Biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Haziran 2008 Çarşamba

İbn Rüşt

İbn Rüşt


İbn-i Rüşt (1126 - 10 Aralık 1198) Endülüslü-Arap felsefeci ve hekim, bir felsefe, fıkıh, matematik ve tıp alimi. Kurtuba'da doğdu ve Marakeş, Fas'ta öldü. Künyesi Ebû El-Velid Muhammed Bin Ahmed Bin Muhammed Bin Ahmed Bin Ahmed Bin Rüşd

Hayatı


İbn-i Rüşt, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir; dedesi Ebu El-Velid Muhammed (ö. 1126) Murabıtlar hanedanının Kurtuba'daki en yüksek dereceli hakimiydi. Babası Ebu El-Kasım Ahmed, aynı makamı Muvahhidler'in 1146'daki hakimiyetine kadar işgal etti.


Yusuf el-Mansur'un veziri İbn Tufeyl (Batı'da bilinen adıyla Abubacer) tarafından sarayla ve büyük İslam hekimlerinden, sonradan arkadaşı olacak İbn Zuhr (Avenzoar) ile tanıştırıldı. 1160'ta Sevilla kadısı oldu ve hizmeti boyunca Sevilla, Kurtuba ve Fas'ta birçok davaya baktı.
Aristo'nun eserlerine şerhler ve bir tıp ansiklopedisi yazdı . Eserlerini 1200lerde, Yakob Anatoli Arapça'dan İbranice'ye tercüme etti.


En önemli orijinal felsefî eseri Tehâfüt-ül Tehâfüt (Çelişkilerin Çelişkileri / İnsicamsızlığın İnsicamsızlığı) ismini taşır ve Gazali'nin Tehâfüt-ül Felâsife (Felsefelerin Çelişkileri / Felsefelerin İnsicamsızlığı) isimli kitabındaki kendiyle çelişme ve İslama mugayir olma iddialarına karşı Aristo felsefesini savunur. Faslu'l-makâl ve el-Keşf an minhâci'l-edille isimli iki risalesi de felsefe-din ilişkilerini konu alır.


Endülüs'ü 12. yüzyılın sonralarında yayilan fanatiklik dalgasıyla, sahip olduğu bağlantılar kendisini siyasî problemlerden uzak tutamamış ve Kurtuba yakınlarında bir yerde tecrit edilmiş ve ölümünden kısa süre önce Fas'a gidinceye dek gözetim altında tutulmuştur. Mantık ve Metafizik alanında verdiği eserlerin çoğu müteakip sansür döneminde kaybolmuştur.


Felsefesi


İbn Rüşt, Aristo'nun düşünce sistemini İslam ile kaynaştırmaya çalışmıştır. Ona göre İslam'la felsefe arasında bir çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla doğruya ulaşabileceğini düşünmüştür. Kainatın ebediyetine ve formların ezeliyetine (pre-extant) inanırdı.


Felsefenin temel konusunun varlık olduğunu, felsefenin varolanı, genel bir bütünlük içinde insana verileni incelemeye, açıklamaya çalıştığını savunan İbn Rüşt, bütün varlık türlerinin en tepesinde bulunan yüce bir varlık olarak Tanrı'ya yalnızca var olandan, beş duyu ile algılanıp akıl ilkeleri ile açıklanan varlıklardan yola çıkarak gidebileceğimizi belirtmiştir. Felsefenin, varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri konu edinen disiplin olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle düşünce sisteminde felsefe, teolojiden önce gelir. Bununlu birlikte, felsefe ve teolojiden her birinin kendisine özgü bir fonksiyonu olduğunu söylemiştir.

Önemi

İbn Rüşt en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı'da pek çoğu unutulmuş, tercüme ve şerhleriyle ünlüdür. 1150'den önce Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp, incelenmiyorlardı. Batı'da Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn Rüşt'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latince'ye tercümesiyle başlamıştır.

İbn Rüşt'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de, İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn Rüşt'ün düşünceleri, Hristiyan skolastik gelenekten, Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant'lı Siger], [Thomas Aquinas] ve (bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki) diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) ve Aristo'ya da "Filozof" diyecek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslam dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs'teki serbest düşünce hayatının gurubunu işaret etmiştir.

Edebiyatta İbn Rüşt

Orta Çağ'ın Avrupalı skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü, Dante İbn Rüşt'ü İlahi Komedya'da diğer büyük pagan filozoflarla beraber, "iltifatın üne borçlu olunduğu" Limbo'da tasvir etmiştir.

İbn Rüşt, Jorge Luis Borges'in "İbn Rüşt'ün Arayışı" isimli hikayesinde trajedi ve komedi kelimelerinin anlamlarını ararken resmedilir.

22 Haziran 2008 Pazar

Gabriel Garcia Marquez

Gabriel Garcia Marquez

Kolombiyalı romancı Gabriel Garcia Marquez, 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığı zaman bütün dünyaca tanınan bir yazardı. Bu ödülün ona verilmesindeki neden, romanlarında Güney Amerika insanının yaşamını, düş ile gerçek arasında gezinen ilginç dünyasını şaşırtıcı güzellikte bir dille anlatmasıdır. Marquez anlattığı olayların ilginçliğinin yanı sıra, dilindeki akıcılık, renkli, canlı ve şiirsel anlatımıyla da çok sevilir.



Marquez, Magdalena kentinin Aracataca kasabasında yaşayan kalabalık bir ailenin 16 çocuğundan biriydi. Büyükbabası ve büyükannesi çocukluğunun unutamadığı kişile-rindendi. Büyükannesi küçük Marquez'e olağanüstü ilginç öyküler anlatır, anlatımındaki ustalıkla Marquez'i büyülerdi. Marquez, öykü anlatmayı büyükannesinden öğrendiğini konuşmalarında sık sık belirtir.



Bir din okulunda temel eğitimini tamamlayan Marquez daha sonra Hukuk Fakültesi'ne girdi. Márquez burada, daha sonra karısı olacak Mercedes Barcha Pardo ile tanıştı.
Hukuk eğitiminden sıkıldığından 1950 yılında Kafka'nın Değişim adlı romanını okuduğunda, şiiri bıraktı ve romancı olmaya karar verdi.Özellikle igilendiği eserler Ernest Hemingway, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner 'a ait olanlardı. Ama yazarın üzerinde en fazla etkiye sahip yazar Kafka'ydı.Geçimini sağlamak için başladığı gazeteciliği, uzun yıllar, yazar, redaktör ve yayın yönetmeni olarak sürdürdü. Gazetelerde yazdığı gülmece öyküleri, sinema yazıları ve röportajlar ilgiyle izleniyor ve adının duyulmasını sağlıyordu. İlk romanı Yaprak Fırtınası (La hojarasca; 1955) kimse ilgilenmediği için yıllarca çekmecesinde bekledi. Oysa, bu romanı daha sonra ona ün kazandıracak romanlarının bütün özelliklerini taşıyordu.



Marquez 1955'te gazeteci olarak gittiği Paris'te, gazetesi ülkesindeki askeri yönetimce kapatıldığı için tam bir yoksulluk içine düştü. Yoksulluğa aldırmayıp kötü bir otel odasında Albaya Kimseden Mektup Yok (El Coronel no tiene quien la escriba; 1961), Şer Saati (La mala hora; 1962), Büyük Ana'nın Ölüm Töreni (Los funerales de la Mama Grande; 1962) gibi roman ve öykü kitaplarını yazıp bitirdi.1959'da Kolombiya'ya dönünce bir haber ajansında çalıştı. Bir yandan da ülkesindeki askeri diktatörlüğün yıkılması için yapılan siyasal çalışmalara katılıyordu. Ama iktidarın baskıları nedeniyle ülkesinde daha fazla kalamadı ve Meksika'da Meksiko kentine yerleşti. Burada gazetecilik ve senaryo yazarlığı yaptı.



Yaşamının yönünü değiştirecek romanı Yüzyıllık Yalnızlık'ı (den aftos de soledad; 1967) yayımladı. Yüzyıllık Yalnızlık olaylar yazarın imgeleminde yarattığı düşsel bir kent olan Macondo'da geçer. Bir ailenin yüzyıllık yaşamı içindeki bütün kuşakları, ailenin tek tek kişilerini, özelliklerini, toplumsal değişimlerle birlikte ailenin yaşadığı değişimi anlatır. Roman daha yayımlanır yayımlanmaz kahramanların ilginç kişilikleriyle, yazarın ayrıntılara düşkün inandırıcı ve akıcı anlatımıyla okurları etkiledi. Romanda en inanılmaz olaylar bile doğal, yalın, gerçekmiş gibi anlatılıyordu. Örneğin Macondo'ya dört yıl durmadan yağmur yağıyor ya da Dolores, öleceği anda bir melek gibi göğe yükseliyordu. Marquez romanının fantastik bir roman olmadığını, halkın geleneksel kültürü içinde olayları böyle algıladığını ve kendisinin de buna bağlı kaldığını söyleyerek yönteminin "büyülü şiirsellik" diye adlandırılabileceğini belirtti.



Yüzyıllık Yalnızlık kısa sürede çok sayıda dile çevrildi ve yazar da büyük bir üne kavuştu. Bu arada, Marquez'e duyulan ilgi Latin Amerika kültürüne de ilgi duyulmasını sağladı. Ardından yayımladığı Başkan Babamızın Sonbaharında (El Otono del Patriarca; 1975) Latin Amerikalı bir diktatörü anlattı. Yapıtları diktatörleri rahatsız etti, Marquez ülkesine sokulmadı. Ama Kolombiya halkı onu çok seviyor, her kitabı 1 milyonun üzerinde satılıyordu.



Marquez bir edebiyatçı olarak sinema sanatına mesafeli durmuştur. Ona göre sinema izleyicisi tutsaktır, okur ise uçabilir. Okur roman kahramanlarını istediği gibi canlandırıp istediği mekanlara yerleştirebilir. Bir roman filme alındığında ise roman kahramanı artık kendisini canlandıran aktörle hatırlanmaya mahkumdur. Marquez bu gibi gerekçelerle romanlarının filme alınmasına izin vermemiş bunun yerine senaryo yazmayı daha uygun bulmuş ve sinema ile olan tek ilişkisinin bundan ibaret olduğunu belirtmiştir.



Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi (Cronica de una muerte anunciada; 1981) ve Kolera Günlerinde Aşk (El amor en los tiempos del colera; 1985) gibi romanlarında da Latin Amerika insanının yaşama biçimini, kültürünü konu alır. Türkçe'ye hemen hemen bütün yapıtları çevrilen Marquez ülkemizde de çok sevilir.

31 Mayıs 2008 Cumartesi

Aşık Veysel Şatıroğlu (1894 - 1973)

Aşık Veysel Şatıroğlu (1894 - 1973)

Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in doğduğu sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresinde etkisini çok şiddetli gösteriyordu. Çiçek yüzünden Veysel’den önce, iki kız kardeşi yaşamlarını yitirmişti.


1901’de yedi yaşına girdiği sıralarda Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaştı ve o da yakalandı bu hastalığa. Sağ gözünün görme şansı vardı ve ışığı seçebiliyordu bu gözüyle o sıralar. Ne var ki, yakasını bırakmayan olumsuzluklar Veysel’in diğer gözünün de kör olmasına sebep oldu.
Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın âşığı ve ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı ve tekkeyle içli-dışlı birisiydi. Veysel’in üzüntüsünü az da olsa unutması için bir saz aldı ve halk ozanlarından şiirler okuyup, ezberletir oğluna. İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) aldı ve kendini de iyice saza verdi; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başladı.

Aşık Veysel’in hayatında ikinci önemli değişiklik seferberlikte başladı. Kardeşi Ali ve arkadaşları harp için cephelere gidince, arkadaşsızlık ve kardeş acısı, sefalet, onu umutsuzluğa sürükledi ve yalnızlığı daha derinden hissetmeye başladı.


Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i akrabalarından Esma adında bir kızla evlendirdiler ve Esma’dan bir kız, bir oğlu oldu Veysel’in. Oğlan çocuğunun daha on günlükken ölümüyle hayata küsen Veysel, bundan sonra 24 Şubat 1921’de annesi, ondan 18 ay sonra da babasının ölümüyle iyice yıkıldı.


Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir hizmetkâr tuttular. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın da sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırdı. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha eklendi böylece.


Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı vardı. İki yıl yaşadıktan sonra o da hayata gözlerini yumdu.


Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşadılar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ettiler. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz aldı; Sivas’tan Sivrialan’a dönerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybettiler. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara verdiler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evlendi.”


1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurdular. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlediler. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başladı.

1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söyledi. Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk üzerine şiirler yazdılar. Bunlar arasında Veysel’in de vardı şiirleri. Veysel’in gün ışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oldu. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması anlamına geliyordu.

O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyordu. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye arkadaşı İbrahim ile yürüyerek yola düştüler ve Ankara’ya gittiler. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kaldı. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmadı. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye verildi ve destan gazetede üç gün boyunca yayınlandı. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başladı.
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik yaptığı bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buldu. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlandı.

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

Kara Toprak

Dost dost diye nicesine
sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
Beyhude dolandım boşa yoruldum

Benim sadık yarim kara topraktır.
Nice güzellere bağlandım kaldım

Ne bir vefa gördüm ne faydalandım
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Ademden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır.

Karnın yardım kazma ile bel ile
Yüzün yırttım tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile
Benim sadık yarim kara topraktır.

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkesler gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Dileğin var ise Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş
Hak'tanBenim sadık yarim kara topraktır.

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul Allah'a
Hak'kın hazinesi gizli toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır.

Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.

Herkim olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır.

Kaynak:kimkimdir.gen.tr

29 Mayıs 2008 Perşembe

Nâzım Hikmet Ran

Nâzım Hikmet Ran



Nâzım Hikmet tam adıyla Nâzım Hikmet Ran lakabı "Güzel Yüzlü Şair"dir. (d. 20 Kasım 1901-15 Ocak 1902, Selanik - ö. 3 Haziran 1963, Moskova) Türk şair ve oyun yazarı. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin öncüsü. Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20. yüzyıl'ın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır. Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Mezarı halen Moskova'da bulunmaktadır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olup ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmıştır.

Eserleri birçok ödül almıştır. Ancak Türkiye'deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova'ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır.

1938'de şairin cezaevine girmesiyle yasaklanıp ortadan kaldırılmış olan Nâzım Hikmet şiiri, Türkiye'de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965'te yeniden ortaya çıkmıştır.

Üslubu ve başarıları

İlk şiirlerini hece vezni yazmaya başlamasına rağmen içerik bakımından diğer hececilerden uzaktı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece vezni ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliğinde yaşadığı ilk yıllar olan 1922-1925 arası bu arama tepe noktasına ulaştı. O dönemdeki bir çok şairden farklıydı.

Hece vezninden ayrılarak Türkçe'nin vokal özellikleri ile harmoni oluşturan serbest vezini benimsedi. Mayakovski ve gelecekçilik taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi. Şiirlerinden bir çoğu müzisyen Zülfü Livaneli tarafından bestelendi. Ünol Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979'da "Güzel Günler Göreceğiz" ismiyle kaset olarak çıktı. Bir kaç şiiri ise Yunanlı besteci Manos Loïzos tarafından bestelendi. Ayrıca bazı şiirleri Yeni Türkü'nün eski üyesi Selim Atakan ve Cem Karaca tarafından bestelenmiştir.

Ailesi

Babası, Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg konsolosluğu yapmış olan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım'dır.
Çok güzel ve alımlı bir kadın olan Celile Hanım, bir dilci, eğitimci olan Enver Paşa'nın (Mustafa Celalettin Paşa'nın oğlu) kızıdır. Evinde piyano çalan, ressam denilebilecek ölçüde iyi resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Annesinin baba tarafından dedesi, Polonya'dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Polonezlerden Konstantin Borzecki'dir. Bu göçün ardından Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celaleddin Paşa adını almış ve Osmanlı Ordusu'nda subay olarak görev yapmıştır. Türk tarihinde önemli bir eser olan "Les Turcs anciens et meternes" (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır.Nazım Hikmet anneannesi tarafından da kuzey kafkasya çerkezlerindendir.

Babası Hikmet Bey, Selanik'te, Hariciye'de (Dışişleri) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya, Sivas valilikleri yapmış olan Nazım Paşa'nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik'in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nazım'ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep'e, Nazım'ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş, hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul'a gelirler. Hikmet Bey'in İstanbul'daki iş kurma denemeleri de nihayetinde iflâsla neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye'ye (Dışişleri) atanır.

Hayatı

Selanik'te doğdu. Aslen 20 Kasım 1901 olan doğum tarihi ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirildi.

İlk şiiri ‘Feryad-ı Vatan’'ı 1913'te yazar. Aynı yıl Galatasaray Sultanisi'nde ortaokula başlar. 1917'de Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girer. Daha sonra Kurtuluş Savaşı için Anadolu'ya geçer. Fakat sağlık nedenleri ile bahriyeden ayrılmak zorunda kalır. Bu sırada Hamidye Kruvazörü'nde güverte subayıdır.

Bolu'ya öğretmen olarak atanır. Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okur. 1921'de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır. 1924'te Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı ’28 Kanunisani’ sahnelenir. O yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar. Dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği’ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanır ve Türkiye'ye geri döner. Bu kez Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. 12 sene süren tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle Sovyetler Birliğine gitmek zorunda kalır. Bu yüzden DP hükümeti tarafından ülke vatandaşlığından çıkarılır ve Nazım Hikmet, mecburen büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa (Konstantin Borzecki)'nın memleketi olan Polonya vatandaşlığına geçer ve Borzecki soyadını alır. Moskova'da 3 Haziran 1963 tarihinde kalp krizinden ölür.

Davaları ve sürgün

1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılandı. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. Bursa cezaevinde kaldığı yılları anlatan Mavi Gözlü Dev adlı film 2007 yılında vizyona girmiştir. 1950 yılında bir af yasasıyla salıverildi. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılmasına karar verildi. Sovyetler Birliği'nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet)ile Moskova'da yaşadı. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa (Paris), Havana, Mısır gibi dünya memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yaptı. Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo bunlardan bazılarıdır. Bu konuşmaların bir kısmı bugüne ulaşmıştır.



Davaları

1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası
1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası

Ölümü ve sonrası

Haziran 1963 sabahı saat 06:30'da gazetesini almak üzere 2. kattaki dairesinden apartman kapısına yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda yaşama veda etmiştir. Ölümü üzerine Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli yabancı yüzlerce sanatçı iştirak etmiş ve tören siyah beyaz olarak kaydedilmiştir. Ünlü Novo-Deviçye Mezarlığı'nda (Новодевичье кладбище) gömülüdür. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan rüzgâra karşı yürüyen adam figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir.
2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türk vatandaşlığından çıkarılmalar ile ilgili yeni bir düzenleme yapması durumu belirdi. Yıllardır tartışılmakta olan Nazım Hikmet'in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi gözükmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu maddenin sadece yaşamakta olanlar için düzenlendiğini ve Nazım Hikmet'i kapsamadığını öne sürerek bu öneriyi reddetti.
Şair Nazım Hikmet'in 2008 yılının ilk günlerinde, eşi Piraye'nin torunu Kerem Bengü tarafından, Piraye'nin evrakları arasında, “Dört Güvercin” adında bir şiiri ve 3 adet tamamlanmamış roman taslağı bulundu

Bazı eserleri

Memleketimden İnsan Manzaraları
Kafatası
Unutulan Adam
Taranta Babu'ya Mektuplar
Ferhad ile Şirin
Kurtuluş Savaşı Destanı
Kız Çocuğu
Tahir ile Zühre
Şeyh Bedrettin Destanı
Sevdalı Bulut, (Tiyatro oyunu)


Başka sanatçıların değerlendirmesi

Pablo Neruda (1904-1973) Şilili şair

GÜZ ÇİÇEKLERİNDEN NÂZIM'A ÇELENK

Niçin öldün Nâzım?
Ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
onda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?

Kardeşim,
öyle derin duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir,
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.

Al sana bir demet Şili kasımpatlarından,
al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi dövüşümü
ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma güç
veren dostluğundan yoksun.

Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek.

Ne yapayım ben şimdi?
Tasarlanabilir mi dünya
her yana ektiğin çiçekler olmadan?
Nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
senin halk zekânı, ozanlık gücünü duymadan?
Böyle olduğun için teşekkürler,
teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.

Jean-Paul Sartre (1905-1980)

"Ben her şeyden önce onun insan olarak büyüklüğünü ve kabına sığmaz enerjisini hatırlatmak istiyorum. Onu ağır hastalığı sırasında tanımış, yaşamak ve savaşmak iradesi karşısında şaşıp kalmıştım. Ama beni asıl etkileyen onun hüzünlü ve alaycı uyanıklığı oldu. Eziyetlerden, ölümlerden kaçıp kurtulan bu adam - başkalarının yaptığı gibi - dinlenmiyordu. Biten hiçbir şey yoktu onun için. Dıştaki düşmanla savaşırken içteki dostların hatalarına karşı da kardeşçe bir savaşı sürdürüyordu. Herkesle birlikte barış uğruna, emperyalizme ve faşizme karşı savaştığı sırada bile, Moskova'da oynanan bir piyesinde, bürokrasinin tehlikelerine karşı arkadaşlarını uyarıyordu. Ne militan disiplininden geçti, ne de yazar eleştiriciliğinden. Bu çelişmeyi sonuna kadar yaşadı. Bu sürekli gerginlik, son yıllarda, mahpusluktan artakalan güçlerini de yedi bitirdi. Ama asıl bu yönüyle bugün bir örnek insan olarak kalıyor aramızda.
"Vefalı dost, yiğit militan, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbir şeyi görmezden gelmek istemiyordu. (...)
"Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da, sizin için aynı işi yapıyor." ("Nâzım Hikmet'e Saygı" başlıklı yazısından.)


Philippe Soupault (1897-1990)

"Nâzım Hikmet bir insandı, büyük bir şairdi. Onunla hep rastlantıyla karşılaşmışımdır. Daha ilkinden, sevinçle benimsedim onun parlaklığına tutulmayı. Yaşamının bazı dönemlerini tanıyordum yalnızca; uğradığı ve üstesinden geldiği deneylerin bazılarını biliyordum. Masallaşmıştı. Bakışıyla karşılaşınca insan, onun kaderinin örnek bir kader olduğunu görmezden gelemiyordu. Korkunç acı çekti uzun zaman, ama hiç yenilmedi. (...) Şiirleri, bilindiği gibi, hayran olunası şiirlerdi. Şiirlerini okuyanlardan, dinleyenlerden hiçbiri, okumalarından, dinlemelerinden önceki gibi kalmadılar. (...)
"Çağımızda şairin yeri, yalnızca doğrulanmış değil, aynı zamanda yükseltilmiş oldu onunla." (1964'te, Paris'te yayımlanan Nâzım Hikmet Şiini Antolojisi'ne yazdığı önsözden.)


Louis Aragon (1897-1982)

"Nâzım, senden bana ilk 1934'te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim. Dostluğumuz otuz yıl sürmedi. Ne kadar az, otuz yıl. 1950'de, bizler, yani Türk halkı ile dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldın. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin... Hapisane dışında on üç yıl, ya da buna yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam bu. On üç yıl, çok şey. Hapisane dışında öldün, bu da çok şey." ("Nâzım Hikmet İçin" başlıklı yazısından.)

Tristan Tzara (1896-1963)

"Baştan başa Türk ulusunun umutlarını soluyarak Nâzım Hikmet'in şiiri bütün ulusların ortak dileklerinin alabildiğine insansı anlatımını kucaklıyor. Bu anlamda, Nâzım'ın şiiri günümüz insanının ekinsel alanının sahibidir ve tarihsel değerinin gürlüğüyle sürekli bir hakikat değeri kazanır.
"Her ne kadar yadsınamaz bir özgünlüğü de olsa, Nâzım'ın şiiri çağdaş Batı şiirinin yapısına yabancı değildir. Özellikle Mayakovski ve Garcia Lorca'nın yapı çizgisindedir. (...)
"Nâzım'ın memleketinin edebiyatında oynadığı tarihsel rolün bilincine varanlar artık biliyorlar ki, Nâzım'ın adı, yığınların karşıdevrimin karanlık kuvvetlerine karşı yapmakta olduğu gürlütüsüz ama güçlü savaşla bağlantıdadır." ("Nâzım Hikmet Üstüne"
başlıklı yazısından.)


Attilâ İlhan (d.1925)

MÜJGÂN'A AŞK ŞARKILARI

o akşam da lambamızı söndürmüştük nedîm ile
nedîm'den bile kıskandığım sevdiğim ile
son şarkılar dağılmıştı mevsim ile
yalnız çamlıca'da bir ud yankılanırdı

dünyayı tumturaklı bir yalan sayanlar
yalanın dehşetini yaşlandıkça anlar
nâzım'ın piraye'yi sevdiği zamanlar
ölse ölümünden ne suçlar çıkarılırdı

boğucu bir sessizlikte ateşten goncalardır
o demirden şiirler ki sanki tabancalardır
umutsuz hangi gününde el atsan ateşe hazır
nâzım onları yazarken duvarlar çatırdardı

gördün sessizce buluştuğunu nâzım'la nedîm'inl
acivert ıssızlığında yıldızlı bir serviliğin
birinin elinde varidat'ı simavnalı bedreddin'in
birini ağzında gül elinde mey kâsesi vardı.

Abidin Dino (1913-1993)

"Günün birinde, durup dururken haşarı küçük Nâzım bir cam kıracak olmuş.
"'Neden kırdın bu camı?' sorusuna çocuğun karşılığı aydınlatıcı :
"'Camdan bir uçak yapmak için!'
"Belki yeni bir şiir türünün başlangıcı sayılabilirdi bu söz. Çok sonra Bursa Hapishanesi'ne 'Taş tayyare' adını koyacaktı tutuklu şair. Acayip bir ilişkisi olacaktı Nâzım'ın uçaklarla. Pekin'de geçirdiği 'enfarktüs' krizi üstüne apar topar Moskova'ya dönüş serüveni örneğin...
"Havana'ya uçuşu bir sevinç olmuştu, ona karşılık Tanganika'ya uçuşta yüreği çok ağrımıştı. Ve elbette oralara kadar gitmesi kesinlikle doğru değildi. Hangi sersem bu yolculuğu istemişti Nâzım'dan? Lübnan'a giderken uçak Türkiye toprakları üzerinden geçmişti, öylesine yüksekten ki, türkiye boz bir kilime benziyordu.
"Kederli kederli anlatmıştı Nâzım uçak lombozundan memleket manzaralarını seyredişini. Aşkla seyretmişti bozkırları, dağları, ırmakları, ovaları son kez." (24 Eylül 1990'da yazdığı "Yazılmamış Bir Kitaba Başlangıç" başlıklı yazısından.)

Ve daha bir çok sanatçı Nazım Hikmet Ran hakkında yorum yapmıştır.Fakat yazmayla bitmeyecek kadar uzun olduğu için yalnızca bu kadarını ele alıyoruz.


Nazım Hikmet'den bir şiir


MEMLEKETİMİ SEVİYORUM


Memleketimi seviyorum :
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
Memleketim :Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.

Memleketim.
Memleketim ne kadar geniş :
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye utanıyorum.

Memleketim :
develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler,
kavak
söğüt
ve kırmızı toprak.
Memleketim.
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık
ve onun yarım kiloluğu
pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu'nun Abant gölünde yüzer.

Memleketim :
Ankara ovasında keçiler :
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanaklı mis gibi kokan Amasya elması,
zeytin
incir
kavun
ve renk renk
salkım salkım üzümler
ve sonra karasaban
ve sonra kara sığır
ve sonra : ileri, güzel, iyi
her şeyi
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir...

Nazım Hikmet


Kaynak:nazimhikmetran.com,wikipedia

23 Mayıs 2008 Cuma

Oskar Schindler

Oskar Schindler




Oskar Schindler (28 Nisan, 1908 - 9 Ekim, 1974), II. Dünya Savaşı'nda, Polonya'da ve günümüzün Çek Cumhuriyeti'nde bulunan emaye ve mühimmat fabrikalarında, çalıştırma yoluyla 1.200'e yakın Yahudi'yi soykırımdan kurtaran Alman işadamı.
Hayatı 1982'de Thomas Keneally'nin yazdığı Booker Ödülü sahibi Schindler'in Gemisi(Schindler's Ark) kitabına ve bu kitaptan uyarlanan Steven Spielberg'in 1993 yapımı yedi Oscar kazanan Schindler'in Listesi (Schindler's List) filmine konu olmuştur.

Erken Dönem Hayatı

Schindler 28 Nisan 1908'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na bağlı Moravia bölgesinde, Zwittau'da doğdu. Zwittau'nun günümüz Çek Cumhuriyeti'ndeki adı Svitany'dir.

Oskar Schindler'in ebeveynleri Hans Schindler ve eşi Franziska Luser, Roma Katoliği'ydiler, ama Oskar 27 yaşındayken boşandılar.Oskar ablası Elfriede ile çok yakındı. Okuldan sonra Brno'da bir elektrik mühendisliği firmasında pazarlamacı olarak çalıştı. 1930'larda birçok kez iş değiştirdi. Ayrıca birçok farklı iş kurmayı denedi ancak Büyük Buhran sebebiyle iflas etti. Çekoslovakya vatandaşı olmasına rağmen Schindler Alman ordu haberalma servisi (Abwehr) için çalışmaya başladı. Temmuz 1938'de açığa çıktı ve hapse atıldı, ancak Münih Anlaşması sonrasında bir politik hükümlü olarak serbest bırakıldı.[6] 1939'da Schindler Nazi Partisi'ne katıldı. Bir kaynağa göre (Nazi dokümanlarına ve savaş sonrası soruşturmalara dayanarak) Abwehr ile çalışmaya devam etti ve 1 Eylül 1939'da başlayan Polonya'nın İşgali'ne giden yola katkıda bulundu.
6 Mart 1928'de Schindler Josef ve Maria Pelzl'in kızları Emilie Pelzl (1907-2001) ile evlendi.[8], Bu evlilikten çocuğu olmadı.

II. Dünya Savaşı



Fırsatları değerlendiren bir işadamı olarak Almanya'nın 1939'daki Polonya işgalinin yaratacağı iş olanaklarını gören birçok kişiden biriydi. Schindler Nazi Almanyası'nın aryanlaştırma politikası dahilinde Yahudi endüstrici Nathan Wurzel'in Kraków'daki bir fabrikasının sahibi oldu.
Schindler, Wurzel'in tavsiyesine uyarak fabrikasının adını Deutsche Emaillewaren-Fabrik, veya DEF yaptı ve emaye eşya üretmeye koyuldu. Yahudi muhasebecisi Itzhak Stern yardımıyla 1,000 civarında Yahudi köle-işçiyi fabrikasında çalıştırmaya başladı. Stern ve Schindler ilk tanıştıklarında, Schindler elini uzatmış, ancak Stern sıkmamıştır. Schindler sebebini sorduğunda Yahudi olduğunu söylemiş ve bir Yahudinin bir Alman'ın elinin sıkmasının yasak olduğunu söylemiştir. Schindler'in cevabı bir Alman argo terimi olan "Scheiße" olmuştur. İlk başlarda Schindler'in ana motivasyonu para olmuştur, örneğin zengin Yahudi yatırımcılarını saklamıştır, ancak daha sonraları tüm işçilerini durumun parasal maliyetini düşünmeden korumaya başlamıştır. Örneğin bir çok kez vasıfsız işçilerinin aslında fabrika için önemli olduğunu iddia etmiştir. İşçilerine zarar verilmesi Schindler'in şikayetlere ve hükümetten tazminat taleplerine yol açmıştır.





1942'de Kraków gettosuna yapılan akına şahitlik eden Schindler,askerlerin burada yaşayanları toplayıp Kraków-Płaszów toplama kampına nakliyat için hazırlamasını da görmüştür. Schindler, kendisi için çalışan bir çok Yahudinin öldürülüşü karşısında dehşete düşmüştür. Schindler, ikna ediciliği sayesinde Schindler'in Yahudileri (Schindlerjuden) olarak tabir edilen çalışanlarını korumak için tüm hünerlerini kullanabilmiştir. Schindler DEF'te çalışan Yahudileri kurtarmak için sık sık sıradışı yollara başvurmuştur, sıklıkla kişisel karizmasına ve insanların sevgisini kazanma yeteneğine başvurmuş, gereken durumlarda yağcılık yapmıştır. Eric Silver'in The Book of Just (Adilin Kitabı) kitabında bahsettiği bir olayda "İki Gestapo gelerek ofisine girdiler ve sahte Polonyalı kimlik belgelerine sahip beş kişilik bir ailenin teslim edilmelerini istediler. 'içeri girmelerinden üç saat sonra' dedi Schindler, 'iki sarhoş Gestapo, ellerinde mahkumları ve talep ettikleri suçlayıcı dokümanlar olmadan ofisimden dışarı çıktı'".Schindler'in ayrıca gettodan dışarı çocuk kaçırarak Polonyalı rahibelere teslim ettiği ve rahibelerin çocukları Nazilerden sakladıkları veya Hristiyan yetimler olarak tanıttıkları da bilinmektedir.Plaszow'un kumandanı Amon Göth ile 700 Yahudinin yakındaki bir fabrika tesisine taşınmasını da ayarlamış, böylece Alman gardiyanların yaratabileceği tehlikeden uzaklaşmalarını sağlamıştır. Haziran ile Ekim 1942 arasında SS'ler gettoda bulunan 17,000 esirden 14,000'ini Belzec ölüm kampına yollamıştır,Schindler'in kurtardığı Yahudiler kurtulanların arasında çoğunluktadır.




Schindler "karaborsacılık" ve "zimmete para geçirmeye katılma" şüpheleriyle iki kez tutuklanmıştır. Komutan Amon Göth ve diğer SS subaylarının kanunen Reich'e ait olan para, mücevherat ve sanat eserleri gibi Yahudi mallarını kendileri için alıkoymalarına yardımcı olmuştur. Schindler bu malların satışında aracılık etmiş ve çalıntı malları alıkoymuştur. Her tutuklanmasından sonra genellikle rüşvet ile soruşturmayı engelleyerek serbest kalmayı başarmıştır.
Kızıl Ordu'nun Auschwitz ve doğudaki diğer toplama kamplarının yakınlarına gelmesiyle SS'ler kalan esirleri batıya doğru göndermeye başlamıştır[kaynak belirtilmeli]. Schindler SS subaylarını ikna ederek 1.100 Yahudi işçisinin Nazi işgali altındaki Çekoslovakya'da, dönemin Sudetanland eyaletinde yer alan Brněnec-Brünnlitz'e gönderilmesini sağlamış, bu sayede ölüm kamplarından kurtarmıştır[kaynak belirtilmeli]. Brněnec'de bir diğer Yahudi fabrikasını aynı şekilde ele alarak 37 mm. mühimmat (cephane) bileşenleri üretmeye başlamıştır.

Savaştan Sonra

Savaşın sonuna doğru Schindler tüm servetini rüşvet ve karaborsadan işçileri için yaptığı alımlarla tüketmişti. Hemen hemen yoksul biçimde Regensburg, Almanya'ya ve daha sonra Münih'e taşındı; ancak savaş sonrası Almanya'da başarılı olamadı Gerçekte, mali durumu Yahudi organizasyonlarından yardım alacak kadar kötüydü. 1948'de Schindler Arjantin'e göç etti ancak orada iflas etti[17]. 1958'de Almanya'ya döndü ve bir seri başarısız iş girişiminde bulundu. Am Hauptbahnhof Nr. 4, Frankfurt am Main, Batı Almanya adresinde küçük bir apartmana yerleşti ve tekrar bir Yahudi organizasyonun ayrdımıyla bir çimento fabrikası kurmaya çalıştı. Ancak bu iş de 1961'de iflas etti. İş ortağı ortaklığı iptal etti.



Oskar Schindler Frankfurt, Almanya'da 9 Ekim 1974'te 66 yaşında öldü. Ölümünden kısa bir süre önce, bir Schindlerjuden olan Poldek Pfefferberg'e Kudüs'te gömülmek istediğini söylemişti. Bu isteğin sebebini "Benim çocuklarım burada" sözleriyle gerekçelendirmiştir. Kudüs'ün Sion Dağı'ndaki katolik mezarlığına gömüldü.
Schindler'in gerçek motivasyon sebebi net olarak bilinmemektedir. Yine de bu konuda "Benim için çalışan insanları tanıdım... İnsanları tanıdığınızda, onlara karşı insanlar gibi davranırsınız" sözüyle, Yahudilerin Nazi Almanyası'nda insan sayılmaması fikrine katılmadığını belirtmiştir.


Mirası


1967'de, Schindler İsrail'de Holokost kurbanlarına adanmış Yad Vashem anıtında, Holokost sırasında Yahudilere yardım eden ve Yahudi olmayanları belirten "diğer uluslardan adil kişiler" arasında belirtilmiştir. Bu anıtta ismi yer alanlar, çok büyük kişisel risk alarak Yahudileri kurtaran Yahudi olmayan kişilerdir. Schindler, Nazi partisi üyesi olup da bu anıtta yer alan tek kişidir. Onuruna Yad Vashem Anıtı'nda bir ağaç dikilmiştir.





Schindler'in Holokost'tan kurtulan Poldek Pfefferberg tarafından anlatılan hikayesi, Tom Keneally'nin kitabı Schindler'in Gemisi romanının temelidir.Roman daha sonra Schindler'in Listesi olarak yeniden adlandırılmıştır. Bu kitap, 1993 yılında Schindler'in Listesi adıyla Steven Spielberg tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştır. Filmde, Schindler Liam Neeson tarafından canlandırılmıştır. Neeson, bu filmdeki performansı ile En İyi Aktör kategorisinde Oskar adayı olmuş, film ise En İyi Film Ödülü'nü kazanmıştır.






Spielberg'in filminin getirdiği ses, Schindler'i popüler kültüre taşıdı. Spielberg'in filmi, popüler kültürde Schindler'in bilinirliğinin temelini oluşturdu: Kâr amaçlı, etik değerlere çok önem vermeyen bir endüsticinin, bir noktada verdiği sessiz ama bilnçli kararla tüm varlığını, gerektiğinde Nazi'lerin göz ardı etmesini sağlamak için bile olsa işçilerinin hayatlarını kurtarmaya harcamasının hikayesi. Spielberg'in filmi sinematik sebeplerle orijinal hikayeye kıyasla bazı farklılıklarla sahip olsa da, Schindler'in rolü tarihi hikayelerin dramatizasyonunda nadir rastlanan bir sadakatle anlatılmıştır. Schindler gerçekten varlığının çok büyük kısmını Yahudileri kurtarmak için harcamış, işçilerinin hayatlarını kurtarabilmek için politik duruşuna ve ülkesine sonsuza dek yabancılaşmıştır; fakat savaşın sonunda filmde anlatıldığı gibi tamamen parasız kalmamıştır.


1999 sonbaharında bir zamanlar Schindler'in arkadaşlarına ait olan bir evin tavan arasında bulunan bir çantada, Oskar Schindler'e ait 7.000 doküman ve fotoğraf bulundu. Yerel gazete "Stuttgarter Zeitung" bu çantanın içindekileri inceledi. Daha sonra orijinal belgeler Yad Vashem, İsrail'de bulunan Holokost Müzesi'ne, kopyaları ise Schindler'in eşi Emilie Schindler'e gönderildi. Bu belgeler arasında kurtardıklarının listesi ve 'Yahudilarini' bırakmadan önce yaptığı konuşması da yer almaktaydı. Emilie'ye daha sonra 25.000 € ödül gönderildi.

22 Mayıs 2008 Perşembe

KİSS (Rock Grubu)

KİSS (Rock Grubu)






Tarih 1973’ ü gösterirken, çiçek çocuklar, hippiler, barış yanlısı sempatik gruplar, efendi adamlar müzik dünyasını tam da işgal etmişken ortaya çıkmış bir grup Kiss. Sahne Şovları, Corpse Paint denilen ve Black Metal ile var olduğu düşünülen makyaj stilini ilk kullanan grup olmaları ve hızlı bir şekilde albüm çıkarmalarıyla ünlü. Hard Rock denildiğinde akla ilk gelen grup olmasının haklılığını yazıyı okuyunca anlayacaksınız…


Gene Simmons ve Paul Stanley tarafından kurulan grup çok geçmeden kadrosuna önce Peter Criss ve hemen ardından Ace Frehley’ ı ekleyerek canlı performanslara ve dünyaya adlarını duyuracak sahne şovlarına başladı. Kuruluşu oldukça iddialı olan grup, haklarındaki bu düşünceyi doğrulamak istercesine, 1974 yılı Ekim ayında grubun kendi adını taşıyan “Kiss” albümü raflardaydı 9(dokuz) parçadan oluşan bu albümün hemen ardından yine ekim ayında 10(on) parçadan oluşan “Hotter Than Hell” isimli albümlerini aynı ay içerisinde raflara yerleştirdi.
Albümler satılıyor ve dinleyicilerin farklılığa olan açlığı Kiss grubu tarafından ustaca kullanılıyordu. Önceki iki albümün hemen ardından 1975 yılının Mart ayında “Dressed To Kill” albümü piyasaya çıktı, 10(on) parçadan oluşan bu albümle beraber Kiss grubunun adı her yerde anılmaya başlandı ve grubun albüm satışları hızla artmaya devam etti. Hızını yine alamayan grup, “Dressed To Kill” albümünden 7 (yedi) ay sonra “Kiss Alive I” adlı konser albümünü de piyasaya çıkardı. Efsanevi konserlerinde söyledikleri 16(on altı) parça bu albümle beraber Kiss hayranlarının beğenisine sunuldu.


1976 yılının Mart ayında “Destroyer” albümü piyasaya çıktı. Grup hiçbir şekilde dinleyicisini kendisinden mahrum etmemeye kararlı bir şekilde ilerliyordu. Ve gün geçtikçe grup üyeleri daha fazla değişiyordu. Grubun makyajları(corpse paint), ilginç sahne kostümleri gün geçtikçe daha ilgi çekici bir hal alıyordu.

Yine 1976 yılında “Rock And Roll Over” albümü piyasaya çıktı ve yine büyük ilgi topladı. 10(on) parçadan oluşan bu albüm Kiss Grubunun hiçbir gününün boş geçmediğini gösteriyordu.
1977 yılının temmuz ayında, “Love Gun” albümü dinleyiciye raflardan göz kırpmaya başlamıştı ve bu albüm de 10(on) parçadan oluşmaktaydı. Albüme ismini veren Love Gun parçası, yerini hak etmiş bir parça olduğunu göstermekteydi. Çok geçmeden “Kiss Alive II” konser albümü piyasaya çıktı.



1978 yılının Nisan ayında “Double Platinum” adlı, Grubun kült olmuş parçalarından oluşan bir albüm çıktı. Ve tam da bu sırada grup içerisinde anlaşmazlıklar baş göstermeye başladı. Her üye kendi solo albümünü yapmak için stüdyoya girdi ve 18 Eylül 78’ de “Paul Stenley”, “Gene Simmons”, “Ace Frehley” ve “Peter Criss” isimli üyelerin kendilerini yansıttığı solo albümleri piyasaya çıktı.

1979 yılının Mayıs ayında 9(dokuz) parçadan oluşan albüm “Dynasty” dinleyiciyle buluştu. Bu albüm Kiss grubunun en iyi çalışmalarından biriydi ve anlaşılan solo albüm isteği ile aralarında anlaşmazlıklar çıkan grup üyeleri istekleri gerçekleşince yeni albüme daha iyi kanalize olmuşlardı. Tek sorun; albümün disko kültüründen etkilenmiş olmasıydı. Ancak zaman değişiyordu ayak uydurmak lazımdı.


1980 yılının Mayıs ayında piyasaya çıkan “Unmasked” albümü ile beraber grup ilk kaybını verdi ve Peter Criss Kiss grubundan ayrıldığını açıkladı. Belki de bu ayrılık Unmasked albümünün kötü satış grafiğiyle alakalıydı. Cevabını yalnızca kendisinin ve arkadaşlarının bildiği sessiz bir ayrılıktı bu. Bu kaybın ardından Kiss için “bitti” tarzında yorumlar yapılsa da, Criss ayrılığının hemen ardından Davula, Eric Carr geçti. Hızlı ve başarılı bir giriş yapan Eric Carr ile beraber Kiss tekrar eski tarzına döndü. Hiç vakit kaybetmeden Kasım 81’ de yeni albüm “Music From The Elder” meraklı Kiss hayranlarının karşısına çıktı ve yüreklere su serpti.


1982 yılının Ekim ayında dinleyiciyle buluşan “Creatures Of The Nights”, grubun hala ayakta kaldığına ve kendilerinden ödün vermediklerine başka bir kanıt niteliğindeydi. Ancak bu albümle beraber gitarist Ace Frehley gruba veda etti ve yerine Vinnie Vincent geçti. Ancak bu sırada Kiss hayranlarını deli eden bir olay yaşandı. Grup MTV’ de canlı yayında Makyajlarını silerek, binlerce hayranının Kiss plaklarını kırmasına sebep oldu. Grup makyajlı haliyle o kadar benimsenmişti ki, hayranları makyajsız Kiss grubunu görünce kelimenin tam anlamıyla çıldırdı.
Eylül 83’ de yeni albüm “Lick it Up” piyasaya çıktı. Makyajlarının silinmesiyle irtifa kaybeden grup, bu albümün kapağında karşımıza makyajsız çıkıyordu. Herkes Kiss grubunun bittiğini düşünmeye başlamışken, 10(on) parçalık Lick it Up albümü, “biz hala buradayız” dercesine, grubun bittiğini düşünenlere meydan okuyordu. Albüm Glam Rock yapısında başarılı çalışmalardan meydana geliyordu. Bu albümle beraber Vinnie Vincent gruptan ayrıldı ve yerine Mark St John geçti ancak Mark da aynı yıl içeriside grubu bıraktı ve yerine Bruce Kullick geçti. Grup hemen yeni albüm için stüdyoya kapandı.


Eylül 84’ de 9(dokuz)parçadan oluşan yeni albüm “Animalize” raflara kuruldu. Hiç ara vermeden Eylül 85’ de başka bir yeni albüm “Asylum” piyasaya çıktı. Ancak Kiss Eski tarzından ödün vermedi ve turnelerden fırsat bulduğu anda yeni albüm için çalışmalara başladı.
Eylül 87’ de “Crazy Nights” albümü de 1 yıl aradan sonra dinleyiciyle buluştu. Kasım 88’ de “Smashes Thrashes And Hits” albümü de piyasadaydı. Bu albüm grubun hit parçalarının tabir-i caiz ise “remix yemiş” hallerinden oluşuyordu ancak 15(on beş) parçalık bu albüm kesinlikle “kötü” diye nitelendirilecek bir yapıda değildi.


Ekim 89’ da yeni albüm “Hot In The Shade” piyasaya çıkmıştı. Grup hala beklenenin tersi yönde devam ediyor ve Kiss olma özelliğini koruyordu. Her geçen gün daha fazla sevilen, daha fazla saygı gören grup bu sıralarda acı bir haberle yıkılmıştı. Gruba zor zamanında yetişen ve tekrar eski Kiss grubunun hayranlarının karşısına çıkmasına vesile olan kişi Eric Carr, kanser olmuştu. Grup bir süre dinlendi, çalışmalarına ara verdi ancak Eric, 1991 yılında kasere yenik düşerek hayata veda etti.
Eric’ in ölümüyle sarsılan grup belki de bir kez daha bu sefer onun için toparlandı ve Eric Carr’ dan boşalan yeri Eric Singer ile doldurarak yoluna devam etti ve 1992 yılının Mayıs ayında 12(on iki) parçadan oluşan “Revenge” albümünü çıkardı.

1993 yılında “Kiss Alive III” isimli konser albümü piyasaya çıktı. 1994 yılında da Tribute albüm olan “Kiss My Ass” albümü piyasaya çıktı.


1996 yılında “MTV Unplugged” isimli grubun Mtv sahne performanslarından oluşan bir albüm de piyasaya çıktı. Yine aynı yıl, “You Wanted The Best…You ‘ve God The Best” adlı bir çalışma piyasaydı.


1997 yılında Grubun sevilen şarkılarından oluşan 16(on altı) parçalık, “Greatest Kiss” albümü dinleyiciyle buluştu. Bu sıralarda Kiss eski kadrosunu toplamıştı ve artık; Gene Simmons, Ace Frehley, Paul Stanley ve Peter Criss olarak tekrar yoluna devam ediyordu. Ancak eski üyeleri ve arkadaşları Bruce Kullick ve Eric Singer için, onların da içinde bulunduğu “Carnival Of Souls” albümü kaydedildi ve 97 yılının Ekim ayında piyasaya sürüldü. Aynı yıl “Detroit Rock City” filmi çekildi ve uzun süre gösterimde kaldı. Bu elbette ki Kiss grubunun ne anlama geldiğini bir kez daha insanlara gösteren bir durumdu.


1998 yılının Eylül ayında piyasaya çıkan “Psycho Circus” albümü Kiss tarihinin en sert soundlu albümü olarak akıllara kazınacaktı. Bu albümle beraber Klip çekimleri ve Turlar olağanca hızıyla, üyelerin ilerlemiş yaşına rağmen devam etti.


Uzunca süre turlar düzenleyen grup için 2002 yılında “The Very Best Of Kiss” adında En iyi parçalardan oluşan bir albüm çıktı.




Daha sonra sırasıyla 02’ de “Symphony Alive IV”(Dvd) 03’ de “Millenium Collection”, 04’ de “Millenium Collection vol: 2”, yine 04 yılında “Kiss Gold 1974-82” piyasaya çıktı.
Nisan 05’ de Irak ve Afganistan’da savaşan askerlere adadıkları konserlerinde tam 40.000 kişi vardı.




Kasım 2005’ de 2 (iki)dvd den oluşan “Rock The Nation Live” piyasaya çıktı.





Kaynak:rakunroll.com

7 Şubat 2008 Perşembe

Kenan Evren

Kenan Evren



12 Eylül 1980-8 Kasım 1982
DEVLET BAŞKANI

9 Kasım 1982-9 Kasım 1989
CUMHURBAŞKANI

1918 yılında Manisa ilinin Alaşehir ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Alaşehir, Manisa, Balıkesir ve İstanbul'da sürdürdü ve Maltepe Askerî Lisesi'ni bitirdi. 1938 yılında Kara Harp Okulu'nu, 1949 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi. Topçu subayı ve Kurmay subay olarak Silahlı Kuvvetler'in çeşitli kademelerinde görev yaptı. Dokuzuncu Kore Türk Tugayı'nda, önce Harekât ve Eğitim Şube Müdürlüğü, sonra Kurmay Başkanlığı görevlerinde bulundu. Tuğgeneralliğe yükseldiği 30 Ağustos 1964 gününden başlayarak, Silahlı Kuvvetler'in bütün komuta kademelerinde ve üst rütbelerde görevini sürdürerek, Ordu Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndan sonra, 7 Mart 1978'de Genelkurmay Başkanlığı'na atandı. Bu görevi sırasında, 12 Eylül 1980'de yapılan askeri müdahale ile, diğer görevleri yanında Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi. 7 Kasım 1982'de halk oyuna sunulan ve kabul olunan Anayasa ile, Türkiye'nin yedinci Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. 9 Kasım 1989 gününde, görev süresini tamamlayarak Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrıldı. 1944 yılında Sekine Hanım'la evlenen Kenan Evren üç çocuk babasıdır.

Kaynak.cankaya.gov.tr

27 Ocak 2008 Pazar

Elia Kazan

Elia Kazan

1909 yılında Türkiye'de doğdu. 4 yaşındayken ailesiyle birlikte ABD'ye göç etti. Bulaşık yıkayarak Yale Üniversitesi'ndeki tiyatro eğitimini tamamladı. ABD'nin en iyi yönetmenleri arasında sayılan Ellia Kazan, ünlü Actors Studio'yu kurup Marlon Brando ve James Dean gibi efsane oyuncular yetiştirdi. "İhtiras Tramvayı", "Rıhtımlar Üzerinde", "Cennet Yolu" gibi başyapıtlara imza attı.


HAKKINDA YAZILANLAR


Amerika'nın en yaratıcı göçmeniydi Radikal 30/09/2003 Kendini 'Anadolulu' olarak tanımlayan, unutulmaz Hollywood filmlerinin yönetmeni, efsane oyuncuların yaratıcısı Elia Kazan 94 yaşında öldü. McCarthy'yle işbirliği, 50 yıl peşini bırakmamıştı.NEW YORK - Hollywood, tarihini yazan outeur'lerden birini, Elia Kazan'ı kaybetti. Kazan 50'li ve 60'lı yıllarda sinema tarihine geçen 'Rıhtımlar Üzerinde', 'Arzu Tramvayı', 'Cennet Yolu' gibi filmler çekmiş, Marlon Brando, James Dean, Warren Beaty gibi oyuncuların çıkış yapmasını sağlamıştı. Kendini her zaman bir 'Anadolulu' olarak niteleyen Kazan, gelip gitmekten büyük keyif aldığı, entelektüelleriyle uzun soluklu dostluklar kurduğu Türkiye'de de iyi tanınan ve sevilen bir sinemacıydı. Ama yarım yüzyıl boyunca peşini bırakmayacak kötü bir şöhretin de sahibi oldu. Sinema ve sanat çevrelerinde pek çok kişi, arkadaşlarını ihbar eden bir hain olarak damgaladığı bu büyük sinemacıyı asla affetmedi.


Kökleri Kayseri'de


Elia Kazan, Kayseri kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak İstanbul'da doğmuştu. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıldığı yıllarda, Amerika'ya göçtüler. İlk aşkı tiyatroydu. Yale'in Sahne Sanatları Bölümü'nde iki sene okuduktan sonra 1935'te ilk oyununu yönetti. 40'larda Broadway'in en iyi yönetmenlerinden biri olarak şöhret kazanmıştı bile. Tabii ki Hollywood onu kucaklamakta gecikmedi. 1948'de ilk filmlerinden biri olan 'Centilmenlik Anlaşması'yla da ilk Oscar'ını kazandı. Amerikan yaşamının çatışmalarına, Amerikalıların problemlerine eğilen ilk yönetmenlerden biriydi Elia Kazan. 1948 yılında açtığı Actors' Studio adlı okul, Hollywood'a unutulmaz bir oyuncu kuşağı kazandırdı. En gözde öğrencilerinden biri unutulmaz filmlerinde başroller verip bir ikon haline getireceği Marlon Brando'ydu. 'Rıhtımlar Üzerinde' ve Tennessee Williams'ın oyunundan uyarladığı 'Arzu Tramvayı'yla Brando'yu yaratırken, en iyi filmlerinden biri sayılan 'Cennet Yolu'yla James Dean efsanesini ortaya çıkarttı. Kazan, tanınmamış oyuncularla çalışmayı severdi. Rod Steiger, Natalie Wood, Lee Remick, Warren Beaty gibi isimlerin onunla çalıştıktan sonra yıldız oldular. 1952 yılında Senatör Mc-Carthy'nin Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi'ne ifade veren Kazan, sinema sanayiinden komünist eğilimli sekiz arkadaşını ele vererek onların kariyerlerinin sona ermesine yol açmıştı. Bunlardan birisi olan senarist Abraham Polonsky, Elia Kazan'ın 1999 yılında onur Oscar'ı alacağını duyunca "Umarım ödülünü alırken birisi onu vurur" demişti.


'Özür dilemiyorum'


Kendisi de Komünist Parti üyesi olan Kazan, McCarthy'yle işbirliği konusunda hiç geri adım atmadı. Ömrü boyunca peşini bırakmayan bir lanete dönüşen bu hareketinden pişmanlık duymadığını söylüyordu. 1997'de İstanbul Film Festivali'nden Onur Ödülü almaya geldiği sırada Cumhuriyet gazetesinden Ahu Antmen'e verdiği röportajda konuyla ilgili şunları söylemişti: "Doğru olduğuna inandığım şeyi yaptım. Özür dilemiyorum. Utanmıyorum. Ve beni mutsuz etmiyor." 1960'larda yazarlığa merak saran Elia Kazan altı roman yayımlamış, sinemadan elini eteğini çektiği 90'larda tamamen yazı faaliyetleriyle uğraşmıştı. Çektiği filmler bir düzine Oscar alan yönetmen, biri Onur Ödülü olmak üzere üç Oscar sahibiydi. Kazandığı onlarca ödül arasında Berlin'deki Altın Ayı Onur Ödülü, Cannes'daki Altın Palmiye, Venedik'teki bir Gümüş Arslan ve Jüri Özel Ödülü ile dört Altın Küre sayılabilir.


Birlikte Kayseri'ye gitmiştik


Zülfü Livaneli (Müzisyen, yazar): Anadolu en büyük evlatlarından birisini yitirdi. Bunu özellikle belirtiyorum. Çünkü Elia Kazan ısrarla kendisinin 'Anadolulu' olduğunu söylerdi. "Ben ne Rumum ne Türk ne de Amerikalı. Ben Anadoluluyum" derdi. 20 yıla yakın süren yakın dostluğun birçok anısı canlanıyor gözümde ama bunların içinde belki en tuhafı, onu annesinin doğduğu köy olan Germir'e götürmemdi. Yağmurlu bir günde Kayseri'nin Germir Köyü'nde, kubbesi ikiye ayrılmış, içinde hayvanların barındığı kiliseyi ve annesinin yıkılmış evini gördüğü zaman bana demişti ki; "Bende bazı resimler var. Annem tuvalet ve şapkayla davet veriyor bu köyde. Anlayamıyorum". Daha sonra Kayseri'de babasının halıcı dükkânının olduğu Kapalı Çarşı'ya gittik. Babasının dükkânının yan tarafı sakatatçı olmuştu, her taraftan ciğerler sarkıyordu. Onların arasında küçük bir iskemleye oturdu. "Beni iki saat yalnız bırak, sonra buradan gel al" dedi. Güvenlik nedeniyle biraz kaygılandığımı fark edince de "Üzülme babamla konuşucağım" dedi. Babası ile büyük problemler yaşamıştı. Sert bir adamdı ve onun özgüvenini yıkmıştı. Anneyi ve çocuğu döven bir adamdı babası. O gün akşam konuştuğumuzda kendisine 'Babasını bağışlaması gerektiğini çünkü Amerika'ya gitme kararı almasaydı Elia Kazan'ın da o Kapalı Çarşı'da hayatını sürdüreceğini' söyledim. Güldü ve "Doğru" dedi.


Sinemamıza büyük katkı yaptı


Hülya Uçansu (İstanbul Film Festivali Yöneticisi): Elia Kazan, Amerikan sinema ve tiyatro dünyasının 20. yüzyılda sahip olduğu en önde gelen yaratıcılardan biriydi. Her ne kadar McCarthy dönemindeki tutumuyla Amerikan sanat çevrelerinde yıllarca lanetli bir isim olarak anıldıysa da, bence kendisi de McCarthysmin başka bir kurbanıydı. Elia Kazan, İstanbul Film Festivali'ne iki defa geldi. İlkinde Altın Lale jüri başkanlığı yaptı. Onun başkanlığında yapılan sansüre tepki yürüyüşü sonucunda dönemin Kültür Bakanı Tinaz Titiz'in kararıyla ülkemizde uluslararası düzeyde düzenlenen tüm film festivalleri sansürden muaf tutuldu. Bu karar daha sonraları da sinemamızda uygulanan sansürün görece olarak gevşemesine yol açtı. Bu, sinemamıza yapılabilecek en değerli katkılardan biriydi. İkinci defa ise, İstanbul Festivali'nin kendisine verdiği Yaşam Boyu Onur Ödülü'nü almaya gelmişti. Daha önceleri ülkemizde gösterimi yasaklanmış olan 'America, America' adlı filminin Türk izleyicisiyle buluşmasına tanık oldu.


Brando'nun arkasındaki adam


Atilla Dorsay (Sinema yazarı): Artık etkin değildi. Uzunca bir süre film çekmiyordu. Ama Hollywood'a ve sinema sanatına getirdiği önemli yenilikler oldu. Tiyatro ile sinemayı çok iyi sentezliyordu. Başta Tennessee Williams olmak üzere pek çok tiyatro yazarının sinemadaki en iyi karşılıklarını verebilmişti. Marlon Brando, Frank Sinatra'nın arkasındaki adam olan Ellia Kazan hem tiyatroda hem de sinemada Amerikan sanatının geçen yüzyıldaki en büyük temsilcilerinden biriydi. Halının üzerinde yatmak istemişti Elia Kazan'ı 1960 başlarında tanımıştım. Birkaç gün, Cihangir'deki apartmanımda kalmıştı. Kazan'ı ilk tanıdığımda bende bıraktığı izlenim alçak gönüllülüğüydü. Evde onun için özel bir düzen değişikliği yapılmasını istemediğinden, ille de halının üstünde yatmak istemişti. O sıralarda 'Amerika Amerika'yı çekiyordu. Yazık ki bu güzel film bizim geleneksel tutumumuzdan ötürü ülkemizde yasaklanmış, Kazan 1988'de İstanbul Festivali'ne jüri başkanı olarak katılmasına kadar gösterilememişti. O festivalde 'Amerika Amerika'nın da içinde bulunduğu bir toplu gösterisi büyük ilgi görmüştü. Kazan, yaşamı boyunca Türkiye'ye, özellikle İstanbul'a büyük bir nostalji duymuştu. Bu duygularını birçok filminde yansıtmış, 'Viva Zapata', 'Rıhtımlar Üstünde/On the Waterfront', 'Cennet Yolu/East of Eden' gibi ünlü filmlerinin ötesinde, özellikle benim en sevdiğim ama Amerika'da pek tutulmamış 'Kader Değişmez/The Arrengement' Türkiye'den göç etmiş bir çocuğun aile ilişkilerini çok duyarlı bir biçimde aktarmıştı. Bir İstanbul ailesinin gelenek ve ilişkilerini içten biçimde yansıtan bu film, belki de bu nedenle ABD'de öteki filmleri kadar ilgi görmemişti. Bana göre Eli Kazan 20. yüzyılın ikinci yarısında, sadece sinemanın değil tiyatronun da büyük yönetmenlerinden biriydi. Daha 1930'ların ortalarında tiyatro alanında çalışmaya başlamış Thornton Wilder, Tennessee Williams ve Arthur Miller gibi en yaratıcı tiyatro yazarlarının yapıtlarını sahneye taşımıştı. Lee Strasberg'le birlikte kurduğu Group Theatre'da aktörlerini yepyeni bir oyunculuk tekniğiyle oynatmak istemişti. Gerçekte bu teknik Stanislawski'nin önerdiği yöntemin uygulanmasıydı. Elia Kazan, daha sonraları yine Lee Strasberg'le birlikte kurduğu Actors' Studio (Oyuncular Stüdyosu) okulundan, Stanislawski metodunu kullanarak Marlon Brando ve James Dean'in başını çektiği genç kuşak oyuncuları yetiştirmişti.


Livaneli'nin 'Sis'inde oynamıştı


Kazan'ın Uluslararası İstanbul Film Festivali'ne de büyük bir katkısı olmuştu: 1988 yılında Seçici Kurul Başkanı olarak İstanbul'a geldiğinde bana 'Sizin için ne yapabilirim?' demişti. Ben de Festival filmlerinin sansürden kurtarılması için yardım etmesini istemiştim. Sonra onunla bir plan kurmuş, festivale katılan tüm sanatçılar ve Yeşilçam'ın önde gelen kişileriyle Taksim'e yürünmesini ve orada 'Uluslararası sanatsal etkinliklerde Sansür olamaz!' diye bağırılmasını sağlamıştık. Bu olay, dönemin çok anlayışlı Kültür Bakanı Sayın Tınaz Titiz'i etkilemiş ve çıkardığı bir yönetmelikle uluslararası festivallerden sansürü kaldırmıştı. Kazan, Zülfü Livaneli'nin 'Sis' filminde de küçük bir rol almıştı. Kazan çok uzun yıllar yaşadı ve 94 yaşında öldü. Yaşamı boyunca sinema ve tiyatroda yeni akımlar geliştirmek bir yana, her iki alanda da sayısız başyapıt ortaya koydu. Romanı 'Uzlaşma' ve yaşamöyküsü 'Bir Yaşam' kendi alanlarının güzel örnekleri olarak anılacaktır. Bana göre Türkiye, Elia Kazan'ın ölümüyle, büyük bir yaratıcı dostunu yitirmiştir.


Filmografi


The Last Tycoon/ Son Patron (1976)

The Visitors/Ziyaretçiler (1972)

The Arrangement/Kader Değişmez (1969)

America, America (1963)

Splendor in the Grass/Aşk Bahçesi (1961)

Wild River/ Vahşi Nehir (1960)

A Face in the Crowd/Kalabalıkta Bir Yüz (1957)

Baby Doll/Taş Bebek (1956)

Cennet Yolu (1955)

Rıhtımlar Üzerinde (1954)

Man on a Tightrope (1953) Viva Zapata! (1952)

Arzu Tramvayı (1951)

Panic in the Streets/ Sokaklarda Panik (1950)

Pinky /Kara Damga (1949)

Boomerang! /Geriye Tepen Silah (1947)

Gentleman's Agreement/ Centilmenlik Anlaşması (1947)

The Sea of Grass /Yeşil Çayırlar (1947)

A Tree Grows in Brooklyn/Bir Genç Kız Yetişiyor (1945)


Kaynak:biyografi.net
MARLON BRANDO-BİR SİNEMA EFSANESİ

MARLON BRANDO-BİR SİNEMA EFSANESİ



En tanınmış filmleri "A Street Car Named Desire", "On The Waterfront" ve "The Godfather" (Baba). Küçük yaşta tiyatroya başlamış olan aktör, New York'ta Lee Strassberg, Elia Kazan ve Emir Zahirovic'den senelerce oyunculuk dersi almıştır. Ancak kendisi üzerinde en önemli etkiyi Stella Adler'in (dolaylı olarak ünlü Rus tiyatrocu Stanislavski'nin) yapmış olduğunu ısrarla belirten Brando, Actors Studio'nun kurucularından olmasa da 1952'den itibaren stüdyonun dünya çapında ün kazanacağı dönemde başında bulanan Lee Strasberg'in kendini hocaların hocası gören kibirli tavrı karşısında hep muhalif olmuştur. Oyunculuk hayatı üzerinde, bir zamanlar Henry Fonda'yı sahnelere kazandıran tiyatrocu annesinin etkisi olduğunu da yadsımaz. "Hala Hollywood'da bulunmamın tek nedeni parayı reddedecek ahlaki cesaretimin olmayışıdır" diyecek kadar cesur, 1974'te The Godfather filmiyle aldığı Oscarı reddedecek kadar da asi biriydi. 2. Oscarını Amerika'nın Kızılderililere karşı uyguladığı politikayı protesto etmek için ödülü almaya dahi gelmemiştir. On the Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) ile gerçekleştirdiği performansla tüm zamanların en iyi oyuncularından biri olduğunu kanıtladı; ama Brando'nun yakın dostu Elia Kazan'ın da bu başarıda rolü vardı. Elia Kazan film için başta Frank Sinatra ile anlaşmış olmasına rağmen, yapımcı Spiegel'in de etkisiyle Brando'yu başrole koymuştur. Kült filmler arasına giren bir diğer filmi ise "Last Tango in Paris"'te Bertollucci ile çalışmıştır. Brando ülkesinde Kızılderili ve siyahların hakları için aktif olarak çalışmış, bu yollarla pek çok düşman edinmiştir. Oğlunun mahkemesinde kendisini 'ateist' olarak tanımlasa da, dini inancı bulunduğunu hayatının akışında pek çok yerde belirtmiş, özellikle kızılderili manevi inançlarına kendini yakın hissettiğini belirtmiştir.

6 Aralık 2007 Perşembe

Benito Mussolini (1883 - 1945)

Benito Mussolini (1883 - 1945)



Avrupa’nın ilk faşist lideri olan Benito Mussolini Forli'de doğdu. Gençliğinde öğretmenlik yaptı. 1902'de askerlik yapmamak için İsviçre'ye gitti. 1904'te geri dönen Mussolini 10 sene boyunca gazetecilik yaptı. Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine orduya yazıldı ve savaşta aktif olarak görev yaptı. Savaşta yaralanan Mussolini Milano'ya döndü ve burada sağ görüşlü Faşizm taraftarı "Il Popolo d'Italia" gazetesinin editörü oldu.

Benito Mussolini, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’da çıkan kaosu iyi değerlendirdi. Çökmüş ekonomi, siyasi kargaşa içindeki İtalya’da Mussolini çeşitli sağcı grupları kurduğu Faşist partisinin bünyesinde topladı ve onları organize etti. Mussolini (halk arasındaki lakabıyla Il Duce "Duçe" ) ülkenin problemlerini çözeceğini vaat ediyor ve eski Roma İmparatorluğu'nu tekrar kuracağını söylüyordu. Bunun yanında kurduğu Kara Gömlekliler adlı örgütle şiddeti artırıyor özellikle de aynı kendisi gibi ekonomik durumun kargaşasında faydalanarak büyük bir sıçrama yapan komünist gruplarla çatışıyordu. Mussolini’nin izlediği politikalar meyvesini vermeye başladı. Ve en nihayet Ekim 1922'de Mussolini Kral Viktor Emmanuel III'ü yönetimi kendisine devretmekle tehdit etti aksi takdirde 26.000 taraftarı ile Roma'ya yürüyecek ve bunu kendi yapacaktı. Komünist hareketinde önüne geçmek isteyen Kral bu teklifi kabul etti ve İtalya'da Duçe dönemi başladı.

Mussolini'nin başa geçmesiyle baskı ortamı başladı. Duçe Faşist Parti dışındaki diğer partileri kapattı, sendika hareketleri kanun dışı ilan etti, kitapve gazetelere sansür getirdi, eğitimi sıkı kontrol altına aldı ve bunun gibi bir çok düzenleme yaptı. Mussolini tüm ülkeyi tren rayları ve otobanlarla adeta ördü. Çiftçileri sürekli teşvik etti , tarım ve endüstrinin canlanmasını sağladı buna bağlı olarak da İtalya’da işsizlik azaldı. Tüm bunlar Mussolini'nin popülaritesini arttırdı.
Fakat popülaritesini daha da arttırmak isteyen Mussolini 1935'te Habeşis-tan'ın işgaline başladı. 1936'da Habeşistan'ın işgalini tamamladı ve aynı yıl Adolf Hitler'le Roma-Berlin mihverini kurdu. Bu tarihten sonra devamlı Hitler'in etkisinde kalan Mussolini 10 Temmuz 1940'da Müttefiklere savaş ilan etti. Ama İtalyan Ordusu Kuzey Afrika ve Balkanlar seferlerinde mağlup oldu. Fakat her seferinde imdada Hitler yetişti.
1943'te Müttefikler İtalya'ya çıkarma yaptılar. Kral Viktor Emmanuel III Mussolini'yi görevden aldı. Fakat Duçe Hitler’in komandoları tarafından 12 Eylül 1943'de Gran Sasso'da tutuklu bulunduğu otelden kurtarıldı ve uçakla Viyana'ya kaçırıldı. İtalya'da kendine bağlı birliklerle mücadeleyi sürdüren Mussolini Nisan 1945'de yani savaşın son günlerinde kaçmaya çalışırken İtalyan Mukavemet'ine mensup savaşçılar tarafından öldürüldü. Ertesi gün Mussolini'nin,sevgilisinin ve birkaç yandaşının cesedi Milano'da Loreto Meydanı'nda
sallanıyordu.
Kaynak:www.kimkimdir.gen.tr

1 Kasım 2007 Perşembe

William Shakespeare

William Shakespeare



Hayatı




23 Nisan [1564]]’te Stratford-Upon-Avon’da doğan Shakespeare’in yaşamı hakkında bildiklerimiz kilise, mahkeme ve tapu kayıtları gibi resmi belgelerle çağdaşlarının onun kişiliği ve eserleri hakkında yazdıklarına dayanır. Hali vakti yerinde bir esnaf olan, aynı zamanda yerel yönetimde sulh hakimliği ve belediye başkanlığı gibi önemli görevler üstlenen John Shakespeare’in üçüncü çocuğu ve en büyük oğludur. Babasının maddi durumu daha sonraki yıllarda bozulsa da Shakespeare’in diğer eşraf çocukları gibi ilkokuldan sonra eğitim dili Latince olan King’s New School adlı ortaöğretim okuluna devam ettiğine ve burada Roma edebiyatının klasikleriyle tanıştığına kesin gözle bakabiliriz. Üniversiteye gitmeyen Shakespeare’in Latincesinin düzeyini tam olarak bilemediğimizden kaynak olarak kullandığı bazı eserleri asıllarından mı, yoksa çevirilerinden mi okuduğu hakkında bir şey söyleyemiyoruz.


1582’de on sekiz yaşındayken kendisinden sekiz yaş büyük Anne Hattaway ile evlenen Shakespeare’in bu evlilikten beş çocuğu olmuş bu 5 cocuktan ıkzlerde var arada kızın adı judıth erkek hammlet. ancak oğlu Hammlet’i 1596’da kaybetmiştir. 1585 yılı ile 1590’ların başı arasındaki yaşamı hakkında elimizde güvenilir bilgi yok. Ancak Shakespeare’in bu yıllar içinde Londra’ya gelip aktör ve oyun yazarı olarak tiyatroculuk mesleğine başladığını ve kısa zamanda ün kazandığını biliyoruz. Londra’da yaşadığı yıllarda Stratford ve ailesiyle ilişkisini düzenli olarak sürdüren Shakespeare’in profesyonel yaşamı çok yoğun geçmiş. Soneleri (“Sonnets”), konularını klasik mitolojiden alan iki uzun öyküsel şiiri (“Venus and Adonis” ve “The Rape of Lucrece”) ve oyunlarıyla tanınan Shakespeare yazarlık ve aktörlüğün yanı sıra çalıştığı tiyatro kumpanyasının altı ortağından biriydi. Eline geçen paranın önemli bir kısmıyla emlak satın almış ve bu yatırımlar sayesinde 1610’da Stratford’a oldukça varlıklı bir kişi olarak dönmüştür.
İşleriyle ilgili olarak ara sıra Londra’ya gitse de yaşamının son dönemini Stratford’da geçiren Shakespeare 23 Nisan 1616’da ölür.


William Shakespeare'in yaşamı Önder Paker tarafından 'Şu Bizim Will' adıyla oyunlaştırıldı.2007 Mayısında Beykent Üniversitesi Oyunculuk Bölümü öğrencilerinin oynadığı Şu Bizim Will, Shakespeare'in yaşamına ilginç bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. 1590'larda tiyatrosunu yaşatmak için uğraşan, borç batağında kıvranan, büyük veba salgınıyla herşeyini kaybeden ünlü İngiliz yazar Shakespeare'in, Kraliçe I.Elisabeth'in sarayına davet edilmesiyle yaşamının gidişatı değişir.Sarayda oyunlarını oynama imkanı bulan Shakespeare, neden İngiliz kültürünün simgesi olarak kabul edilmeye başlanır? Klasik oyunlar ile yazarların yaşamlarını oyunlaştırmada usta bir yazar ve yönetmen olarak kabul edilen Önder Paker tarafından yazılan ve sahnelenen Şu Bizim Will (William Shakespeare'in Yaşamı)adlı oyun, şairin oyunlarına da ilginç bir dramaturjiyle yaklaşmaktadır.




Eserleri


Komedi

Bir Yaz Gecesi Rüyası



Ana madde: Bir Yaz Gecesi Rüyası (oyun)
Bir büyü ve yanlışlıklar komedisidir.Atina yakınlarındaki bir koruda yollarını şaşıran dört sevgili, Periler Kralı Oberon ile kavgacı hizmetkârı Puck'ın büyüsüne kapılırlar. Kentten bir grup işçi de, gözden uzak bir yerde oyunlarını prova etmek için koruya gelir. Onlar da perilere katılırlar ve ortaya bir sürü karışıklık ve komik durum çıkar. Sonunda her şey düzelirse de, en komik sahne işçilerin Dük Theseus'un düğün şöleninde oyunlarını oynadıkları sahnedir.

Onikinci Gece



Ana madde: Onikinci Gece (oyun)
Yine bir yanlışlıklar komedisidir. Kadın kahraman Viola ve onun ıkız kardesının gemisi yabancı bir ülkenin açıklarında batar. Erkek kılığına giren ve "Cesario" adını alan Viola, ülkenin yöneticisi Dük Orsinonun hizmetine girer.Bu arada kaybolan erkek kardeste yardım sever denızcıyle kardesını aramaktadır. Erkek kılığındayken Dük'e aşık olur. Orsino'nun aşık olduğu zengin Kontes Olivia da "Cesario"ya tutulunca durum karışır. Gene en komik sahneler, neşeli Sir Tobby Belch ve arkadaşlarının Olivia'nın kendini beğenmiş ve süslü uşağı Malvolio'yu kandırmak için oyun oynadıkları sahne ve herkesın erkek sandıgı vıolanın aslında kadın oldugu ve bırde erkek ıkız kardesının oldugunun anlasıldıgı sahnelerde yasanır.

Venedik Taciri



Ana madde: Venedik Taciri
Venedik Taciri bir komedi olmakla birlikte ciddi bölümler de içerir. Oyundaki kötü adam Yahudi tefeci Shylock'tur. Borç aldığı parayı ödeyemeyen tüccar Antonio'dan, kendi vücudundan kesilecek yarım kilogram et ister. Shylock'un açgözlülükle bıçağını bilediği gerilimli bir duruşmadan sonra Antonio kendisini savunan genç bir avukatın zekâsı sayesinde kurtulur.

Romeo and Juliet




Ana madde: Romeo ve Juliet (oyun)
Shakespeare'in tüm oyunları arasında en çok sahnelenenlerden biridir. İtalya'nın Verona kentinde yaşayan birbirlerine düşman ailelerin çocukları olan Romeo ile Juliet'in, aileleri arasındaki nefret yüzünden son bulan aşkları anlatılır.

Hamlet



Ana madde: Hamlet (oyun)
Hamlet'te, babası öldükten sonra annesiyle evlenen amcasının aslında babasının katili olduğunu öğrenen Danimarka Prensi Hamlet derin bir acıya kapılarak öç almaya karar verirse de, bunu bir türlü gerçekleştiremez. Oyun, yalnızca amcası Claudius'un değil, kraliçe ve Hamlet'in de öldükleri bir sahneyle biter.

Kral Lear




Shakespeare trajedilerinin en korkuncu, ama belki de en önemlisidir. Gururlu ve bencil olan yaşlı Kral Lear, sadık ve sevgili kızı Cordelia'nın kendisini ne kadar sevdiğini ablaları gibi abartmalı bir dille açıklamaması üzerine, öfkeye kapılarak onu sürgüne gönderir ve tüm servetini öbür kızları Goneril ve Regan arasında paylaştırır. Oysa iltifat dolu sözlerine karşın bu iki kardeş zalim ve haindir. Çok geçmeden Lear onların gerçek yüzlerini görür. Fırtınalı bir gecede sokağa atılan Lear, Cordelia'ya yaptığı haksızlığın acısıyla çıldırmaya başlar. Sonunda onu kurtarmak için geri dönen Cordelia da düşmanları tarafından öldürülür. Üzüntüden perişan olan kral kızının ölüsüne sarılarak son nefesini verir.

Antonius ve Kleopatra



Ana madde: Antonius ve Kleopatra (oyun)
Tutkulu bir aşkı ve tarihsel olayları veren bu tragedyanın tarihi mi aşkı mı birinci plana aldığı hep tartışılır. Mısır'la özdeşleşen Kleopatra'nın Antonius tutkusu, Roma imparatorluğu içindeki karışıklıklar, Antonius'un Kleopatra'dan hem uzaklaşmak istemesi (belki de bunun için Sezar'ın kız kardeşiyle evlenmesi) hem de her seferinde ona koşması, iki yetişkin insanın birbirlerini vazgeçilmez kılıp aşkı acılarıyla, saplantılarıyla yaşamaları. Antonius ve Kleopatra aşkın başyapıtlarından. tania

Othello


Ana madde: Othello (oyun)
Othello Venedik'te yaşayan Mağripli zeki bir askerdir. Mağripli, Desdemona adında, olağanüstü bir güzelliğe sahip olan bir kadınla evlenir. Oyun, Othello'nun Kıbrıs'a, Osmanlı ile yapılacak olan şavaşta görev almaya gitmesiyle şekillenmeye başlar. Othello'nun, emir eri olan Iago adındaki hırslı ve mevki düşkünü asker tarafından kandırılmasıyla karısı Desdemona'yı boğarak öldürmesi ve ardından Iago'nun tüm sinsi planlarının ortaya çıkmasıyla sonuçlanır.

Titus Andronicus Romalı komutan Titus ve ona düşman olan kraliçe arasında geçen trajediyi anlatır. Kraliçenin yaptığı kötülüklere karşı Titus'un sabrı ve intikam aşkı etkileyicidir.

Tarihsel Oyunlar


Shakespeare konuların İngiliz tarihindeki olaylardan alan birkaç oyun da yazdı. Bunlardan ilki, rakiplerine ve düşmanlarına acımasız davranan kötü ruhlu ve kambur Kral III. Richard'ı anlatan III. Richard`dır. Kurbanları arasında Londra Kulesi'nde öldürülen iki genç prens de vardır. Yaşamını yitirdiği Bosworth Field çarpışmasından bir gece önce prenslerin ve öteki kurbanlarının hayaletleri uykusunda Richard'a görünür.


Tarihsel oyunlarından bazıları bir dizi oluşturur: II. Richard'ın Trajedisi, Henry IV’ün iki bölümü ile Henry V. The Tragedy of Richard I'ı da güçsüz kral tahtından vazgeçerek tacını IV. Henry adını alan Henry Bolingbroke'a bırakır. Öbür iki oyunda, yeni kralın yönetimi sırasında sorunlar ve ayaklanmalar baş gösterir; bu sırada kralın öz oğlu Prens Hal avare ve savurgan bir yaşam sürer. Ama babasının ölümüyle tahta geçerek V. Henry adını alan Prens Halin döneminde düzen yeniden kurulur. V. Henry'nin orduları Fransa'da büyük zafer kazanır. Henry'nin Fransız prensesiyle evlenmesi her iki ülkeye de barış getirir.


Shakespeare'in, konularını Eski Yunan ve Roma tarihinden alan oyunlarından en ünlüsü ise Julius Caesar`dır. Bu oyunda dürüst ve erdemli bir kişiliği olan Brutus, Jül Sezar'ın kendisini Roma imparatoru ilan etmesini önlemek amacıyla, arkadaşlarıyla birlik olup çok sevdiği Jül Sezar'ı özgürlük adına öldürür. Ama bunun cumhuriyetin yok olmasını önleyememesi üzerine de kendi canına kıyar.

"Mutlu Son"la Biten Oyunlar



Shakespeare yaşamının sonlarına doğru kötülük ve acıyı içerdikleri için tam olarak birer komedi sayılmayan, ama ölümle değil de bağışlama ve mutlu sonla bittikleri için trajedi de sayılmayan birkaç oyun yazdı. Bu oyunlardan biri olan Kış Masalı'nda, Leontes adlı bir kral hiçbir neden yokken karısı Hermione'yi kıskanır, karısıyla tüm ilişkisini keser ve bebek yaşındaki Perdita adlı kızının yabani hayvanlara yem olsun diye ıssız bir yere bırakılmasını emreder. Perditayı bir çoban kurtarır ve büyütür. Sonunda kız, babasına geri döner. Kralın uzun yıllar boyunca pişmanlıkla andığı ve öldü diye yas tuttuğu Hermione de geri döner, böylece sonunda geçmişin hataları bağışlanır.


Fırtına'da ise olay, düklüğü elinden alınan Prospero'nun yönetimindeki bir adada geçer. Büyü gücüne sahip Prospero, hava perisi Ariel'i ve yarı insan yarı canavar Caliban'ı yönetmektedir. Yıllar önce hileyle düklüğü ele geçiren Prospero'nun kardeşi Antonio, adanın yakınında bir deniz kazası geçirir. Prospero büyü gücüyle kendisine haksızlık edenleri cezalandırır. Ama daha sonra onları bağışlar ve kızı Miranda'nın Antonio'nun oğlu Prens Ferdinand ile evlenmesine izin verir. Oyun Prospero'nun büyülü değneğini kırması, büyü kitabını denize atması ve tüm grubun düşmanlıkları geride bırakıp büyüyle onarılmış gemiyle İtalya'ya yelken açmasıyla sona erer.
Eserlerinin bir çoğu Türkçe’ye çevrilerek, ülkemizde de sergilenmiş, bazıları da sinema filmi olarak çekilmiştir.


Kaynak:Wikipedia