Mustafa Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Adı, "Kamal" Olacak!

Adı, "Kamal" Olacak!

Amin Maalouf
Babaannem o sırada hamileydi. Resimde bu belli belirsiz farkediliyor ama ben bunu tarihlerden biliyorum. 1921 yılının aralığında doğuracaktı ve dedem daha o zamandan, çocuğuna koyacağı adı seçmişti: Adı "Kamal" olacaktı, Atatürk'ün onuruna.

Dedem o yıl Kemal Atatürk için neden yanıp tutuşuyordu? Bunu, yazışmalarının hiçbir yerinde açıklamıyor ama nedenini sezmek benim için güç değil. O ki, öteden beri Doğu'nun altüst oluşunu görmeyi düşlüyordu, o ki, yaşamını geçmişe hayranlığa karşı, geleneklerin boğucu ağırlığına karşı ve giyime kuşama varıncaya kadar modernliğe ulaşmak için savaşmakla geçirmişti, savaş sonrasında Türkiye'de olup bitene duyarsız kalamazdı:
Selanik'te doğan, orada eğitim gören, oranın "Aydınlanma"sı ile beslenen bir Osmanlı subayı, eski düzeni yıkacağını, İmparatorluk'tan geriye kalanı, gerekirse zorla, yeni yüzyıla sokacağını ilan ediyordu.

Bana öyle geliyor ki dedemin, Kemalist girişimin bu güçlü yanından hoşlanmamasına olanak yoktu. Kendi babasının –sanırım en başta köy papazı Malatiyus için- kaleme aldığı, babamın da bana sık sık yerel şive ile yinelediği şu dizeler hala belleğimde duruyor. O dizeleri şöyle ifade edebilirim:
Kunduracının bıçağı biçebilseydi onları,Biçebilseydi tepeden tırnağa!
Bu iğnelemeyi buraya alıyorum, çünkü bu sözler bana, Atatürk'ün yobaz din adamlarının sakallarını nasıl otoriterce kestiğini anımsatıyor, - iki yüzyıl önce Büyük Petro'nun, Papaların sakalını kesişi gibi. 1921 yılında henüz gerçekleşmiş bir şey yoktu ama Türkiye'nin yeni önderinin laik ve yenilikçi düşünceleri daha o zamandan belli olmuştu ve Butros'un, hem düşünce, hem mizaç olarak kendine çok yakın bulduğu bu insana duyduğu hayranlık beni şaşırtmıyor; hatta, kendi Dağının bundan böyle Türk toprakları içinde yer almadığına üzülmüş olduğundan eminim. Mustafa Kemal, hiç olmazsa tutarlı bir laikti, kendi ülkelerinde Devlet ile Kilise'yi birbirinden ayıran, bize gelince, köy papazının okuluna para desteği sağlayan o Fransızlar gibi değildi.

Kahraman ile hayranı arasında bazı tutum farkları da yok değildi - bunlardan birini, başlık konusundaki ayrılığı farketmiştim; Atatürk, fesle sarığın yerine Avrupalılara özgü şapkayı koymak istiyor, bunun öncülüğünü kendisi yapıyordu; oysa Butros başı açık dolaşmayı, böylelikle de Doğulu geleneklere baş eğenlerle Batılılara öykünenlerin arasına mesafe koymayı yeğliyordu. Ne var ki bu fark, gerçek olmaktan çok, görünüşte var olan bir farktı: Dedem, Doğuluların Batılıları örnek almasını çok istiyordu, onun eleştirileri daha çok, Öteki'ni, onun ileri oluşunun derin nedenlerini anlamaya çalışmadan maymun gibi taklit edenlere yönelikti; Atatürk' e gelince, Batılılara hayran olmakla birlikte, yeri geldiğinde onlara kafa tutabiliyordu.

Gerçekten de 1921 yılında, Türkiye'yi işgal etmiş Avrupa ordularına karşı zafer üstüne zafer kazanmıştı. Ekim ayında da Fransızların, kendi hükümetini tanımalarını ve ordularını ülkesinden geri çekmelerini sağlamıştı. Dedem, işte toprakları ve kafaları özgür kılan bu kişiye duyduğu hayranlık yüzünden, çocuğuna onun adını vermek, ona Arapların söylediği biçimiyle "Kamal" demek istiyordu.

Ayrıca, bu kararını önceden bildirmekte de sakınca görmemişti. Bu, gericilik ve gelenekçilik yanlılarına, onun Evrensel Okul'una karşı olanlara, General Gouraud ile Mösyö Trabaud'ya ve ona savaş açmış olanların, karaçalanların ya da yardım etmekten kaçanların tümüne karşı bir meydan okumaydı ...

Beklenen bebek 9 Aralık 1 921'de doğdu. Butros o gün Beyrut'a hareket ediyordu. Birkaç gün sonra köye geri döndüğünde, insanlar arkasından dedikodu yapıyor, bıyık altından gülüyor,
alay ediyorlardı... Nazire' den başlayarak, yakınlarına gelince, hepsi zor durumdaydı. Ne yazık ki Butros verdiği sözü yerine getiremeyecekti, Tanrı başka türlü karar vermişti, çocuğa Atatürk'ün önadı konamazdı - çünkü bir kızı olmuştu!

Dedem, kaşlarını çattı ve hiçbir şey söylemedi. Odanın bir köşesinde, karısının yatmakta olduğu yataktan iki adım uzakta duran yazı masasına gidip oturdu; karısı da eliyle herkesin odadan çıkmasını işaret etti; büyükler küçükleri alıp dışarı çıktı. Odada yalnızca anne, baba ve yeni doğan çocuk kaldı – üçünün de sesi çıkmıyordu.
Butros, uzun uzun düşündükten sonra, Nazire’ye bakıp şunları söyledi:
- Ee ne yapalım? Bir kızımız var, ne olacak yani? Ben onun adını yine de Kamal koyacağım! Bir erkek adıysa, ne olmuş? Ne farkeder? Bu beni kararımdan vazgeçiremez!
Babaannem onu bu kararından vazgeçirmeye çalıştı mı, bu bilinmiyor. Öyle yaptığını düşünüyorum. Bu adı bir kızın taşımasının zor olacağını yüreklilikle ona açıklamaya çalıştığını düşünüyorum. Ama o her zaman olduğu gibi inat etmiş, karısı da her zaman olduğu gibi sonunda ona boyun eğmiştir.

Sonraki günlerde, aileden başka kişilerin de onu bu konuda ikna etmeye düşünüyorum. .. Boşuna çaba! Dedem o yapıda bir insandı ki, biri çıkıp da ona aklın ve sağduyunun yolunu göstermeye kalktığında bu, onun kendine söylenenlere karşı çıkması için güçlü bir uyarı  oluyordu. Kızına yani halama Atatürk'ün önadı verildi.


Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 335-338

http://acikradyo.com.tr/arsiv-icerigi/buyuk-dayi-mi-buyuk-amca-mi (Romanın çevirisiyle ilgili bir eleştiri var.)



21 Temmuz 2017 Cuma

Butros, Hoşgörülmek İstemiyordu

Butros, Hoşgörülmek İstemiyordu

Amin Maalouf

JönTürkler ayaklanmasından bir yıl, Abdülhamit'in düşüşünden de ancak üç ay sonra… 

Onu en çok kızdıran şey, tüm yönetimde, valisinden en küçük yazmanına kadar bütün yerel görevlilerin uygulamalarında, hala eski yönetim alışkanlıklarının geçerli olmasıydı. Ama bunların bir günde, sadece bir kararnamenin yayımlanmasıyla değişebileceğini düşünmek için de çok saf olmak gerekirdi. Onu üzen başka bir şey de -ki çok daha ciddi, çok daha acı veren bu konudan açıkça söz edemiyordu Butros- onun için en temel konulardan birinde hiçbir düzenleme yapılmadığını, yapılma umudunun da olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlamasıydı.

Bu konu, "İmparatorluğun azınlıkları" konusuydu. Doğu sorunuyla ilgili Tarih kitaplarına öykünerek biçimlendirdiğim bu başlık, aslında işin özünü anlatmıyor. Çünkü işin özü, azınlıkların haklarını tanımlamak değil; konuyu böyle dile getirmeye başladınız mı, o iğrenç hoşgörü mantığına, zafer kazananların yenilenlere 'bahşettiği' o küçümser tavırlı koruma mantığına giriveriyorsunuz.

Butros, hoşgörülmek istemiyordu; ve ben, onun torunu, ben de istemiyorum. Sahibi olduğum aitlikleri yadsımak zorunda bırakılmadan tüm yurttaş ayrıcalıklarının tanınmasını istiyorum ısrarla; devredilmesi olanaksız hakkım bu benim ve beni bundan yoksun bırakacak toplumlara, gururla sırt çeviriyorum.

Butros'un ilgilendiği şey -ilgilenmek fiili burada biraz zayıf kalıyor; tüm heyecanlarını, tüm düşüncelerini, tüm eylemlerini belirleyen şey desem daha doğru olur- onun gibi Hıristiyan ve Arapça konuşan bir azınlık topluluğu içinde doğmuş birinin, çağdaşlaşmış bir Osmanlı İmparatorluğu içinde, bir yaşam boyu doğumunun bedelini ödemek zorunda kalmadan tam bir yurttaş konumuna sahip olup olamayacağıydı.

Kimi belirtiler, Jön Türkler devriminin tam da bu yönde gittiğini düşünmesine neden oluyordu. İlk andan başlayarak devrimi alkışlayan, zaman zaman etkin biçimde ona katılan bütün azınlıklar, bu "tüm toplulukların özgür insanları", ister istemez onunla aynı umutları besliyor olmalıydılar.

Ama kısa zamanda kaygı verici olaylar da meydana gelmeye başlamıştı. Örneğin, şu genel seçimler;* bir özgürlük ve demokrasi başlangıcı olması gerekirken, dalaverelerle, hilelerle lekelendi; devrimci subaylara ve İttihat ve Terakki'ye yandaş milletvekili sayısını olabildiğince artırmak için her türlü yola başvuruldu. Bu milletvekilleri, imparatorluğun tüm uluslarının vekilleriydiler ama "birlikçiler" her oylamada iki klana ayrılıyor, bir yanda Türkler, bir yanda Türk olmayanlar toplanıyordu. 

Aynı bölünme, yönetici ekipte de gözlendi. Azınlıklar, "yerli olmayanlar" ve masonlar, yavaş yavaş yönetimden uzaklaştırıldılar; onların yerini, Adriyatik'ten Çin sınırlarına dek uzanan, tek uluslu, tek dilli, tek başkanlı, yeni bir Türk İmparatorluğu düşleri kuran Enver Paşa'nın yönettiği, aşırı ulusçu bir grup aldı. Aynı Enver değil miydi bu, Selanik'te, Olympia Palas'ın balkonundan halka seslendiğinde, artık İmparatorlukta ne Müslüman, ne Yahudi, ne Rum, ne Bulgar, ne Romen, ne Sırp kalmayacağını söyleyen; "Çünkü hepimiz kardeşiz ve aynı mavi ufkun altında, hepimiz Osmanlı olmaktan gurur duyuyoruz" diyen?

Bir zamanlar, bu güzel sözleri alkışlayanlar: "Ağzından dökülenleri dinlerken yalnızca duymak istediklerimizi mi duyduk acaba?" diye soruyorlardı şimdi kendi kendilerine. Enver'in ortadan kalkmasını istediği "Rum", "Sırp", "Bulgar", "Müslüman", "Yahudi" gibi tanımlar arasında "Türk" sözcüğünün yer almamasını anlamlı bulmaya başlıyorlardı. Ve bu subayın amacının, özgürlük ve eşitlik bahanesi altında, İmparatorluğun çeşitli halklarına o güne dek tanınmış özel hakları geri almak olup olmadığını düşünmeye başlıyorlardı.

Belli ki, ortada çok ağır bir yanlış anlama vardı. Ve dedemin yazgısını olduğu kadar, içinde doğduğu İmparatorluğun yazgısını da etkileyecekti bu yanlış anlama. Butros bir yurtseverdi; tumturaklı bir edayla kılıcını selamladığı subaysa bir ulusçuydu. İnsanlar, çoğu zaman bu iki tavrı birbirine yaklaştırırlar ve ulusçuluğu, yurtseverliğin güçlendirilmiş bir biçimi gibi görürler. O zamanlar -büyük olasılıkla başka dönemlerde de böyle olmuştur- gerçek bambaşkaydı: Ulusçuluk, yurtseverliğin tam tersiydi. Yurtseverler, içinde değişik diller konuşan, değişik dinsel inançları olan, ama geniş ve çağdaş bir yurdu kurma istemiyle bir araya gelmiş çok sayıda halkın bir arada yaşayacağı ve Batı'nın yücelttiği ilkelere, Doğulu ruhların incelikli bilgeliğini esinleyecek bir imparatorluğun hayallerini kuruyorlardı. Ulusçulara gelince, çoğunluğu oluşturan etnik grubun üyesiyseler salt egemenlik, azınlıktaysalar ayrılıkçılık düşleri kuruyorlardı; bugünün sefil Doğusu, onların yan yana gelen düşlerinden doğan canavardır işte.

Benim, bu kadar geç gelip bunları söylemem bir marifet sayılmaz; Tarih, getirip sayısız anlamlı olay sermiş burnumun dibine! Ama dedemin zamanında bile, başkaldıran subayların doğurduğu umutlar, aydan aya azalmıştı; kısa süre sonra da bütünüyle silinip süpürülecekti:
Enver, ülkesini Almanların ve Avusturyalıların yanında Birinci Dünya Savaşı'na sokacak, eğer yenilirse; Rusya'nın elinden Kafkasya'daki topraklarıyla genellikle Türkistan adıyla anılan Türkçe konuşulan eyaletlerini alma düşleri kuracak, ne var ki yenilen ve dağılan, Osmanlı İmparatorluğu olacaktı. Boyun eğmez subay, bu kez gidip hizmetlerini önce Lenin'e sunacak, daha sonra Kızıl Ordu'ya saldıracak ve onun kurşunlarıyla Buhara yakınlarında, 1922 yılında, kırk bir yaşında ölecekti.

Dedem, bu adamla artık ilgilenmiyordu. Ölümünden haberiolup olmadığını bile bilmiyorum. O dönemde Dağ'**da pek söz edilmemişti bundan. Birkaç yıl önce olsa Doğu halkları arasında bir destana dönüşebilecek böylesi bir 'cephede ölüm', önemsiz bir olay haline gelmişti. Anlı şanlı 1908 isyancılarının anısı, o zamana dek İmparatorluğun yaşadığı olaylarda küçük bir rol oynamış başka bir Türk subayının, Kemal Atatürk'ün yükselişiyle gölgelenmişti artık.


Butros, onun yaptıklarından da heyecanlanıp coşacak, giderek gereğinden fazla bile kaptıracaktı kendini bu coşkuya; yalnızca kılıcını selamlamak için bir şiir yazmakla yetinmeyecek, onuruna güzel bir de çılgınlık yapacaktı. Bir çılgınlık daha... Ama bu sonuncusu unutulmaz bir çılgınlık olacaktı. Zamanı gelince döneceğim bu konuya.

*Şubat 1912'de yapılan meclis seçimini kastediyor. Sopalı  Seçim olarak bilinir. DK
** Lübnan Dağı. Gerçekte Lübnan'ı kastediyor. DK

Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 139-142

28 Haziran 2017 Çarşamba

Atatürk’ün Nutuk’u Üzerine

Atatürk’ün Nutuk’u Üzerine

Erik Jan Zürcher
2004, Önsöz Tarihi

Osmanlıca basım
https://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Nutuk_1927_Osmanl%C4%B1ca_Bas%C4%B1m.jpg
Siyaset Adamı Tarihçi Olunca

1927 yılının Ekim ayında, Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında verdiği söylev, toplam 35 saat 33 dakika sürmüş ve altı güne yayılmıştır.

Bu makalede, modern Türkiye tarihi ve tarihyazımında Nutuk’un oynadığı rolü incelemek istiyorum. Bu konu şahsım için özellikle büyük bir önem taşımaktadır, zira araştırmalarım süresince, gerek 1978-1984 arasında, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin İstiklâl Savaşı’nda oynadığı rol hakkında, gerekse 1984-1989 arasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalefet partisi hakkında yaptığım çalışmalarda yazdıklarım sıklıkla Atatürk’ün Nutuk'ta 1918-1927 arasındaki dönem üzerine yazdıkları ile doğrudan bir yüzleşme ve düzeltme ilişkisi içindeydi.


Atatürk, 1927 yılının baharında, aynı yılın güz aylarında yapacağı konuşmanın hazırlıklarına başladı. Kendi yazışmalarına ilaveten, arşiv dosyalarının da en önemlilerini Çankaya’ya getirtti. Öncelikle kullanacağı arşiv malzemesini seçiyor, bunu takiben birkaç saat boyunca, çıkardığı notları, sırayla görevi devralan sekreterlere dikte ettiriyordu. Günün çalışmaları, sık sık yakın çalışma arkadaşlarının beğenisine sunuluyor, neredeyse her akşam konuklar gün ağarıncaya dek yemek, içmek ve konuşmak -daha doğrusu yemek, içmek ve dinlemek- için konuta çağırılıyorlardı. Bu durumda, cumhurbaşkanının 1919 yılı sonrası Türk tarihi hakkında dev bir hitabe hazırlamakta olduğunun herkes tarafından bilinen bir sır haline gelmiş olması şaşırtıcı değil.

Haziran ayının ortalarında, son dört sene içindeki ikinci kalp krizini geçiren Atatürk, işlerine ara vermek zorunda kaldı. İki haftalık zorunlu bir istirahat döneminden sonra ay sonunda İstanbul’a geçti (ki bu, Mayıs 1919’daki ayrılışından sonra İstanbul’a ilk dönüşüydü). Dolmabahçe Sarayı’na yerleşerek, Nutuk için son hazırlıklarına başladı. Tüm bu hazırlıkların sonunda Atatürk’ün 1923’te kendi kurduğu ve dönemin tek partisi olan Birinci CHP Kurultayındaki altı günlük söylevi ortaya çıktı. 15 ile 20 Ekim tarihleri arasında her gün sabah ve öğleden sonra ortalama üçer saat olmak üzere partiye hitap etti. 1925 baharında muhalefet basınının susturulmasından beri tamamen iktidar tarafından yönetilmekte olan gazeteler, her gün özetler yayımlayarak, cumhurbaşkanının sözlerine geniş yer verdi.

Söylevin resmi konusu, 1919’da İstiklâl Savaşı’nın başından 1927’ye kadar, yeni Türkiye’nin kuruluşunun tarihiydi. Aslında anlatılanlar, 1924’ü 1925’e bağlayan yılbaşı aralığında sona eriyordu. Nutuk’ta 1925-1927 arası döneme ayrılmış olan yer, tüm metnin yaklaşık yüzde bir buçuğundan ibaret. Yazın çalışmalarını bölmek zorunda kalmasaydı, Atatürk’ün bu döneme daha fazla yer ayırmış olacağı düşünülebilir; fakat kanımca, söylevin (bilahare tartışacak olduğum) gerçek hedefleri göz önüne alındığında bu pek muhtemel görünmüyor.

Kurultaydan kısa süre sonra söylevin ilk baskısı, ilginç bir şekilde, Türk Tayyare Cemiyeti himayesinde gerçekleştirildi. İki ciltlik bu lüks baskının metinleri İstanbul’da, haritalarla çizimleri ise Viyana’da basılmıştı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda çıkan halk baskısı ise Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 50 bin kopya basılarak dağıtılmıştı. Bu sayının boyutlarını anlamak için, dönemin Türkiye’sinde halkın sadece yüzde 10,6’sının okuma-yazma bildiğini (kadın-erkek ve şehir-köy oranları arasında da büyük farklar vardı), yani potansiyel okuyucu sayısının tahmini 1,4 milyon kişi olduğunu göz önüne almak gerekir. Basım sayısının yüksekliği, TC idaresinin bu metne verdiği önemi de gösteriyor.

Müteakip yıllarda, hepsi 1928’de kabul edilen Latin alfabesinde olmak üzere, orijinal metnin üç baskısı daha yayımlanmıştır: 1934 ve 1938’in Kültür Bakanlığı yayınlarını, Millî Eğitim Bakanlığı adına Türk Devrim Tarihi Enstitüsü’nün 1950 (I. Bölüm), 1952 (2. Bölüm) ve 1959’daki (3. Bölüm) yayınları izlemiştir. Bu son baskı 1973 yılına kadar on üç defa tekrar basılmıştır. 1938 yılında tek cilt olarak (ki buna belgeler 1927’de Türk Tayyare Cemiyeti’nin dahil edilmemişti), popüler ve devletin büyük para yardımıyla çıkan baskı hariç hepsi, iki cilt metin ve bir cilt belgeden müteşekkildi.

Orijinal Osmanlıca baskıların yanısıra, 1963’ten beri, Türk Dil Kurumu tarafından Söylev adıyla en az altı kez daha basılmıştır. “Söylev” kelimesi gibi metnin geri kalanı da yeni Türkçeye çevrildi. 1973-1975 yıllarında da yeni bir diğer modernizasyon, belgeler olmaksızın, iki cilt halinde yayımlandı. Bu baskı, on yıl önce yayımlandığında fazla yapay bir öztürkçe kullandığı düşünülen Türk Dil Kurumu Söylev'ine bir tepki olarak çıktı. Bu sefer daha doğal bir modern Türkçe kullanımına özen gösterildi.
Günümüz Türkiye’sinde metnin orijinalini anlayabilecek çok az sayıda insan olması, bu “modern” baskılara ihtiyaç doğuruyor. Atatürk’ün kullandığı geç dönem Osmanlıca, gerek metnin kendisinde görülebildiği kadarıyla, gerekse dış kaynaklardan alınan bilgilere göre, Namık Kemal’in üslûbundan büyük etkiler taşıyor. Her ne kadar 1860’lar için Namık Kemal’in dili şaşırtıcı derecede sarih olsa da, sözcüklerin seçimi ve dizimi, Arapçadan alınmış öğelerle doluydu. Türkiye’de otuzlu yıllardan beri dura kalka devam eden dil devrimi o kadar etkili oldu ki, günümüzde Türkler özel eğitimden geçmeden bu metni anlayamazlar. Resmi olarak dildeki bu sürece “sadeleştirme” ya da “özleştirme” dense de, günümüzde daha sıklıkla kullanılan terim “Türkçeye çevrilmiş”tir. Bu da günümüz Türklerinin kendilerini, imparatorluğun dilinden bile ne kadar uzak gördüklerinin bir işareti. Sadeleştirme ve özleştirme ile uğraşanların, Türkiye koşullarında kendilerine ne kadar özgürlük tanıyabildikleri ilginç bir araştırmaya konu olabilir.

İyice basitleştirilmiş bir baskı, Milliyet gazetesi tarafından çocuk kitabı olarak çıkartıldı. Nutuk, zaman zaman çizgi roman haline de getirildi.

Nutuk daha 1928-29 yıllarında çevrilerek Almanca, İngilizce ve Fransızca basıldı. Üç tercüme de Leipzig’deki Koehler Yayınevi tarafından yayımlandı. Dr. Paul Roth tarafından Türkçeden yapılan Almanca tercüme gayet kalitelidir. Almancaya yapılan edilen iki çeviri ise yanlışlarla dolu ve güvenilir değil. Buna rağmen İngilizce çeviri, 1962 ve 1973 yıllarında Millî Eğitim Bakanlığı’nca hiçbir değiştirme yapılmadan yeniden basıldı. 1929-1934 yıllarında Moskova’da ise dört ciltlik bir Rusça tercüme basıldı.

Bu kadar ilgi görüp Türk tarihinin yazılmasında bu kadar büyük bir rol oynayan bu metnin hâlâ bilimsel bir baskısının yapılmamış olması ilginçtir. Atatürk’ün düzeltmelerini de içeren Nutuk elyazmaları, Atatürk’ün ölümünün ardından önce Ziraat Bankası’nda bir kasaya, sonra da Genelkurmay’ın ATAŞE arşivine kaldırılmıştır. Ne yazık ki bu, tüm Türk arşivleri arasında en ulaşılamaz olanıdır. Türk tarihyazımında herhalde en büyük eksiklik, elyazmalarına, eldeki arşivlere ve Atatürk’ün çevresindekilerin tanıklıklarına dayanılarak derlenmiş, açıklayıcı notlar da içeren eleştirel bir Nutuk basımıdır.

Nutuk, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinin yazılmasında çok büyük bir rol oynamıştır.
Türkiye’deki lise ve üniversite ders kitapları, kimi zaman değişik sözcüklerle, kimi zamansa doğrudan olmak üzere sık sık Nutuk’tan alıntı yapar. Popüler ve hattâ bilimsel tarihyazımında da daima temelde Nutuk takip edilir. Bu sadece Türkiye’deki çalışmalar için değil, Avrupa ve Amerika’dakiler için de geçerlidir.

Şüphesiz, Atatürk’ün sözlerinin nesnel gerçekler olarak kabul edilmiş olmasında, modern Türkiye’nin kurtarıcısı ve kurucusu olarak sahip olduğu büyük prestijin de payı vardır; fakat buna ilaveten, Atatürk’ün anlatısını kontrol etmek için elimizde ne kadar kaynak bulunduğu sorusunu unutmamak gerekir.

Bu durumda, Ortadoğu’da pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de modern bir tarihçi için durum pek parlak değildir. Bilindiği gibi, Türkiye’deki arşivlerin kısıtlayıcı tutumları yıllardır tartışma konusu olmuştur. 1989’da, dış baskıların da etkisiyle daha liberal bir rejimin göreve başlamasıyla, Başbakanlık Arşivi’nin elli yıldan eski, kataloglanmış ve Türk devletine zarar vermeyecek içerikteki bölümleri kullanıma açıldı. Bu arşiv, Kurtuluş Savaşı veya Türkiye Cumhuriyeti gibi Nutuk’ta sözü geçen konuların arşivlerinden ziyade, Osmanlı merkez idaresinin arşivlerini barındırıyor. Nutuk konuları için gerekli olanlar ise, Genelkurmay, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü ve Cumhurbaşkanlığı arşivleri. Bu arşivlere girmek hâlâ sorunlu görünse de, zaman zaman güvenlik ihlalleri olmuyor değil: Bir süre önce Cumhurbaşkanlığı arşivlerinin bir görevlisi, bu arşive dahil edilmiş olan “Atatürk Arşivi”nin fotokopilerini siyasi bir gazeteye satmıştı.

Sadece yabancılar değil, Türkler de bu durumda dönemin tarihi için yurtdışındaki arşivlere başvuruyorlar. Bu arşivler ise Türkiye arşivlerinin yerini tam olarak tutamıyor. Özellikle Nutuk’ta da izleri görülebilen, Müdafaa-i Hukuk hareketi içerisindeki çekişmeler konusunda dışarıdaki arşivler uygun değil.

Lise ve üniversitelerde zorunlu ders olarak okutulan “İnkılap Tarihi”ne verilen öneme rağmen, İstiklâl Savaşı tarihine dair belgelerin, kaynak oluşturma amacıyla, sistemli bir şekilde yayımlanması Türkiye'de inatla ihmal ediliyor.

Bu konuda Türk basını, sadece sansüre uğramadığı Ekim 1923 - Mart 1925 arasında kullanılabilir. Bu oldukça kısa dönem içerisinde, daha Jön Türkler döneminde tamamen gelişmiş olan Türk basını, etkin ve eleştirel idi.

Geriye kalan, Atatürk’ün çağdaşlarının ve çalışma arkadaşlarının tanıklıkları. Bu kişilerin çoğu hatıralarını yayımladılarsa da, bu neredeyse istisnasız olarak ellili yıllarda Türkiye siyasetinin liberalleşmesinin ve çok partili sisteme geçişin ardından gerçekleşti. Kurtuluş hareketinin önemli şahsiyetlerinden sadece Halide Edip Adıvar (Atatürk’ün oynadığı rol hakkında çok da eleştirel olan) hatıralarını yayımladı ki (1928 ve 1930’da, kuşkusuz Nutuk’a bir tepki olarak), bunlar da zaten İngilizce basılarak, bir nesil sonrasına kadar Türkiye’de yayımlanamadı. Sonuçta, Atatürk’ün tarih yorumu bir nesil boyunca herhangi bir itirazla karşılaşmadan, tüm çevreleri etkisi altına aldı.
Kırk yıldır giderek artan sayıda, farklı bir görünüm sunan hatıralar yayımlandıkça, Nutuk’un da “resmi tarihyazımı”na, yani enstitüleri, kongreleri ve ders kitaplarıyla bütün bir tarih endüstrisine etkisi asgari düzeyde kalmıştır.

Peki Nutuk nasıl bir metindir ve hangi amaçla yazılmıştır?
Atatürk’ün kendi sözleriyle amacı, “büyük bir milletin istiklalini nasıl kazandığını... millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmak.”

Burada tarihyazımının sözkonusu iddiası, gerek Türkiye’de, gerekse yurtdışında genellikle kabul görüyor. Daha önce de belirtildiği gibi, Atatürk’ün Nutuk’ta belirlediği tarih yorumu, ana hatlarıyla takip ediliyor. Türkiye’de, özellikle yetmişli yıllarda, Nutuk’un özellikleri ve değeri sıklıkla tartışma konusu oldu. Fakat tartışılan, metnin öncelikli olarak tarihyazımı ya da önemli bir tarihsel kaynak olarak görülmesinin icap etmesi; yani Atatürk’ün siyasetçi olarak bulunduğu konumda tarih yazmasının mı, yoksa bu görevi gelecek nesillere bırakmasının mı daha doğru olduğuydu.

Kimi yorumlarda, olaylı 1925-1927 yıllarının Atatürk tarafından sembolik olarak izole edilip geleceğin yolunun çizilmesiyle, Nutuk’un siyasi bir yönü de bulunduğu, en azından siyasi bir manifesto olduğu kabul edilmiştir. Genel tartışmalarda bu boyuta pek ilgi gösterilmemiş ve her halükârda, Türk tarihçilerinin gözünde, metnin güvenilirliği bu nedenle bir zarar görmemiştir. Bu bağlamda sık sık Nutuk’un orijinal belgelerden yola çıkılarak yazıldığı belirtilse de, bu belgelerin Atatürk tarafından seçilmiş belgeler olması konusuna değinilmemiştir.

Bana göre bu yaklaşımla, Nutuk’un özü anlaşılamamaktadır. Nutuk’tan hemen önceki yıllar sadece bir dizi önemli kültürel ve sosyal reformla değil, aynı zamanda her türlü siyasi muhalefetin bastırılmasıyla da tanımlanmaktadır.

CHP içinde, otoriter bir çizgide radikal sosyal ve kültürel reform taraftarları ile ılımlı liberal kanat arasındaki gerilim, 1924 yılında millî mücadelenin liderlerinden birkaçının partiden koparak, resmi muhalefet olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmalarına yol açtı. Şubat 1925’te birkaç Doğu ilinde çıkan Kürt ayaklanması, Atatürk liderliğindeki radikal kanada, sıkıyönetim ilân ederek, Takrir-i Sükûn Yasası’nın kabul edilmesiyle her türlü muhalefeti susturma fırsatı verdi. Kürt ayaklanması bastırıldı, fakat aynı zamanda muhalefet partisi de kapatıldı ve muhalif basının sesi kesildi.

1926 yazında Atatürk’ün canına kasteden bir suikast girişiminin ortaya çıkarılması (ki yönetimin bunu bir süre öncesinden haber almış olması muhtemeldir), tüm olası rakiplerin iktidardan uzaklaştırılması için bir fırsat yarattı. İzmir ve Ankara’da gerçekleştirilen iki göstermelik mahkemede, 1918’deki Jön Türk liderlerinin hayatta kalanları ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın liderleri komploya suç ortaklığı yapmakla suçlandılar. Jön Türk liderleri idam edildilerse de, eski TCF liderlerinin İstiklâl Savaşı kahramanları olarak halk arasında, özellikle de orduda prestiji o kadar yüksekti ki, buna bir de etkileyici savunmaları eklenince, mahkûm edilmeleri imkânsız hale geldi. On yıla mahkum edilen tek TCF lideri, eski TCF başkanı ve Atatürk’ün millî bağımsızlık hareketindeki baş rakibi Hüseyin Rauf Orbay’dı. Orbay 1926 itibariyle Londra’da bulunduğu için gıyabında yargılanmıştı. Kendisini, oradan meclis başkanına yolladığı iki açık mektupla savundu. Bu mektuplarda, yönetimin davranışını ve İstiklâl Mahkemeleri’ni gayri kanuni olarak tanımlayarak, suçlanan meclis üyelerinin çoğunun dokunulmazlık sahibi olmalarına dikkat çekiyordu. Bu mektupların kopyaları, Orbay tarafından tüm önde gelen gazete yönetimlerine de gönderilmişti.

Atatürk 1927 başlarında Nutuk’u hazırlamaya giriştiğinde, bu olaylar sadece birkaç ay önce gerçekleşmişti ve paşaların konumları ile davranışları kamuoyunda güncelliğini korumaktaydı. İnanıyorum ki, Nutuk, her şeyden önce Atatürk’ün 1925’teki muhalefeti bastırma ve 1926’daki siyasi temizliği haklı çıkarma çabasıdır. Bunun için seçilen araç, yakın Türk tarihinin yeniden yazılmasıdır.

Metnin tamamında muhalefet liderlerinin eleştirilmesine ve İstiklâl Savaşı’ndaki rollerinin küçümsenmesine rastlarız. Rauf Orbay ve yandaşı paşalar Kâzım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy, Refet Bele ve Cafer Tayyar Eğilmez, metnin pek çok yerinde tekrar tekrar eleştiri, suçlama ve alaylara hedef olur. Buna ilaveten, metnin son yüzde yirmilik bölümü ise neredeyse tamamen cumhuriyetin ilânını izleyen dönemde milliyetçi hareket içinde meydana gelen hizipleşmeye ve siyasi bir muhalefetin oluşmasına ayrılmış. Bu süreç, Rauf Orbay’ın başının altından çıkan karanlık bir komplo olarak anlatılıyor. Bu bağlamda, Nutuk’un 1925’te sona ermesi de anlam kazanmaktadır. Ne de olsa, artık 1925’ten itibaren muhalefetin sesi susturulmuştur.

Nutuk’un, kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından tartışmalı bulunan bir siyasi baskının savunulmasına yönelik bir çalışma olduğunun görülmesi gerekliliği, beraberinde, gerçeğin çeşitli noktalarda bir hayli çarpıtılmış bir resmini sunduğu ihtimalini de getiriyor.

Son on iki yılda yapmış olduğum araştırmalar ışığında, Nutuk’un hangi açılardan gerçek olayların çarpıtılmış bir görünümünü sunduğunu düşündüğümü özetlemeye çalışayım. Ayrıntılardaki çeşitli noktalardan ziyade, metnin, üç değişik konuda aslında varolmayan bir devamlılığı öne sürerek, dönem tarihine bakışın açık veya örtülü bir şekilde çarpıtılmasına yol açan kısımları önem taşımaktadır.

Nutuk, Atatürk’ün Anadolu’ya çıkışıyla başlar. “1335 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım”,(1) ilk sözleridir. Ardından, o dönemdeki Osmanlı İmparatorluğu’nun genel durumunu tarif eder; çökmüş ve umutsuz, işgalcilere ve imparatorluğun parçalanmasına karşı ayaklanan ötede beride birkaç yerel gruptan fazlası yok. Bu durum, gerçeği birkaç noktada çarpıtmaktadır. Bölgesel direniş hareketleri, muhtemelen Atatürk’ün Anadolu’ya çıkışını da sağlamış olan İttihad ve Terakki tarafından kurulmuş ve yönetilmekte olan merkezi bir organizasyonun ürünü olup Atatürk katıldığında direniş altı aydır devam etmekteydi. Atatürk, bu nitelikli direniş grubunu, kendi teşkilâtının başına geçmeye çalışan bir alay gaspçı olarak resmediyor. Gerçekte ise Atatürk, onların kurdukları teşkilâtları yavaş yavaş kendi eline geçirecekti. Bu anlattığı biçimiyle, 1918 öncesi ve sonrası arasındaki devamlılık bir hayli karmaşıklaşıyor.

Tüm metin boyunca Atatürk, bağımsızlık hareketinin, aynı zamanda yeni bir Türk devleti doğrultusunda bilinçli bir gelişme olduğu izlenimini veriyor. Koşullar altında sadece parça parça açıklayabilmiş olduğu belirli bir plan, bir “millî sır” çerçevesinde çalıştığını söylüyor. Planlarını (saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilânı, Ankara’nın başkent olması, halifeliğin kaldırılması) gerçekleştirdikçe, dar görüşlü yandaşlarının saf değiştirmeye başladıkları söyleniyor. Burada karşımıza çıkan bir başka yanıltma, Millî Mücadele’nin İstanbul’un işgal altında olduğu bir dönemde oluştuğunun ve Osmanlı’nın (bir bölümünün) devamı amacını güttüğünün gözardı edilmesidir. Hareket üyelerinin büyük bir çoğunluğu, şüphesiz, Allah, padişah ve vatan için çarpıştıklarını düşünüyordu. Sakarya’daki son zafer ertesinde dağıtılan savaş madalyalarının Osmanlı madalyaları olmaları ve padişahın doğum gününün tüm Kurtuluş Savaşı süresince Ankara’da kutlanması bu bağlamda çok anlamlıdır. Atatürk’ün daha işin başında yeni bir devlet kurmayı hedeflediğine dair elimizde hiçbir kanıt bulunmamaktadır.

Çarpıtılan üçüncü önemli nokta ise, 1919-1922 arasındaki Müdafaa-i Hukuk hareketiyle, 1927’de kurulan CHP arasında varolduğu öne sürülen devamlılık. 1923’te, Atatürk karşıtı hiçbir rakibin katılamadığı seçimlerin ardından, seçilmiş meclisin üyeleri hem CHP’yi kurdular, hem de yeni partinin, millî direniş hareketinden geriye kalan, maddi olan veya olmayan her şeyi devralmasını kararlaştırdılar. CHP’nin millî hareketle tamamen özdeşleşmesi, Atatürk’ün, 1924’te millî hareketin mirasının cumhurbaşkanı çevresindeki bazı radikal gruplar tarafından sahiplenilmesini kabul etmeyerek partiden ayrılan eski İstiklâl Savaşı liderlerini komplocu vatan düşmanları olarak gösterebilmesine imkân tanıdı.

Nutuk, hem metnin kendisi açısından hem de 1919 sonrası tarihin CHP kurultayına resmi bir rapor olarak sunuluşu olmasıyla, hitabenin yapıldığı yer açısından büyük önem taşıyor. Kurultay da Nutuk’u bu kapsamda kabul ederek, Kurtuluş Savaşı’nı partinin yetkisi dahiline alıyordu. 1927 kurultayı resmi kaynaklarda daima CHP’nin ikinci kurultayı olarak anılır, zira 1919’da Sivas’ta millî direniş hareketinin kuruluş toplantısı (Sivas Kongresi) tarihsel ilk parti kurultayı olarak kabul edilmektedir.

Nutuk’un şüpheli bir tarihsel kaynak olduğu bütün bu noktaların tamamının, Atatürk’ün ve eski savaş arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ile bu iki taraf arasındaki ilişkilerle doğrudan ilişkili olması, metnin savunmacı özelliğini tekrar tespit eden ilginç bir husus.

Yukarıda yazdıklarımla, Nutuk’un her ne kadar tarihyazımı özellikleri taşısa da, temelde hitabenin şekil ve içeriğinin, aslında Atatürk’ün siyasetçi kişiliği tarafından belirlendiğini düşündüğümü yeterince açıkladığımı umuyorum. Bir siyaset adamı, tarihçi olmuştur. Bununla beraber, bu konularla ilgileniyorsak, benim gibi Nutuk’un tarihsel özelliklerini sorgulayan bir tarihçinin, Türkiye’de akademik olduğu kadar, siyasi bir tartışmanın da içine girdiğinin farkında olmalıyız.

Türkiye sürekli bir kimlik bunalımı içinde olan bir ülke. Tüm modern çağ boyunca Osmanlı İmparatorluğu, İslâm ve Ortadoğu kültürel mirasının en önde gelen bağımsız savunucusuydu. 19. yüzyıldan başlayarak ülke Batılı dünya sistemine giderek daha fazla dahil olmaya başladı. Geçtiğimiz yüzyılın başından ve özellikle de yirmili yılların ortalarından itibaren ise, birbirini takip eden Jön Türk rejimleri nedeniyle, yeniden Avrupa’ya doğru siyasi ve daha da önemlisi kültürel bir yönelim sözkonusu oldu. Bu yönelim, yönetimin pozitivist ideallerini paylaşmayan halk çoğunluğu tarafından destek görmedi. Cumhuriyet reformları için halk harekete geçirilirken, yönetim ile halk arasındaki uçurumun aşılmasında Atatürk’ün kahraman kimliği büyük rol oynadı. 1945’te demokrasiye geçildiğinden beri Türkiye’nin siyasi gelişiminin, politikanın ancak belirli kurallar çerçevesinde uygulanarak yetkin olabileceği yönünde bir temel fikir birliği gelişmediği için frenlendiği gözlemlenebilir. Bu durumda Atatürk’ün kimliği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş miti, Türk devleti ve gerek sol gerek sağ her türlü yönetim için bağlayıcı ve stabilize edici unsurlar olarak büyük önem taşımaktadır.

Türk tarihyazımı büyük ölçüde Türk toplumundaki sınıfsal, etnik ve dinsel ayrılıkların zararsız hale getirilmesi için bir alettir. Bu nedenle, Atatürk’ün oynadığı role dair eleştirel yaklaşımlar, ağırlıkla aşırı uçlarda bir siyasi gündeme sahip gruplarda bulunur. Modern Türkiye tarihi üzerinde çalışan tarihçiler, Türklerin geçmişlerine gerçekçi bir gözle bakmalarının sonuçta herkese faydası olacağını düşünse bile, Atatürk’ün kendisinin ve söylediklerinin güncel hayattaki rolü konusunda daima bilinçli olmalıdırlar. Bu da 1927’de bir siyasetçinin tarihçi rolünü, 1992’de ise bir tarihçinin siyasetçi rolünü üstlenmesini gerektirebilir.
Hollandacadan çeviren | MELİS BEHLİL
.....................
1 Nutuk, sadeleştiren Bedi Yazıcı. İstanbul: Süray Sürekli Yayınları AŞ, 1995 (Yazım hataları alıntıda mevcuttur - ç.n.).

ERIK JAN ZÜRCHER, SAVAŞ, DEVRİM VE ULUSLAŞMA, TÜRKİYE TARİHİNDE GEÇİŞ DÖNEMİ: 1908-1928
ÇEVİREN ERGUN AYDINOĞLU, İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 1. Baskı İstanbul, Ocak 2005, 1. Bölüm içinde.

siyahlar bana aittir. DK
ayrıca bkz.
Tarihyazımı/Historiografi üzerine : https://tr.wikipedia.org/wiki/Tarihyaz%C4%B1m%C4%B1

31 Mart 2017 Cuma

Saltanatın Kaldırılması ve Mustafa Kemal'in Komisyondaki Konuşması

Saltanatın Kaldırılması ve Mustafa Kemal'in Komisyondaki Konuşması

Nutuk
Vahdettin ülkeyi terk ederken. 17 Kasım 1922

OSMANLI SALTANATININ KALDIRILMASI KARARININ VERİLDİĞİ GÜN;
TEŞKİLAT-I ESASİYE, ŞER'İYE VE ADLİYE KOMİSYONLARININ ORTAK TOPLANTISI

Efendiler, 31 Ekim 1922 günü Meclis toplanmadı. O gün Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı Saltanatı'nın kaldırılmasının zaruri olduğunu anlattım. 1 Kasım 1922 günü yapılan Meclis toplantısında, aynı konu uzun tartışmalara uğradı. Mecliste de geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum (Belge: 264). İslam ve Türk tarihinden örnekler vererek hilafeti ve saltanatın ayrılabileceğini, milli hakimiyet ve saltanat makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihi olaylara dayanarak açıkladım. Hülagü'nün Halife Mu'tasım'ı idam ettirerek yer yüzünde hilafete fiilen son verdiğini ve 1517'de Mısır'ı alan Yavuz, unvanı halife olan bir mülteciye önem vermeseydi, hilafet ünvanının günümüze kadar miras kalmış bulunamayacağını anlattım.
       Bundan sonra bu konu ile ilgili önergeler üç komisyona, Teşkilat-ı Esasiye, Şer'iye ve Adliye Komisyonları'na gönderildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir araya gelip, konuyu bizim güttüğümüz maksada uygun bir çözüme bağlaması elbette güçtü. Durumu yakından ve bizzat takip etmek gerekti.


KARMA KOMİSYONA ANLATTIĞIM GERÇEK
Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığına Hoca Müfit Efendi'yi seçti. Konuyu görüşmeye başladılar. Şer'iye Komisyonu'nda bulunan hoca efendiler, hilafetin saltanattan ayrılamayacağını, bilinen safsatalara dayanarak iddia ettiler. Bu iddiaların yersizliğini ortaya koyup çürütmek için serbestçe konuşabilecek olanlar ortaya çıkar görünmediler. Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu şekildeki görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. Sonunda, karma komisyon başkanından söz istedim. Önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu konuşmayı yaptım:
"Efendim, dedim, hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hakimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar. Meclis ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat, belki de bazı kafalar kesilecektir.
İşin ilim yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişeye kapılmalarına yer yoktur. Bu konuda "ilmi açıklamalarda bulunayım" dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi, "Affedersiniz efendim, dedi, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık" dedi. Konu karma komisyonca çözüme bağlanmıştı.

OSMANLI SALTANATI'NIN YIKILIŞ VE GÖÇÜŞ MERASİMİNİN SON SAFHASI
Sür'atle kanun tasarısı hazırlandı. O gün Meclis'in ikinci oturumunda okundu. Ad okunarak oya konması teklifine karşı, kürsüye çıktım. Dedim ki, "Buna gerek yoktur. Memleket ve milletin istiklâlini ebedî olarak koruyacak ilkeleri, yüce Meclis'in oy birliği ile kabul edeceğini sanırım." "Oya" sesleri yükseldi. Sonunda, başkan oya sundu ve "oybirliği ile kabul edilmiştir" dedi. Yalnız olumsuzluk bildiren bir ses işitildi:"Ben muhalifim!" Bu ses "söz yok" sesleriyle boğuldu. İşte Efendiler, Osmanlı Saltanatı'nın yıkılış ve göçüş merasiminin son safhası böyle geçmiştir.

Nutuk, cilt 2, s: 691