sonrası Antik Metilasyon Motifleri - Fatma Rabia FİDAN
16.25-16.40 Materyal Kültürü ve Antik DNA’yı Birleştiren Hesaplamalı Bir Sistem Geliştirmek - Elif SÜRER
16.40-16.50 Ara
OTURUM BAŞKANI: Mehmet ÇETİN
16.50-17.05 Türkiye’de Antik DNA Çalışmaları - Mehmet SOMEL
17.10-17.25 İstanbul’un Neolitik ve Bizans Dönemi Yerleşmelerinde Arkeobotanik Araştırmalar - Burhan ULAŞ
17.30-17.45 Ulusal 1MV AMS Laboratuvarı’nda Uygulanan Radyokarbon Yöntem ve Teknolojileri - Turhan DOĞAN
17.50-18.05 Metrik Ölçümlerle Depo Ünitelerinde Kapasite Hesapları: Güvercinkayası Kazısı Örneği - Pınar ÇAYLI
18.05-18.15 Tartışma....
Kaynak: 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, s. 121-129
Kaynakta bu konuda daha fazla bilgi bulunmaktadır. 

30 Aralık 2019 Pazartesi

Tarihsel Haritalarda Gösterilen Bilgiler Durağan Değildir

Tarihsel Haritalarda Gösterilen Bilgiler Durağan Değildir

Dilara Kahyaoğlu
Aralık, 2019

Okullarda verilen derslerde ve en önemlisi ders kitaplarında kullanılan haritaların (tabloların, grafiklerin vb.) hiç değiştirilmeden yıllarca kullanıldığını bilirsiniz ve bunu gayet olağan karşılar bir çoğumuz. Oysa olağan değildir. Tarih ve sosyal bilimler  dinamik derslerdir. Her yeni bulgu yeni bir bilgi getirir. Arkeolojik ve antropolojik araştırmalarda elde edilen yeni bulguların yanı sıra  geliştirilen yeni teknikler sayesinde, geçmiş bulgular üzerinde o zamana kadar hiç bilinmeyen veya gözden kaçmış bir çok yeni bilgi ediniyoruz. Bütün bunlar bilgiyi hareketli kılıyor. Tablolar, haritalar, açıklama ve yorumlar; sürekli değişiyor, gelişiyor. Nasıl 2019 yılına ait ekonomik verileri 2020 yılı için kullanamıyorsak -bu kadar hızlı olmasa da-  haritaları, tabloları ve grafikleri de kullanamayız.  Çok hızlı bir değişim var. Bu hızlı değişime rağmen öğrenim materyalleri çok yavaş değişiyor veya hiç değişmiyor. Bu çok sakıncalı bir durumdur.
Bakın bu haritadaki bilgiler her zaman güncelleniyor.
Bir müddet sonra bu haritaya baktığımızda daha farklı yerler ve tarihler göreceğiz.
Görsel Kaynak: Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, Yuval Noah Harari
Bir kere öğrenci tarih ve sosyal bilimler çalışırken bu değişime tanık olma şansını kaçırıyor. Hem yanlış ve/veya eksik bilgi öğreniyor hem de değişmez, sabit bir geçmiş algısıyla donanarak mezun oluyor. Bu çok tehlike bir yaklaşım. Bu durum, eleştirel düşünme becerisinin gelişmesinin, yeni fikirlere açık olmanın, bilimsel merak ve araştırmanın; önüne set çeken bir yaklaşımdır. Öğrencilere yapılan kötülükleri saya saya bitiremeyiz aslında. Ezber eğitim, anlamlı olmayan öğrenme dediğimizde tam olarak bunları kast ettiğimizden emin olalım. Çünkü çoğu insan, ezber eğitim denilince, bir makine gibi eldeki bilginin anlamını bilmeden ezberleme ve bunu sınavlarda aynen söyleme olarak anlıyor. Bu işin en basit yönü. Ezber eğitim, anlamlı olmayan öğrenme; devasa bir kara deliktir. O nedenle ezber eğitimi anlatırken biz de ezberden bir şeyler söylemesek iyi olacak.

İki harita arasında fark var.
Bu farkların neler olduğunu bulunuz?
Görsel Kaynak: World History, William J. Duiker & Jackson J. Spielvogel, 2014



NOT

Milattan Sonra (MS) için kullanılan kısaltmalar
AD: (Anno Domini), latince bir kelimedir ve in the year of our Lord anlamına gelir. Yani İsa, kastedilerek Efendimiz'in Yılı anlamında kullanılmaktadır. Türkçe'de Milattan Sonra anlamında kullanıyoruz. Kısaltarak; MS (M.S.) olarak yazıyoruz. İS (İ.S.) şeklinde de kullanılır (İsa'dan Sonra).

Yahudi tarihçiler ve/veya bu din odaklı kısaltmaya karşı çıkanlar;

CE: (Common Era) yani Bilinen Dönem anlamına gelen CE kısaltmasını kullanırlar.  Bu kısaltma Türkçe tarih yazımına yerleşmemiştir.

Şu önemli: Milattan Sonra için hiç bir kısaltma kullanılmaz. Doğrudan tarih yazılır. Ama bazen vurgulamak için bazen de Milat'a yakın bir dönem veya iki dönemi de aynı anda yazmak söz konusuysa karışıklığı önlemek için  kısaltma kullanılır.

Milattan Önce için kullanılan Kısaltmalar

BC (Before Christ) ise İsa'dan önce anlamına gelmekte ve 'Milattan Önce' anlamında kullanılmaktadır. Türkçe'de MÖ (M.Ö.) veya İÖ (İ.Ö.) şeklinde kısaltıyoruz.

Yahudi tarihçiler ve/veya bu din odaklı kısaltmaya karşı çıkanlar;

BCE: (Before Common Era) kullanıyor. Bu kısaltmanın açılımı Bilinen Dönemden Önce anlamına gelmektedir. Türkçe'de yine  MÖ (M.Ö.) veya İÖ (İ.Ö. -İsa'dan Önce anlamına gelmektedir-.) kısaltmasını kullanıyoruz. 

Milat: Arapça olan bu kelimenin anlamı doğumdur.  Tarih yazımında İsa'nın doğduğu yıl kastedilir ve "0" olarak kabul edilir.

Bir de Günümüzden Önce anlamında kullanılan kısaltmalar vardır. Burada hesaplama "0" noktasına yani milata göre değil günümüzden kaç yıl önceye ait olduğunu belirtmek için kullanılır.

Göbeklitepe'nin Yapılışı..................................0..........................................Günümüz
y.  10. 000 ...................................................... +............................................2 000

Göbeklitepe'nin günümüzden 12. 000 yıl önce kurulmuş olduğu düşünülmektedir. Bu iddia yaklaşık bir tahmindir (y).
Bunun İngilizce olarak kısaltması;"Günümüzden Önce" (BP)'dir. BP 12. 000 gibi. BP (Before Present). Bu tür kısaltmalar daha çok arkeometrik sonuçlarla elde edilen çok daha eski dönemlere ait tarihler için kullanılır. Bu laboratuvar ölçüm tarihleri sürekli olarak düzeltilmektedir. Eğer düzeltmiş bir tarih kullanılıyorsa o zaman da Kalibre sözcüğünün kısaltması olan "C" veya "cal." kısaltması ile bu durum belirtilir. c. BP 12.000 gibi.


şu kaynaklara da bkz.

https://www.arkeolojikhaber.com/haber-milat-common-era-milattan-once-ve-milattan-sonra-kisaltmalari-16914/

https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2020/01/arkeoloji-bir-buluntunun-yasn-nasl.html

19 Aralık 2019 Perşembe

Tarım Havzası Mumyaları - Tarim Basin Mummies

Tarım Havzası Mumyaları - Tarim Basin Mummies

Dilara Kahyaoğlu

[Türkiye'de kaynak bulunmayan bir konuda yazdım. Birinci elden kaynaklardan yararlandım. Görselleri kaynaklardan taradım, nereden aldığımı tek tek belirttim. Bu ülkede (ve dünyada) komplo teorilerine maruz bırakılan bu konuda okumak istiyorsanız metne bir göz atınız.]


***
Kurumuş derisi ve çökük göz boşlukları dışında uyuyan bir adama benzeyen kişiye bakınca garip bir duyguya kapıldım ve böylece çağımızın çok eski yüzyıllarında bu kasvetli Lop bölgesine yerleşmiş ve herhalde buradan hoşlanmış olan yerli halkın bir temsilcisiyle karşı karşıya olduğumu  hissettim. 
Aurel Stein, 1928
Zaghunluk'ta bulunan bu kişinin mumyalaşma yaşı MÖ 1000 ile 600 arasında tarihleniyor.
Yüzüne aşı boyasıyla dövme yapılmış olan bu kişinin ağzı açılmasın diye bağlanmış.
Tarım Mumyalarını ilk keşfeden kişiler İsveçli Sven Hedin, Alman Albert Von La Coq ve İngiliz Aurel Stein'dir. 20. yüzyılın başında bu kişiler İpek Yolu üzerinde bulunan vaha kentlerini araştırmak için buralara gelmişlerdi. Bu sefer sırasında mumyaları bulmuş, fotoğraflarını çekip, tanımlamışlardı.
Çinli arkeologların son yıllarda yaptığı araştırmalar sırasında ortaya çıkan mumyalar ise bu konuyu hem ilgi hem de tartışma odağı haline getirmiştir. Çinlilerin bulduğu mumyaların bir kısmı çok daha eski bir döneme aittir, çok az bozulmuştur ve fiziksel yapıları Çinlilerden ve/veya o bölgede şu anda ikamet edenlerden farklıdır. Batılı araştırmacılar bunların Hint-Avrupa kökenli olduğunu söylerken Çinliler bu konunun sadece bu yönüyle dile getirilmesini eleştiriyor.
a1. Aşağıdaki mumyalaşmış kadın bu şekilde bulunmuş, Zaghunluk Mezarlığı
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

a2. Tarım'da bulunan mumyalardan birinin sarı saçları var. Günümüzden bir sanatçı bu kişinin
yaşarken nasıl göründüğünü hayal etmiş (sağ)
Yalnız dikkat! Kadının yüzünde dövme var ve yeniden çizimde bu ihmal edilmiş.
Esas onlarla birlikte bu yüzün nasıl göründüğünü hayal etmek lazım. Bu haliyle modern bir
kadın izlenimi veriyor ve bu da yanlış bir algı oluşmasına neden oluyor. 
Tarihi canlandırdığını iddia eden görseller daima eleştirel
bir gözle incelenmeli.



Uzun cadı şapkalı kadınlardan biri
Üzerinde; yünlü etek ve bluz, koyun postundan bir pelerin ve deri
ayakkabılar var. Sol eli deri bir eldiven içinde.
[Fagan]
Mumyaların yakın dönemde yeniden gündeme gelmesi sağlayan kişi de Pennsylvania Üniversitesi'nde Çin dilleri ve edebiyatı profesörü olan Victor Mair.  Mair, mumyaları ilk kez 1987 yılında müzede görüyor o anda işi gereği Sincan eyaletinde bulunan Urumçi şehrindeki bir müzede bir tur grubuna liderlik ediyormuş. Orada, camın altında, yakın zamanda keşfedilmiş bir ailenin her biri uzun, koyu mor yünlü giysiler ve keçe çizmelerle kaplanmış cesetlerini - bir erkek, bir kadın ve iki ya da üç çocuk- görür.  O ilk anı Mair şöyle anlatıyor: “Çinliler 3 bin yaşında olduklarını söylediler, ancak cesetler daha dün gömülmüş gibiydi.” Fakat asıl şok, Mair'in yüzlerine yakından baktığı zaman geldi. Orta Asya halklarının çoğunun aksine, bu cesetlerin belirgin beyaz veya Avrupalı ​​özellikleri vardı - sarı saçları, uzun burunları, derin gözleri ve uzun kafatasları-. “Bir tur grubuna liderlik yapmam gerekiyor olsam da, o odadan çıkamadım. Bu insanlar kimlerdi?”

En eski mumyaların bulunduğu yerlerden biri de  bugün kurumuş olan Lobnur tuz gölü yakınlarındaki yerler ve Kavrighul mezarlığıdır. MÖ 1000 yılından önceye ait mumyalar basit bir dokumaya sarılı olarak gömülmüşken MÖ 1000'den sonra kalanlarda ise sofistike bir değişim olduğu gözlenmektedir. Bu mumyalar yünlü şapkalar, ekose battaniyeler, tamamen giyinmiş olarak, pantolonlu, renkli, işlemeli çoraplı, gömlekli olarak bulunmuştur. Bu kişilerin hala daha bozulmamış olan sarı ve kızıl saçları, Mongoloid olmayan yüz ve beden hatları, örneğin uzun parmakları ve ayakları, ince uzun bir yüzleri vardır. Batılılar bunların Kafkasya ya da Avrupa'dan gelenler olduğunu söylemekte hatta Hint Avrupalı olduğu iyi bilinen Toharların ismi telaffuz edilmektedir.
Bu haritada İpek Yolu'nun geçtiği yerler ve bu bağlamla ilgili görülen şehirler, bölgeler gösterilmiş.
Kültür Birliği bulunan yerler sayılarla gösterilmiş noktalı bir çerçeve içine alınmış
Araştırmaya konu olan arkeolojik siteler kırmızı üçgendir
Küçük haritada mumyaların bulunduğu yerler ayrıntılandırılmış. Çıkarılan mumyalar işte bu
sitelerin ismiyle anılıyor. Örneğin: Zaghunluk Adamı, gibi.
Gömü yerlerinin daha çok Tarım Nehri ve kolları üzerinde olduğu görülüyor

Bu harita biraz daha ayrıntılı olabilir.
Çift isimli yerler de belirtilmiş, bu önemli bir fark ve bilinmesi gereken bir bilgi.
Aksi takdirde metinleri izlemek, bağlantı kurmak zor oluyor.
New Research on East-West Exchange in Antiquity, 2014
Toharlar için bkz.
Görselin kaynağı: Fagan, Eski Dünyanın Yetmiş Büyük Gizemi, s. 170


Bağlama Uygun Ara Metin: Toharlar
Toharlar bugün yok ama bazı yazılı belgelerden kullandıkları dilin kökeni çözülebildi. Toharların atalarının MÖ 4. binin ortalarında Volga-Ural bölgesinden ayrılarak doğuya doğru başlayan büyük göçün parçası oldukları düşünülüyor. Afanasevanlar olarak bilinen kültüre ait olan bu insanlar Sincanın kuzeyindeki Altay Dağları ile Minusinsk Havzasına yerleşmişlerdi. Afanasevanların MÖ 2000 yılında Tarım Havzasına yerleşmek  üzere yeni bir göç yaptıklarına dair kanıtlar da var. İpek Yolu'nun güney bölgesinden  saf Toharca metin kalmamasına rağmen Hint belgelerinde Toharca'dan alınmış kelimeler ve kişi adları bulunmaktadır. Bu bölge (Tarım Havzası) Çin'de Budizm'i ilk benimseyenlerin bulunduğu, mağara duvarlarına resimler yaptıkları, manastırlar kurdukları bölgedir. Buralardan çok sayıda el yazısı koleksiyonu ele geçirilmiştir. Ele geçirilme ifadesi tam olarak doğrudur çünkü buraları ilk bulanlar bu yazılı belgeleri Avrupa'ya götürmüştür. Budizm yazılı söze büyük önem veren bir dindi  gerek görsellerle gerekse metinlerle kendilerini ifade etmeyi düstur edinmişlerdi. Bulunan bu yazılı belgelerin bir kısmı Sanskritçe yazılmış diğerleri yerel dillerden oluşmuştu.  Dillerden ilki Hotan-Saka'ca olup İran grubuna dahil bir dildir. Mumyaların çoğu Hotanca'nın görülmediği bölgeden gelmektedir ve burası Toharların bilinen dağılım ve yerleşimleriyle uyumludur. Bu bilgiden yola çıkan araştırmacılar, bu mumyaların (özellikle en eskilerinin) Toharlar veya onlarla genetik ve dilsel açıdan (linguistik) bağlantılı bir grup oluğunu düşünmüştür. Araştırmalarda bazı temel kelimeler kullanılarak karşılaştırma yapılmıştır ki bu çok sık baş vurulan bir yöntemdir elbette elde yazılı kaynaklar varsa... Nitekim Hititler üzerine yapılan araştırmalarda da ilk yol gösteren kelimelerden biri; su kelimesinin (İngilizce water) Hititçe vatar kelimesi ile benzerliğini keşfetmek olmuştu (ilk kelime Sümerce ideogramla yazılmış olan ekmekti).

Aşağıdaki tabloda temel kelimelerin karşılıkları yazılmıştır. İlki Toharca diğeri İngilizcedir.
  • Pacer......Father
  • Macer.....Mother
  • Procer.....Brother
  • Ser..........Sister
  • Keu.........Cow
  • Okso.......Ox
  • a(u).........Ewe
  • twere......Door
  • nuwe......New

Hamiwupu mezarlığında bulunan ekoseli, çok renkli dokuma yün kumaş
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

Çizgili, çok renkli dokuma yün kumaş Zaghunluk mezarlığından çıkarılmış
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

Tekrar mumyalara dönersek... Mumyalar Çin'in kuzeybatısındaki Tian Shan'ın ("Göksel Dağlar") kurak eteklerine ve güneyden 150 mil uzaklıktaki Taklamakan Çölü'nün eteklerine dağılmış mezarlık alanlarından geliyor. Çinli arkeologlar buraları son 16 yıldır kazıyor ve 100’den fazla mumya çıkarmışlar. Hepsi şaşırtıcı derecede iyi korunmuş durumda. MÖ 2000-MÖ 300 arasına tarihlenen bu bedenler, dünyanın tarih öncesi mumyalar kataloğuna önemli bir katkı sağladı. Eski Mısır mumyalarının aksine, Sincan mumyaları; yönetici ya da soylu kesimden değildi dolayısıyla bilinçli bir şekilde mumyalama prosedürlerine maruz bırakılmamıştı. Onlar sadece taşlık çöle gömülerek korunmuşlardı. Orada gündüz sıcaklıkları genellikle 100 derecenin üzerine çıkar. Bu ısıda bedenler hızlı bir şekilde kurumuş, yüz kılları, cilt ve diğer dokular büyük oranda bozulmadan kalmıştır. https://www.discovermagazine.com/planet-earth/the-mummies-of-xinjiang

Tüyleri başa ya da şapkalara takıyorlar
Yün dokuma bir battaniyeye sarılmış
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

a3. Bir çok mumyanın ellerinde, yüzlerinde ve bedenlerinin çeşitli yerlerinde
dövmelerin olması bunun yaygın bir adet olduğunu gösteriyor.
Zaghunluk'ta bulunan mumya kadının elleri bunlar. (bkz. a1, a2)
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

Çölün kuraklığının cesetlerde yol açtığı hızlı kuruma nedeniyle çok iyi durumda saklanmış mumyalar; birçok Kafkas ırkı kökenlilerin fiziksel özelliklerini paylaşıyorlar: uzun gövdeler, açılı yüzler, gömülü gözler ve çoğu sarışından kırmızıya, kırmızıdan koyu kahverengiye kadar değişen, genelde uzun, kıvırcık ve örgülü saçlar... Mumyaların bedenlerinde çeşitli biçimlerde ve çok sayıda dövmeler vardır.

Giysiler ve tekstil ürünleri, Hint-Avrupa neolitik kıyafet teknikleriyle ortak bir kökene veya ortak bir tekstil teknolojisine işaret eder. Çerçen Adamı kırmızı renkli kabartma çizgili kumaştan tunik ve tartan desenli pantolon giyerek bulunmuştur. Tartan tarzı kumaşı inceleyen tekstil uzmanı Elizabeth Wayland BarberHallstatt Kültürüyle ilişkili tuz madenlerinden çıkartılmış kalıntılar ile aralarındaki benzerlikleri öne sürmüştür.
İşlemeli ayakkabılar da (çarık) Zaghunluk mezarlığında bulunmuş
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

İşlemeli çarık ya da çorap
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]
New York Times'te çıkan Ed Wong'un makalesine göre Çinli yetkililer Mair'in topladığı 52 genetik örnekle ülkeden ayrılmasını engellemiş. Bununla birlikte, bir Çinli bilim insanı -gizlice- kendisine bir İtalyan genetikçisinin test ettiği yarım düzine örneği yollamış.  O zamandan beri Çin, yabancı bilim insanlarının mumyalar hakkında araştırma yapmalarını yasaklamış. Ama, Wong'un dediği gibi, "Siyasi sorunlara rağmen, mezar alanlarının kazıları devam ediyor."
Araştırma sonuçlarını gösteren grafiksel harita
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]
En başta söylediğimiz gibi Çinliler bu bölgeyle yakından ilgileniyor.  Araştırmaları başlatan da sürdüren de onlar. Batılı bilim insanların arasında Toharların yanısıra doğrudan Keltlerin adını telaffuz edenler bu kişilerin Kelt kökenine vurgu yapanlar da var. Ama ortak fikir bu mumyaların genetik olarak bir karışımı yansıttıkları yönünde. Bu konuda araştırma sonuçları beklenmeli. Sonuç olarak araştırma yapanların konuşmaya hakkı var, yapamayanlar; izleyici olur, anlamaya çalışır, öğrenir, düşünür, tartışır (bu iyi bir şey)  veya komplo teorisi üretir.
Xiaohe'nin Güzelliği” özellikle iyi korunmuştur. Xiaohe'den kurtarıldı (Küçük Nehir Mezarlığı) 
Yaklaşık MÖ 1800–1500 yılları arasından kalmadır. [Fotoğraf Elizabeth Barber]
Görsel Kaynak: New Research on East-West Exchange in Antiquity, 2014

Loulan'ın Güzelliği ismi verilen mumya, Urumçi Müzesi
Öldüğünde 45 yaşındaydı, evcilleştirilmiş buğday, tarak, tüy ve sonraki yaşamı için
gerekli olabilecek bir sepet dolusu yiyecekle gömülmüştü. 


Loulan'ın Güzelliği adı verilen bu mumyanın  bulunduğu "Xiaohe mezarlığı, Tarım Havzasında 
bugüne kadar keşfedilen en eski arkeolojik alandır. "Genetik analizlerimiz, Xiaohe halkının annelik soylarının hem Doğu'dan hem de Batı'dan geldiğini, Xiaohe halkında keşfedilen babalık soylarının hepsinin Batı kökenli olduğunu ortaya koydu." https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2838831/
Bu kişinin gömülme yaşının MÖ 1800 civarında olduğu düşünülüyor. Daha muhafazakar tahminler ise onu ilk bin yıla (MS) tarihlendirmektedir.  Dokuma koyun yününden bir şala sarılmış olarak bulunan bu kadının ve yanında bulunan diğerlerinin yanında tarımsal araçlar yoktu. Bu yüzden araştırmacılar bu kişilerin çiftçi olduğunu düşünmüyor [James A. Millward]. Onlara göre bu halk çoban, balıkçı ve avcıydı. Sepet içinde bulunan buğday tanelerinin ise sembolik olduğunu düşünüyorlar. Üremeyle ilgili bir gönderme olmalı bu. Çünkü arkeologlar bazı mezarların üstüne dikilmiş uzun ve çok sayıda sırıklar buldular. Çinli araştırmacılar bunların fallik semboller olduğunu ve çocuk ölümlerinin çok fazla olduğu dönemde üremenin öneminden bahsediyorlar. Nitekim Kadın mumyalarının yanında penis olduğu düşünülen tahta parçalar da bulunmuş. Yine de açıklanması gereken çok fazla şey var.





Küçük Nehir Mezarlığı ("Xiaohe mezarlığı, üste) üzerine dikilmiş onlarca sırık var. En eski mumyaların bulunduğu yerlerden birisi de burası. Karbon testine göre buradaki mumyalar yaklaşık 4000 yıllık. Uygurlar (ve komplo teorisyenleri) her ne kadar bu mumyaların kendilerine ait olduğunu söylese de onların bu bölgeye MS 10. yüzyılda, yani oldukça geç bir dönemde gelmiş olduğu iyi bilinen bir tarihsel olaydır. Dr. Zhou ve ekibi, elde ettikleri genetik araştırma sonuçlarına göre konuşarak; bu insanların (bu en eski mumyaların) Avrupa ve Sibirya halklarının bir karışımı olduğunu ve bu melez grubun buraya gelip yerleştiğini söylüyor. Buradaki halk büyük teknelerle gömülmüş (üsteki resme bkz.) Aslında onların başka bir bölgede yaşadığı ve ölülerini gömmek için teknelerle buraya geldikleri ileri sürülen varsayımlardan biri. Çünkü civarda direklerin oyulup orada şekillendirildiğine dair bir kanıt bulunamamış. Belki de bir zamanlar denizle yakın ilişkisi olan bir halkın geleneğini sürdürüyorlardı,  Nitekim tekneleri tabut olarak kullanma geleneği Vikinglerde de vardır. 

Bu bölge Sakaların da (Hint Avrupalıların İran öbeğinden bir kabileler birliği, Herodot onlardan İskitler diye bahseder) yerleştiği ve kendilerine dair ipuçları, kalıntılar bıraktığı yerlerden biri. Bu bağlamda yine Türk tarihinden iyi bilinen Yüeçilerin de ismi geçiyor. Bazı uzmanlar Yüeçilerin İskitler olabileceğini öne sürüyor. Dolayısıyla bu mumyaları (zaman boyutuyla bakarsak bir kaç çeşit mumya var, burada söz konusu olan eski dönemlerden kalanlar)  İskitler/Toharlar/Yüeçiler ve Kuşhanların kültürel birliği ve sürekliliği içinde düşünme eğilimindeler. [James A. Millward]. Bu bilgiler eşliğinde Millward bunlara Avrupalı denmesinin ve bu şekilde reklamının yapılmasının saçma olduğunu düşünüyor. Bir mumyanın gözünün mavi olup olmadığını bilmenin mümkün olmadığını, bunların İran'la ve Kafkaslarla ilişkilendirilebileceğini ama hem kültürel hem de genetik olarak karışım olduğunu kabul etmenin tarihi gerçeklerle ve araştırma sonuçlarıyla uyumlu olduğunu belirtiyor. Adı geçen yazar,  kendi yazdıklarını bir zaman çizelgesiyle özetlemiş. Bu kıymetli çalışmaya göz atınız: EK1 

İşlemeli başlık
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

Sepet
İçinde tahıl taneleriyle birlikte Gumugou mezarlığında bulunmuş
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]
Fırfırlı etekleri ellerinde dikmişler elbette.
Dikkatli bakınca tek tek görülebiliyor
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

Çinli uzmanlar mumyalar üzerinde fiziksel ölçüm yaparken
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

Üçgen desenlerle işlenmiş yün dokuma. Bugün de aynı desenleri
kullanıyoruz, aynı şekilde işliyoruz. Dokuma Hamiwupu mezarlığında bulunmuş.
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

Gumugou mezarlığında bulunan çocuk mumyası
Yün battaniyesi kalın çizgili olarak dokunmuş. Çok ince biçimlendirilmiş,
büyük birer iğne haline getirilmiş tahta çubuklarla battaniyeyi iliklemişler.
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

Zaghunluk'ta bulunan bu kadın mumyasının üzerinde
olağanüstü güzellikte borda renkli bir elbise var
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]


Subeshi, M6 numaralı mezardan çıkartılan kadın mumyasından detay
çok  kalın renkli parçalar dikilerek birleştirilmiş,
hayvan postları herhangi bir işleme tabi tutulmadan olduğu gibi kullanılmış
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]


Subeshi, M6 numaralı mezardan çıkartılan kadın mumyasından detay
Baştaki şapkayı hotoz şapka olarak adlandırmak yanlış olmaz.
 Şapkanın sorguca benzer  bir uzantısı var.
Bu kadın şapkası Orta Asyalı ve Çinli kadınlar tarafından yaygın olarak kullanılıyordu.
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]

Subeshi, M6 numaralı mezardan çıkartılan kadın mumyasının genel görünümü
[Görselin Kaynağı: Wang Binghua]


Keçeden yapılmış ve süslü başlıklar Friglerin kullandığı şapkalara benziyor. Onların da şapkaları böyle sivri bir uçla sona eriyordu. Görselin Kaynağı: New Research on East-West Exchange in Antiquity, 2014



Alt yazılar, ayrıca belirtilmediği, gösterilmediği sürece bana aittir. DK


Ana Kaynaklar
Wang Binghua, Victor H.Mair (çeviren)., The Ancient Corpses Xinjiang, The People Ancient Xinjiang and Their Culture, 1998-1999

Brian M. Fagan, Eski Dünyanın Yetmiş Büyük Gizemi, Oğlak Yayınları, 2002



Victor H. Mair and Jane Hickman (Ed.), Reconfiguring The Silk Road New Research on East-West Exchange in Antiquity, Published for the University of Pennsylvania Museum by the University of Pennsylvania Press. 2014


James A. Millward, Eurasian Crossroads A History Of Xinjiang, Columbia University Press Publishers, New York, 2007 

New Research on East-West Exchange in Antiquity, 2014

https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvVGFyaW1fbXVtbWllcw, Erişim Tarihi 17 Aralık 2019

https://www.nytimes.com/2010/03/16/science/16archeo.html?pagewanted=1, 15 Mart  2010, Erişim Tarihi 17 Aralık 2019

Diğer kaynaklar metnin üzerinde belirtilmiştir.
Sincan Mumyalarıyla ilgili araştırma ve yayın yapan kişiler konuyla ilgili bir konferansta
bir araya gelmiş ve şu toplu fotoğrafı çektirmişler.
New Research on East-West Exchange in Antiquity 2014
Sincan Arkeoloji Enstitüsü Başkanı  Wang Binghua da aralarında (sağdan ikinci)

EK 1 Sincan Bölgesinin Zaman Çizelgesi
Üzerine tıklayarak büyütünüz o zaman rahat okunuyor.

1. sayfa

2.


3.

4.

5.

6.

7.

8.


9.



Aynı yazarın yakın dönemde çıkmış söyleşisine bakınız. Uygurlar ve Sincan bölgesindeki kriz üzerine konuşmuş.
https://www.georgetownjournalofinternationalaffairs.org/online-edition/2019/4/1/dr-james-millward-on-the-uyghur-crisis-in-xinjiang


Şu linklere de bakabilirsiniz.

Bu makalede genetik araştırmalarla ilgili ayrıntılı bir rapor var




8 Aralık 2019 Pazar

Domuz Sevenler ve Domuzdan Tiksinenler

Domuz Sevenler ve Domuzdan Tiksinenler

Marvin Harris

[Harris, ilgili kişilerin çok yakından tanıdığı bir antropolog. Bu yazısında Ortadoğu kökenli domuz yeme/besleme tabusunun nedenlerini açıklıyor. Oldukça ikna edici bir tez olduğunu söyleyebilirim. Bu yazının içinde yer aldığı kitap ise antropoloji ile ilgilenen herkesin okuduğu, klasik bir kitap. İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar: Kültürün Bilmeceleri
Yazının sonunda benim de bu konuda yazdığım bir not var. Doğrusu bunu bu açıklıkla başka bir yerde okumadım, kendi düşüncem oluğunu sanıyorum.]


https://library.ucsd.edu/dc/object/bb07864341
Yazıda sözü geçen araştırmanın fotoğraf koleksiyonundan

Roy Rappaport'un Fotoğrafları


Açıkça usdışı olan besin alışkanlıklarının örneklerini herkes bilir. Çinliler köpek etini severler ama inek sütünden hiç hoşlanmazlar; biz inek sütünü severiz ama köpekleri yemeyiz; Brezilya'daki bazı kabileler karıncaları lezzetli bulurlar ama geyik etinden hoşlanmazlar. Ve dünyanın her yerinde bu böyle sürüp gider.

Domuz bilmecesi kanımca inek anadan sonra izlenecek uygun bir konudur. Bu bilmece aynı hayvanı bazı insanlar severlerken, bazılarının ondan neden nefret ettiklerinin açıklanması için çağrıda bulunur.

Bilmecenin yarısını yani domuzdan tiksinenler bölümünü Yahudiler, Müslümanlar ve Hıristiyanlar iyi bilirler. Eski İbraniler'in tanrısı domuzu, tadılır ya da dokunulursa kirleten pis bir hayvan olarak lanetlemek üzere anlattığı konudan ayrıldı (bir kez Tekvin Kitabında* ve yine Levililer'de* anılır). Aşağı yukarı 1500 yıl sonra, Allah Kendi peygamberi Muhammed'e İslam'ın yandaşları için domuzun aynı durumda kalacağını söyledi. Milyonlarca Yahudi ve yüz milyonlarca Müslüman domuzu iğrenç bir nesne olarak görür, oysa domuz başka herhangi bir hayvandan daha verimli biçimde tahıl tanelerini ve kök yumruları üstün kaliteli yağ ve proteinlere dönüştürür.

Fanatik domuzseverlerin gelenekleri daha az bilinir. Dünyanın domuzsevenler merkezi Yeni Gine'de ve Güney Pasifik Melanezya* adalarında bulunur. Bu bölgenin, köyde yaşayan bahçıvan kabilelerine göre, domuzlar, evlenme ve cenaze törenleri gibi önemli bütün olaylarda, atalara kurban edilerek yenmesi gereken kutsal hayvanlardır. Bir çok kabilelerde, savaş açmak ve barış yapmak için domuz kurban edilmelidir. Kabile üyelerinin inancına göre onların ölmüş ataları şiddetle domuz eti isterler. Gerek yaşayanların gerekse ölmüşlerin domuz etine duydukları açlık öyle dayanılmaz bir yoğunluktadır ki zaman zaman çok büyük şölenler düzenlenir ve bir kabilenin hemen hemen bütün domuzları derhal yenir. Üst üste günler boyunca, köylüler ve konukları tıka basa büyük miktarlarda domuz eti yerler, midelerinde daha fazla yer açmak için de hazmedemediklerini çıkarırlar. Her şey sona erince, domuz sürüsünün boyutu öylesine küçülür ki sürüyü yeniden oluşturmak için yıllarca canla başla çalışmak gerekir. Bu gerçekleştirilince de bir başka oburluk cümbüşü için hemen hazırlıklar yapılır. Ve görünen kötü yönetimin yinelenen tuhaf olaylar dizisi böylece sürüp gider.

Domuzdan tiksinen Yahudi ve Müslümanların sorunuyla başlayacağım. Acaba neden Yehova ve Allah gibi yüce tanrılar insanlığın büyük bölümünce lezzetle yenen zararsız ve hatta gülünç görünüşlü bir hayvanı lanetleme zahmetine girmektedirler? İncil'in ve Kuran'ın domuzları mahkum etmelerini benimseyen bilginler bir takım açıklamalarda bulunmaktadırlar. Rönesans'tan öncekilerinin en yaygın olanına göre domuz tam anlamıyla pis bir hayvandır - ötekilerden daha pistir çünkü kendi idrarı içinde debelenir ve dışkı yer. Ama fiziksel kirliliğin dinsel tiksintiye bağlanması tutarsızlıklara yol açar. Kapalı bir yerde tutulan inekler de kendi idrar ve dışkıları içinde çevreye pislik sıçratarak dolanırlar. Ayrıca aç inekler insan dışkısını hoşlanarak yerler. Köpekler ve piliçler aynı şeyi yaparlar ama hiç kimsenin midesi bulanmaz, ve eskilerinde bilmesi gerektiği gibi temiz ahırlarda yetiştirilmiş olan domuzlar temizlikte titiz evlerde bile sevilerek beslenirler. Nihayet, eğer biz "temizlik"in bütünüyle estetik standartlarına başvurursak şu korkunç tutarsızlığı, İncil'in çekirgeleri "temiz" olarak sınıflandırdığını görürüz. Estetik yönden böceklerin domuzlardan daha yararlı oldukları savı, inananların davasını güçlendirmeyecektir.

Yahudi hahamlar Rönesans'ın başlangıcında bu tutarsızlıkları doğrulamışlardır. Biz Yahudilerin ve Müslümanların domuz etini reddetmeleri konusunda yapılan ilk doğalcı açıklamayı, on ikinci yüzyılda Mısır'da, Kahire'de, Salahaddini Eyyubi'nin saray hekimliğini yapan Moses Maimuni'ye borçluyuz. Maimuni'nin dediğine göre Tanrı domuz eti üzerindeki yasağı bir halk sağlığı önlemi olarak düşünmüştü. Haham domuz eti "vücut üzerinde kötü ve zararlı bir etki yapar" diye yazdı. Maimuni bu düşüncesinin sağınsal nedenleri konusunda pek öyle açıklayıcı değildi, ama o imparatorun hekimiydi, ve onun verdiği yargı büyük saygıyla karşılanırdı.

Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında, trişinozun az pişirilmiş domuz eti yemekten kaynaklandığının bulgulanması, Maimuni'nin bilgeliğinin kesin bir kanıtı olarak yorumlandı. Reform yanlısı Yahudiler İncil kurallarının akılcı nedenlere dayanmasına sevindiler ve domuz eti üzerindeki tabuyu hemen reddettiler. Eğer iyi pişirilirse, domuz eti halk sağlığı için bir tehdit değildir, ve bundan dolayı da onun tüketimi Tanrı'ya başkaldırma sayılamaz. Bu durum daha köktendinci hahamları bütün doğalcı geleneğe yönelik bir karşı saldırıya geçmek için kışkırttı. Eğer Yehova yalnızca Kendi halkının sağlığını korumayı istemiş olsaydı, halkına hiç domuz eti yememelerini değil sadece iyi pişirilmiş domuz eti yemelerini buyururdu. İrdelemeye göre, açıkçası Yehova'nın aklında başka bir şey vardı - sırf fiziksel gönençten daha önemli bir şey.

Maimuni'nin açıklaması bu tanrıbilimsel tutarsızlığın yanında bir de içerdiği sağınsal (tıbbi) ve salgınbilimsel çelişkilerle de değerini yitirir. Domuz insana hastalık bulaştıran bir taşıyıcıdır, doğru ama Müslümanlar ve Yahudilerce bol bol tüketilen öteki evcil hayvanlar da öyledir. Örneğin, az pişirilmiş sığır eti parazitlerin, özellikle de şeritlerin bir kaynağıdır, öyle ki bunlar insanın bağırsakları içinde beş-altı metrelik bir uzunluğa erişebilirler, ciddi kansızlıklara yol açar, ve öteki bulaşıcı hastalıklara karşı direnci azaltırlar. Sığırlar, keçiler, ve koyunlar da azgelişmiş ülkelerde ateş, titreme, terleme, halsizlik, acı, ve ağrılarla seyreden bakteri kökenli yaygın bir hastalık olan malta hummasını (brucellosis) bulaştıran hayvanlardır. Hastalığın en tehlikeli biçimi, keçiler ve koyunlardan geçen Brucellosis melitensis'dir. Onun belirtileri uyuşukluk, sinirlilik, ve yanlışlıkla psikonevroza benzetilen zihinsel bunalımdır. Nihayet, domuzlardan değil, ama sığırlar, koyunlar, keçiler, atlar, ve katırlardan geçen bir şarbon hastalığı vardır. Öldürücü sonuçları seyrek olan, ve mikrop almış bireylerde hastalık belirtileri bile göstermeyen trişinozdan farklı olarak, şarbon çoğu kez vücut çıbanlarıyla başlayıp hızla ilerler ve kan zehirlenmesi nedeniyle ölümle sonuçlanır. Geçmişte Avrupa ve Asya'yı kasıp kavurmuş olan büyük şarbon salgınları 1881'de Louis Pasteur tarafından şarbon aşısı geliştirilinceye değin kontrol altına alınmış değildi.

Yehova'nın şarbon taşıyıcı evcil hayvanlarla ilişkiye girilmesini yasaklamakta başarısız kalması Maimuni'nin açıklamasına darbe vurmuştur, çünkü hayvanlardaki bu hastalık ile insan arasındaki ilişki boyunca biliniyordu. Çıkış Kitabı'nda* betimlendiği üzere, Mısırlılara karşı gönderilen belalardan biri, hayvan şarbonunun belirtileriyle bir insan hastalığı arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koyar:

.. ve insanda ve hayvanda irin çıkaran çıbanlar oluştu. Ve sihirbazlar çıbanlar nedeniyle Musa'nın önünde tutunamadılar, çünkü sihirbazlarda ve bütün Mısırlılarda çıbanlar vardı.

Bu çelişkiler karşısında, Yahudi ve Müslüman tanrıbilimcilerin büyük bölümü domuzdan tiksinmenin doğalcı bir temelini aramaktan vazgeçtiler. Son zamanlarda yandaş kazanan açıkça gizemci bir tutuma göre, beslenme tabularına uymakla sağlanan kayra (inayet) Yehova'nın tam olarak neyi düşündüğünün bilinmemesine ve bilinmek istenmesine dayanır.

Modern antropoloji bilginleri de benzer bir çıkmazın içindedir. Örneğin, bütün yanılgılarına karşın, Moses Maimuni, The Golden Bough'ın (Altın Dal) ünlü yazarı Sir James Frazer'den daha açıklayıcı olmuştur. Frazer'in açıkça bildirdiğine göre domuzlar, "başlangıçta, pis denen bütün o hayvanlar" gibi "kutsaldılar; onların yenmemesinin nedeni başlangıçta tanrısal olmalarıydı." Bu düşüncenin hiç bir yardımı olmaz, çünkü koyunlar, keçiler, ve inekler de bir zamanlar Orta Doğu'da tapılan hayvanlardı, ama gene de bunların etleri bölgedeki tüm etnik ve dinsel gruplarca çok beğeniliyordu. Özellikle de inek, ki onun altın buzağısına Sina Dağı'nın eteklerinde tapılırdı, Frazer'in mantığına göre İbraniler için domuzdan daha pis olmalıydı.

Başka bilginlerce ileri sürüldüğüne göre domuzlar, bir zamanlar, İncil'de ve Kuran'da tabu konusu yapılan öteki hayvanlarla birlikte, değişik kabilelerin totem simgeleriydiler. Tarihin uzak bir geçmişinde bu böyle olmuş olabilir, ama biz eğer bu olasılığı kabul edersek, o zaman bizim sığırlar, koyunlar, ve keçiler gibi "temiz" hayvanların da totem olarak hizmet etmiş olabileceklerini de kabul etmemiz gerekir. Totem konusunda yazılan bir çok yazıda belirtilenin tersine, totemler genellikle bir besin kaynağı olarak değerlendirilen hayvanlar değildirler. Avustralya ve Afrika'da bulunan ilkel klanlar arasındaki en ünlü totemler kara kargalar ve ispinozlar gibi görece yararsız kuşlar, ya da tatarcıklar, karıncalar, ve sivrisinekler gibi böcekler, ya da hatta bulutlar ve kayalar gibi cansız nesnelerdir. Üstelik, totem değerli bir hayvan olduğu zaman bile, onunla ilgisi bulunan insanların onu yemelerini engelleyen değişmez bir kural da yoktur. Yeğlenebilecek bunca yol varken, domuzun bir totem olduğunu söylemek hiç bir şeyi açıklamaz. İnsan pekala şunu da söyleyebilir: "Domuz tabulaştırıldı çünkü tabulaştırıldı."

Ben Maimuni'nin yaklaşımını yeğlerim. Hiç olmazsa bu haham tabuyu açıkça dünyasal ve kılgısal (pratik) güçlerin işleyişini içeren doğal bir sağlık ve hastalık bağlamı içine yerleştirerek anlamaya çalışmıştır. Buradaki tek güçlük onun domuzdan tiksinmenin geçerli koşullarına ilişkin görüşünün bir hekimin vücut patolojisine olan ilgisinin tipik darlığına dayanmasıdır.

Domuz bilmecesinin çözümü bizden kamu sağlığıyla ilgili çok daha geniş bir tanımı, hayvanların, bitkilerin, ve insanların elverişli doğal ve kültürel topluluklar içinde birlikte yaşamalarını sağlayacak temel süreçleri içeren bir tanımlamayı kabul etmemizi ister. İncil'in ve Kuran'ın domuzu mahkum etmesinin nedeni sanırım domuz çiftliklerinin Orta Doğu'da ki temel kültürel ve doğal ekosistemlerin bütünlüğüne yönelik bir tehdit oluşturmasıdır.

Önce, tarihin ilk İbranilerinin - İ. Ö. iki bin yılının başlarında, Hz. İbrahim'in çocuklarının - Mezopotamya ve Mısır'ın ırmak vadileri arasındaki engebeli, seyrek nüfuslu çorak topraklardaki yaşama kültürel yönden uyarlanmış olduklarını göz önünde tutalım. İ. Ö. onüçüncü yüzyılda Filistin'de Ürdün Vadisi'ni fethe başlamalarına değin, İbraniler, yaşamları hemen tamamiyle koyun, keçi, ve sığır sürülerine bağlı göçebe çobanlardı. Bütün çoban toplulukları gibi onlar da vahaları ve büyük ırmakları ellerinde tutan yerleşik çiftçilerle yakın ilişkilerini sürdürüyorlardı. Zaman zaman bu ilişkiler daha yerleşik ve tarımsal bir yaşam biçimine doğru olgunlaşıyordu. İbrahim'in Mezopotamya'daki torunlarının, Yusuf'un Mısır'daki yandaşlarının, ve İshak'ın Batı Necef'deki yandaşlarının anılan durumda oldukları anlaşılıyor. Ama Kral Davud'un ve Kral Süleyman'ın yönetimleri altında kent ve köy yaşamının doruklarda olduğu sırada bile, koyun, keçi, ve sığır sürülerinin güdülmesi çok önemli bir ekonomik etkinlik olarak sürüp gidiyordu.

Çiftçiliğin ve çobanlığın bu tam anlamıyla karma modeli içinde, domuz etine karşı konan tanrısal yasak sağlam bir ekolojik strateji getirmiştir. Göçebe İsrailliler kendi çorak yurtlarında domuz yetiştiremezlerdi, öte yandan yarı yerleşik ve köylü çiftçi toplulukları için, domuz bir katkı olmaktan çok bir tehlike oluşturuyordu.

Bunun temel nedeni şudur: Yeryüzünün çobansal göçebeliğe uygun düşen alanları çok çoraklıktan dolayı sulu tarıma hiç elverişli olmayan ve kolaylıkla da sulanamayan ormansız kırlıklar ve tepelerdir. Bu tür yerlere en iyi uyarlanan evcil hayvanlar geviş getirenler - sığırlar, koyunlar, ve keçilerdir. Geviş getirenlerin midelerinden önce gelen bölümde yer alan torbaları vardır ki bunlar o hayvanların başlıca selülozdan oluşan otları, (yaprakları, ve öbür besinleri bütün öteki hayvanlardan daha kolayca hazmetmelerini sağlarlar.

Ama, domuz aslında ormanları ve gölgeli ırmak kıyılarını arayan bir yaratıktır. Her ne kadar o her şeyi yerse de, onun en sevdiği besin selülozu az olan besinler - kabuklu yemişler, meyveler, yumru kökler, ve özellikle de tahıl taneleridir ki bu onu insanın doğrudan doğruya rakibi haline getirir. O yalnızca çayır otuyla yaşayamaz, ve dünyanın hiç bir yerinde tam anlamıyla göçebe olan çobanlar önemli sayıda domuz yetiştirmezler. Domuzun başka bir sakıncası da uygun bir süt kaynağı olmaması ve uzun mesafeler boyunca güdülmesinin herkesçe bilinen güçlüğüdür.

Hepsinden önemlisi, termodinamik açıdan domuz, Necef'in, Ürdün Vadisi'nin, ve İncil'in ve Kuran'ın yayıldığı öteki toprakların sıcak, kuru iklimine uyarlanamaz. Sığırlar, keçiler, ve koyunlarla karşılaştırıldığında, domuzun vücut ısısını düzenleme dizgesi yetersizdir. "Domuz gibi terlemek" deyimine karşın, son zamanlarda ispatlanmış bulunmaktadır ki domuzlar hiç terleyemezler. Bütün memelilerin en çok terleyeni olan insanlar, vücut yüzeyinin her metre karesinden bir saat içinde vücut sıvısının 1000 gram kadarını buharlaştırarak kendilerini serinletirler. Domuzun metrekare başına buharlaştırabileceği sıvı miktarı en çok 30 gramdır. Koyunların bile derilerinden buharlaştırdıkları vücut sıvısı miktarı domuzlarınkinden iki kat fazladır. Ayrıca, koyunların avantajı sahip oldukları kalın beyaz yünün hem güneş ışınlarını yansıtması, hem de havanın ısısı vücut ısısının üzerine çıktığında yalıtımı sağlamasıdır. İngiltere'de, Cambridge'de Tarımsal Araştırma Konseyi Hayvan Fizyolojisi Enstitüsü'nden L. E. Mount'a göre yetişkin domuzlar eğer havanın ısısı 32°C'nin üzerinde iken doğrudan doğruya güneş ışığına maruz kalırlarsa ölürler. Ürdün Vadisinde, hava ısıları hemen hemen her yaz 35°C'yi bulur, ve bütün yıl boyunca güneş ışığı yoğundur.

Koruyucu kıllarının eksikliğini ve terleme yeteneksizliğini telafi etmek üzere, domuz derisini dışarıdaki nemle serinletmelidir. Bunun için taze, temiz çamur içinde yuvarlanmayı yeğler, ama eğer hiç bir şey bulamazsa kendi derisini kendi idrar ve dışkılarıyla ıslatır. Ahırlara kapatılan domuzlar, 29°C'nin altında, dışkılarını uyuyup beslendikleri yerlerin uzağına çıkarırlar, oysa 29°C'nin üzerinde ahırın her yanına dışkılarını gelişigüzel bırakırlar. Isı ne denli yükselirse onlar da o denli "pis"leşirler. O halde domuzun dinsel kirliliğini gerçek fiziksel kirliliğe dayandıran kuramda bir doğruluk payı vardır. Ancak her yerde kirli olmak domuzun doğasında var olan bir şey değildir; tersine domuzun kendi dışkısının serinletici etkisine en yüksek düzeyde bağımlı kalmasına yol açan etken Orta Doğu'nun doğal yaşam ortamının sıcak ve çorak olmasıdır.

Koyunlar ve keçiler Orta Doğu'da, belki İ.Ö. 9000 yıllarında evcilleştirilen ilk hayvanlardır. Domuzlar aynı bölgede aşağı yukarı 2000 yıl kadar sonra evcilleştirilmişlerdir. Tarih öncesi ilk köy çiftliklerinde arkeologlarca yürütülen kemik sayımlarından anlaşıldığına göre evcilleştirilmiş domuz hemen daima köy direyinin (faunasının) görece küçük bir parçasını oluşturmuştur ve bu da besin hayvanı kalıntılarının ancak yüzde 5'i dolayındadır. Kendisine gölgelik yer ve çamur yatağı bulunması gereken, sütü sağılamayan, ve insanla aynı besini yiyen bir yaratığın kalıntı payının böyle olması beklenir.

Sığır eti üzerindeki Hindu yasağı örneğinde belirttiğim gibi, sanayi öncesi koşullarda, başlıca eti için yetiştirilen her hayvan bir lükstür. Bu genelleme aslında et için sürülerinden seyrek olarak yararlanan sanayi öncesi çobanları için de geçerlidir.

Orta Doğunun eski karma çiftçi ve çoban toplulukları, evcil hayvanlarını aslında süt, peynir, deri, gübre kaynağı olarak ve toprak sürmekte değerlendirirlerdi. Keçiler, koyunlar, ve sığırlar anılan hizmetleri bol bol verirler ve ayrıca zaman zaman da biraz yağsız et sağlarlardı. Bu yüzden, ta başlangıcından beri, özlü, yumuşak, ve yağlı olma nitelikleri nedeniyle beğenilen domuz eti lüks bir besin sayılmış olmalıdır.

İ. Ö. 7000 ile 2000 yılları arasında domuz eti daha da lüks bir nesne haline geldi. Bu dönem boyunca Orta Doğu'nun insan nüfusunda altmış kat bir artış oldu. Özellikle geniş koyun ve keçi sürülerinin verdiği sürekli zararların bir sonucu olarak ortaya çıkan orman azalması nüfus artışlarına eşlik etti. Domuz yetiştirmenin doğal koşulları olan, gölge ve su, gittikçe daha da azaldı, ve hatta domuz eti ekolojik ve ekonomik bakımdan gitgide daha lüks bir nesne haline geldi.

Sığır eti yeme tabusu örneğinde olduğu gibi, dayanılmaz istek ne denli büyük olursa, tanrısal müdahale gereği de o denli büyük olur. Aradaki bu ilişki tanrıların yakın akrabalar arası cinsel ilişki ve zina gibi ayartıcı cinsel eğilimlerle savaşmaya her zaman böylesine ilgi göstermelerinin nedenini açıklamakta genellikle uygun bir araç olarak kabul edilmiştir. Burada ben bu bağlantıyı yalnızca baştan çıkaran bir besine uyguluyorum. Orta Doğu domuz yetiştirmek için yanlış bir yerdir, ama domuz eti de hep zevk veren özlü bir besindir. İnsanlar bu tür günah çağrılarına karşı kendi başlarına direnmekte hep güçlük çekerler. İşte bu nedenle Yehova'nın domuzların besin olarak pis olmakla kalmayıp onlara dokunmanın bile pislik olduğunu söylediği bilinir. Allah'ın da aynı nedenle aynı mesajı yinelediği biliniyor: Büyük sayılarda domuz yetiştirmeye çalışmak ekolojik uyarlanmaya aykırıdır. Küçük çaplı üretim ise yalnızca günaha çağrının etkisini arttıracaktır. O halde, domuz eti tüketimini hepten yasaklamak, ve keçi, koyun, ve sığır yetiştirmekte yoğunlaşmak daha uygundur. Domuzlar lezzetlidir ama onları yetiştirmek ve onları serin tutmak çok pahalıdır.

Geriye kalan bir çok soru var, özellikle örneğin İncil'de yasaklanan öteki yaratıklardan her biri - akbabalar, yırtıcı kuşlar, yılanlar, salyangozlar, kabuklu deniz hayvanları, pulsuz balıklar, ve benzerleri - acaba neden aynı tanrısal tabunun kapsamına girdiler. Ve Yahudiler ve Müslümanlar, artık Orta Doğu'da yaşıyor olmasalar bile - değişen ölçülerdeki kesinlik ve çabalarla - eski besin yasalarına uymayı neden sürdürüyorlar? Bana öyle geliyor ki yasaklanan kuş ve hayvanların büyük bölümü genel olarak açıkça iki kategoriden birine giriyor. Bazıları, örneğin balık kartalları, akbabalar, ve yırtıcı kuşlar, potansiyel anlamda bile önemli besin kaynakları değildirler. Ötekilerin, örneğin kabuklu deniz hayvanlarının karma çoban-çiftçi toplulukları için geçerli olmadıkları apaçıktır. Bu tabulaştırılmış yaratıklar kategorilerinin hiç biri benim yanıtlamaya koyulduğum türden bir sorunun - yani besbelli garip ve israfçı bir tabunun açıklanmasına yönelik bir sorunun sorulmasına yol açmaz. Bir insanın akşam yemeği için akbabaları avlamaya zaman harcamamasının, ya da yarım kabuklu bir tabak midye için çöllerde elli mil yürümemesinin her halde us dışı hiç bir yanı yoktur.

Dinsel yaptırımlara bağlanmış bütün beslenme biçimlerinin ekolojik açıklamalarının bulunduğu savını reddetmenin şimdi tam sırasıdır. Tabuların toplumsal işlevleri de vardır, örneğin bunlar insanların kendilerini özel bir topluluk olarak görmelerine yardım eder. Bu işlev kendi anayurtları Orta Doğu'nun dışında yaşayan Müslümanlar ve Yahudiler tarafından beslenme kurallarına gösterilen çağcıl uyumla iyi bir biçimde yerine getirilmektedir. Bu tutuma yöneltilecek soru, yerleri kolayca doldurulamayan kimi besinlerden yoksun bırakılarak Yahudilerin ve Müslümanların günlük ve dünyasal gönençlerinin böylece önemli ölçüde azalıp azalmayacağı sorusudur. Sanırım sorunun yanıtı hemen daima olumsuzdur. Ama ayartıcı çağrının bir başka çeşidine, her şeyi açıklama çağrısına, direnmem için bana izin verin. Sanırım bilmecenin öteki yarısına, domuz sevenlere dönersek domuzdan tiksinenler hakkında edineceğimiz bilgi daha çok olacaktır.

Domuz sevgisi Müslümanların ve Yahudilerin domuzlara yükledikleri tanrısal hakaretin anlamlı bir karşıtıdır. Bu duruma yalnızca domuz eti yemeğine yönelik tat alma coşkusuyla varılmış değildir. Avrupa-Amerika ve Çin geleneklerini de içeren mutfak geleneklerinde domuz eti ve yağı saygı görür. Domuz sevgisi başka bir şeydir. O insanla domuz arasındaki tam bir yakınlık halidir. Domuzların varlığı Müslümanların ve Yahudilerin insansal durumlarını tehdit eder, buna karşılık, domuz sevgisi bulunan çevrede insan, domuzların eşliği olmadan gerçekten insan olamaz.

Domuz sevgisi domuzları ailenin birer üyesi gibi yetiştirmeyi içerir, onların yanında uykuya yatılır, onlarla konuşulur, onlar sıvazlanır ve sevgiyle okşanır, isimleriyle çağrılır, boyunlarına tasma takılarak tarlalara götürülür, onlar hastalanınca ya da yaralandıklarında gözyaşı dökülür, ve aile sofrasından seçilen yiyeceklerle beslenirler. Ama Hinduların inek sevgisinden farklı olarak, domuz sevgisi zorunlu durumda domuz kurban etmeyi ve özel günlerde domuz eti yenmesini de içerir. Hayvanın törensel amaçla kesilmesi ve yapılan kutsal şölen nedeniyle, domuz sevgisinin insanla hayvan arasında sağladığı dostluk olanağı Hindu çiftçi ile ineği arasındakine göre daha geniştir. Domuz sevgisinin vardığı doruk noktası domuzun kendisini yiyen insanın vücuduna et olarak ve ataların ruhuna da ruh olarak katılmasıdır.

Domuz sevgisi ölmüş babanızın mezar yerinde sevilen dişi bir domuzun öldürülünceye değin dövülmesiyle ve hemen orada kazılıp yapılan bir toprak fırında kızartılması yoluyla babanızı onurlandırıyor. Domuz sevgisi kayınbiraderinizin ağzını onu vefalı ve mutlu kılmak amacıyla avuçlar dolusu soğuk, yumuşak etli tuzlanmış yağ ile tıkabasa dolduruyor. Hepsinden önemlisi, domuz sevgisi bir kuşak boyunca bir ya da iki kez düzenlenen büyük domuz şölenidir; ataların domuz eti özlemini gidermek, toplu sağlığı korumak, ve gelecek savaşlardaki utkuyu güven altına almak amacıyla yetişkin domuzların büyük çoğunluğu kesilir ve oburca yenip yutulur.

Michigan Üniversitesi'nden Profesör Rappaport Yeni Gine'nin Bismarck Dağlarının ıssız bölgelerinde yaşayan bir kabileler grubu olan ve domuz seven Maring'lerle domuzlar arasındaki ilişki hakkında ayrıntılı bir inceleme yapmıştır. Rappaport Pigs for the Ancestors: Ritual in the Ecolgy of a Nem Guinea People (Atalar için Domuzlar: Bir Yeni Gine Halkının Ekolojisinde Dinsel Tören) adlı yapıtında domuz sevgisinin bazı temel insan sorunlarının çözümüne nasıl katkıda bulunduğunu betimler.

Her yöresel Maring altgrubu ya da klanı ortalama her on iki yılda bir domuz şöleni düzenler. Çeşitli hazırlıkları, küçük çaplı kurban etmeleri, ve son kitlesel öldürmeyi kapsayan bütün şölen aşağı yukarı bir yıl sürer ve Maring dilinde kaiko olarak bilinir. Kendi kaiko'sunun sona ermesinin hemen ardından iki ya da üç ay içinde, klan düşman klanlarla silahlı çatışmaya girişir, bu da bir çok zayiata ve olasılıkla toprak yitimine ya da kazanımına yol açar. Savaş sırasında yeniden domuzlar kurban edilir, ve gerek utku elde edenler gerekse yenilenler kısa zamanda görürler ki kendi atalarına yaranmalarını sağlayacak yetişkin domuzların hepsinden yoksun kalmışlardır. Çatışma birden kesilir, ve savaşçılar rumbim olarak bilinen küçük ağaçlar dikmek üzere kutsal yerlere topluca giderler. Klan üyesi her yetişkin erkek, toprağa dikildiği sırada rumbim fidanını elleriyle tutarak bu dinsel törene katılır.

Savaş büyücüsü atalara seslenir, onlara ellerinde domuz kalmadığını ve yaşıyor olmaktan dolayı minnettar olduklarını açıklar. O artık savaşın sona erdiği ve toprak üzerinde rumbim fidanları var oldukça düşmanlıkların yeniden başlatılmayacağı konusunda atalara söz verir. Artık bundan böyle yaşayanların düşünce ve çabaları domuz yetiştirmeye yönelir; savaşçıların rumbim fidanlarını sökmeyi ve savaş alanına dönmeyi düşünmeleri ancak atalara gereğince teşekkür etmeyi sağlayacak güçlü bir kaiko için yeterli sayıda bir, domuz sürüsü yetiştirilince gerçekleşir.

Tsembaga adlı bir klanı ayrıntılı bir biçimde inceleyerek, Rappaport şunu göstermeyi başarmıştır ki bütünüyle bir çevrim - birbiri ardından gelen kaiko, savaş, rumbim fidanlarının dikilmesi, ateşkes, yeni bir domuz sürüsünün yetiştirilmesi, rumbim fidanlarının sökülmesi, ve yeni bir kaiko'dan oluşan çevrim- çılgına dönmüş bulunan domuz çiftçilerinin sergiledikleri bir psikodramadan ibaret değildir. Bu çevrimin her parçası, kendi kendini düzenleyen bir ekosistem olan bir kompleksle bütünleşmiştir. Bu kompleks Tsembaga'nın insan ve hayvan nüfusunun oylum ve dağılımını eldeki kaynaklara ve üretim olanaklarına göre etkili bir biçimde ayarlar.

Maring'lerin domuz sevgisinin açıklanmasını sağlayacak en önemli soru şudur: Atalara gereğince teşekkür etmeleri için yeterli sayıda domuza ne zaman sahip olduklarına nasıl karar verirler? Maring'lerin kendileri uygun bir kaiko düzenlemek için aradan kaç yıl geçmesi gerektiğini ya da kaç domuza gerek duyulduğunu söyleyebilecek durumda değildiler. Belli bir insan ve hayvan sayısı üzerinde karar kılmaları hemen hemen olanaksızdır çünkü Maring'lerde takvim yoktur ve dilleri üçten büyük rakamları anlatacak sözcüklerden yoksundur.

Rappaport tarafından gözlemlenen 1963 tarihli kaiko başladığında Tsembaga'nın 169 domuzu ve aşağı yukarı 200 üyesi vardı. Bu rakamların günlük çalışma düzeni ve yerleşim modelleri açısından anlamı çevrimin uzunluğunu verecek anahtarı sağlamasıdır.

Yerelması, kulkas, ve tatlı patates üretilmesi gibi domuz yetiştirilmesi görevi de aslında Maring kadınlarının işgücüne dayanır. Domuz yavruları insan yavrularının yanı sıra bahçelere götürülürler. Memeden kesildikten sonra, sahibeleri onlara köpekler gibi arkadan koşmalarını öğretir. Domuzlar dört ya da beş aylıkken sahibeleri onları artık ya da düşük nitelikli tatlı patates ya da yerelmalarından oluşan günlük yiyeceklerini yemek üzere geceleyin geri getirtinceye değin ormanda beslenmeleri için serbest bırakılırlar. Her bir kadın kendi domuzları büyüyüp sayıları arttıkça onların akşam yiyeceklerini sağlamak için daha çok çalışmak zorunda kalır.

Rappaport'un gözlemlerine göre rumbim fidanları toprakta kaldığı sürece Tsembaga kadınları daha sonraki kaiko'yu düşmandan daha önce düzenlemek üzere "yeter" sayıda domuza sahip olmak amacıyla bahçelerinin boyutuna büyütmek, daha çok tatlı patates ve yerelması ekmek, ve daha çok domuzu olabildiği kadar çabuk yetiştirmek bir hayli baskı altında kalıp zorlanırlar. Aşağı yukarı 61 kilo ağırlığında olan yetişkin domuz ortalama yetişkin bir daha ağır çeker ve, günlük yiyeceğini kendi bulmasına karşın bir domuzun, bir kadına yüklediği çaba aşağı yukarı yetişkin bir insanı beslemek için gerektirdiği çaba kadardır. 1963'te rumbim fidanlarının sökülmesi sırasında, Tsembaga'nın daha hırslı kadınları, kendileri ve aileleri için yaptıkları bahçıvanlık işlerine, yemek pişirmeye, çocuk bakımına, çocukları taşımaya, ve torba, önlük ve peştamal gibi ev eşyası yapımına ek olmak üzere ayrıca altı tane 61 kiloluk hayvanın bakımını da üstleniyorlardı. Rappaport'un yaptığı hesaba göre yalnızca altı domuzun bakımı bile sağlıklı, iyi beslenmiş bir Maring kadınının harcayabileceği toplam günlük enerjinin yarısından fazlasını alıp götürür.

Domuz nüfusundaki artışa normal olarak insan nüfusundaki artış da eşlik etmekte ve bu durum özellikle önceki savaştan utkuyla çıkmış olan gruplarda görülmektedir. Domuzlar ve insanlar Bismarck Dağları'nın yamaçlarını kaplayan tropikal ormandan ağaçların kesilmesi ve yangınlarla açılan bahçelerden beslenmek zorundadırlar. Öteki tropikal bölgelerdeki benzer bahçıvanlık dizgelerinde olduğu gibi, Maring bahçelerinin verimliliği ağaçların yanmasından arta kalan küllerden toprağa geçen azota dayanır. Bu bahçelerde iki ya da üç yıldan fazla art arda ekim yapılamaz, çünkü ağaçlar bir kez yok olunca, yeğin yağmurlar azotu ve öteki toprak ürünlerini hızla silip süpürür. Tek çare başka bir alan seçerek oradaki orman parçasını yakmaktır. Bir on yıl kadar sonra, eski bahçeler yeter miktarda ikincil ürünlerle kaplanır; yeniden yakılabilen bu bahçelerde yeniden ekim yapılabilir. Bu eski bahçe alanları yeğlenir çünkü el değmemiş ormanlara göre buraları açıp temizlemek daha kolaydır. Ama rumbim ateşkesi boyunca domuz ve insan nüfuslarının artışı birden hızlandığı için, eski bahçe alanlarının olgunlaşması gecikir ve el değmemiş topraklarda yeni bahçeler yapılması gerekir. Bir çok bakir orman alanı hazır bulunmakla birlikte, yeni bahçe alanları herkesin üzerine fazladan bir yük yükler ve Maring'lerin kendilerini ve domuzlarını beslemekte harcadıkları işgücünün olağan verimlilik oranını düşürür.

Görevleri yeni bahçeler açıp onları yakmak olan adamlar bakir ağaçların daha kalın ve daha yüksek olmaları nedeniyle daha çok çalışmak zorunda kalırlar. Ama en çok acı çekenler kadınlar olur, çünkü yeni bahçeler köyün merkezinden ister istemez daha uzak mesafede kurulurlar. Kadınlar domuzlarını ve ailelerini beslemek için yalnızca daha büyük bahçeleri işlemek zorunda kalmazlar, ama aynı zamanda çalışmaya giderlerken zamanlarının gittikçe daha çoğunu sırf yürüyüşte harcamak, ve yavru domuzları ve bebekleri bahçeden eve, evden bahçeye, ayrıca, hasat edilmiş yerelmaları ve patateslerden oluşan ağır yükleri bahçeden evlerine taşırlarken enerjilerinin gittikçe daha çoğunu da tüketmek zorunda kalırlar.

Bir başka baskı kaynağı da kendi kendilerine beslenmeleri için başı boş bırakılan yetişkin domuzların yiyip bitirmelerine karşı bahçeleri korumanın gerektirdiği artan çabalardan doğmaktadır. Her bahçe domuzları dışarıda tutmak üzere dayanıklı bir çitle çevrilmelidir. Ne var ki, 68 kiloluk aç bir dişi domuz korkunç bir düşmandır. Domuz sürüsü büyüdükçe çitlerin kırılması ve bahçelerin saldırıya uğraması daha sık görülür. Eğer öfkeli bir bahçıvan tarafından yakalanırsa, suç işleyen domuz öldürülebilir. Bu tatsız olaylar komşuları karşı karşıya getirir ve genel hoşnutsuzluk duygusunu arttırır. Rappaport' un gösterdiği gibi, domuzlardan doğan olaylar ister istemez domuzların kendilerinden daha hızlı artarlar.

Bu tür olaylardan kaçınmak ve bahçelerine daha yakın olmak için, Maring'ler evlerini birbirinden uzak olmak üzere daha geniş bir alana taşırlar. Bu dağılma düşmanlıkların yinelenmesi halinde grubun güvenliğini azaltır. Bundan dolayı herkes daha sinirli olur. Kadınlar çok çalışmaktan yakınmaya başlarlar. Önemsiz konularda kocalarıyla çekişirler ve çocuklarını azarlarlar. Çok geçmeden erkekler acaba "yeterli domuz" var mı diye düşünmeye başlarlar. Gidip rumbim fidanlarının ne kadar büyüdüklerini kontrol ederler. Kadınlar daha yüksek sesle yakınırlar, ve sonunda erkekler, neredeyse oybirliğiyle ve domuzları saymaksızın, kaiko'ya başlama zamanının gelmiş olduğu konusunda anlaşırlar.

Tsembaga'lar, kaiko yılı olan 1963 boyunca, domuzlarının sayıca dörtte üçünü ve ağırlıkça sekizde yedisini öldürmüşlerdir. Bu etlerin çoğu akrabalara ve yıl boyu süren şenliklere katılmaya çağrılmış bulunan askersel bağlaşıklara dağıtılmıştır. 7 ve 8 Kasım 1963'de yapılan doruksal ayinlerde, 96 domuz kesilmiş ve bunların etleri ve yağları doğrudan ya da dolaylı olarak yaklaşık iki ya da üç bin kişiye dağıtılmıştır. Tsembaga'lar domuz etleri ve yağların aşağı yukarı 1135 kilosunu ya da her bir erkek, kadın, ve çocuk başına 5.5 kilosunu kendilerine ayırmışlar ve bunları art arda beş gün içinde kontrolsüz bir oburlukla tüketmişlerdir.

Maring'ler bağlaşıklarını daha önceki yardımlarından dolayı ödüllendirmek ve gelecek çatışmalarda da onların bağlılıklarını korumaya çalışmak üzere kaiko'yu bilinçli biçimde bir fırsat olarak kullanırlar. Bağlaşıklara gelince onlar da kaiko'ya katılma çağrısını kabul ederler çünkü bu onlara çağrı sahiplerinin sürekli bir desteği hak etmek için yeterince gönençli ve güçlü olup olmadıklarını görme olanağı verir; kuşkusuz, bağlaşıklar da domuz eti açlığı içindedirler.

Konuklar en güzelinden giyinip kuşanırlar. Boncuk ve deniz kabuğundan yapılmış kolyeler, baldırlarının çevresine deniz kabuğundan çorap bağlan, orkide liflerinden kuşaklar, kenarı keseli hayvan kürküyle kaplı mor çizgili peştemaller, kalçalarında yastıkla üstleri örtülmüş yığın yığın akordiyon biçimli yapraklar takınırlar. Kartal ve papağan tüylerinden yapılmış taçlar başlarını çevreler, bunlar orkide sapları, yeşil böcekler ve deniz kabuklarıyla süslenir, ve tepelerinde içi doldurulmuş bir cennet kuşu bulunur. Herkes özgün bir tasarımla yüzünü boyamaya saatler harcar, ve herkes en güzel cennet kuşu tüyünü burnundan geçirilmiş biçimde ve sevilen bir diskle ya da altın kenarlı ayça biçimli bir deniz kabuğuyla birlikte takınır. Ziyaretçiler ve ev sahipleri özel olarak yapılmış dans alanında uzun bir süre dans ederek birbirlerine gösteriş yaparlar, böylece bir yandan kadın seyircilerle aşk bağlantıları ve erkek savaşçılarla da askersel bağlantılar kurmak için ortam hazırlarlar.

1963'de Rappaport'un tanık olduğu büyük toplu domuz kesimini izleyen ayinlere katılmak üzere sayısı bini aşkın insan Tsembaga dans alanına doluştu. Dans alanlarına bitişik üç cepheli bir tören binasının penceresinin arkasına tuzlanmış domuz yağı içeren özel ödül paketleri tepeleme yığıldı.

Rappaport'un sözcükleriyle:

"Birkaç adam yapının tepesine tırmandılar ve oradan onurlandırılmış kimselerin isimlerini ve klanlarını büyük topluluğa birer birer açıkladılar. İsmi söylendiğinde, onurlandırılmış olan her adam baltasını sallayıp bağırarak . . . pencereye doğru saldırıya geçti. Onu destekleyenler, savaş naraları atarak, davullar çalarak, silahlarını sallayarak onu yakından izlediler. Pencerede onurlandırılmış adamın ağzı Tsembaga'lar tarafından tuzlanmış yağlı yumuşak etle tıka basa dolduruldu. Sonra Tsembaga'lar son savaşta kendilerine yardıma gelmiş ve onurlandırılmış adama kendi yandaşları için tuzlanmış yumuşak etleri içeren bir paketi pencereden verdiler. Ağzından sarkan yağlı yumuşak etiyle batur adam şimdi geri çekildi, hemen ardındaki destekçileri bağırarak, şarkı söyleyerek, davullarını çalarak, dans ederek onu izlediler. Onurlanmış bir ismi hemen bir başka onurlanmış isim izledi, ve pencereye doğru saldırıya geçen gruplar zaman zaman oradan çekilenlerle karman çorman oldular".

Maring'lerin temel teknolojik ve çevresel koşullarıyla belirlenen sınırlar içinde, bütün bunların kılgısal bir açıklaması vardır. Her şeyden önce, beslenmelerinde genel olarak etin pek az yer alması nedeniyle domuz etine olan büyük özlem Maring yaşamının tamamıyla ussal bir özelliğidir. Onlar başlıca ürünleri olan sebzeleri ara sıra kurbağalar, fareler, ve avladıkları üç beş keseli hayvanla destekleyebilirlerse de, evcilleştirilmiş domuz yüksek kaliteli hayvansal yağ ve protein gereğini karşılayabilecek en iyi kaynaktır. Bu durum Maring'lerin ağır bir protein yetersizliği çektikleri anlamına gelmez. Tersine, yerelmaları, tatlı patatesler, kulkas, ve öteki bitkisel ürünlerle beslenmeleri doyum veren bol çeşitli proteinler sağlar ama bunlar en az beslenme standartlarını fazla aşan değerde değildirler. Ama, proteinlerin domuzlardan alınması başka bir şeydir. Genellikle hayvansal protein bitkisel proteinden çok daha güçlüdür ve metabolizma yönünden daha etkilidir, bundan ötürü beslenmeleri bitkisel ürünlerle sınırlanmış (peynir, süt, yumurta, ya da balıktan yoksun) insan toplulukları için et her zaman dayanılmaz bir özlem olmuştur.

Üstelik, Maring'lerin domuz yetiştirmeleri, bir noktaya kadar ekolojik açıdan yerindedir. Isı ve nem idealdir. Domuzlar dağ yamaçlarının nemli, gölgeli çevresinde iyi gelişirler ve besinlerinin büyük bölümünü orman toprağı üzerinde serbestçe dolaşarak elde ederler. Bu koşullar altında domuz etinin tamamıyla yasaklanması - Orta Doğunun çözüm yolu - usa ve ekonomiye en aykırı bir uygulama olur.

Öte yandan, domuz nüfusunun sınırsız artışı insanla domuz arasında ancak yarışmaya yol açabilir. Eğer bu artış aşırıya varırsa, domuz çiftçiliği kadınların yükünü taşınmaz hale getirir ve Maring'lere yaşayabimeleri için dayanak olan bahçelerin varlığını tehlikeye sokar. Domuz nüfusu arttıkça, Maring kadınları gittikçe daha çok çalışmak zorunda kalırlar. Sonunda bir de bakarlar ki insanları değil domuzları beslemek için çalışmaktadırlar. Bakir topraklar kullanıma açıldıkça, bütün tarımsal dizgenin verimliliği düşer. İşte kaiko bu sırada ortaya çıkar, burada ataların rolü domuz yetiştirmede gösterilecek çabayı en güçlü biçimde desteklemek, aynı zamanda domuzların kadınları ve bahçeleri mahvetmelerini önlemektir. İtiraf etmeli ki onların görevi Yehova'nın ya da Allah'ınkinden daha güçtür, çünkü bütünsel bir tabuyu uygulamak kısmi olanı uygulamaktan her zaman daha kolaydır. Bununla birlikte, ataların mutluluğunu sürdürmek için, bir kaiko'nun bir an önce yapılmasının gerekli olduğuna ilişkin inanç Maring'leri artık asalaklaşan hayvanlardan büyük ölçüde kurtarır ve domuz nüfusunun "fazlasının zararlı olmasının" önlenmesine yardım eder.

Eğer atalar böylesine akıllıysalar, onlar neden sadece her bir Maring kadınının yetiştirebileceği domuzların sayısına bir sınır koymuyorlar? Domuz nüfusunun kıtlık ve bolluk unları arasında gidip gelmesine izin vermektense domuzları değişmez bir sayıda tutmak daha uygun değil midir?

Eğer her bir Maring klanının nüfus artışı sıfır olsa, düşmanları olmasa, tamamıyla değişik bir tarım yapısına, güçlü yöneticilere, ve yazılı yasalara sahip olsa - kısacası, Maring'ler Maring olmasalardı, sözü edilen seçenek yeğlenebilirdi. Hiç kimse, hatta atalar bile, hangi sayıdaki domuz için "fazlasının zararlı olacağını" önceden göremez. Domuz nüfusunun artık yük olmaya başladığı sayı her hangi bir değişmezler takımına değil, ama tersine yıldan yıla değişiklik gösteren bir değişkenler takımına bağlıdır. Bu sayı bütün bölgede ve her bir klanda ne kadar insan bulunduğuna, bunların fiziksel ve tinsel güçlerine, topraklarının büyüklüğüne, ellerindeki yedek orman alanı miktarına, komşu topraklardaki düşman grupların durumuna ve niyetlerine bağlıdır. Tsembaga'nın ataları sadece "senin dört domuzun olacak, daha fazlası değil" diyemezler, çünkü şu klanların, yani, Kundugai, Dimbagai, Yimgagai, Tuğuma, Aundagai, Kauwasi, Monambant'ın ve bütün ötekilerin atalarının bu sayıya rıza göstermelerini güvence altına almanın bir yolu yoktur. Bütün bu gruplar yeryüzü kaynaklarındaki bir paya yönelik olan kendi savlarını geçerli kılmak için bir savaşıma girerler. Bu savlar savaşla ve savaş tehdidiyle yoklanır ve mihenge vurulur. Ataların domuzlara yönelik o doymak bilmez iştahı Maring'ler tarafından yapılan bu silahlı yoklama ve mihenge vurmanın bir sonucudur.

Ataları memnun etmek üzere, yalnızca elden geldiği kadar çok besin üretmek için değil, ama bu besini bir domuz sürüsü biçiminde arttırmak için en büyük çaba harcanmalıdır. Bu çaba, çevrimsel domuz fazlalıklarıyla sonuçlansa bile, grubun yaşayabilme ve toprağını savunma yeteneğini yükseltir.

Bunu değişik yollardan başarır. Öncelikle, ataların büyük domuz iştahından kaynaklanan ek çaba rumbim ateşkesi boyunca bütün grubun protein alım düzeyini yükseltir, bu da nüfusun daha uzun boylu, daha sağlıklı, ve daha güçlü olmasına yol. açar. Ayrıca, atalar kaiko'yu ateşkesin sonuna getirmek suretiyle, toplumsal gerilimin en yoğun olduğu dönemde - gruplar- arası çatışmanın başlamasının hemen öncesindeki aylar içinde - kitlesel dozlarda yüksek nitelikli yağ ve proteinlerin tüketilmesini güvence altına alırlar. Sonunda, Maring klanları. besin fazlasını beslensel yönden değerli domuz eti halinde büyük miktarlarda saklayarak, savaşın gene çıkmasının hemen öncesinde, bağlaşıkları (müttefikleri) kendilerine çekip ödüllendirmeyi başarırlar.

Tsembaga'lar ve komşuları domuz yetiştirmekteki başarıyla askersel güç arasındaki ilişkinin bilincindedirler. Kaiko sırasında kesilen domuzların sayısı konuklara şölen düzenleyenlerin sağlığını, enerjisini, ve kararlılığını değerlendirme konusunda tam bir dayanak sağlar. Domuzlan çoğaltmayı beceremeyen bir grup kendi toprağını iyi savunamayacak, ve güçlü bağlaşıkları kendine çekemeyecektir. Kaiko sırasında atalara yeterince domuz eti verilmemesi halinde savaş alanı üzerinde asılı durup korku salan yenilgi önsezisi hiç de usdışı bir sezi değildir. Rappaport - bence, haklı olarak - vurgular ki bir grubun elindeki domuz fazlasının boyutu, derin ekolojik anlamıyla, o grubun üretsel ve askersel gücünü gerçekten ortaya koyar ve toprağa yönelik savlarını ya geçerli ya da geçersiz kılar. Başka deyişle, konuya insan ekolojisi açısından bakınca, bütün dizge bitkilerin, hayvanların, ve insanların bölgede verimli bir biçimde dağılmasına yol açar. Kuşkum yoktur ki şimdi bir çok okuyucu domuz sevgisinin uyarlanmaya elverişsiz ve fazlasıyla verimsiz olduğunu vurgulamak isteyecektir çünkü o sevgi savaşların dönemsel olarak ortaya çıkışlarına göre ayarlanmıştır. Eğer savaş usdışıysa, o zaman kaiko da öyledir. Gene, her şeyi bir çırpıda açıklamanın dayanılmaz çekiciliğine direnmeme izin veriniz. Gelecek bölümde Maring savaşının dünyasal nedenlerini tartışacağım. Ama şimdilik, şunu belirtmek isterim ki savaşın nedeni domuz sevgisi değildir. Asla bir domuz bile görmemiş olan milyonlarca insan düşmana savaş açarlar; sonra domuzdan tiksinmenin (eskiden ve çağımızda) Orta Doğu'da gruplararası ilişkilerde barışseverliği ayrımsanabilir ölçüde arttırdığı da görülmüş değildir. İnsanlık tarihinde ve tarih öncesinde savaşın yaygınlığı gözönüne alındığında, geniş ateşkes dönemlerini sürdürmek için Yeni Gine "yabanılları" tarafından bulunan o akıl dolu dizgeyi biz ancak şaşkınlıkla karşılayabiliriz. Sonuç olarak, komşusunun toprağında rumbim fidanları bulunduğu sürece, Tsembaga'lar kendilerine saldırılmasından kaygı duymak zorunda kalmazlar. Daha fazlası değil, ama belki bu kadarı, topraklarına rumbim fidanları yerine füzeler yerleştirmiş bulunan uluslar hakkında da söylenebilir.

Kaynak; İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar, Kültür Bilmeceleri, İmge Yayınları, 1995

-------------
Benim Notum DK
Bu konuda benim de ekleyebileceğim bir bilgi veya gözlem var. Ne kadar önemlidir bilmiyorum ama tam da yeri geldiğinde bunu yazmak istedim.

Bir zamanlar okuduğum bir kitapta[1] Rusya'da işlenen seri cinayetlerin anlatıldığı bir bölüm vardı. Kıtlık zamanı ve insanların et almakta güçlük çektiği bir dönemde geçer olay. Seri katil, tam bu ortamda öldürmeye başlar, insan etlerini domuz eti diye satar, fiyatı gayet uygun olduğu için insanlar kapış kapış bu etleri satın alıp, yerler ve hiç bir zaman da şüphelenmezler. Rus halkı domuz etinin tadını bilir. Peki nasıl oldu da o etin domuz eti değil de insan eti olduğunu anlamadılar? Bunun tek bir cevabı var. Çünkü domuz etinin tadı, rengi, kokusu aşağı yukarı insan etine benzemektedir. Ve bu Rusya'daki vak'ada bize net olarak bunu göstermiştir. Benzer başka örnekler de vardır. Nitekim filmlerde de katiller insan eti sundukları kişilere onun domuz eti olduğunu söylerler ve insanlar baharatların da etkisiyle bunu anlamaz.

Merak edip bu konuda biraz okuduysanız, erişkin domuzun, erişkin bir insan bedenine neredeyse eş değer büyüklükte organlar taşıdığını ve bir çok araştırmada bu benzerliklerden dolayı domuzların deney hayvanı olarak kullanıldığını bilirsiniz. Başka benzer yönler de vardır.

Acaba ilk tek tanrılı dinlerin doğduğu Ortadoğu'da bir zamanlar bazı bilge kişiler bunu keşfedip esas olarak bu nedenden dolayı domuzun yenmesine karşı çıkmış olabilirler  mi diye aklımda kalan bir düşünce vardır yıllardır. O "ilk insanlar" domuz etinin insan etine benzediğini biliyorlardı çünkü insan eti yiyorlardı, yamyamlardı. Aslında protein yerine geçecek her şeyi yiyorlardı. Öyle bir an geldi ki insan eti yemenin yanlış olduğunu düşündüler ve bu konuda bir tabu yarattılar. Bu çok eski bir dönemde gerçekleşti, muhtemelen Paleolitik dönem sonlarında.. Belki de tam o noktada -veya daha sonra- tadı aşağı yukarı insan etiyle aynı  olan domuza da aynı tabuyu koyma gereğini hissettiler.

Yine okuduğum bir romanda yazar, Afrika Rift vadisinde insan türünün ortaya çıkışında domuzla yapılan çiftleşmesinden, doğan insan çocuklarından bahsediyordu  elbette bu bir roman, bir fantezi ama yazar neden başka bir hayvanı değil de domuzu seçti?[2]

[1] Bahsettiğim kitap şu: Seri Katiller, Fikret Topallı, İthaki Yayınları

[2]  
"Domuzlar biyolojik olarak insanlara benzer ve bu nedenle insanı ilgilendiren tıbbi araştırmalarda sıklıkla kullanılırlar ."
"İnsan derisi domuz derisine çok benzer, bu nedenle domuz derisi birçok preklinik çalışmalarda kullanılmıştır. Biyomedikal araştırmalarda ilaç testi için kullanımın yanı sıra genetik gelişmeler, evcil domuzların insanlar için ksenotransplantasyon [canlı hücrelerin, dokuların nakli] adayı olma yolunu açtı ."
https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvUGln