Umberto EcoPrag Mezarlığı19. yüzyılda Paris: Komün Günleri; hançer darbeleri; absent dumanları arasında hazırlanan cinayetler; kanalizasyonda yatan cesetler; patlamalar; isyanlar; takma sakallar; sahte noterler; düzmece vasiyetler; satanist örgütler; kara ayinler; cinsellikle pek fazla ilgilenmeyen, hastalarının rüyalarına burnunu sokmamaya kararlı bir Doktor Froïde Torino, Palermo, Paris şehirlerinde dolaşan histerik bir satanist; iki kez ölen bir rahip; masonlara karşı entrikalar kuran Cizvitler; rahipleri kendi bağırsaklarıyla boğan masonlar; çarpık bacaklı raşitik bir Garibaldi; bir sahte belgenin Siyon Bilgelerinin Protokollerine dönüşmesi...Umberto Eco, 2010 yılında İtalya'da yayımlanır yayımlanmaz çoksatarlar arasına giren romanı Prag Mezarlığı'nda, çok renkli, çok katmanlı, çok kişilikli bir dünya sunuyor bize. Hitler'in Yahudi soykırımının gerekçesini oluşturduğu iddia edilen Siyon Bilgelerinin Protokolleri'nin ortaya çıkışını ele alıyor bu eserde. Dönemin popüler macera romanlarından gazete yazılarına kadar çok sayıda kaynağın bir araya gelmesiyle oluşan protokollerin tarihçesini, o dönemin tefrika romanlarına uygun bir tarzda ve tabii ki her zamanki gibi engin tarih, edebiyat ve popüler kültür bilgisini konuşturarak romanlaştırıyor. Üstelik dönemin kaynaklarından seçilmiş uygun resimlerle. (Tanıtım bülteninden)http://www.idefix.com/kitap/prag-mezarligi-umberto-eco/tanim.asp?sid=HL6REXT4EM8MSR08YGXS
***
[Roman kahramanı Yüzbaşı Simonini, Paris Komünü günlerini şöyle anlatıyor Prag Mezarlığı'nda.]
Zor günler eylül ayında Sedan trajedisiyle başladı. Napolyon düşmana esir düşünce imparatorluk çökmeye başladı ve Fransa'nın tamamı, neredeyse (şimdilik neredeyse) bir devrim heyecanına kapıldı. Cumhuriyet ilan ediliyordu ama Cumhuriyetçilerin sıralarında anladığım kadarıyla iki ayrı ruh vardı: Biri yaşanan yenilgiden sosyalist bir devrim çıkarmak isterken, öteki de sonunda ciddi bir komünizme dönüşecek olan reformlara boyun eğmemek için Prusyalılarla barış anlaşması imzalamak arzusundaydı.
Eylül ortasında Prusyalılar Paris kapılarına dayanmışlardı ve savunmaları gereken kaleleri zapt etmiş, kenti bombalamaya başlamışlardı. Beş aylık kuşatma öyle ağır geçti ki, açlık en büyük düşman haline geldi.
....
Ocak ayında Almanlarla ateşkes imzalanmıştı ve Almanlar mart ayında başkenti sembolik biçimde işgal etmişlerdi – çivili miğferleriyle Champs-Élysées'de geçit töreni yaptıklarını görmek benim bile içimi burkmuştu. Sonra Almanlar güneybatı bölgesinin kontrolünü Fransız hükümetine bırakarak kentin kuzeydoğusuna yani Ivry, Montrouge, Vanves, Issy ve güçlendirilmiş Mont-Valérien kalelerine yerleştiler (bunu Prusyalılar da denemişti), çünkü buradan kentin batısı kolayca bombalanabilirdi.
Prusyalılar Paris'i terk ediyor, Thiers başkanlığındaki Fransız hükümeti işbaşı yapıyordu ama artık denetlenmesi çok zor olan Ulusal Muhafızlar daha önce halkın yardımıyla satın aldıkları ve Montmartre'a sakladıkları topları ortaya çıkardılar. Thiers, General Lecomte'u önce Ulusal Muhafızlar'a ve kalabalığa ateş etmekle görevlendirdi ama sonunda onun askerleri de isyancılara katıldı ve Lecomte kendi adamlarınca tutuklandı. Bu arada birileri, bilmem nerede Thomas adındaki generali tanımıştı; o da 1848 yılında isyanın bastırılmasında iyi anılar bırakmamış bir kişiydi. Şimdi sivil giysilerle, belki de özel nedenlerle kaçmaktaydı ama herkes onun isyancılara casusluk yaptığını söylüyordu. O da yakalanarak Lecomte'un yanına götürüldü ve ikisi birlikte kurşuna dizildiler.
Thiers, hükümetiyle Versay'a çekiliyordu ve mart sonunda Paris'te komün ilan ediliyordu. Şimdi Mont-Valérien'den Paris'i bombalayan ve kuşatan Versay hükümeti idi; Prusyalılar ise buna göz yumuyorlardı, daha doğrusu onların sınırını geçen herkese son derece hoşgörülü davranıyorlardı; böylece Paris ikinci kuşatılmasında birincisinden daha fazla yiyecek bulabiliyordu: Kendi vatandaşlarınca aç bırakılanlar düşman tarafından doyuruluyordu. Ve birileri Almanları Thiers hükümetiyle karşılaştırınca bu lahanacıların aslında iyi Hıristiyanlar olduğunu fısıldamaya başlamıştı.
....
Kesin bir istihbarat... Söylemesi kolaydı, çünkü kentin dört bir yanında farklı olaylar yaşanıyordu; Ulusal Muhafız birlikleri tüfeklerinin namlularına çiçek takarak, ellerinde kırmızı bayrakla geçitler yapıyorlar; aynı mahallelerde kentsoylular evlerine kapanmışlar, yasal hükümetin dönmesini bekliyorlardı. Komüne seçilen kişilerin kim oldukları anlaşılamıyordu, ne gazetelerden ne pazarlardaki fısıltılardan öğrenmek mümkün olmuyordu; kimin hangi taraftan olduğu meçhuldü: İşçiler, hekimler, gazeteciler, ılımlı Cumhuriyetçiler, öfkeli sosyalistler ve hatta Seksen Dokuz Komünü'nü değil o korkunç Doksan Üç Komünü'nün dönüşünü bekleyen gerçek Jakobenler bile komünde yer alıyorlardı. Ama sokaklarda hissedilen sevinç ve mutluluktu. Erkeklerin üzerinde üniforma olmasa büyük bir halk şenliğinde olduğumuz sanılabilirdi. Askerler Torino'da sussi dediğimiz ve burada au bouchon diye bilinen oyunu oynuyorlardı; subaylar kızların önünde gerine gerine yürüyerek hava atıyorlardı.
Bu sabah eski eşyalarım arasında bulunması gereken ve içinde döneme ait gazete kupürleri olan bir kutu geldi; belleğimin tek başına oluşturmakta güçlük çektiği sahneleri bu gazeteler sayesinde zenginleştirebilirim diye düşündüm. Bulduklarım farklı eğilimlere ait başlıklardı:
Le Rappel, Le Réveil du Peuple, La Marseillaise, Le Bonnet Rouge, Paris Libre, Le Moniteur du Peuple ve benzerleri. Bunları kim okurdu bilmiyorum; belki de sadece yazanlar okuyordu. Benim hepsini satın almamın nedeni Lagrange'ı ilgilendirebilecek olay ve görüşleri toparlamak istememdi.
....
Nisan ortasında Versay ordusunun bir öncüsü kuzeybatı bölgesine, Neuilly'ye girmiş ve yakaladığı herkese ateş etmeye başlamıştı. Mont-Valérien'den açılan ateşle Zafer Takı bombalanıyordu. Birkaç gün sonra kuşatmanın en inanılmaz olayına tanık oldum: Masonların geçit resmi. Masonların Komün yanlısı olduğunu sanmıyordum ama işte amblem ve tören önlükleriyle yürüyorlardı: Bombalanan köylerdeki yaralıları taşımak için Versay hükümetinin kısa bir ateşkes yapmasını istiyorlardı. Zafer Takı'na kadar geldiler, o sırada büyük bir rastlantı sonucu top atışı durmuştu, çünkü belli ki biraderlerinin büyük bölümü kral yanlılarıyla şehir dışındaydı. Ama işte Versay masonları bir günlük ateşkes için kullanılmışlardı; anlaşma orada kalmıştı ve Paris masonları Komün'le aynı safta yer almıştı.
....
Acele etmeden, Hébuterne'in benden önce oraya varması için Sen kenarından yürüyerek Montparnasse'a ulaşmayı düşünürken sağ kıyının bir kaldırımında kurşuna dizilmiş yirmi cesedin yattığını gördüm. Belli ki yeni öldürülmüşlerdi ve hepsi farklı sosyal sınıflardan, farklı yaşlardan kişilerdi. Proleter giyimli ağzı bir karış açık gencin yanında kıvırcık saçlı, bıyıkları bakımlı, ellerini henüz kırışmış redingotunun üzerinde kavuşturmuş orta yaşlarda bir kentsoylu yatıyordu; onun yanındaki tipin sanatçı bir havası vardı; bir tanesi de sol gözünden kurşun yediği için tanınmaz bir haldeydi, kim bilir kaç kurşunla dağılmış beynini bir arada tutmak isteyen merhametli biri başının etrafına bir havlu sarmıştı. Ve bir de kadın vardı; belki de bir zamanlar güzeldi.
Oracıkta, mayıs güneşi altında yatıyorlardı, mevsimin ilk sinekleri şölene koşmuş, üzerlerinde uçuşuyordu. Sanki rastgele seçilmişler ve birilerine ders olsun diye vurulmuşlar, sonra da o sırada geçmekte olan ve top arabasını çeken hükümet yanlısı mangaya yol açmak için kaldırıma dizilmişler gibiydiler. Bu yüzlerde beni en çok etkileyen, yazarken bile rahatsız olduğum unsur umursamazlıktı: Sanki onları bir araya getirmiş olan kadere razı olarak uyuyakalmışa benziyorlardı.
Sıranın sonuna geldiğimde, ötekilerden biraz ayrı yatan, sanki buraya sonradan taşınmış gibi duran son ölünün görüntüsü beni altüst etti. Yüzünün bir bölümü kurumuş kanla kaplı olsa da Lagrange'ı hemen ve gayet net tanıdım. Gizli servis yenileniyordu.
Ruhum kadın gibi hassas değildir ve bir rahibin cesedini lağım kanalına sürüklemişliğim bile vardır ama işte bu görüntü beni çok rahatsız etti. Merhametten değil, bunun benim başıma da gelebileceğini düşündüğümden tedirgin olmuştum. Buradan Montparnasse'a giderken Lagrange'ın adamı olduğumu bilen birine rastlamam yeterliydi; bu bir Versaylı ya da bir Komüncü olabilirdi; her ikisinin de bana güvensizlik duymaya hakkı vardı ve o günlerde güvensizlik demek öldürmek demekti.
....
Komüncülerin büyük bölümü çalışmak için silahlarını kenara yığdıkları için, pencerelerden başlayan ateş onları hazırlıksız yakaladı. Sonra silahlarını alsalar bile ateşin nereden geldiğini anlayamadılar ve Grenelle Sokağı'yla Four Sokağı yönüne insan hizasında ateş açmaya başladılar; öyle ki kurşunların Vieux Colombier'ye de ulaşacağından korkarak gerilemeye başladım. Sonra birileri düşmanın yüksekten ateş ettiğini fark etti ve evlerden sokağa, sokaktan evlere karşılıklı kurşunlar uçuştu; bir tek hükümet askerleri kime ateş ettiklerini iyi görüyorlardı ve isabet ettiriyorlardı; oysa Komüncüler henüz hangi pencereleri hedef alacaklarını kestirememişlerdi. Sözün kısası kolay bir kıyım oldu; dörtyol ağzından "İhanet!" çığlıkları duyuluyordu. Hep böyledir, başarısız olduğunda beceriksizliğin konusunda suçlayacak birilerini bulursun. Ne ihaneti, diyordum kendi kendime; siz değil devrim yapmak, nasıl savaşılacağını bile bilmiyorsunuz.
Sonunda birisi hükümet askerlerinin işgal ettiği evin hangisi olduğunu anladı ve sağ kalanlar büyük kapıyı kırma girişiminde bulundular. Tahminime göre brassardiers çoktan yeraltına inmişlerdi ve içeri giren Komüncüler evleri boş buldular ama ben orada durup beklemekten vazgeçtim. Sonradan öğrendiğim üzere, hükümetin çok sayıdaki askeri gerçekten de Cherche-Midi Sokağı'ndan geliyorlardı; demek ki Croix-Rouge köşesinde kalan son savunmacılar hezimete uğradılar.
En dar sokakları seçerek ve tüfek sesi gelen yönlerden uzak kalmaya çalışarak çıkmaz sokağıma vardım. Duvarlara henüz yapıştırılmış afişlerde Halk Sağlığı Komitesi yurttaşları son savunmaya çağırıyordu ("Aux barricades! L'ennemi est dans nos murs. Pas d'hesitations!").
Maubert Meydanı'ndaki bir birahanede son haberleri öğrendim: Saint Jacques Sokağı'nda yedi yüz Komüncü öldürülmüştü, Lüksemburg cephaneliği havaya uçurulmuştu, Komüncüler intikam için Roquette Hapishanesi'nde yatan ve aralarında Paris Başpiskoposu da bulunan bazı rehineleri çıkartıp duvara dizmişlerdi. Başpiskoposu kurşuna dizmek geri dönüşü olmayan bir noktaya işaret ediyordu. İşlerin normale dönmesi için kan banyosunun durması gerekliydi.
Ama işte bana bunlar anlatılırken, içeriye giren birkaç kadın müşterilerin sevinç naralarıyla karşılandı. Bunlar kendi brasserie'lerine dönen les femmes idi! Hükümet yanlıları Komüncülerin yasakladığı fahişeleri yanlarında Versay'a götürmüşlerdi ve şimdi hayatın normale döndüğünü ifade etmek için onları yeniden şehirde dolaşmaya teşvik ediyorlardı.
Bu it sürüsü arasında daha fazla oyalanamazdım. Komün'ün tek olumlu işi boşa çıkmıştı.
Sonraki günlerde Komün söndü gitti; süngülerle son göğüs göğse çarpışma
Père-Lachaise Mezarlığı'nda yaşandı. Hayatta kalabilen yüz kırk yedi kişinin yakalanıp, oracıkta öldürüldüğü anlatılıyordu.
Böylece kendilerini ilgilendirmeyen işlere burunlarını sokmamayı öğrendiler.
***
Umberto EcoPrag Mezarlığıİtalyanca aslından çeviren: Eren Yücesan CendeyDoğan Egmont Yayıncılık, 2013 İstanbul