bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli, Tarih, History, Cavit Pancar,Enver Paşa,Hain, Kahraman, Hayalperest
Enver Paşa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Enver Paşa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
3 Ağustos 2022 Çarşamba
15 Kasım 2017 Çarşamba
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'nda
Enver Paşa
I. Dünya Savaşı
İtilaf Devletleri
İttihat ve Terakki
Makale
Osmanlı Tarihi
Talat Paşa
Rohat Fatih
Comment
Savaşın başında bir Alman kartpostalı Türkiye'nin savaşa girdiğini ilan ediyor Sol üst köşede padişah V. Mehmet Reşat görülüyor. https://www.deutsche-schutzgebiete.de/mittelmeer_division_souchon.htm |
I. Dünya Savaşı başladığında Osmanlı İmparatorluğu, ölümcül bir darbe yediği Balkan Savaşı'ndan henüz çıkmıştır. Bu savaşta yalnızca Anadolu ile birlikte anavatan addedilen o çok değerli Rumeli kaybedilmemiş, -yine büyük bir yenilgi ile bitmiş olan- 1877-78 savaşından sonra hissedilir hale gelen '"devletin çökmekte olduğu'' endişesi yöneticilerin üzerine bir kâbus gibi çökmüştür.
Dünya Savaşı'nın bu kâbusu daha da koyulaştırması kaçınılmazdır. Çünkü herkes çok önceden bilmektedir ki; bu savaş hangi taraf galip gelirse gelsin, dünyanın büyük güçler arasında yeniden '"paylaşılmasıyla ve uluslararası haritanın yeniden çizilmesiyle sonuçlanacaktır. Ve Osmanlı İmparatorluğu konum ve durumu gereği tarafsız kalsa dahi, pazarlık masasının üzerine mutlaka konulacaktır. Nitekim daha 1907'de, Osmanlı Devleti'nin savaşta kimin yanında yer alacağı kaale bile alınmaksızın, İngiltere- Fransa ve Rusya arasında yapılan ittifak antlaşmasının gizli maddelerinde İstanbul ve Boğazlar bölgesinin Rusya'ya bırakılacağı karara bağlanmıştı.
I. Dünya Savaşı başladığında iki yıldır iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Partisi kadroları için bu noktanın özel bir önemi vardır. Sözü edilen antlaşmanın duyulması üzerine 1908'de henüz bir gizli örgüt olan İttihat ve Terakki, gaflet içinde saydığı II. Abdülhamit'in mutlakiyetçi yönetimine karşı harekete geçme kararı almış ve başlattığı olaylar sonucunda, 1908 Temmuz'unda padişahı meşrutiyeti ilan zorunda bırakmıştı. Ancak 1908-1912 döneminin siyasal kaosu içinde "tedbir düşünmek" şöyle dursun, durum daha da vahimleşmiştir. 1912'de daha yarım asır önce birer Osmanlı vilayeti olan topraklar üzerinde kurulmuş küçük Balkan devletleri ile yapılan savaşta tam bir bozguna uğrayan Osmanlı Devleti, böylece hem Avrupa devleti konumunu fiilen kaybederek, çıkarlarını bu platformda koruma imkânını yitirmiş; hem de uğradığı bozgun onu istenilir bir askeri müttefik olmaktan büyük ölçüde uzaklaştırmıştır.
Nitekim bunun da etkisiyle, savaş başladıktan sonra Osmanlı Devleti'nin İngiltere ve Rusya nezdinde yaptığı ittifaka katılma önerileri isteksizlikle karşılandı. Osmanlı Devleti'nin Batı Trakya ve Ege adalarının kendisine iadesi karşılığında İngiltere ve Rusya yanında savaşabileceği yolundaki teklifleri kabul görmedi. Aynı sıralarda karşı tarafla da görüşmeler sürdürülmekteydi ve 1913 sonlarından beri Osmanlı ordusunu ıslah için bir askeri heyet göndermiş olan Almanya ile 2 Ağustos 1914'de gizli bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmanın maddelerinden biri de Osmanlı ordusunun sevk ve idaresinin bu askeri heyete danışılarak yürütülmesi idi.
Onur zedeleyici bu koşula rağmen Osmanlı Devleti'ni Almanya'nın yanında savaşa sokan bu antlaşma, aslında iktidardaki İttihat ve Terakki'nin üst yönetimi için, sözü edilen çöküş kâbusundan kurtulmanın mümkün tek yolu olarak görülmekteydi. İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı toprakları olan Ortadoğu'ya Rusya'nın Karadeniz sahili ve Boğazlar bölgesine açıkça göz dikmiş olmalarına karşılık, Almanya ve Avusturya-Macaristan'ın -şimdilik- benzer taleplerinin olmaması, şüphesiz antlaşmayı kolaylaştırmıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti, Almanya'nın yanında savaşa girmesi çok muhtemel olan Bulgaristan'ın da göz diktiği Batı Trakya konusunda uzlaşmaya yatkın olduğunu belirtmiş, savaştaki rolünü Batı'da, Avrupa ve Balkanlar'da değil, Doğu'da Rusya'ya ve İngiltere'ye karşı açılacak cephelerde yerine getirmeyi kabul etmiştir.
Almanya'yla yapılan antlaşmanın özellikle iki maddesi dikkate değerdir. Bunlar, İttihat-Terakki üst yönetiminin savaşa sadece büyük devletlerin Osmanlı ülkesini parçalama tehdidi karşısında mecburen" katılmadıklarını, bu savaşı aynı zamanda daha boyutlu bir "kurtuluş projesi" için fırsat, imkân saydıklarını da gösterir. Söz konusu maddelerin ilki kapitülasyonlarının kaldırılmasını Almanya'nın desteklemesi koşuludur. Savaşa girilir girilmez bu karar ilan edilmiştir. Osmanlı iktisadi düzeninin çöküşünde ve bir türlü toparlanamamasında en önemli faktör sayılan kapitülasyonları kaldırma karan, İttihat Terakki iktidarının savaşla birlikte bir "ekonomik toplumsal kurtuluş'" projesini de uygulamaya koymaya hazırlandığının işaretidir. Nitekim savaş yıllarında bir yandan savaş ekonomisinin gerektirdiği tedbirler alınırken, bir yandan da ülke ekonomisine Müslüman ve özellikle Türk "müteşebbis"lerinin egemen olmasına yönelik bir "milli iktisat'" politikası yürürlüğe konulmuştur. Başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere gayrimüslim azınlıklara karşı alınan ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri "tedbirler" -Ermenilerin ve kısmen Rumların tehciri bu cümledendir- bir yanıyla savaş koşullarının "gerektirdiği" güvenlik tedbirleri olarak izah edilse bile, öbür yanıyla da sözü edilen "milli iktisat" düzeni tasarımıyla ilişkilidir.
"Devletin çöküşü"nü önlemek, yeniden güçlenmesini sağlamak için onun iktisadi ve sosyal tabanını "milli"' bir yaklaşımla yeni baştan düzenleme fikri, "Balkan şoku"ile birlikte pekişmiştir. Çünkü Osmanlı Devleti'ni Avrupa'dan neredeyse tamamen atan son darbeyi vuranlar, 1877-78 savaşı öncesi Osmanlı topraklarında yaşayan milli-dini topluluklarca kurulmuş devletlerdir. Bu toplulukların kendi milli devletlerini kurma amacıyla başlattıkları isyanları bir dönem bastırabilen Osmanlı Devleti, Avrupa'nın büyük devletlerinin -özellikle Ç. Rusya'sının askeri desteği karşısında önce Yunanistan'ın, ardından Romanya, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ'ın bağımsızlığını kabule mecbur edilmiş, daha sonra da bu yeni devletler, Balkanların yoğun Müslüman-Türk nüfusa sahip Rumeli yakasını zaptetmişlerdi. Balkanlar'da, Rumeli'de olan; benzer durumdaki Anadolu'da gerçekleşebilirdi. O nedenle de Osmanlı Devleti'nin o zamana kadar takip ettiği egemenlik sahasındaki etnik, milli, mezhepsel ve dini mozaiği geleneksel dengesi içinde koruma, özellikle gayrimüslim tebaanın hukuki eşitlik yönündeki taleplerini karşılamaya çalışma politikası derhal terkedilmeli ve devleti -onu sahiplenecek- millete her bakımdan bağlayacak bir politika, bir milli devlet" politikası hızla yürürlüğe konulmalıydı. Buradaki "millet'in devletin tebaası olan tüm Müslümanları mı ifade ettiği, yoksa özel olarak Türk ve Türkleşmiş unsurları mı kastettiği bir ölçüde muğlaktır. Ancak "devletin bekası" için uzun vadede Türk unsura dayanmanın zorunluluğu teslim edilmiş olduğu için, İttihat ve Terakki yönetimi, Almanya ile yaptığı antlaşmada toprak kazancıyla ilgili tek açık talebini şöyle formüle etmiştir: "Osmanlı Devleti doğu sınırları, bu devletle Rusya Müslümanları arasında doğrudan doğruya bağlantıyı sağlayacak biçimde düzenlenecektir."
Böylece, İttihat ve Terakki yöneticilerinin savaştan galip çıkması halinde, nasıl bir Osmanlı Devleti tasarlamış oldukları anlaşılıyor. Bu, Batı'da, Balkanlar'da eski konumunu yeniden edinmeyi -şimdilik- hedeflemeyen, Ön Asya'da, Hazar Denizi'ne -belki daha da ötesine- kadar bir coğrafyada Müslüman-Türk çoğunluğunun "milli devleti" olarak ekonomiden siyasete dek her düzeyde yeni baştan düzenlenip, bu eksende güçlenmeyi amaçlamış bir devlet olacaktır. Osmanlı Devleti'nin son iki yüz elli yılına damgasını vuran Batı'da, Balkanlar'da çokuluslu, çok dinli bir imparatorluk olarak tutunabilme çabası radikal bir kararla terkediliyor ve onun yerini Ön Asya'da -Batı'nın milli devlet normlarına göre kurulacak- güçlü bir Müslüman-Türk milli devletini oturtma hedefi alıyordu. Bu milli devlet bölgenin öteki Müslüman uluslarını da bünyesine alabilir, nüfuzunu, egemenlik sahasını Orta Asya'ya kadar yayabilirdi.
Bu proje içinde Anadolu'nun yerleşik Rum ve Ermeni nüfusu durumuna gelince: Onların Balkanlar'daki gayrimüslim toplulukların oynadığı ve Rumeli'nin kaybıyla sonuçlanan role benzer bir role hazırlandıkları yaygın bir kanıdır. Özellikle Doğu Anadolu'daki Ermenilerin, Rusya'nın askeri-politik desteğiyle Doğu Anadolu'da bir Ermeni devleti kurmak peşinde oldukları zaten bilinmektedir. Rusya'nın Pontus Rumlarını kendisine bağlamak, Yunanistan'ın ise hem Pontus hem de Ege ve Marmara bölgesindeki yoğun Rum nüfusa dayanarak, bu bölgeleri kendisine bağlamak (Megalo İdea) amacında olduğu da ortadadır.
Balkan bozgunundan önce sınırlı bir taraftara sahip Panislamist ve Panturanist akımların hızla Müslüman Türk aydın ve eşrafı içinde yaygınlaşması ve İttihat Terakki'nin resmi ideolojisini belirler hale gelmeleri, bu olgular çerçevesinde değerlendirilmelidir. Söz konusu ideolojiler, çöküş kâbusundan kurtulmak için çok güçlü bir atılım ihtiyacını duyan bir ruh halini yansıtır. İttihat ve Terakki'nin, Avrupa'dan, Balkanlar'dan geriye çekilerek gücünü Anadolu'yu merkez alan bir coğrafyada yoğunlaştırma üzerine kurulu genel kurtuluş projesi, bu fikri ve ruhi ortamın, o ortama özgü bir atılım ihtiyacının ürünüdür. Söz konusu fikri ve ruhi ortamda, o atılım projesinin mantığı içinde Anadolu'nun Rum ve Ermeni nüfusunun bir ayakbağı gibi görülmesi ise kaçınılmazdır.
İttihat ve Terakki iktidarının bu atılımı bir an önce gerçekleştirmek ve bunu Müslüman-Türk nüfusu da peşinden sürükleyerek yapabilmek için I.Dünya Savaşı'na katılmayı hem bir zorunluluk, hem de bir imkân saydığı belirtilmelidir. Böyle olunca da savaşa Almanya'nın yanında katılmak gerekmektedir. O nedenle de İttihat-Terakki yönetimi Avrupa'da savaşın an meselesi olduğu Saraybosna suikastı ertesi günlerde her ne kadar İngiltere ve Rusya nezdinde nabız yoklamaları yapıyorsa da, Almanya’yla ittifak kararı hemen hemen kesinleşmiştir. Nitekim Avrupa'da savaşın resmen başladığı günün ertesinde, 2 Ağustos'ta Sadrazam Sait Halim Paşa'nın Yeniköy'deki yalısında; Sadrazam ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Meclis Başkanı Halil Bey, Almanya Büyükelçisi Baron von Wangenheim, Osmanlı-Alman İttifak Antlaşması’nı imzaladılar. Osmanlı kabinesinin çoğunluğunun haberi olmadan yapılan bu gizli antlaşmaya, 6 Ağustos'ta eklenen bir maddeye göre Osmanlı Devleti; Bulgaristan, Almanya yanında yer aldıktan sonra savaşa katılacaktı. Ancak Yavuz ve Midilli olayı Osmanlı Devleti'ni çok daha erkenden savaşa itti.
Osmanlı Devleti'nin Savaşa Girişi
1914 Ağustos'unda, Alman Donanması'na ait Göeben ve Breslau kruvazörleri, Fransa’nın K. Afrika limanlarını bombaladıktan sonra, Akdeniz'deki İngiliz Donanması tarafından sıkıştırılmış ve Çanakkale önlerine kadar gelmişti. Alman savaş gemileri 10 Ağustos'ta Boğaz'dan geçiş izni istedi. Hükümet izin verdi ve eğer İngiliz gemileri takibe kalkışırlarsa ateş edilmesini emretti. Resmen tarafsız sayılan Osmanlı Hükümeti birkaç gün sonra gemileri satın aldığını açıkladı. Adları Yavuz ve Midilli olarak değiştirilen kruvazörlere Osmanlı bayrağı çekildi ve Alman mürettebata Osmanlı bahriye üniformaları giydirildi.
1914 Ekim'inde Alman amiral Souchon komutasındaki Yavuz ve Midilli birkaç parça Osmanlı savaş gemisiyle Karadeniz'e çıktı, 28-29 Ekim'de Sivastopol, Novorrossisk limanlarını topa tuttu, bir Rus gemisini batırdı. Yavuz ve Midilli ı Kasım'da İstanbul Boğazı'na girip, alkışlarla karşılanırken, Osmanlı Devleti de savaşa fiilen katılmış oluyordu.
Savaşla birlikte padişah-halife, tüm dünya Müslümanlarını İngiltere-Fransa-Rusya ittifakına karşı cihada çağırdı.
1. 1914 Yılı Kafkasya Cephesi - Sarıkamış Bozgunu
1 Kasım 1914'te Rus birlikleri Osmanlı sınırından içeriye girip, ilerlemeye başladı . Toplam 160 bin kişilik Rus askeri gücünün karşısında zayıf donanımıyla - gönüllüler hariç- 165 bin askerlik mevcuduyla cephe almış olan 3'üncü Ordu, 7 Kasım'da Rus ilerleyişini durdurup, saldırıya geçti. 16 Kasım'da yeni bir taarruzla Rus ordusu geriletildi ise de, ağır hava ve arazi koşulları ve ayrıca donanım ve cephane eksikliği nedeniyle eski hatlarına geri çekildi.
Osmanlı topraklarına bir cep gibi girmiş Rus kolordularını, Almanların ı9ı4 Ekim'inde Tananberg'de gerçekleştirdiklerine benzer bir manevra ile kıskaca alıp, oradaki gibi büyük bir zafer kazanma fikrine kapılan Osmanlı Başkomutanlığı, 3'üncü Ordu komutanı H. İzzet Paşa'nın muhalefetine rağmen, bu planı yürürlüğe koydu. Enver Paşa'nın bizzat komutayı üzerine alarak başlattığı bu büyük umutlar bağlanan plan, tam bir felaketle sonuçlandı. Korkunç kış koşullarında, alabildiğine sarp bir arazide kilometrelerce yürümek ve savaşmak zorunda bırakılan Osmanlı askeri, hayranlık uyandırıcı bir direnç ve savaş azmi göstermesine rağmen, 60.000 ölü vererek Sarıkamış muharebelerinde bozguna uğradı. 1914 Aralığı boyunca süren ve Osmanlı Kafkas cephesinin çöküşüne ve dolayısıyla Doğu Anadolu'yu Rus ilerleyişine açan bu bozgun, yöredeki Ermenilerin Rus askeri desteğinde ayaklanmaları ihtimalini de gündeme getirmişti. O nedenle İttihat-Terakki iktidarı, 1915 baharında başlayacağı kuvvetle tahmin edilen Rus ileri harekâtından önce, 1915 kışında trajik sonuçlar doğuracak olan Ermenilerin tehcir edilmesi kararını uygulamaya koydu.
2. 1915 Yılı Muharebeleri
Mısır Seferi – 1914 Aralığında Sarıkamış harekâtı hazırlanırken askeri ve siyasi amaçları onun kadar büyük bir başka sefere de hazırlanılıyordu. Süveyş Kanalı'nı ve Mısır'ı zaptetmek için Suriye'deki 4'üncü Ordu Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın komutasına verilmişti. Nasıl Sarıkamış seferiyle oradaki Rus Kolordusu’nu imha edip Kafkasya'ya girmek, böylece Turan'ın yolunu açmak, Kafkasya'da ve Hazar ötesindeki Müslüman-Türk halkları Rusya'ya karşı ayaklandırmak, hatta oradan Hindistan'a kadar uzanmak gibi Turan ütopyasınca beslenen bir amaç sözkonusu ise, Kanal/Mısır seferi de Panislamist hayallerle yüklüydü. 4'üncü Ordu'nun baskın tarzında bir taarruzuyla Süveyş kanal bölgesi ele geçirilebilirse, bunun Mısır'da bir ayaklanmayı başlatabileceği, İngilizlerin Ortadoğu'daki Arap halkları ayaklandırmak için çoktandır başlatmış oldukları tahrikleri sona erdireceği ve halifenin cihad çağrılarına kayıtsız Arapları ve Müslüman dünyasını şevke getireceği umuluyordu. Ve nasıl Sarıkamış'ta Rus kuvvetlerinden sayıca üstün olmayan ve çok daha donanımsız bir orduyla şaşaalı bir zafer umuduna kapılınmışsa, bu Kanal seferinde de, 80 bin askerle İngilizlerin 150 bin mevcutlu askeri gücünün koruduğu müstahkem Süveyş Kanalı mıntıkasının zaptedilebileceğine inanılıyordu.Sarıkamış'ta, düz bir arazide ve baharda bile gerçekleştirilmesi zor bir manevranın dondurucu kış şartlan altında ve sarp dağlar üzerinden yapılmasına nasıl karar verilebilmişse, bu Kanal seferinde de Suriye'den kalkan ordunun, Filistin ve özellikle Sina Çölü'nü geçtikten sonra hemen taarruza geçmesi planlanmıştı .
14 Ocak 1915'te başlayan Kanal'a doğru yürüyüş 2/3 Şubat gecesi yapılan ve geriye püskürtülen taarruzla sona erdi. 1000 ölü, 2000 yaralı ve 150 esir veren sefer kuvveti Filistin'e geri çekildi . Ertesi yıl yeni bir deneme daha yapıldıysa da bu da başarısızlıkla sonuçlandı.
Bunun ardından İngiltere'nin öteden beri yürüttüğü Arap halklarını Osmanlı Devleti aleyhine isyana kışkırtma faaliyetleri meyvelerini vermeye başladı. 16 Mayıs 1916'da İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve SykesPicot Antlaşması adıyla bilinen Ortadoğu'ya ilişkin antlaşmanın hemen akabinde 5 Haziran 1916'da Şerif Hüseyin önderliğindeki isyan başladı. 1916 sonbaharında Medine hariç, tüm Hicazı ele geçiren isyancıların, Suriye ve lrak'a yayılma girişimleri, özellikle Suriye Genel Valisi Cemal Paşa'nın burada uyguladığı sert tedbirlerin de sonucu başarılı olamadı.
3. Çanakkale Savaşları
İtilaf devletleri, Almanya karşısında güç duruma düşen Rusya'ya yardım etmek, Kafkasya'ya yığınak yapmakta olan Osmanlı ordularının bir kısmının geri çekilmesini sağlamak ve İstanbul'un tehdit altında olduğu izlenimini yaratmak için, Çanakkale Boğazı'na bir "gösteri taarruzu'' yapmayı daha 1914 yılı sonlarında tartışmaktaydılar.
Başlangıçtaki bu sınırlı amaçla kalınmadı ve özellikle o sırada İngiltere Amirallik Birinci Lordu olan W. Churchill'in çabalarıyla sefer Çanakkale Boğazı'nın hatta İstanbul'un ele geçirilmesini kapsayacak biçimde düzenlendi.
19 Şubat 1 915'te Çanakkale önlerine gelip ateşe başlayan İngiliz deniz gücü, kara birliklerinin desteği olmaksızın Boğaz'ı geçmek amacındaydı. Bir ay içinde iki kez yinelenen donanma saldırısında, İngilizlerin iki, Fransızların bir büyük savaş gemisi Osmanlı kıyı bataryalarınca batırıldı. Bunun üzerine harekât planı değiştirildi. Karaya asker çıkarılarak Gelibolu Yarımadası'nı ele geçirmek hedeflendi. 25 Nisan'da beş ayrı yere yapılan çıkarma, Osmanlı ordusunun karşı saldırıları ile durduruldu. Üç gün süren ve her iki taraftan 50.000 insanın öldüğü çarpışmalarda, İtilaf güçleri bazı küçük köprübaşları tutmuş olmalarına rağmen, yarımadaya hakim tepelerden hiçbirini ele geçirememişlerdi. Çarpışmalara 19'uncu Tümen Komutanı olarak katılan M. Kemal, Conkbayırı ve Sarıbayır'daki kritik muharebelerde gösterdiği yetenekle sivrildi.
Nisan sonundaki üç günlük duraklamadan sonra 6, 7, 8 Mayıs günlerinde yeniden şiddetlenen muharebe, İngilizler açısından başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun üzerine sonuçtan sorumlu sayılan W. Churchill, kabinedeki görevinden alındı.
10 Mayıs'taki Osmanlı karşı taarruzu, müttefikleri kıyıdan söküp atamadı. 4-5 Haziran'daki İngiliz-Fransız taarruzu, ardından 8 Temmuz'daki Osmanlı mukabil saldırısı da durumu değiştirmedi. 6 Ağustos'ta müttefikler Suvla Körfezi'ne yeni bir çıkarma tertipledi. 21 Ağustos'a kadar süren dişe diş kanlı çarpışmalar, müttefikler için yine başarısızlıktı.
Eylül ve Ekim aylarında yeni harekât planları için uğraşan İngiliz ve Fransız genelkurmayları sonunda Çanakkale savunmasının geçilemeyeceğini teslim edip çekilmeye karar verdiler. İki safha halinde 18 Aralık'ta başlayıp 9 Ocak 1916'da biten tahliye işlemi ile Çanakkale Savaşı sona ermiş oluyordu. Bu savaşta, her iki taraf ölü ve yaralı olarak toplam 500.000'e yakın kayıp verdiler.
Böylece müttefiklerden beklediği yardımları alma imkân ve umudu kaybolan Rusya'nın durumu daha da kötüleşti. Çanakkale Savaşı, 1917'de Rusya'da patlak verecek devrimin önemli bir etkeni oldu.
4. 1915 Yılında Kafkas-Doğu Cephesi
19 1 5 Nisan'ında Van istikametinde taarruza geçen Rus kuvvetlerinin yanında gönüllü Ermeni birlikleri de vardı. 14 Mayıs'ta Van'a ulaşan Rus birlikleri, burada kenti Nisan ayında ayaklanarak ele geçirmiş Ermenilerce karşılandı. Anadolu'daki Ermeni tehcirinden kaçıp gelenlerin de toplandığı Van'da Rus koruması altında bir Ermeni devleti de kuruldu. Temmuz'da taarruza geçen Osmanlı ordusu şehri geri aldı. Gerek Rus ordusunun Van'a ilerleyişi ve gerekse geriye çekilişi sırasında Müslüman ve Ermeni binlerce sivil karşılıklı katliam ve panikle kaçışlar esnasında telef oldu.
5. Irak Muharebeleri
Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesinin hemen ardından Körfez'de bulunan İngilizler harekete geçip 21 Kasım 1914'de Basra'yı ele geçirdiler. Zayıf Osmanlı birlikleri karşısında 400 km ilerleyip 29 Eylül'de Kut-ül Amare geldiler. 22 Kasım'da Bağdat yakınlarında, Selman-ı Pak'da Osmanlı birlikleri İngilizleri geri püskürtüp, Kut-ül Amare'de kuşattı. Nisan 1916'da İngiliz birlikleri teslim oldular.
Yeni İngiliz saldırısı 1916 Aralığı'nda başladı. Irak'taki Osmanlı birliklerinin birçoğunun İran Azerbaycan üzerinden Kafkasya'ya sefer için tahsis edilmiş olmalarından da yararlanarak hızla ilerleyip, 11 Mart 1917'de Bağdat'ı zaptettiler. 1917 sonunda İngilizler Irak'ın petrol yataklarının çoğunu (Musul hariç) denetimlerine alan bir hatta kadar ilerlemiş durumdaydılar.
6. 1916-17 Yılı Doğu Cephesi
1916 Ocak ayında geniş çaplı bir taarruza başlayan Rus orduları, yaz başlangıcına kadar Erzurum, Trabzon, Erzincan’ı güneyde ise Van, Muş ve Bitlis'i zaptettiler. Ağustos'ta Osmanlı ordusu Muş ve Bitlis'i geri aldıysa da, Ruslar 1918'de Brest-Litovsk Antlaşması ile çekilinceye kadar zaptettikleri Doğu Anadolu şehirlerini ellerinde tuttular. Bu yörelerde Rus ordusuyla birlikte hareket eden Ermeni gönüllü birlikleri, tehcirin kurbanı olan soydaşlarının intikamını almak adına on binlerce yerli Müslümanın öldürülmesiyle sonuçlanan bir kıyıma giriştiler. 1918 Brest Litovsk Antlaşması’yla Ruslar çekilip, antlaşmayla Osmanlı Devleti'ne bırakılan bu yörelere Osmanlı ordusu girince, Ermeni birlikleri tutunamayıp hızla geri çekilmeye çalıştı. 1918 Kasım'ında Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi'ni imzaladığında, Osmanlı birlikleri Hazar Denizi kıyısına kadar ilerlemiş bulunuyordu. Doğu Anadolu şehirlerinin tümünün harabeye döndüğü, yüzlerce köy ve kasabanın neredeyse haritadan silindiği, onbinlerce Müslüman ve Ermeni’nin hayatını yitirdiği bu 1915-1918 yılları arası dönem, I. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle de kapanmış olmayacak, 1919'dan sonra başlayacak Türk Kurtuluş Savaşı'ndaki Doğu Cephesi muharebeleriyle sürüp, 1921'de SSCB ile yapılan Gümrü Antlaşması’yla bu kanlı trajedi geleceğe derin izler bırakarak sona erecektir.
7. Mısır-Filistin Cephesi Muharebeleri
İngilizler, Kanal seferleri ve Hicaz isyanının ardından, Gazze şeridinde savunmaya geçen Osmanlı kuvvetlerine karşı 1916 Aralığı'nda taarruza geçtiler. Önce yenilen İngiliz ordusu Mart 1917'de, Ürdün'e saldıran Faysal komutasındaki Arap birliklerinin de yardımıyla yeniden taarruza geçip, Kasım ayında cepheyi yardılar. 9 Aralık'ta Kudüs düştü. Filistin'i savunan Yıldırım Orduları Grubu yılın sonunda Suriye'ye çekilmek zorunda kaldı.
8. Makedonya ve Galiçya (Romanya) Cephelerinde Osmanlı Birlikleri
1915 Ekim'inde kuzeyden Alman ve Avusturya birlikleri, doğudan Bulgarlar Sırbistan üzerine yürüdüğünde, bir tümenlik Osmanlı kuvveti de Bulgarların yanında savaşa girdi. 1916 yazında Romanya'nın, İngiltere-Rusya safında savaşa girmesi üzerine, kuzeyden Almanya ve Avusturya, güneyden, Dobruca istikametinden Bulgarlar karşı taarruza geçti ve yılsonuna doğru Romanya'yı safdışı bırakarak Galiçya'dan Rus kuvvetlerine karşı yeni bir cephe açtılar.
Osmanlı Devleti bir kolorduyu buraya göndererek, Galiçya muharebelerine iştirak etti. Rusya'daki 1917 Devrimi'ni müteakip bu birlikler yurda dönüp, Suriye’deki Yıldırım Ordular Grubu'na katıldılar.
9. Türk-Müslüman Dünyasına Yönelik Faaliyetler
Osmanlı Devleti'nin savaşa girer girmez ilan ettiği cihad, dünya Müslümanları üzerinde fazla etkili olmadı. Buna mukabil İngiltere Ortadoğu Araplarını, özellikle Yemen, Hicaz ve Ürdün Araplarını Osmanlı Devleti aleyhine isyana yöneltebildi; Hint Müslümanlarından ve Mısır'dan tümenler kurup, Osmanlı kuvvetlerinin karşısına çıkardı; Fransa Mağrip ülkelerinden ve Senegal yerlilerinden askeri birlikler oluşturup bunları Avrupa cephesinde ve Çanakkale'de savaşa sürebildi. Hatta Rusya bile Orta Asya halklarından tertiplediği birlikleri Kafkasya, Doğu Anadolu cephesinde ihtiyat birliği olarak kullandı.
Ancak Osmanlı çabaları da büsbütün başarısız olmadı. Libya'da, Trablusgarp'da Osmanlı ile birlikte İtalyan işgaline karşı savaşan Sünusiler, İtalyanları sahil şeridine kadar geriletmenin yanısıra, I. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Mısır'daki İngiliz birliklerini de hayli uğraştırdılar.
Ayrıca İttihat-Terakki hükümeti, özel olarak kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa kanalıyla İran, Kafkasya, Orta Asya ve Hindistan'daki Müslüman-Türk topluluklar arasına ekipler göndererek hem Turan yolunu hazırlamak, hem de İngiltere ve Rusya egemenliğindeki Müslüman halkları isyana teşvikten de geri durmadı . 1916 yılında Irak'tan hareket eden Süleyman Askeri komutasındaki gönüllülerden oluşan Teşkilat-ı Mahsusa Müfrezeleri, Tebri z'e kadar ilerlediler. Amaç buradan donanımlı bir tümenle birlikte yerli halklardan toplanacak gönüllülerle sayılan ve güçleri kabararak Orta Asya üzerinden Hindistan'a kadar uzanmaktı. Durumun ilginçliği şuradadır ki; bu plan yürürlüğe konduğunda Rus ordusu Anadolu içlerinde Erzincan'a, Bitlis'e kadar girmiştir. Bu tehlikeli vaziyette dahi İttihat-Terakki kadrosu hala "büyük" düşünmekte, İran ve Kafkas Azerbaycan’ını zaptedip, yöre halkının iştiraki ile Rusları çember içine alıp, imha etmeyi tasarlayabilmektedir.
10. Savaş Dönemindeki Ülke İçi Politikalar
İttihat- Terakki iktidarı bir yandan savaşın askeri yönünü, Alman stratejisinin talepleri ile kendi gelecek tasavvurlarını telif edecek biçimde yürütmeye çalışırken ; ülke içinde de savaşın zorunlu kıldığı tedbirler ile tasarladığı "milli iktisat" düzenini kurma girişimlerini bir arada uygulama eşindedir. Ülke iktisadi hayatının kilit noktalarının ve sermayenin gayrimüslim unsurlar elinde toplanmış olmasını "halli gereken bir sorun" olarak gören İttihat- Terakki Partisi, savaş ortamından da yararlanarak bu yönde bir dizi düzenlemeye girişti. Bu amaçla parti başta İstanbul olmak üzere, özellikle Batı Anadolu şehir ve kasabalarında yerel tüccar ve eşrafı kooperatif ve şirketler kurmaya teşvik ederek, hatta bizzat öncülük yaparak onları gayrimüslim ve yabancıların elinde bulunan ticaret alanlarına egemen hale getirmeye çalıştı. Aynı şey üretici kooperatifleri ve üreticiye kredi veren kurumlar örgütlenerek de yapıldı.
Bu amaçla savaş ekonomisini düzenlemek cephelerin ihtiyaçlarını sağlamak için oluşturulmuş Heyet-i Mahsusa- i Ticariyye, Merkez ve Taşra İaşe Heyetleri, Men-i İhtikar Heyeti gibi kurumlar Müslüman-Türk tüccarı gayrimüslimlere göre daha ayrıcalıklı kılacak biçimde işletildi. Yolsuzluk ve suistimallere de kapı açması kaçınılmaz olan bu uygulama, İttihat-Terakki'ye bağlı yaygın bir eşraf- tüccar ağı yarattığı gibi, kamuoyunda ciddi tepkiler uyandıran "savaş zenginleri"nin de türemesine yolaçtı.
İttihat Terakki'nin bu "milli iktisat"' kurma denemelerinin pratikte en etkili ve yetkili kişisi olan Kara Kemal, öteki parti şefleri gibi, mütareke arifesinde ülkeden ayrılmamış ve gizlenerek İstanbul'daki ilk milli mukavemet örgütlenmesinin kurulmasında çalışmıştır.
11. Savaşın Son Yılı - Mondros Mütarekesi
1918 yaz sonunda Osmanlı orduları Ekim Devrimi'nin ve İç Savaşın kaosa yol açtığı Kafkasya'daki karmakarışık siyasi- askeri ortam içinde kalıcı sonuçlar vermeyen ilerleyişini sürdürürken, güneydeki cephelerde Irak ve Suriye'de İngiliz kuvvetleri önünde çekilmeye başlamıştı. İngiliz kuvvetleri daha 1917 sonunda Musul hariç Kuzey Irak sınırlarına kadar ilerlemişti. Suriye-Filistin cephesinde İngiliz ordusunun üstün güçlerle giriştiği taarruz sonucu 1 Ekim'de Şam, 25 Ekim'de Halep düştü. Osmanlı ordusu bugünkü Türkiye-Suriye sınırına kadar çekildi. Hükümet zaten 8 Ekim'de istifa etmiş ve Çanakkale önlerinde abluka yapan İngiliz filosu komutanı aracılığıyla ateşkes talebinde bulunulmuştu. İngiltere bu talebe Musul ve Halep'in ele geçirilmesine kadar cevap vermedi ve 27 Ekim'de Osmanlı heyetini Mondros'a çağırarak teslim koşullarını bildirdi. Mondros Mütarekesi 31 Ekim'de [?*] imzalandı. Mütarekeye göre Boğazlar derhal açılacak, Osmanlı ordusu terhis edilip, donanma ve Boğaz kaleleri itilaf güçlerine teslim edilecekti. Başlıca askeri üsler, limanlar, demiryolu ve posta şebekesi, Toros tünelleri itilaf denetimine verilecekti. İşgal birliklerinin yiyecek, yakacak ve diğer ihtiyaç maddeleri bedelsiz karşılanacak, Osmanlı halkının yiyecek stokları itilaf güçlerinin denetiminde olacaktı. "Altı Ermeni vilayeti"'nde karışıklık çıktığı takdirde buraları işgal edilebilecek, Sis, Haçin, Zeytun ve Ayıntap'a ise işgal kuvveti derhal gönderilecekti. Mütarekenin ardından Fransızlar, Kilikya (Çukurova) bölgesine, İngilizler, K. lrak'a girip işgal ettiler. Fransızlar, Çukurova'da Ermenileri hem işgal ordusunda, hem de idari görevlerde istihdam ediyorlardı. Doğu Anadolu'daki İngiliz yetkilileri de benzer uygulamalara giriştiler. 9 Mart'ta Samsun'u işgal eden İngilizlerin ardından; Orta ve Doğu Karadeniz şeridindeki Pontus Rumları ile yörenin Müslüman ahalisi arasında şiddetli çatışmalar başladı. Ocak-Nisan 1919'da İtalyanlar, kendilerine bırakılan Antalya-Burdur, Marmaris bölgesine işgal kuvvetlerini gönderdiler. 13 Kasım'da İngiliz-Fransız Donanması İstanbul'u resmen teslim aldı.
Mütarekenin resmen imzalanmasından önce yurdu terkeden İttihat-Terakki'nin en tepedeki üç lideri, Enver, Talat ve Cemal Paşaların son ikisi Berlin ve Roma'da [?**] Ermeniler tarafından öldürülmüş, Enver Paşa ise Panturanist ve İslamist bileşimi tasarılarının, I. Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi'nin tepeden tırnağa sarstığı Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinde gerçekleştirmek için giriştiği son teşebbüsünde, Kızıl Ordu birliklerine karşı savaşırken vurularak ölmüştür.
Bu sırada ise çöken Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazı üzerinden bir Türkiye Cumhuriyeti inşa etmek için Anadolu'da M. Kemal önderliğindeki bir "Kurtuluş Savaşı" verilmektedir.
Kaynak: PIERRE RENOUVIN , I. Dünya Savaşı, “La premiere guerre mondiale, PRESSES UNIVERSiTAiRES DE FRANCE”, İletişim Yayınları, Cep Üniversitesi, Çeviren. Teoman Tunçdoğan, 1993, s. 114-127, İstanbul
.......................
[*] 30 Ekim olacak.
[**] Cemal Paşa, 1922’de Tiflis’te öldürüldü.
[Bu bölümle ilgili olarak kitapta şöyle bir not var:
“Not: Bu son bölüm, yayınevi (İletişim Yayınları ) tarafından yazılmıştır.” Dolayısıyla bu bölüm özel olarak yayınevi tarafından eklenmiş. Adı geçen yazara ait değil.
Koyulaştırmayı ben yaptım. DK“Not: Bu son bölüm, yayınevi (İletişim Yayınları ) tarafından yazılmıştır.” Dolayısıyla bu bölüm özel olarak yayınevi tarafından eklenmiş. Adı geçen yazara ait değil.
21 Temmuz 2017 Cuma
Butros, Hoşgörülmek İstemiyordu
Amin Maalouf
Devlet-Millet-Milliyetçilik-Kimlik
Doğu Sorunu
Enver Paşa
Hoşgörü
İttihat ve Terakki Cemiyeti
jön türkler
Mustafa Kemal
Osmanlı Tarihi
Pan-Türkizm
Yolların Başlangıcı
Rohat Fatih
Comment
Amin Maalouf
JönTürkler ayaklanmasından bir yıl, Abdülhamit'in düşüşünden de ancak üç ay sonra…
Onu en çok kızdıran şey, tüm yönetimde, valisinden en küçük yazmanına kadar bütün yerel görevlilerin uygulamalarında, hala eski yönetim alışkanlıklarının geçerli olmasıydı. Ama bunların bir günde, sadece bir kararnamenin yayımlanmasıyla değişebileceğini düşünmek için de çok saf olmak gerekirdi. Onu üzen başka bir şey de -ki çok daha ciddi, çok daha acı veren bu konudan açıkça söz edemiyordu Butros- onun için en temel konulardan birinde hiçbir düzenleme yapılmadığını, yapılma umudunun da olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlamasıydı.
Bu konu, "İmparatorluğun azınlıkları" konusuydu. Doğu sorunuyla ilgili Tarih kitaplarına öykünerek biçimlendirdiğim bu başlık, aslında işin özünü anlatmıyor. Çünkü işin özü, azınlıkların haklarını tanımlamak değil; konuyu böyle dile getirmeye başladınız mı, o iğrenç hoşgörü mantığına, zafer kazananların yenilenlere 'bahşettiği' o küçümser tavırlı koruma mantığına giriveriyorsunuz.
Butros, hoşgörülmek istemiyordu; ve ben, onun torunu, ben de istemiyorum. Sahibi olduğum aitlikleri yadsımak zorunda bırakılmadan tüm yurttaş ayrıcalıklarının tanınmasını istiyorum ısrarla; devredilmesi olanaksız hakkım bu benim ve beni bundan yoksun bırakacak toplumlara, gururla sırt çeviriyorum.
Butros'un ilgilendiği şey -ilgilenmek fiili burada biraz zayıf kalıyor; tüm heyecanlarını, tüm düşüncelerini, tüm eylemlerini belirleyen şey desem daha doğru olur- onun gibi Hıristiyan ve Arapça konuşan bir azınlık topluluğu içinde doğmuş birinin, çağdaşlaşmış bir Osmanlı İmparatorluğu içinde, bir yaşam boyu doğumunun bedelini ödemek zorunda kalmadan tam bir yurttaş konumuna sahip olup olamayacağıydı.
Kimi belirtiler, Jön Türkler devriminin tam da bu yönde gittiğini düşünmesine neden oluyordu. İlk andan başlayarak devrimi alkışlayan, zaman zaman etkin biçimde ona katılan bütün azınlıklar, bu "tüm toplulukların özgür insanları", ister istemez onunla aynı umutları besliyor olmalıydılar.
Ama kısa zamanda kaygı verici olaylar da meydana gelmeye başlamıştı. Örneğin, şu genel seçimler;* bir özgürlük ve demokrasi başlangıcı olması gerekirken, dalaverelerle, hilelerle lekelendi; devrimci subaylara ve İttihat ve Terakki'ye yandaş milletvekili sayısını olabildiğince artırmak için her türlü yola başvuruldu. Bu milletvekilleri, imparatorluğun tüm uluslarının vekilleriydiler ama "birlikçiler" her oylamada iki klana ayrılıyor, bir yanda Türkler, bir yanda Türk olmayanlar toplanıyordu.
Aynı bölünme, yönetici ekipte de gözlendi. Azınlıklar, "yerli olmayanlar" ve masonlar, yavaş yavaş yönetimden uzaklaştırıldılar; onların yerini, Adriyatik'ten Çin sınırlarına dek uzanan, tek uluslu, tek dilli, tek başkanlı, yeni bir Türk İmparatorluğu düşleri kuran Enver Paşa'nın yönettiği, aşırı ulusçu bir grup aldı. Aynı Enver değil miydi bu, Selanik'te, Olympia Palas'ın balkonundan halka seslendiğinde, artık İmparatorlukta ne Müslüman, ne Yahudi, ne Rum, ne Bulgar, ne Romen, ne Sırp kalmayacağını söyleyen; "Çünkü hepimiz kardeşiz ve aynı mavi ufkun altında, hepimiz Osmanlı olmaktan gurur duyuyoruz" diyen?
Bir zamanlar, bu güzel sözleri alkışlayanlar: "Ağzından dökülenleri dinlerken yalnızca duymak istediklerimizi mi duyduk acaba?" diye soruyorlardı şimdi kendi kendilerine. Enver'in ortadan kalkmasını istediği "Rum", "Sırp", "Bulgar", "Müslüman", "Yahudi" gibi tanımlar arasında "Türk" sözcüğünün yer almamasını anlamlı bulmaya başlıyorlardı. Ve bu subayın amacının, özgürlük ve eşitlik bahanesi altında, İmparatorluğun çeşitli halklarına o güne dek tanınmış özel hakları geri almak olup olmadığını düşünmeye başlıyorlardı.
Belli ki, ortada çok ağır bir yanlış anlama vardı. Ve dedemin yazgısını olduğu kadar, içinde doğduğu İmparatorluğun yazgısını da etkileyecekti bu yanlış anlama. Butros bir yurtseverdi; tumturaklı bir edayla kılıcını selamladığı subaysa bir ulusçuydu. İnsanlar, çoğu zaman bu iki tavrı birbirine yaklaştırırlar ve ulusçuluğu, yurtseverliğin güçlendirilmiş bir biçimi gibi görürler. O zamanlar -büyük olasılıkla başka dönemlerde de böyle olmuştur- gerçek bambaşkaydı: Ulusçuluk, yurtseverliğin tam tersiydi. Yurtseverler, içinde değişik diller konuşan, değişik dinsel inançları olan, ama geniş ve çağdaş bir yurdu kurma istemiyle bir araya gelmiş çok sayıda halkın bir arada yaşayacağı ve Batı'nın yücelttiği ilkelere, Doğulu ruhların incelikli bilgeliğini esinleyecek bir imparatorluğun hayallerini kuruyorlardı. Ulusçulara gelince, çoğunluğu oluşturan etnik grubun üyesiyseler salt egemenlik, azınlıktaysalar ayrılıkçılık düşleri kuruyorlardı; bugünün sefil Doğusu, onların yan yana gelen düşlerinden doğan canavardır işte.
Benim, bu kadar geç gelip bunları söylemem bir marifet sayılmaz; Tarih, getirip sayısız anlamlı olay sermiş burnumun dibine! Ama dedemin zamanında bile, başkaldıran subayların doğurduğu umutlar, aydan aya azalmıştı; kısa süre sonra da bütünüyle silinip süpürülecekti:
Enver, ülkesini Almanların ve Avusturyalıların yanında Birinci Dünya Savaşı'na sokacak, eğer yenilirse; Rusya'nın elinden Kafkasya'daki topraklarıyla genellikle Türkistan adıyla anılan Türkçe konuşulan eyaletlerini alma düşleri kuracak, ne var ki yenilen ve dağılan, Osmanlı İmparatorluğu olacaktı. Boyun eğmez subay, bu kez gidip hizmetlerini önce Lenin'e sunacak, daha sonra Kızıl Ordu'ya saldıracak ve onun kurşunlarıyla Buhara yakınlarında, 1922 yılında, kırk bir yaşında ölecekti.
Dedem, bu adamla artık ilgilenmiyordu. Ölümünden haberiolup olmadığını bile bilmiyorum. O dönemde Dağ'**da pek söz edilmemişti bundan. Birkaç yıl önce olsa Doğu halkları arasında bir destana dönüşebilecek böylesi bir 'cephede ölüm', önemsiz bir olay haline gelmişti. Anlı şanlı 1908 isyancılarının anısı, o zamana dek İmparatorluğun yaşadığı olaylarda küçük bir rol oynamış başka bir Türk subayının, Kemal Atatürk'ün yükselişiyle gölgelenmişti artık.
Butros, onun yaptıklarından da heyecanlanıp coşacak, giderek gereğinden fazla bile kaptıracaktı kendini bu coşkuya; yalnızca kılıcını selamlamak için bir şiir yazmakla yetinmeyecek, onuruna güzel bir de çılgınlık yapacaktı. Bir çılgınlık daha... Ama bu sonuncusu unutulmaz bir çılgınlık olacaktı. Zamanı gelince döneceğim bu konuya.
*Şubat 1912'de yapılan meclis seçimini kastediyor. Sopalı Seçim olarak bilinir. DK
** Lübnan Dağı. Gerçekte Lübnan'ı kastediyor. DK
Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 139-142