Soykırımlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Soykırımlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2007 Salı

SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI

SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI


Asya ve Avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olan Türkiye, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazları, Ortaasya, Kafkasya ve Ortadoğu’daki doğal enerji kaynaklarının kesiştiği noktadaki jeopolitik konumuyla bütün dünyanın dikkatini çekmektedir.

Geçmişte Osmanlı devleti, bugün de Türkiye, bu jeopolitik ve jeostratejik konumundan dolayı çeşitli entrikaların çevrildiği bir alan olmuştur. Osmanlı devletini parçalayarak tarih sahnesinden silmek isteyen sömürgeci devletler, bu entrikalarında yüzlerce yıldır Türklerle dostça yaşayan Ermenileri kullanmışlardır.

Tarihte olduğu gibi günümüzde de, Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan ülkeler bulunmaktadır. Bazı ülkelerde Türkleri ve Türkiye’yi sözde soykırımla suçlayan anıtlar dikilmekte, bazı ülkelerde de soykırım iddiasını tanımaya yönelik kararlar parlamento gündemlerine getirilmekte, hatta kimi ülke parlamentolarında kabul edilmektedir. Gerçekte tarihçilere bırakılması gereken bu konular, siyasetçilerin elinde çıkar aracı haline dönüştürülmektedir.

Tarih boyunca Romalılar, Persler ve Bizanslılar tarafından Anadolu’nun bir yerinden diğerine sürülen, savaşlara itilen ve çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya girişlerinden sonra Türklüğün adil, insani, hoşgörülü, birleştirici anlayış ve inancından yararlanmışlardır. Bu ilişkilerin gelişme ve doruğa ulaşma çağı olan 19. Yüzyıl sonlarına kadar süren devir, “Ermenilerin altın çağı” olmuştur. Osmanlı devletinin çalışan, liyakatli, dürüst ve becerili her vatandaşına sağladığı imkanlardan gayr-i müslimler içinde en çok faydalananlar Ermeniler olmuştur. Askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulurken, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişler ve devlete bağlı, milletle kaynaşmış ve anlaşmış olduklarından dolayı "millet-i sadıka” olarak kabul edilmişlerdir.

Bu çerçevede Türkçe konuşan, ayinlerini bile Türkçe yapan bu topluluktan devlet kademelerinde önemli görevlere yükselenler, hatta Bayındırlık, Bahriye, Hariciye, Maliye, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları, Müsteşarlıkları yapanlar olmuştur. Hatta Osmanlı devletinin meseleleri üzerinde Türkçe ve yabancı dillerde eserler de yazmışlardır.

Ancak Osmanlı devletinin zayıflamaya başladığı dönemlerde, hemen her konuda Avrupa’nın müdahalesi baş gösterince, Türk-Ermeni ilişkilerinde de bir bozulma başlamıştır. Batılıların özellikle misyoner din adamı kisvesinde, Osmanlı devleti içine soktuğu provokatörlerin faaliyetleriyle Ermeniler; dini, kültürel, ticari, sosyal ve siyasi açılardan Türk toplumundan uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Böylece, çoğu defa Türklerin zararlı çıktığı trajik olaylar başlamış, Doğu Anadolu’da başlatılan ve İstanbul’a kadar yayılan isyan hareketlerinde binlerce Türk ve Ermeni hayatlarını kaybetmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında ise; Osmanlı askeri olarak düşmanlara karşı savaşan veya geri hizmetlerde çalışan Ermenilere karşılık, Ermenilerin önemli bir kısmı düşman kuvvetlerinin yanında Türklere karşı savaşmıştır. Cephe gerisinde de komitacı Ermeniler kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın katliamlara girişmişler, yüz binlerce Müslüman’ın hayatına kastederek Doğu Anadolu’yu bir harabe haline çevirmişlerdir.

Devletin bunları yatıştırmak ve durdurmak için aldığı tedbirler istismar edilmiş ve dış devletlerin tahrik ve vaatleriyle Ermeniler, bin yıl refah içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır.

Anadolu dışında kurulan Hınçak, Taşnak, Ramgavar, Hınçak İhtilal Komitesi, Silahlılar Cemiyeti, Ermenistan’a Doğru Cemiyeti, Genç Ermenistan Cemiyeti, İttihat ve Halas Cemiyeti ve Karahaç Cemiyeti gibi örgütler, halkı silahlı ayaklanmaya sevk etmişlerdir.
Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı içinde, Ermeni isyanının yoğun olduğu Doğu Anadolu’da, bir yandan cephede Rus ordularıyla ve Rusların yanında yer almış olan Ermeni kuvvetleriyle savaşmak zorunda kalmıştı. Diğer yandan da cephe gerisinde Türkleri katleden, Türk köy ve kasabalarını yakıp yıkan, ordunun ikmal tesislerine ve konvoylarına saldıran Ermeni çeteleri ile mücadele etmek zorunda kalmıştır.

Ayrıca hem cephede hem de cephe gerisinde savaşmak durumunda bırakılmasına rağmen, 9-10 ay, cephe gerisindeki önemli tehlikeyi “mahalli tedbirlerle” çözüme ulaştırmaya çalışmıştır. Bu arada, 24 Nisan 1915’te, cephe gerisinde faaliyette bulunan Ermeni komitecilerine yönelik bir operasyon yapmış ve vatana ihanet eden 2345 komiteciyi tutuklamıştır.

Komitecilerin dışında özellikle Rus sınırına yakın bölgelerdeki Ermeni halkın da devlete isyan halinde olduğunu görünce, son çareye başvurmuş ve bölgedeki Ermenilerden sadece isyan hareketine karışanları savaş bölgesinden alıp, ülkenin emniyetli bölgelerine “sevk ve iskâna”, o dönemdeki ifadesiyle “tehcir”e tabi tutmuştur. Bu uygulama ile aynı zamanda her şeyden önce cephe gerisinde iç savaş ortamında bulunan Ermeni halkın can güvenliği sağlanmıştır. Çünkü Ermenilerin bölgedeki Türklere yaptıkları katliam ve mezalimin karşılığını müslüman halk da vermeye başlamıştı.

Ermenistan ile bir takım siyasi ve ekonomik çıkarlar için Ermenileri kullanan bazı devletler, yer değiştirme uygulamasını ve 24 Nisan’daki tutuklamaları bir “soykırım” gibi göstermek ve dünya kamuoyunu bu konuda ikna etmek için yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişlerdir.

Oysa Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı devletini işgal eden devletlerden İngilizler, aralarında Osmanlı siyasi ve askeri liderleriyle önde gelen aydınların da bulunduğu 143 kişiyi “Ermeni olaylarında savaş suçu işledikleri” gerekçesiyle tutuklayarak Malta adasına sürmüş ve hapsetmiştir. Suçlamalarla ilgili olarak Osmanlı, ABD ve İngiliz arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmıştır. Buna rağmen, Malta’daki tutuklular hakkında iftiraları kanıtlayacak deliller mahkemeye sunulamamıştır. Sonuç olarak Malta'daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilmeden ve duruşma yapılmadan 1922'de serbest bırakılmışlardır.

Ancak Türkleri sözde soykırımla suçlama gayretleri durmamış; Malta’daki yargılama sürecinde İngiliz basınında Osmanlı Hükümeti’ni sözde soykırım ile suçlayan ve bu konuyu ispata yeltenen bazı uydurma belgeler yayınlanmıştır. Söz konusu belgelerin General Allenby komutasındaki İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından Suriye'deki Osmanlı Devlet Dairelerinde ortaya çıkarıldığı iddia edilmiştir. Ancak, İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından sonradan yapılan soruşturmalar, İngiliz basınına verilen bu belgelerin İngiliz ordusu tarafından ele geçirilen belgeler olmayıp, Paris'teki Milliyetçi Ermeni Delegasyonu tarafından müttefik delegasyonlara gönderilen yazılar olduğu anlaşılmıştır.

Bütün bu gerçeklere rağmen, sözde soykırım iddialarını gündemde tutmak için olağanüstü gayret sarf eden Ermeni komiteleri, terör eylemlerine yönelmişlerdir. 1965'ten sonra, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerin, Türkiye aleyhine başlattıkları karalama kampanyasıyla dünya ve Türkiye kamuoyunda varlığını hissettiren sözde Ermeni Sorunu, 1970'li yıllardan itibaren yurtdışındaki Türk temsilciliklerine yönelik terör eylemlerine dönüşmüştür.

Gurgen (Karekin) Yanikan adlı bir yaşlı Ermeni’nin 27 Ocak 1973'de ABD'nin Santa Barbara kentinde, Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir'i katletmesiyle başlayan "Bireysel Ermeni Terörü", 1975'den itibaren tıpkı 1915 öncesinde olduğu gibi "Örgütlü Ermeni Terörü"ne dönüşmüştür.

Yurtdışındaki Türk görevliler, diplomatlar, elçilikler ve kuruluşlarına yönelik Ermeni saldırıları, kısa sürede hızlı bir tırmanma göstererek yoğunluk kazanmıştır.

Ermeni teröründe, Türkiye’deki iç huzursuzluğun zirveye çıktığı 1979 yılından itibaren büyük bir artış gözlenmeye başlanmıştır. Ermeni teröristler, 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda 42 diplomatımız ile 4 yabancı hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır.

Ermeni terör örgütleri, dış dünyanın tepkileri üzerine 1980’li yıllarda taktik değiştirerek, PKK terör örgütü ile işbirliğine girmişlerdir. 1984 yılında PKK sahneye çıkarılmış ve Asala-Ermeni terörü geri plâna çekilmiştir. Belgeler, Bekaa ve Zeli kamplarında ASALA ile PKK militanlarının birlikte eğitim gördüklerini ortaya koymuştur.

Türk güvenlik güçlerinin PKK terörü ile mücadelede başarı sağlamasının ardından Ermeni komiteleri, sözde iddialarını Ermenistan devletinin açık desteği ve Ermeni Diasporası aracılığıyla sürdürmeye devam etmektedirler. Çeşitli ülke parlamentolarından “sözde Ermeni Soykırımı”nı kabul eden yasaların ve önerilerin çıkmasını sağlamaya çalışarak, asılsız iddialarını dünya kamuoyuna kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Amaçları, sözde iddialarını tüm dünyaya “tanıtmak”, Türkiye’yi bu temelsiz iddiaları “tanımak” zorunda bırakmak, sözde soykırımdan dolayı Türkiye'den "tazminat" ve "toprak" almak ve "Büyük Ermenistan" rüyasını gerçekleştirmektir.

DİPNOTLAR
1) Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2000.
2) Yıldırım, Dr. Hüsamettin, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Ankara 2000, s. 38 (PRO.FO. 13 Temmuz 1921, 371 / 6504 / E.8519)
3) Şimşir, Bilal, Şehit Diplomatlarımız, Bilgi Yayınevi, Ankara 2000, 2 Cilt.

www.dodocuk.net

3 Ağustos 2007 Cuma

Bosna Soykırımı

Bosna Soykırımı




Bosna Soykırımı, 1992 - 1995 yılları arasında Bosna Savaşı sırasında özellikle Sırplar tarafından Boşnaklara karşı Bosna-Hersek topraklarında yapılmış bir soykırımdır. Terim daha çok Akademik bir tanım olarak özelde Srebrenica Katliamı için kullanılmaktadır.

Katliamın Öncesi
1. Dünya Savaşı'nın ardından Josip Tito'nun liderliğinde kurulan komünist Yugoslavya Devleti 3 değişik din (Ortodoksluk, Katoliklik ve İslam) ve çok sayıda etnik grubu (Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Sloven, Makedon) biraraya getiren bir ülkeydi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyet blokunda yerini aldı ancak zamanla bağımsız bir hale geldi. 1980 yılında Tito'nun ölümü ve 1990 yılında da Sovyet blokunun parçalanmağa başlamasıyla farklı etnik grupları Yugoslavya içinde birarada tutmak imkansız hale geldi. 25 Haziran 1991'de Slovenya ve Hırvatistan, Almanya ve İtalyanların desteklemesi ile bağımsızlıklarını ilan ettiler. Eylül 1991'de de Makedonya bağımsızlığını ilan etti.Şubat-Mart 1992'de Bosna-Hersek Devleti ülke çapında bağımsızlık ilan edilmesi konusunda bir referandum yaptı. Bosnalı Sırpların çoğunun boykot ettiği bu referandum bağımsızlığın kabul edilmesiyle sonuçlandı. 5 Nisan 1992'de Bosna-Hersek hükümeti bağımsızlığını ilan etti. 6 Nisan'da da ABD ve Avrupa ülkeleri Bosna-Hersek'in bağımsızlığını tanıdılar.Bağımsızlığın anayurtları olan Sırbistan'tan kendilerini koparacağını düşünen ve büyük Sırbistan hayalleri olan Bosnalı Sırp'lar, Sırbistan'dan aldıkları askeri yardımlarla Bosna'da bir Sırp Cumhuriyeti kurduklarını ilan ettiler. Kendi bölgelerinde bulunan Müslüman (Boşnaklar) ve Katoliklerden (Hırvatlar) bu bölgeyi terk etmelerini istediler. Bunu hızlandırmak içinse, özellikle halkın dayanma gücünü kırmak ve dehşet yaratarak insanların bölgeden derhal uzaklaştırmak için insanlık dışı uygulamalara yöneldiler.

Katliamın Başlangıcı
Nisan 1992’de Srebrenica’nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde, 350 Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliter ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutularak katledildi. Burada yaşananlar hakkındaki bilgiler, ancak aylar sonra katliam sırasında çekilen görüntülerin yayınlanması ile anlaşıldı.Sırpların bu vahşet siyasetinin dünyada duyulması, düşünülenin aksine Bosnalı Boşnakların kurtulma ümitlerini arttırmadı. Aksine, BM ve NATO desteğinde özellikle Sırplar hedef alınarak bir ambargo başlatıldı. Fakat hem Sırpların eski müttefikleri olan Rus'ların yardımı, hem de coğrafi olarak daha iç kesimlerde bulunan Bosnalı Müslümanlar'a göre daha avantajlı olmaları sebebiyle, bu ambargodan Bosnalı Sırplar neredeyse hiç etkilenmediler. Olan zaten silah ve lojistik olarak çok zayıf olan Müslümanlara oldu. Dünyanın en büyük ordularından birine sahip Yugoslavya'nın, bu gücünü Sırplar neredeyse sonuna kadar kullanmışlardır.Zamanla dünyada yükselen tepkiler ve özellikle bazı destekçilerinin durumun vehametini anlamaya başlamaları ile Müslümanlara yönelik bazı yardımlar ulaştırılmaya başlanmıştır. Birçok ülkede Bosna'ya yardım kampanyaları düzenlenmiştir. Bosnalıların şanssızlığı burada da devam etmiş, güvendikleri müslüman ülkelerde kampanya paraları kendilerine ulaştırılmak şöyle dursun, başka politik amaçlar için kullanılmış ve büyük bölümü asla yerine ulaştırılmamıştır.

Srebrenica Katliamı
Zamanla gücünü toparlayan Nasır Oriç liderliğindeki Müslüman direniş örgütü Sırplara karşı koymaya ve bazı başarılar elde etmeye başladılar. Bu duruma artık bir son vermenin zamanının geldiğini düşünen BM, Dayton görüşmelerini başlattı. Sırplar, görüşmelerde avantaj elde etmek için iki stratejik kent olan Gorajde ve Srebrenica’yı ele geçirmek maksadıyla bütün güçleriyle bu iki kente saldırdılar. Tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birini tüm dünyanın seyirci bakışları arasında sergilediler. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenica, 1995 yılının yaz ayında II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen en büyük toplu katliamının kurbanı oldu. Sırplar topladıkları ve günlerce sistematik işkenceden geçirdikleri Bosnalı müslümanları, evlatlarının kardeşlerinin gözleri önünde öldürdükten sonra, cesetlerini yine onlara gömdürdüler. Bosna Savaşı'nın bu en kanlı olayı Srebrenica Katliamı olarak adlandırılmıştır.Srebrenica Katliamında öldürülenlenlerin kesin sayısı bilinmemekle birlikte BM'nin eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi savcısı, 7 ila 8 bin kişinin öldürüldüğünü belirtmiştir. Bosna Sırplarının hükümetinin hazırladığı bir raporda ölü sayısı 7 bin 779, Boşnak hükümetinin raporunda ise 8 bin 374'den fazla olarak gösterilmektedir. Şimdiye kadar Srebrenica etrafında 42 toplu mezar bulunmuş ve uzmanlara göre 22 bölgede daha toplu mezar olduğunu tahmin edilmektedir. Şimdiye kadar 2 bin 70 kurbanın kesin kimlik tespiti yapılırken, 7 binden fazla ceset torbasında ise parçalanmış ceset parçaları kesin kimlik tespiti için bekletilmektedir. Cesetler toplu mezarlara atılırken parçalandığı için kimlik tespiti güçlükle yürütülmektedir. Ayrıca Sırplar katliamı gizlemek için bazı cesetleri ilk gömüldükleri toplu mezarlardan çıkarıp, başka yerlere tekrar gömdüklerinden katliamla ilgili deliller bozulmuş ya da yok olmuştur.1992-1995 arasında Uluslararası Kızılhaç Örgütü verilerine göre Bosna Hersek’te 312.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu kayıpların 200.000 kadarı Boşnak halkına ait olup Bosnalılar dünyanın gözü önünde ve Avrupa'nın göbeğinde sistematik bir soykırıma tabi tutulmuştur. Sadece Srebrenica'da olanlar hakkında elle tutulur delillerin varlığı söz konusu olsa da, çok yakın tarihte gerçekleşen soykırımı aydınlatmaya yetmemektedir.

Katliamın Sorumluları
Lahey'deki Savaş Suçları Mahkemesi'nde görülen davada Sırp Partisi Lideri Radovan Karadzic, Sırp Ordu Komutanı Radko Mladiç, Vujadin Popoviç (Bosnalı Sırp komutan), Ljubisa Beara (Genelkurmay Başkanı), Drago Nikoliç (Güvenlik şefi), Ljubomir Borovcanin (Özel polis müdürü), Radivoje Miletiç (Genelkurmay Başkan Yardımcısı), Milan Gvero (Komutan yardımcısı, Vinko Pandureviç (Tugay komutanı) Bosna Savaşı sırasında Srebrenitsa'da sekiz binden fazla sivilin katledilmesinden sorumlu oldukları iddiasıyla haklarında dava açılmıştır. Ancak Karadzic ve Mladiç tüm çabalara ve aramalara karşın adalet önüne çıkarılamamıştır.Bosna'da meydana gelen iç savaş sırasında Sırp ordusunun yapmış olduğu katliamın arkasındaki itici güç Sırbistan Demokratik Partisi ve lideri Radovan Karadziç'tir. Parti bağımsızlık ilanı ile birlikte hükümetten de çekilerek yasadışı bir örgüt gibi çalışmalarını yürüterek, müslüman bölgelerinde katliamları yapmışlardır. Sırp denetimindeki Ilıca bölgesinde Bosna Otelinde faaliyet gösteren parti lideri Radovan Karadziç ve arkadaşlarını korumakla görevli Sırp militanların uniformalarında Sırbistan bayrağı ve Çetnik adlı teröristlerin kullandığı madeni bir para büyüklüğündeki siyah renkli bir arma bulunmaktaydı. Bütün bu katliamları gerçekleştirmek için gereken ekonomik ve askeri güç temelde Federal Yugoslavya Ordusu'nda bulunuyordu. Ancak bu gücü yönetebilecek yetki ise Sırbistan'daydı. Dolayısıyla katliamları gerçekleştiren Sırp milislerin Sırbistan ile bağlantılı olmamalarına imkan yoktu. Sırp militanları ve Sırbistan Federal Ordusu arasındaki bu işbirliği kanıtlanamamıştır. Unutulmaması gereken en önemli hususlardan birisi de, SDS'nin bu faaliyetlerine bir çok Sırp ordu ve hükümet yetkilisi muhalefet etmiş, ve o zor koşullara rağmen görevlerini bırakmışlardır. O dönemde yapılan bazı Türk gazetecilerinin bölgedekilerle yaptıkları röpörtajlarda, Bosna'da yaşayan 1,3 milyon Sırp nufusun sadece yüzde 10'u yani 130 bin kişinin Sırbistan ile birleşmek istedikleri düşündükleri rapor edilmiştir.

Savaşın Bitişi
Bosna Savaşını sona erdiren Dayton Anlaşması, Paris’te 14 Aralık 2005'te imzalandı. 300 bin kişinin ölümüne ve yüz binlerce sivilin yurtlarından göçmesine neden olan dört yıllık savaşı durduran bu anlaşma, dönemin ABD Balkan Özel Temsilcisi Richard Holbrook’un başkanlığında ABD’nin Ohio eyaletine bağlı Dayton adlı kasabadaki bir hava üssünde haftalar süren müzakerelerden sonra karara bağlanmıştır. Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in ifadesiyle ‘adil olmasa da olabileceğin en iyisi’ olan bu anlaşma türünün tek örneğidir. Anlaşmanın bir bölümü Bosna-Hersek Devleti’nin anayasal yapısını ortaya koyarken, Bosna-Hersek adı verilen yeni bir devlet altında son derece karmaşık ve çok katmanlı bürokratik bir yapı öngörülmüştü. Anlaşma neticesinde Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti adında iki entite yaratılmış, etnik temellere dayalı entiteler üzerinde ise zayıf bir otoriteye sahip merkezi bir hükümet modeli ve etnisiteleri yansıtan ortak kurumlar oluşturulmuştur. Birbirleriyle savaşmış üç etnik toplumun yeniden bir arada yaşamasını ve Bosna-Hersek’in tüm kurumlarıyla işlemesini amaçlayan Dayton Barış Anlaşması’nın sivil yönlerinin uygulanmasına ilişkin sorumluluk ise Yüksek Temsilciliğe verilmiştir.

Lahey Adalet Divanı Kararı
Eski Yugoslavya'da işlenen savaş suçları için Boşnaklar, ilk kez BM’nin en üst mahkemesi sayılan Lahey Adalet Divanı’na Srebrenitsa Katliamı’ndan çok daha önce, 1993 yılında yaptılar. Mahkemenin başvuru karşısındaki tek tavrı soykırımın önlenmesi için taraflara yapılan çağrıyı açıklama olmuştur. Boşnakların ikinci başvurusu ise 2003 tarihinde yapıldı. Başvuruyu değerlendiren Lahey yargıçları bir senelik bir sürecin ardından 26 Şubat 2007 de beklenen kararı açıkladı. Mahkemenin aldığı kararlar özetle şu şekildedir:Mevcut uluslararası hukuka göre, sorumluğu bulunan kişi ve kurumlarıyla Sırbistan soykırım yapmamıştır Sırbistan, soykırım işlemek için plan yapmamış, soykırım eylemini kışkırtmamıştır Sırbistan, BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre yükümlülüklerini ihlal ederek, soykırıma iştirak etmemiştir 1995 temmuzunda Srebrenitsa'da meydana gelen soykırım konusunda, Sırbistan BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre soykırımı önleme yükümlülüğünü ihlal etmiştir Sırbistan, Ratko Mladiç'in soykırım ve soykırıma iştirak suçlamaları nedeniyle yargılanacağı eski Yugoslavya için kurulan uluslararası savaş suçları mahkemesine teslim edilmemesi ve mahkemeyle tam bir işbirliği yapmaması nedeniyle BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre yükümlülüklerini ihlal etmiştir Sırbistan, eski Yugoslavya için kurulan uluslararası savaş suçları mahkemesine soykırım ve başka suçlarla itham edilen kişilerin teslimi ve mahkemeyle tam bir işbirliği konularında yükümlülüklerini yerine getirecek acil tedbirler almalıdır Davada mali tazminat uygun bulunmamıştır, Bu kararlarla Sırbistan'ın soykırım konusunda bir yükümlülüğü bulunmadığına karar verilmiş ve Bosnalıların bekledikleri tazminata açılan yol kapanmıştır.Lahey Mahkemesi'nin, Sırbistan'ı suçlu bulmamış olmasına rağmen, Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi Bosna'da işlenen suçların soykırım olduğunu kabul etmiştir. Bu mahkemede sorumlu olduğu düşünülen kişilerin yargılamaları devam etmektedir. Lahey’deki bu mahkeme, iki Bosnalı Sırp subayı soykırımdan suçlu bulmuş,General Radislav Krstiç ise, 35 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Albay Vidoje Blagojeviç kendisi hakkındaki 18 yıl hapis cezasını temyiz etmeiştir. Eski Sırp Lideri Miloseviç ise yargılanırken ölmüştür. Diğer iki Bosnalı Sırp yetkili, Radovan Karadziç ve General Ratko Mladiç ise, Sırbistan'a yapılan tüm bu kişileri korumamaları yönündeki çağrılara karşın bulunup mahkeme önüne çıkarılamamıştır.

Katliamın Sonuçları
Bosna Hersek Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ilan etmesi ve devlet içindeki Sırp'ların ayrılıkçı bir hareket başlatarak bu hareketi Sırbistan destekli bir iç savaşa döndürmesi ile katliamlar siyasi amaçlı olarak yapılmıştır. Bu katliamlar sonucunda Bosna-Hersek devleti Sırplar ve Bosnalı Müslümanlar arasında paylaştırılmıştır. Açılan mahkemelerde, katliamcıların Soykırım suçu işlediklerine kadar verilmiş olmasına rağmen, suçlar bireyselleştirilerek, katliamın esas planlayıcısı olduğu iddia edilen Sırbistan Cumhuriyeti'nin sorumluluğunun olmadığına hükmedilmiştir. Bu durumda öldürülen binlerce Bosnalı Müslümanın aileleri tazminat alamayacak durumu düşmüşlerdir.Katliamların dünyada duyulması ile, Avrupa'daki Hrıstiyan devletlerin, kıtada müslüman bir devlet daha istemediği kanısını güçlendirecek gelişmeler yaşanmıştır. Avrupa güçleri, kendilerine çok yakın konumda bulunan sorun bölgelerine müdahale edememiş, gerekli koordinasyon ve harekat planlaması hem NATO hem Avrupa Birliği ülkelerince yapılamamıştır. Bu durum özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin askeri yönden hala ABD'ye bağımlı olduğu yönündeki iddiaları güçlendirmiştir. Özellikle Fransa liderliğindeki bazı ülkeler Avrupa'nın kendi ordusunu kurmasının bu gibi sorunlara daha etkin ve gerçekçi müdahaleye imkan sağlayacağı yönünde görüşler üretmeye başlamışlardır.Neticede insan hakları ve demokrasinin önde gelen savunucuları olduklarını iddia eden Avrupa devletleri, katliamlara engel olamadıkları için, gelişen sosyo-politik olaylara yön verebilme kabiliyetlerinin düşündükleri kadar etkin olamayabileceğini dünyaya göstermişlerdir.

Katliamın Sırp Olmayan Destekçileri
Katliamları gerçekleştiren Sırp Milislerin nereden yardım aldıkları konusunda çeşitli iddialar bulunmaktadır. Ancak Bosna Savaşı sırasında meydana gelen bazı olaylar, kuşkuya yer bırakmaksızın Sırp katliamcıların işlerini kolaylaştırmıştır. Bunların bazıları:BM'nin Srebrenica'yı korumakla görevlendirilen 400 Hollanda askeri, bölgeye "güvenli" olma güvencesi ile sığınmış 8000 kadar Bosnalı müslümanı, katledilecekleri bilindiği halde Sırp milislere teslim etmiştir. Kendilerine göstermiş oldukları üstün hizmet sebebiyle daha sonra madalya töreni düzenlenmiş ve ödüllendirilmiştir. Fransız AFP ajansına göre, bir grup Yunan sempatizan, Srebrenica Katliamında Sırp milislerle beraber Bosnalı müslümanları katletmiştir. Haberi bazı Yunan kaynaklı siteler de teyit etmektedir.NATO'nun BM gözetiminde yaptığı Sırplara yönelik hava harekat planlarını, Fransa'nın Sırplara sızdırdığı konusunda ciddi kuşkular bulunmaktadır. Bosna devletine yardım için bazı ülkelerde düzenlenen yardım kampanyaları hakkında ciddi suçlar içeren haberler yayınlanmıştır. Türkiye'de toplanan paralar ile ilgili olarak dönemin Başbakanı, koalisyon ortağı olduğu partiye paraların yerlerine ulaştırılmadığı yolunda suçlamalarda bulunmuştur.

Kaynaklar
Ali Haydar Yurtsever - Dönemin Milliyet Muhabiri
Türkiye Bosna-Hersek Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı Hüseyin KANSU’nun 14.12.2005 tarihli basın duyurusu metni
Murat Yılmaz - İnsan Hakları Derneği
TBMM Türkiye-Bosna Dostluk Grubu Başkanı Kansunun açıklaması
http://tr.wikipedia.org/





Bosna Soykırımı ve Adaletin Halleri

Bosna Soykırımı ve Adaletin Halleri


Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin Bosna-Sırbistan soykırım davasındaki 26 Şubat tarihli kararı, salt hukuksal değil, siyasal sonuçlarıyla birlikte okumakta yarar var. Mahkeme, Eski Yugoslavya'nın, Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi'nden kaynaklanan yükümlülüklerini, soykırımı önlemeyerek ve sanıkların yargılanmasında işbirliği yapmayarak ihlal ettiği sonucuna vardı. Bu sorumluluk şimdi, Eski Yugoslavya'nın uluslararası hukuk yükümlülüklerini üstlenen Sırbistan Cumhuriyeti'ne ait. Uluslararası yargı kararlarının ilk bakışta karmaşık gelen ayrıntıları, bu kararların yanlış anlaşılmasına teşne görünüyor. Mahkeme, Sırbistan Cumhuriyeti'nin soykırıma etkin olarak katılmadığını söylemiyor; Bosna'nın bu iddiasını göstermek için yeterli kanıt sunmadığını söylüyor. Bu tarihsel kararın sorunlu yanı da bu zaten: İnsan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı suçlar söz konusu olduğunda iddiayı ve tersini kanıtlama yükü taraflar arasında paylaşılmalı. Mahkeme Başkan Yardımcısı El Hasavni'nin kısmi muhalefet şerhi, mahkeme çoğunluğunun bu konuda fazla temkinli davrandığını gösteriyor. Fakat bir devletin soykırımdan suçlanmasına ilişkin hukuksal bir süreç, doğası gereği siyasal yönünden bağımsız düşünülemez. Kararın adil olup olmadığını görebilmek için, Bosna'nın ve Sırbistan'ın geleceğine, yaşayan insanların geleceğine etkisine de bakmak gerekir. Boşnak ve Hırvatların çöküş sürecindeki Yugoslavya'dan ayrılmak istemesi üzerine başlayan savaşta çoğu sivil 100 bin kişi ölmüştü. Miloşeviç Yugoslavya'sının desteklediği Bosna-Hersek Sırp milliyetçilerinin kurduğu fiili Sırp Cumhuriyeti birlikleri sorumluydu bu katliamların ve diğer zalimane eylemlerin çoğundan. Miloşeviç'in de Mart 2006'da ölümüne kadar yargılandığı Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Divanı, üst düzey sorumlulardan bazılarını insanlığa karşı suçlar ve savaş suçlarından yargılayarak adaleti sağlamayı amaçlıyordu. Devlet sorumluluğunun tespiti ise, Bosna'nın başvurusu üzerine Uluslararası Adalet Mahkemesi'ne ait bir görev haline geldi. Bosna Sırplarının liderleri Karadziç ve Mladiç halen aranıyor ve Sırbistan Cumhuriyeti'nde oldukları biliniyor.


Sırbistan soykırımdan sorumlu

Mahkeme, soykırım suçunu sadece Srebrenitsa katliamında sabit görüyor. Buna karşılık diğer katliamları ve uygulamaları, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları olarak görüyor, ki bunları değerlendirmek mahkemenin yetkisi dışındadır. Bosna-Sırbistan davasının uluslararası hukuk açısından önemli bir noktası, devletlerin soykırım nedeniyle suçlanıp suçlanamayacağı meselesiydi. Mahkemeye göre soykırım yasağı, devletlerin de soykırımdan suçlu ya da suç ortağı olarak görülebileceği türden bir sorumluluk getirir. Zira tanımlanan suçu bir devlet organının ya da suçları devlete atfedilebilecek bir grubun işlemesi, devletin uluslararası sorumluluğunu doğurur. Tersinden bakılırsa, soykırım suçu söz konusu olduğunda devletin asli sorumluluğu, suçu önlemek ve sorumlularını cezalandırmaktır. Fakat tek başına suçu önlemeyi veya sorumluları cezalandırmayı başaramamış olmak, devlete soykırım suçunun atfedilmesine yetmez. Buna karşılık devlet organlarının veya devlet adına hareket eden görevlilerin suçu önlememeyi veya suçluları cezalandırmamayı seçtiğinin gösterilmesi, suçun doğrudan devlete atfedilmesi sonucunu doğuracaktır.

Soykırımı kanıtlamak zor

Mahkeme, sunulan veriler ışığında, soykırım suçuyla etnik temizlik suçu arasındaki ayrımı vurguluyor: Etnik, ulusal, ırksal ya da dinsel özellikleriyle tanımlanarak hedef seçilen bir gruba karşı onları tamamen ya da kısmen yok etme niyeti ile salt belirli bir bölgeyi bu tür bir gruptan üyelerini başka bir yere naklederek 'arındırma' niyeti arasındaki farktır bu. Tersinden bakılırsa, suçun etnik temizlik olarak tanımlanabilmesi için, böyle bir tehcir sırasında söz konusu topluluğun üyelerini tamamen ya da kısmen yok etmeyi amaçlayan eylemlerin söz konusu olmaması gereklidir. Mahkeme, soykırım suçunun gösterilebilmesi için, suçlamanın ciddiliğine orantılı kesinlikte kanıtların sunulmuş olması gerektiğini belirtiyor. Mahkeme, olguları tespit ederken, kanıt standartları açısından, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Divanı'nın bulgularına da dayanarak şu sonuçlara varıyor:
Bosna'da kurulan fiili Sırp Cumhuriyeti, Eski Yugoslavya'nın desteği olmadan sınırlı bir etkinlik gösterebilir; yani bu kadar suç işleyemezdi.
Savaş sırasında Bosna'da koruma altındaki kişilere (siviller ve savaş halinde olmayan askerler) yönelik katliamlara ilişkin olgularda kasıt unsurunun tespitine yönelik yeterli kanıt yoktu. Bu veriler ışığında katliamla, silahlı çatışmalar uluslararası hukuku çerçevesinde savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar niteliğinde olabilir. Fakat mahkemenin bu suçların tespiti konusunda yetkisi yoktur.
Buna karşılık 13 Temmuz 1995 Srebrenitsa katliamına ilişkin olarak Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Divanı'nın iki kararı, Srebrenitsa'da yaşayan Müslüman Boşnakların öldürülmesi niyetini göstermeye yeterli kanıt teşkil eder. Dolayısıyla spesifik olarak bu katliamda soykırım suçu oluşmuştur ve suçu işleyen taraf, Bosna'da etkin olan fiili Sırp Cumhuriyeti'dir. Mahkemenin kanıt standartlarına yaklaşımı doğru olabilir: Suçlamanın büyüklüğüne orantılı olmalıdır sunulan kanıtların ikna edici değeri. Fakat Mahkeme Başkan Yardımcısı Yargıç El Hasavni, eldeki kanıtların muhatap devletin sorumluluğunun daha fazla olduğunu göstermeye yeterli olduğunu söylüyor. Yargıç El Hasavni'ye göre, Sırbistan Cumhuriyeti'nin selefi Eski Yugoslavya, sadece Srebrenitsa'da sabit görülen soykırım suçunu önlememekle kalmamış, aynı zamanda bu suça etkin olarak katılmıştı. Gerçekten de, soykırım suçu gibi bir suç söz konusu olduğunda, insan hakları ihlallerinde olduğu gibi, ispat yükünün taraflar arasında paylaştırılması gereklidir. Vahim insan hakları ihlallerinin, insanlığa karşı suçların ve soykırım suçunun işlendiği koşullar göze alındığında, faillerin kasıt, hatta eylemlerini gizlemek için avantajlı bir konumda oldukları açıktır. Bu açıdan Yargıç El Hasavni, bizzat mahkemenin Sırp Güvenlik Konseyi belgelerine ulaşması halinde muhatap devletin sorumluluğunun tespit edilmiş olabileceğini düşünüyor. Yargıç El Hasavni'nin daha ciddi bir itirazı, soykırımın tek bir eyleme indirgenemeyeceği yönünde. Ele alınan ve Mahkemenin tek başına soykırım suçunu tespit edemediği olgular birbirinden ayrılabilir mi? Başka bir deyişle, soykırım suçunun sistematik ve karmaşık yapısı, bu kararla gözden kaçmış oluyor. Mahkemenin kanıt standartları konusundaki temkinliliği, hukuksal açıdan yeterli bir karara ulaşmayı engellemiş görünüyor.

Suçu önleme sorumluluğu

Sonuç olarak mahkemeye göre, fiili Sırp Cumhuriyeti birliklerinin soykırım eylemleri ve insanlığa karşı suçlar gerçekleştirdiği sabittir. Fakat davada muhatap taraf olan Sırbistan Cumhuriyeti'nin soykırım suçundan sorumluluğunu sabit bulmaya yeterli kanıt yoktu. Başka bir deyişle, mahkeme, sunulan olgular ışığında, Bosna savaşı sırasında yapılan katliamların muhatap devlete atfedilebilecek emirlere ya da muhatap devletin yönlendirmesine dayalı olduğunu göstermeye yeterli kanıt görememiştir. Sırbistan Cumhuriyeti'nin söz konusu operasyonlarda etkin denetiminin olduğunu gösteren kanıtlar da mevcut değildir. Mahkemeye göre, Boşnak ve Hırvatlara karşı yapılan zalimane eylemlerin Eski Yugoslavya Cumhuriyeti'nin genel politikasının bir sonucu olduğu konusunda şüphe yoktur. Fakat bu devletin organ ya da görevlilerinin, söz konusu eylemleri gerçekleştiren tarafa yardım gönderirken, bu yardımların soykırım eyleminde kullanılmakta olduğunun farkında olduklarını tespit etmeye yeterli kanıt yoktur. Buna karşılık mahkeme, muhatap devletin soykırımı önleme ve sorumluları cezalandırma sorumluluğunu yerine getirmediğini de tespit eder. Bu açıdan kanıt standardı daha düşüktür. Bu açıdan Sırbistan Cumhuriyeti, yetkililerinin bu riski ve olanları önlemek için yeterli tedbir aldığına dair kanıt gösterememişti. Mahkemeye göre, Karadziç ve Mladiç'in Sırbistan toprakları üzerinde bulunmasına rağmen yakalanarak Uluslararası Ceza Divanı'na sevk edilmemiş olması ise, cezalandırma ve bu açıdan uluslararası otoritelerle işbirliği yapma sorumluluğunun da ihlalini gösteriyor. Nihayet mahkeme, tazminat hükmü vermedi. Zira mahkemeye göre, muhatap devletin müdahale etmesi halinde Srebrenitsa soykırımının engelleneceğine dair yeterli kanıt yoktur. Mahkemeye göre mevcut davada uygun tatmin aracı, Sırbistan Cumhuriyeti'nin sorumluluğunun tespit edilmiş olmasıdır. Bu sorunlu bir çıkarsamadır. Şuna benzer: Bir hükümetin işkenceyi önlemek için etkin önlem almış olması halinde bile işkence önlenemezdi denebilirse, mağdura tazminat vermeye gerek yoktur.

Adalete nereden bakmalı?

Boşnak ve Hırvat mağdurlar açısından kararın adaleti sağlamaya yeterli olmadığı kesin. Aslında soykırım söz konusu olduğunda adaletin sağlanabileceği konusunda karamsar olmak gerçekçi olur. Öte yandan, Bosna Savaşı sırasındaki soykırım ve insanlığa karşı suçlardan sorumlu en üst düzeydeki faillerin suçunun uluslararası bir divan tarafından tespit edilmesinin ardından soykırımın yapıldığının ve devlet sorumluluğunun Uluslararası Adalet Mahkemesi tarafından tespit edilmesi tarihsel önem taşıyor. Fakat bir devletin soykırımı önlememekten sorumlu olmasıyla soykırımdan suçlu olması arasında fark var. Sırpların soykırım suçlaması ve uluslararası yalıtılma karşısında ırkçı-militarist bir siyasete kaydığını, faşist şiddetin Sırbistan siyasetine hâkim olduğunu gördük. Soykırımın Sırbistan kimliğinin bir parçası olması, hem Sırbistan'ın geleceği açısından hem de bölge halkları arasındaki ilişki açısından tehlikelidir. Srebrenitsa katliamının görüntüleri karşısında dehşete kapılan bir Sırbistan'ı temsil eden Sırbistan Başkanı Boris Tadiç, bunun bilinciyle Sırbistan parlamentosundan soykırımı kınamasını istiyor. Mağdurlar için ve iki ülke halkının geleceği açısından asıl adalet, Sırbistan'ı temsil eden bir iradenin soykırımı tanıdığı ve vahşetini reddettiği bir noktada olsa gerek.

YAHYA BERMAN(RADİKAL)