Soykırımlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Soykırımlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mayıs 2008 Cuma

Oskar Schindler

Oskar Schindler




Oskar Schindler (28 Nisan, 1908 - 9 Ekim, 1974), II. Dünya Savaşı'nda, Polonya'da ve günümüzün Çek Cumhuriyeti'nde bulunan emaye ve mühimmat fabrikalarında, çalıştırma yoluyla 1.200'e yakın Yahudi'yi soykırımdan kurtaran Alman işadamı.
Hayatı 1982'de Thomas Keneally'nin yazdığı Booker Ödülü sahibi Schindler'in Gemisi(Schindler's Ark) kitabına ve bu kitaptan uyarlanan Steven Spielberg'in 1993 yapımı yedi Oscar kazanan Schindler'in Listesi (Schindler's List) filmine konu olmuştur.

Erken Dönem Hayatı

Schindler 28 Nisan 1908'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na bağlı Moravia bölgesinde, Zwittau'da doğdu. Zwittau'nun günümüz Çek Cumhuriyeti'ndeki adı Svitany'dir.

Oskar Schindler'in ebeveynleri Hans Schindler ve eşi Franziska Luser, Roma Katoliği'ydiler, ama Oskar 27 yaşındayken boşandılar.Oskar ablası Elfriede ile çok yakındı. Okuldan sonra Brno'da bir elektrik mühendisliği firmasında pazarlamacı olarak çalıştı. 1930'larda birçok kez iş değiştirdi. Ayrıca birçok farklı iş kurmayı denedi ancak Büyük Buhran sebebiyle iflas etti. Çekoslovakya vatandaşı olmasına rağmen Schindler Alman ordu haberalma servisi (Abwehr) için çalışmaya başladı. Temmuz 1938'de açığa çıktı ve hapse atıldı, ancak Münih Anlaşması sonrasında bir politik hükümlü olarak serbest bırakıldı.[6] 1939'da Schindler Nazi Partisi'ne katıldı. Bir kaynağa göre (Nazi dokümanlarına ve savaş sonrası soruşturmalara dayanarak) Abwehr ile çalışmaya devam etti ve 1 Eylül 1939'da başlayan Polonya'nın İşgali'ne giden yola katkıda bulundu.
6 Mart 1928'de Schindler Josef ve Maria Pelzl'in kızları Emilie Pelzl (1907-2001) ile evlendi.[8], Bu evlilikten çocuğu olmadı.

II. Dünya Savaşı



Fırsatları değerlendiren bir işadamı olarak Almanya'nın 1939'daki Polonya işgalinin yaratacağı iş olanaklarını gören birçok kişiden biriydi. Schindler Nazi Almanyası'nın aryanlaştırma politikası dahilinde Yahudi endüstrici Nathan Wurzel'in Kraków'daki bir fabrikasının sahibi oldu.
Schindler, Wurzel'in tavsiyesine uyarak fabrikasının adını Deutsche Emaillewaren-Fabrik, veya DEF yaptı ve emaye eşya üretmeye koyuldu. Yahudi muhasebecisi Itzhak Stern yardımıyla 1,000 civarında Yahudi köle-işçiyi fabrikasında çalıştırmaya başladı. Stern ve Schindler ilk tanıştıklarında, Schindler elini uzatmış, ancak Stern sıkmamıştır. Schindler sebebini sorduğunda Yahudi olduğunu söylemiş ve bir Yahudinin bir Alman'ın elinin sıkmasının yasak olduğunu söylemiştir. Schindler'in cevabı bir Alman argo terimi olan "Scheiße" olmuştur. İlk başlarda Schindler'in ana motivasyonu para olmuştur, örneğin zengin Yahudi yatırımcılarını saklamıştır, ancak daha sonraları tüm işçilerini durumun parasal maliyetini düşünmeden korumaya başlamıştır. Örneğin bir çok kez vasıfsız işçilerinin aslında fabrika için önemli olduğunu iddia etmiştir. İşçilerine zarar verilmesi Schindler'in şikayetlere ve hükümetten tazminat taleplerine yol açmıştır.





1942'de Kraków gettosuna yapılan akına şahitlik eden Schindler,askerlerin burada yaşayanları toplayıp Kraków-Płaszów toplama kampına nakliyat için hazırlamasını da görmüştür. Schindler, kendisi için çalışan bir çok Yahudinin öldürülüşü karşısında dehşete düşmüştür. Schindler, ikna ediciliği sayesinde Schindler'in Yahudileri (Schindlerjuden) olarak tabir edilen çalışanlarını korumak için tüm hünerlerini kullanabilmiştir. Schindler DEF'te çalışan Yahudileri kurtarmak için sık sık sıradışı yollara başvurmuştur, sıklıkla kişisel karizmasına ve insanların sevgisini kazanma yeteneğine başvurmuş, gereken durumlarda yağcılık yapmıştır. Eric Silver'in The Book of Just (Adilin Kitabı) kitabında bahsettiği bir olayda "İki Gestapo gelerek ofisine girdiler ve sahte Polonyalı kimlik belgelerine sahip beş kişilik bir ailenin teslim edilmelerini istediler. 'içeri girmelerinden üç saat sonra' dedi Schindler, 'iki sarhoş Gestapo, ellerinde mahkumları ve talep ettikleri suçlayıcı dokümanlar olmadan ofisimden dışarı çıktı'".Schindler'in ayrıca gettodan dışarı çocuk kaçırarak Polonyalı rahibelere teslim ettiği ve rahibelerin çocukları Nazilerden sakladıkları veya Hristiyan yetimler olarak tanıttıkları da bilinmektedir.Plaszow'un kumandanı Amon Göth ile 700 Yahudinin yakındaki bir fabrika tesisine taşınmasını da ayarlamış, böylece Alman gardiyanların yaratabileceği tehlikeden uzaklaşmalarını sağlamıştır. Haziran ile Ekim 1942 arasında SS'ler gettoda bulunan 17,000 esirden 14,000'ini Belzec ölüm kampına yollamıştır,Schindler'in kurtardığı Yahudiler kurtulanların arasında çoğunluktadır.




Schindler "karaborsacılık" ve "zimmete para geçirmeye katılma" şüpheleriyle iki kez tutuklanmıştır. Komutan Amon Göth ve diğer SS subaylarının kanunen Reich'e ait olan para, mücevherat ve sanat eserleri gibi Yahudi mallarını kendileri için alıkoymalarına yardımcı olmuştur. Schindler bu malların satışında aracılık etmiş ve çalıntı malları alıkoymuştur. Her tutuklanmasından sonra genellikle rüşvet ile soruşturmayı engelleyerek serbest kalmayı başarmıştır.
Kızıl Ordu'nun Auschwitz ve doğudaki diğer toplama kamplarının yakınlarına gelmesiyle SS'ler kalan esirleri batıya doğru göndermeye başlamıştır[kaynak belirtilmeli]. Schindler SS subaylarını ikna ederek 1.100 Yahudi işçisinin Nazi işgali altındaki Çekoslovakya'da, dönemin Sudetanland eyaletinde yer alan Brněnec-Brünnlitz'e gönderilmesini sağlamış, bu sayede ölüm kamplarından kurtarmıştır[kaynak belirtilmeli]. Brněnec'de bir diğer Yahudi fabrikasını aynı şekilde ele alarak 37 mm. mühimmat (cephane) bileşenleri üretmeye başlamıştır.

Savaştan Sonra

Savaşın sonuna doğru Schindler tüm servetini rüşvet ve karaborsadan işçileri için yaptığı alımlarla tüketmişti. Hemen hemen yoksul biçimde Regensburg, Almanya'ya ve daha sonra Münih'e taşındı; ancak savaş sonrası Almanya'da başarılı olamadı Gerçekte, mali durumu Yahudi organizasyonlarından yardım alacak kadar kötüydü. 1948'de Schindler Arjantin'e göç etti ancak orada iflas etti[17]. 1958'de Almanya'ya döndü ve bir seri başarısız iş girişiminde bulundu. Am Hauptbahnhof Nr. 4, Frankfurt am Main, Batı Almanya adresinde küçük bir apartmana yerleşti ve tekrar bir Yahudi organizasyonun ayrdımıyla bir çimento fabrikası kurmaya çalıştı. Ancak bu iş de 1961'de iflas etti. İş ortağı ortaklığı iptal etti.



Oskar Schindler Frankfurt, Almanya'da 9 Ekim 1974'te 66 yaşında öldü. Ölümünden kısa bir süre önce, bir Schindlerjuden olan Poldek Pfefferberg'e Kudüs'te gömülmek istediğini söylemişti. Bu isteğin sebebini "Benim çocuklarım burada" sözleriyle gerekçelendirmiştir. Kudüs'ün Sion Dağı'ndaki katolik mezarlığına gömüldü.
Schindler'in gerçek motivasyon sebebi net olarak bilinmemektedir. Yine de bu konuda "Benim için çalışan insanları tanıdım... İnsanları tanıdığınızda, onlara karşı insanlar gibi davranırsınız" sözüyle, Yahudilerin Nazi Almanyası'nda insan sayılmaması fikrine katılmadığını belirtmiştir.


Mirası


1967'de, Schindler İsrail'de Holokost kurbanlarına adanmış Yad Vashem anıtında, Holokost sırasında Yahudilere yardım eden ve Yahudi olmayanları belirten "diğer uluslardan adil kişiler" arasında belirtilmiştir. Bu anıtta ismi yer alanlar, çok büyük kişisel risk alarak Yahudileri kurtaran Yahudi olmayan kişilerdir. Schindler, Nazi partisi üyesi olup da bu anıtta yer alan tek kişidir. Onuruna Yad Vashem Anıtı'nda bir ağaç dikilmiştir.





Schindler'in Holokost'tan kurtulan Poldek Pfefferberg tarafından anlatılan hikayesi, Tom Keneally'nin kitabı Schindler'in Gemisi romanının temelidir.Roman daha sonra Schindler'in Listesi olarak yeniden adlandırılmıştır. Bu kitap, 1993 yılında Schindler'in Listesi adıyla Steven Spielberg tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştır. Filmde, Schindler Liam Neeson tarafından canlandırılmıştır. Neeson, bu filmdeki performansı ile En İyi Aktör kategorisinde Oskar adayı olmuş, film ise En İyi Film Ödülü'nü kazanmıştır.






Spielberg'in filminin getirdiği ses, Schindler'i popüler kültüre taşıdı. Spielberg'in filmi, popüler kültürde Schindler'in bilinirliğinin temelini oluşturdu: Kâr amaçlı, etik değerlere çok önem vermeyen bir endüsticinin, bir noktada verdiği sessiz ama bilnçli kararla tüm varlığını, gerektiğinde Nazi'lerin göz ardı etmesini sağlamak için bile olsa işçilerinin hayatlarını kurtarmaya harcamasının hikayesi. Spielberg'in filmi sinematik sebeplerle orijinal hikayeye kıyasla bazı farklılıklarla sahip olsa da, Schindler'in rolü tarihi hikayelerin dramatizasyonunda nadir rastlanan bir sadakatle anlatılmıştır. Schindler gerçekten varlığının çok büyük kısmını Yahudileri kurtarmak için harcamış, işçilerinin hayatlarını kurtarabilmek için politik duruşuna ve ülkesine sonsuza dek yabancılaşmıştır; fakat savaşın sonunda filmde anlatıldığı gibi tamamen parasız kalmamıştır.


1999 sonbaharında bir zamanlar Schindler'in arkadaşlarına ait olan bir evin tavan arasında bulunan bir çantada, Oskar Schindler'e ait 7.000 doküman ve fotoğraf bulundu. Yerel gazete "Stuttgarter Zeitung" bu çantanın içindekileri inceledi. Daha sonra orijinal belgeler Yad Vashem, İsrail'de bulunan Holokost Müzesi'ne, kopyaları ise Schindler'in eşi Emilie Schindler'e gönderildi. Bu belgeler arasında kurtardıklarının listesi ve 'Yahudilarini' bırakmadan önce yaptığı konuşması da yer almaktaydı. Emilie'ye daha sonra 25.000 € ödül gönderildi.

30 Mart 2008 Pazar

Ölüm Çiçekleri

Ölüm Çiçekleri

BİR yıl önce...


İstanbul Şişli’de mütevazı bir ofisteydim. Komutanla iki yıldır tanışıyoruz. Her defasında sormuş ancak yanıt alamamıştım; "zamanı değil" diyordu.Demek zamanı o gün, o saat gelmişti...16 yıl önce...4 Nisan 1992 gecesi Sırplar, Saraybosna’nın tepelerini kuşattı. Bir ay önce referandumla bağımsızlık kararı alan Bosna-Hersek’teki Müslüman çoğunluğu yok etmek istiyorlardı.Öncelikli hedeflerinde Saraybosna vardı. Burayı ele geçirirlerse biliyorlardı ki savaşı kazanacaklardı.Kuşatma tam 1425 gün sürdü. Bu süre boyunca şehre günde ortalama 329 havan topu düştü. Aşırı Sırp milliyetçisi Çetnikler, Saraybosna’nın (ve Tuzla, Mostar, Zenica, Bihaç, Travnik vd.) acısını Müslüman köylerden, kasabalardan çıkardılar; binlerce insanı inançlarından dolayı öldürdüler.Savaşta; 312 bin insan öldü. 35 bini çocuktu.Kuşatma altındaki Saraybosna’da ölen çocuk sayısı 1566 idi.


BEYAZ ÇUVAL


İki çocuğunu şehit veren Halide Boyadzic, bu acılı analardan sadece biriydi...Evleri, Saraybosna tepelerine yakın "Sivri Kayalar" bölgesindeydi. Sırp Çetnikler ağır silahlarıyla saldırıya geçtiklerinde, kayaları kendilerine siper yapıp karşı koyuyorlardı.Yine bir gün...Çatışmanın tam ortasında mühimmatları bitti. Yağmur gibi mermi yağıyordu üzerlerine. Çaresizdiler. Halide’nin biri 14, diğeri 16 yaşındaki iki oğlu, evlerinin bodrum katında sakladıkları el bombalarını getirmek için kayaların ardından çıkıp koşarak eve gittiler. Tam eve girmişlerdi ki...Halide Boyadzic’in feryadı o günkü çatışmayı sona erdirdi. Eve havan topu düşmüştü...İki oğlunu şehit veren Halide, komşularından beyaz bir çuval istedi. Oğullarının parçalarını ağaçlardan, kayalardan toplayıp o beyaz çuvala koydu. Sonra...Sonra komşularından beyaz bir çuval daha istedi. Komşuları şaşırdı. Acısına verdiler. Ancak...Halide Boyadzic ikinci çuvala bombayla paramparça olan güvercinlerin cansız bedenlerini toplayıp koydu. "Bunlar da benim çocuklarım, onları da kendi ellerimle gömeceğim" dedi...


KIZAK KAYAN ÇOCUKLAR

Saraybosna tepelerine keskin Sırp nişancılar yerleşmişti. Uzun namlulu silahlarıyla Bosnalıları tek tek öldürüyorlardı. Herkes sığınaklarda yaşıyordu. Ancak bir gün değil, bir hafta değil, bir ay değil kuşatma 44 ay sürdü.Gün geldi; çocuklar havasız renksiz sığınıklarda yaşamaktan bıktılar. Her ne kadar onları eğlendirmek için sığınıklarda şarkılı oyunlar düzenlense de çocuklar dışarıda koşmak, oynamak istiyordu.Ve bir gün...2 Ocak 1994. Öğle üzeri...Dışarıda kar yağdığını öğrenen altı çocuk, kızakla kaymak için sığınıktan gizlice çıktılar.13 yaşındaki Nermin, 12 yaşındaki Indira, 11 yaşındaki Daniel, 8 yaşındaki Mirza ve Admir ile 5 yaşındaki Jasmina neşeyle kaymaya başladılar.Sığınıktaki anneler, silah sesleriyle dışarıya fırladı. Kar, kan kırmızıya boyanmıştı. Altısı da ölmüştü. Altısı da yıkanmadan, "karanlığa okunan ezanlardan" sonra toprağa verildi.


SABAHA KARŞI


Şişli’deki o mütevazı ofiste o gün gözyaşlarımızı birbirimizden sakladık...Komutan, o sıcak günlerde Saraybosna’da bir gece sabaha karşı nasıl sandalyeye çöküp hüngür hüngür ağladığını anlattı:"Yorucu bir çatışmadan çıkmıştık. Tan ağarmaya başlamıştı.Bizimle çatışmalara giden kadınlar da vardı. Çoğu daha önce eline silah bile almamıştı. Ama şimdi hepsi askerdi. Hepsini onar kişilik takımlara bölmüştüm; hepsinin başına da içlerinden birini ’komutan’ atadım.Savaşa rağmen hayat devam ediyordu. Kahvaltı yapmaları için, Türkiye’den gelen büyük bir kaşar peynirini onlara verdim. Sevindiler.Bir köşeye çekilip çayımı içerek dinlenmeye başladım; istemeden gözlerim komutan kadına çevrildi. Kadın peyniri on parçaya değil on bir parçaya ayırdı. Hem merak ettim hem de biraz sinirlendim; on kişiydiler, ama o on bir parçaya ayırmıştı peyniri. Böldüğü peynirleri tek tek dağıttı; kendisine iki parça alınca, yerimden fırladım ve bağırmaya başladım. Hırsızlıktı bu. Savaşta bunun cezası ölümdü.Bağırmama, sözlerime kadınlar çok şaşırdı. Korktular. Yardımcım Bosnalı asker olayı açıkladı:Kadın on birinci parçayı mahallesindeki yatalak yaşlı bir kadın için almıştı.Ancak yatışmamıştım; çünkü Bosnalı kadının peynir götürdüğü ihtiyar kadın Sırp’tı!Üstelik, bu Sırp ihtiyar kadının oğlu, kendisini besleyen Bosnalı kadının gelinini ve torununu öldürüp Çetniklerin yanına dağa kaçmıştı.Savaşın gerginliğiyle ağzıma ne geldiyse söyledim; silahımı alıp dışarı çıkacakken kadınlar yolumu kestiler. Peynirleri getirip önüme koydular.Kadın, ’Komutan, sen nasıl Müslüman’sın; o ihtiyar komşumun ne suçu, ne günahı var; o bir şey yapmadı ki; oğlu yaptı!’ dedi.Birden dona kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Sandalyeye çöktüm, hüngür hüngür ağladım..."


SIRP POLİS VESNA

Bu acımasız savaşta topyekûn birilerine "iyi"; birilerine "kötü" derseniz, polis Vesna Doyuz’a haksızlık yaparsanız.Vesna Sırp’tı. Ama savaşta Bosnalı Müslümanların safında yer aldı. 30 kişilik birliğiyle İgnam Dağları’nda Sırp Çentiklere karşı savaştı. Ve bir gün yardımcısı Adnan ile birlikte şehit düştü. Mezarı Bayramiç’teki şehit mezarlığındadır.Bitmedi: Vesna öldüğünde oğlu Teo on yaşındaydı. Aradan yıllar geçti; Teo Türkiye’de askeri okulda okudu. Bugün üsteğmen rütbesinde Bosna-Hersek Ordusu’nda görev yapıyor. Arkadaşlarına babasının nasıl bir kahraman olduğunu anlatıyor...’


ÜNİFORMAYI ÇIKARDI

’Bosna-Hersek’te Müslümanların etnik bir soykırıma tabi tutulduğunu Türk Devleti biliyordu.Biliyordu ama uluslararası sözleşmeler gereği diplomasi dışında pek "bir şey" de yapamıyordu.İşte bizim komutan etnik savaşın başladığı o ilk günlerde aklına "tüccar" olmayı koydu. En iyi "pazar" da Saraybosna’ydı."Üniformasını çıkardı" ve Saraybosna’nın yolunu tuttu.Bosnalılara "ticaretin inceliklerini" öğretti!Görevi bitince, pardon "ticareti" bırakınca, tekrar üniformasına kavuştu!O, isimsiz-mezarsız-idealist kahramanlardan sadece biriydi...Komutanın adı ne miydi?Cuma günü Star TV’de başlayacak "Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" dizisinde, biz ona "Cemil" adını verdik...Saraybosna’daki ’ölüm çiçekleri’nin hikáyesi

BOSNA’da bugüne kadar 300 toplu mezar bulundu.Rivayet odur ki:Bosnalılar savaş sırasında artık sayıları yok olmak üzere olan kelebekleri takip ederlermiş.Bilirlermiş ki kelebekler dağların, tepelerin en ıssız yerlerinde yetişen bir çiçeğin üstüne konarmış. Kelebeklerin konduğu o çiçekler, sadece toplu mezarların bulunduğu yerlerde yetişirmiş.Bu çiçeğe "ölüm çiçekleri" adını vermiş Bosnalılar. Bosnalılar, o kelebekler, o çiçekler sayesinde ölülerine kavuşmuşlar. Ve bugün bir kelebek görseler hemen heyecanlanıp peşine düşüyorlar.Çünkü 18 bin kişi hálá kayıp...


FATİH’İN FERMANI

Bosnalı Müslümanlar savaştan en çok zarar gören kesim oldu. Bunun sebebi olarak; erken davranıp silahlanmamaları; hızla örgütlenememeleri ve savaşmayı bilmedikleri gibi nedenler gösterilmektedir.Aslında asıl neden bunlar değildi.Asıl neden; onlar hálá Osmanlı’ydı!Onlar hálá Fatih Sultan Mehmed’in 1478 yılındaki fermanına inanıyorlardı: "Ben Fatih Sultan Mehmed Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı rahipler ve kiliseler ile her din ve milletten herkes himayem altındadır ve emrediyorum ki, ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkárlardan, ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların özgürlüklerini sınırlamayacak ve onlara zarar vermeyecektir!"Bosnalı Müslümanlar, Yugoslavya’yı bir arada tutan Mareşal Tito’nun da bu fermana bağlı kaldığını biliyorlardı.Ancak.Doğu Bloku’nun yıkılması Yugoslavya’yı da parçaladı; 6 bağımsız, 2 özerk cumhuriyet kuruldu.Bosna-Hersek’te 1 Mart 1992 tarihinde yapılan referandumda halkın yüzde 99.4’ü bağımsızlığı onaylayınca, Sırplar, Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’yı kuşattı. Mahalleler bölünmeye, barikatlar kurulmaya başlandı.5 Nisan günü, çoğunluğu genç olan Bosnak, Hırvat ve Sırp gençler barış mitingi düzenlediler. İlk ateş bu mitingde açıldı; iki gencecik kız öldürüldü."Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" dizisi işte bu barış mitingiyle başlıyor.Komutanla sohbetlerimiz sürerken, -artık Cüneyt de (Özdemir) katılmaya başlamıştı- o günlerde ilginç bir olay yaşadık.


NEDEN BÖYLE BİR DİZİ

Bizim apartmandaki her dairenin kapısına küçük naylon poşet içinde bir rozet bırakılmıştı. Rozetin üstünde; "Türk bakkaldan alışveriş yapıyorum, param PKK’ya gitmiyor" yazıyordu! Benzer rozetler Cüneyt’in oturduğu mahallede de dağıtılmıştı. Rozetteki mesaj açıktı; Kürtlerden alışveriş yapmayın!Bu Türkiye’de ilk kez oluyordu.Rozetleri dağıtanlar bu olayın nelere yol açacağını bilmiyordu belki. Belki, iç savaşın; kardeş kavgasının neye mal olacağını hesaplayamıyorlardı."Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" bu rozet olayından sonra doğdu.İstedik ki, bu diziyi izleyen Türkiye’deki sağcılar, solcular, İslamcılar, komünistler, Aleviler, Sünniler, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Hıristiyanlar, Yahudiler; bu topraklarda yaşayan herkes birbirine sarılsın. Aksi durumda akıllarına bile gelmeyecek olayların yaşanacağını bilsinler.Bosna acılı bir örnekti.Yeter ki ders almasını bilelim...


HÜRRİYET-Soner Yalçın

9 Şubat 2008 Cumartesi

Herero Soykırımı

Herero Soykırımı

Alman Güney-Batı Afrika'sında (şimdiki Namibya), 1904'ten 1907'ye kadar Afrika Dalaşı diye bilinen ve Afrika kıtasındaki sömürgeleşmiş devletlerin sınırları üzerindeki Avrupalılarca yapılan ihlal ve hak taleplerinin doruğa çıktığı bir dönemde gerçekleşen ve Alman Askerlerince Hererolar ve Namaka halklarına karşı yapılan 20. yüzyılın ilk soykırımıdır.



12 Ocak 1904'te, Samuel Maharero idaresindeki Hererolar halkı Alman sömürge idaresine isyan etti. Ağustosta, Alman generali Lothar von Trotha Waterberg Savaşında isyancıları yenerek aileleriyle birlikte bölgeden Omaheke çölüne sürdü. Ekimde ise bölgedeki bir başka halk olan Namalar da isyan ettiler. Almanlar onlara da aynı şekilde davranarak 65,000 Herero'yu (toplam nüfuslarının %80) ve 10,000 Nama'yı (toplam nüfuslarının %50) yok ettiler.
Katliamda en çok kullanılan yöntem ise asileri çöle sürüp orada susuzluktan ya da önceden zehirlenmiş içme suları ile öldürmekti.


1985'te, BM'nin Whitaker Raporunda Almanların Herero ve Namalara Guney-Batı Afrika ya da şimdiki adıyla Namibya'da gerçekleşen bu olayları 20 yy.'da gerçekleştirilen ilk soykırım hareketi olarak değerlendirmiştir. Alman Hükümeti Yardım Bakanı Heidemarie Wieczorek-Zeul, 2004'te şöyle bir demeç vermiştir: "Almanlar olarak biz bu olaylardaki tarihi sorumluluklarımızı ve hatalarımızı kabul ediyoruz."


Soykırım Öncesi

Hererolar, o zamanki adıyla Güney-Batı Afrika'da ki Damaraland bölgesinde (şimdiki Namibya) daha çok hayvan çobanlığı yaparak hayatları sürdüren bir kabileydi. Afrika'da o dönemde yaşanan Afrika Dalaşı sırasında Büyük Britanya bölgede hiç bir ilgisi olmadığını açıklayarak, o sıralarda Afrika'da neredeyse önemli hiç bir sömürgesi bulunmayan Almanların, Avrupa dışında yerleşebildikleri tek yere sahip olmalarına göz yumdular. Bölgede aynı zamanda bulunan Hukku'larla süren mücadelere rağman 1894 yılında kısmi barış sağlandı. Prusya'nın imparatorluğa bağlı asklerleri Schutztruppe'nin gelmesi ve vali Theodor Leutweinçalışmaları ile bölgede ciddi gelişmeler sağlandı.

Almanya'dan gelenleri o zamanki yönetim yerlilerden zorla alınan topraklara yerleştirme politikası güdüyordu. Eşitlik ve adaletten uzak politikaların yerli halk üzerinde uygulanması ve bölgede köleciliğin başlaması üzerine büyük bir memnuniyetsizlik başladı. Tarıma müsait toprakları alan Almanlar, ayrıca bölgede bolca bulunan elmasları da kontrol etmek üzere madenlere el koymaya başladılar.

1903'te ilk isyanı başlatan Nama kabilesi oldu. Hendrik Witbooi yönetiminde 60 kadar Alman yerleşimciyi öldürdüler. Namalara daha sonra Hukku'lar da katıldılar. Şef Samuel Maharero idaresindeki isyanlarla beraber, bölgede mücadele artarak sürdü.
1904'te Hererolar tekrar isyan etti ve bu kez 120 Alman öldürüldü. Öldürülenlerin içinde kadınlar ve çocukların da bulunması, merkezi yönetimin önlem almasını zorunlu kıldı. General Lothar von Trotha Ekim 1904'te de 14,000 askerle bölgeye gönderildi. Hererolara yazdığı mesaj şöyledir:

Ben, Alman kuvettlerinin muzaffer komutanı, bu mektubu Herero halkına gönderdim... Bilesiniz ki tüm Hererolar burayı terkedecektir. Alman sınırları içinde bulunacak silahlı ya da silahsız her Herero, bir hayvanla beraber olsun olmasın, vurularak öldürülecektir. Şu andan itibaren karınızı ya da çocuğunuzu da bu topraklarda istemiyoruz. Onları da ya süreceğim ya da vuracağım. Hererolarla ilgili kararım budur.
Kayser'in 1904 yılında çok zalimce bulduğu bu emir, kaldırılıncaya kadar pek çok Hererolu öldürüldü ya da sürüldü. Emrin hükmü kalmamasına rağmen, bu emirle başlayan öldürmeler, daha sonra katliama giden yolun başlangıcı oldu. Esir alınanlar toplama kamplarında çalışarak ölüme terkedildi.


Başlangıç


Alman kuvvetleri sayıları 3000-5000 Herero savaşçısı ile Waterberg Şavaşı'nda karşılaşarak yenilgiye uğrattılar. Buradan kurtulanlar ve aileleri ise Britanya'nın isyanı durdurmaları karşılığı sunduğu sığınma hakkını kullarak Bechuanaland bölgesine gittiler.

Şavaşın ardından sığınma hakkı verildiğini duyan 24,000 kadar Herero'lunun hayatı Kalahari çölünde Bechuanaland bölgesine ulaşabilme umudu ile çıktıkları çöl yolculuğunda sona erdi. Sonradan bölgede görev yapan Alman devriyeleri 7-8 m.lik su bulmak amacıyla kazınmış kuyularının dibinde binlerce kemik buldukları rapor etmişlerdir. Şef Maherero ve 1000 kadar adamı çölü geçerek Bechuanaland'da sığındılar.

Savaştan kurtulan ve sığınmak için Britanya bölgesine kaçamayan çoğu kadın ve çocuk, tıpkı Britanya İdaresindesi 1. ve 2. Boer Savaşlarından kalanların başına gelen kadere benzer şekilde toplama kamplarına yerleştirildi. Almanlar her Herero'ya bir numara verdiler ve kamplarda ya da çalışarak ölen her Herero'nun kaydını düzenli bir şekilde tuttular. Kamplardan çalışmak üzere Alman firmalarına gönderilenlerin ölmelerine göz yumuluyordu. Ağır çalışma koşulları, hastalıklar ve kötü beslenme yüzünden Herero'ların nüfuslarının %50-%80'nin yok olduğu sanılmaktadır.

1908'de Alman idaresinin tekrar kurulmasına dek 100,000 insanın öldüğü sanılmaktadır. Olaylarda 19,000 Alman askerinin yer aldığı düşünülmektedir. 1985 BM Whitaker Raporuna göre, 65,000 Herero (nüfusun %80'i) ve 10,000 Nama'nın (nüfusun %50'si) 1904-1907 arasında öldüğü ya da öldürüldüğü düşünülmektedir. Başka kaynaklar toplam sayıyı 100,000'e tamamlamaktadır.

Tam bu zamanlarda bölgede bulunan elmas yatakları, bölgenin önemini Almanlar ve başkaları için daha da arttırdı. Almanlar koloniyi 1915'te başlayan Büyük Savaşta, 1918 Versay Anlaşması ile Güney-Afrika'ya kaptırdılar.


Alman Askerlerince Gerçekleştirilen Tecavüzler


Cologne Universitesinden Hollandalı tarihçi Jan-Bart Gewald, Alman babalardan olan binlerce çocuk için özel kurulan bazı toplama kamplarından bahsetmiştir. Erkekerinin çoğu öldüğünden kadınlar, Alman askerlerine seks kölesi olmaya zorlanmışlardır.


Kaynak:Wikipedia

30 Ocak 2008 Çarşamba

Ruanda Soykırımı

Ruanda Soykırımı

Ruanda Soykırımı, Ruanda'da 1994 yılında yaklaşık yüz gün içinde 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu'nun, aşırı uç Hutular (Interahamwe) tarafından öldürülmesi olayıdır. Katliam, Tutsi destekli isyancı Ruanda Vatansever Cephesi lideri Paul Kegame'ye bağlı güçlerce, Hutu ağırlıklı hükümetin düşürülmesi ile son buldu. Ardından yönetimden güç alan Tutsilerin öç bahanesiyle saldırması sonucu yüzbinlerce Hutu, komşu Zaire'ye (Kongo Cumhuriyetine) sığındı.


Öncesi

1890 Brüksel Konferansı'nda, bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen, hâkim devletlerce Ruanda, Almanya idaresine verildi. Doğal kaynaklar açısından zengin diğer devletler varken, kendi payına bu fakir ve karasal devletin düşmesinde yarar görmeyen Almanya, 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermedi. I. Dünya Savaşı'nın ardından Ruanda yönetimi Belçika'ya verildi. Belçikalılar Almanların aksine yönetimle daha fazla ilgilendiler. Doğal yaşam ihtiyaçlarını karşılamak dışında çalışmayan Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar getirildi.
Ülkede o zaman yaşayanların %90'ı Hutu, %9'u Tutsi, %1'i ise Pigmeydi. Pigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsa da, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar bu politikayı Ruanda için kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler. Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara göre almaya başladılar. Bu dönemde Tutsiler, Hutulara göre çok daha iyi yaşam şartlarına ve daha iyi işlere kavuştu. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı objektiflikten uzak ve akıl dışı kriterler kullanılmıştır. Etiyopya kökenli olduğuna inanılan Nuh'un soyuna dayandırılan Tutsilerin daha ince yapılı ve narin bir görünüşe sahip olduğu iddia edilmiş ve uzun boy, güzel görünüm gibi fiziki özellikleri olanlar Tutsi sayılmıştır. Bunun yanında zengin olanlar, örneğin, 10 inekten daha fazlasına sahip olanlar da Tutsi olarak kaydedilmiştir.


Daha sonra üniversiteler, eğitim ve sosyal olanaklar Hutulara neredeyse tamamen kapanmıştır. 1950'lere kadar Tutsileri Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten sonra savaşın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletmiş, hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü Hutuları desteklemeye yönelmiştir. Bunun bir sebebi de, uzun vadede ülkedeki yönetimin seçimler aracılığı ile sayıca üstün Hutulara geçme olasılığının artmasıdır. Belçika, Ruanda ve Burundi'yi, 1962 yılında her iki devlet bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti'nde uyguladıkları gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsiz olmakla suçlanmıştır.


Başlangıcı


II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi. İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli . Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Uganda'ya sığındı.


Bağımsızlık kazanılmasından sonra PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974'teki pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı. Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı.
1973'te Hutu Juvénal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip, PARMEHUTU hareketine son verdi. Ancak kendisi de bir Hutu milliyetçisi olduğundan Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı.


1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RYB) Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı.
Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos'ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna "kalıcı çözüm" bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye kadar verdiler.


En ücra köylere kadar her yerde Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ekonomisi silah alımına uygun olmayan bir ülke olduğundan Çin'e yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, ucu sivri sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan "böcek" avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu hükümeti önlem olarak hiçbir şey yapmamıştır.


6 Nisan 1994'te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başladı. O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Ülkede yaşanan kaostan faydalanan Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başladılar. Katliamlara şahit olan bölgedeki Kanada ordusuna bağlı bir komutan, bizzat Birleşmiş Milletler Sekreteri (Kofi Annan'ı arayarak) katliamı bildirmiş ve ne yapılması gerektiğini sormuş olmasına rağmen müdahale etmemesi emrini almıştır.


Somali başarısızlığının etkisiyle bölgeden uzak durmak isteyen ABD, baskı yaparak ve bölgede öldürülen 10 BM askerini sebep göstererek, BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini sağladı. Bunun üzerine katliam daha da şiddetlendi. Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katlimlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.


Ceset saklanabilecek her yer cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyadaki soykırımlara seyirci kalmayacağını söyleyen Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için BM'de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir.


Katliam haberlerini alan RYB üyeleri ülkenin doğusundan girip katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükümetine askeri yardıma başladı. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RYB askerlerinin girmesini engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine seyirci kaldılar.
100 gün içinde bölgede 800.000'e yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır.


Nedenleri


Soykırımın nedeni olarak, tıpkı Holocaust'a neden olarak gösterilen, Avrupa kaynaklı ırk temeline dayalı teoriler de öne sürülmektedir. Avrupa'da o dönemde, ırk üzerine düşünce üreten bazı çevrelerce, Ruanda bölgesinde yaşayan insanların, ari ırk ile aşağı ırk olarak kabul edilen zenciler arasında bir tür geçiş ırkı olduğu iddia edilmiştir. Bu yüzden Hutuların, Tutsileri gerçek Ruandalı olarak değil, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupalıların ülkelerindeki işgalci akrabaları olarak değerlendirdikleri iddia edilmiştir. Benzer olaylar başka ülkelerde örneğin Sudan'da da görülmüştür.
Bir başka neden olarak, özelikle Tutsi bölgelerinde kalan verimli tarım alanlarının Hutularca ele geçirilme isteği de gösterilmektedir. Zengin komşularının mallarını ele geçirmek isteyen Hutuların, özellikle Tutsileri öldürdükleri ve katliamın bir anda yayıldığı da düşünülmektedir.


Sorumluları


Yaşanan katliamın ardından, sorumluların tespit edilmesi ve yargılanması için çalışmalar yapılmıştır. Ancak sorumluların sayısının fazlalığı ve yaşanan olayların yıkıcılığı yüzünden, yargılamada bazı sorunlar yaşanmıştır. Katliam sırasında neredeyse tümüyle yok olan devlet kurumlarının olmaması sebebiyle, katliam sanıklarının büyük kısmı kendi köylerinde yaşamaya devam etmiştir. Katliamın acısının halk üzerinde yarattığı etkinin dindirilmesi amacıyla, halkın kendi kuracağı mahkemelerde alacağı kararların adli olarak tanınacağının bildirilmesi üzerine "halk mahkemeleri" (gacaca ) 3'ten fazla insan öldürenleri yargılamış ve halk kendi cezasını kendisi vermiştir. Daha büyük suçlular için Birleşmiş Milletler gözetiminde Arusha Tanzanya'da bir uluslararası suç mahkemesi kurularak yargılamalar sürdürülmüştür.


Sonuçlar


Tüm politik ve ekonomik yardımlara rağmen Ruanda, yaşanan soykırımın etkilerinden kurtulamamıştır. Ülkenin yakınında meydana gelen Kongo savaşları sebebiyle ülkede ekonomik ve sosyal açıdan istenen ilerleme sağlanamamıştır. 1999'da katliamın ardından yapılan ilk seçim de politik istikrarı sağlayamamıştır.
31 Mart 2005'te, Interahamwe'nın ardından kurulan Demokratik ve Özgürlükçü Ruanda Güçleri (FDLR), soykırımı kınayarak iç savaşa son verdiğini açıklamıştır.


İddialar


Fransa ve ABD'nin özellikle bölgede katliamı başlatan Hutu'ların engellenebileceği zamanlarda Birleşmiş Milletler'i işlevsiz kılmaya yönelik diplomatik girişimleri bu iddialara temel teşkil eder. Ayrıca Fransa Eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil. şeklinde açıklamada bulunmuştur. (Le Figaro, 12 Ocak 1998)
1992 yılında Ruanda Cumhurbaşkanlığı Muhafızları'nı eğitmek için bölgede bulunan emekli Ulusal Jandarma Müdahale Grubu Komutan Yardımcısı Thierry Prungnaud, devlet radyosu France-Culture’e verdiği mülakatta “1992 yılında Fransız askerlerinin Ruandalı sivil milislere atış eğitimi verdiğini gördüm.” diyerek Fransa'nın henüz anlaşılamayan sorumluluğuna değinmiştir. Emekli komutan, mülakatı yapan gazetecinin ‘Fransa’nın Ruandalı milisleri eğittiğini reddettiğini’ hatırlatması üzerine “Fransa bunu her zaman inkâr etti, başka şeyler gibi. Ama önemli değil, ben doğruluyorum.” şeklinde cevap vererek benzer iddialara destek vermiştir.


Kaynak:Wikipedia

18 Eylül 2007 Salı

SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI

SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI


Asya ve Avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olan Türkiye, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazları, Ortaasya, Kafkasya ve Ortadoğu’daki doğal enerji kaynaklarının kesiştiği noktadaki jeopolitik konumuyla bütün dünyanın dikkatini çekmektedir.

Geçmişte Osmanlı devleti, bugün de Türkiye, bu jeopolitik ve jeostratejik konumundan dolayı çeşitli entrikaların çevrildiği bir alan olmuştur. Osmanlı devletini parçalayarak tarih sahnesinden silmek isteyen sömürgeci devletler, bu entrikalarında yüzlerce yıldır Türklerle dostça yaşayan Ermenileri kullanmışlardır.

Tarihte olduğu gibi günümüzde de, Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan ülkeler bulunmaktadır. Bazı ülkelerde Türkleri ve Türkiye’yi sözde soykırımla suçlayan anıtlar dikilmekte, bazı ülkelerde de soykırım iddiasını tanımaya yönelik kararlar parlamento gündemlerine getirilmekte, hatta kimi ülke parlamentolarında kabul edilmektedir. Gerçekte tarihçilere bırakılması gereken bu konular, siyasetçilerin elinde çıkar aracı haline dönüştürülmektedir.

Tarih boyunca Romalılar, Persler ve Bizanslılar tarafından Anadolu’nun bir yerinden diğerine sürülen, savaşlara itilen ve çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya girişlerinden sonra Türklüğün adil, insani, hoşgörülü, birleştirici anlayış ve inancından yararlanmışlardır. Bu ilişkilerin gelişme ve doruğa ulaşma çağı olan 19. Yüzyıl sonlarına kadar süren devir, “Ermenilerin altın çağı” olmuştur. Osmanlı devletinin çalışan, liyakatli, dürüst ve becerili her vatandaşına sağladığı imkanlardan gayr-i müslimler içinde en çok faydalananlar Ermeniler olmuştur. Askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulurken, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişler ve devlete bağlı, milletle kaynaşmış ve anlaşmış olduklarından dolayı "millet-i sadıka” olarak kabul edilmişlerdir.

Bu çerçevede Türkçe konuşan, ayinlerini bile Türkçe yapan bu topluluktan devlet kademelerinde önemli görevlere yükselenler, hatta Bayındırlık, Bahriye, Hariciye, Maliye, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları, Müsteşarlıkları yapanlar olmuştur. Hatta Osmanlı devletinin meseleleri üzerinde Türkçe ve yabancı dillerde eserler de yazmışlardır.

Ancak Osmanlı devletinin zayıflamaya başladığı dönemlerde, hemen her konuda Avrupa’nın müdahalesi baş gösterince, Türk-Ermeni ilişkilerinde de bir bozulma başlamıştır. Batılıların özellikle misyoner din adamı kisvesinde, Osmanlı devleti içine soktuğu provokatörlerin faaliyetleriyle Ermeniler; dini, kültürel, ticari, sosyal ve siyasi açılardan Türk toplumundan uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Böylece, çoğu defa Türklerin zararlı çıktığı trajik olaylar başlamış, Doğu Anadolu’da başlatılan ve İstanbul’a kadar yayılan isyan hareketlerinde binlerce Türk ve Ermeni hayatlarını kaybetmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında ise; Osmanlı askeri olarak düşmanlara karşı savaşan veya geri hizmetlerde çalışan Ermenilere karşılık, Ermenilerin önemli bir kısmı düşman kuvvetlerinin yanında Türklere karşı savaşmıştır. Cephe gerisinde de komitacı Ermeniler kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın katliamlara girişmişler, yüz binlerce Müslüman’ın hayatına kastederek Doğu Anadolu’yu bir harabe haline çevirmişlerdir.

Devletin bunları yatıştırmak ve durdurmak için aldığı tedbirler istismar edilmiş ve dış devletlerin tahrik ve vaatleriyle Ermeniler, bin yıl refah içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır.

Anadolu dışında kurulan Hınçak, Taşnak, Ramgavar, Hınçak İhtilal Komitesi, Silahlılar Cemiyeti, Ermenistan’a Doğru Cemiyeti, Genç Ermenistan Cemiyeti, İttihat ve Halas Cemiyeti ve Karahaç Cemiyeti gibi örgütler, halkı silahlı ayaklanmaya sevk etmişlerdir.
Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı içinde, Ermeni isyanının yoğun olduğu Doğu Anadolu’da, bir yandan cephede Rus ordularıyla ve Rusların yanında yer almış olan Ermeni kuvvetleriyle savaşmak zorunda kalmıştı. Diğer yandan da cephe gerisinde Türkleri katleden, Türk köy ve kasabalarını yakıp yıkan, ordunun ikmal tesislerine ve konvoylarına saldıran Ermeni çeteleri ile mücadele etmek zorunda kalmıştır.

Ayrıca hem cephede hem de cephe gerisinde savaşmak durumunda bırakılmasına rağmen, 9-10 ay, cephe gerisindeki önemli tehlikeyi “mahalli tedbirlerle” çözüme ulaştırmaya çalışmıştır. Bu arada, 24 Nisan 1915’te, cephe gerisinde faaliyette bulunan Ermeni komitecilerine yönelik bir operasyon yapmış ve vatana ihanet eden 2345 komiteciyi tutuklamıştır.

Komitecilerin dışında özellikle Rus sınırına yakın bölgelerdeki Ermeni halkın da devlete isyan halinde olduğunu görünce, son çareye başvurmuş ve bölgedeki Ermenilerden sadece isyan hareketine karışanları savaş bölgesinden alıp, ülkenin emniyetli bölgelerine “sevk ve iskâna”, o dönemdeki ifadesiyle “tehcir”e tabi tutmuştur. Bu uygulama ile aynı zamanda her şeyden önce cephe gerisinde iç savaş ortamında bulunan Ermeni halkın can güvenliği sağlanmıştır. Çünkü Ermenilerin bölgedeki Türklere yaptıkları katliam ve mezalimin karşılığını müslüman halk da vermeye başlamıştı.

Ermenistan ile bir takım siyasi ve ekonomik çıkarlar için Ermenileri kullanan bazı devletler, yer değiştirme uygulamasını ve 24 Nisan’daki tutuklamaları bir “soykırım” gibi göstermek ve dünya kamuoyunu bu konuda ikna etmek için yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişlerdir.

Oysa Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı devletini işgal eden devletlerden İngilizler, aralarında Osmanlı siyasi ve askeri liderleriyle önde gelen aydınların da bulunduğu 143 kişiyi “Ermeni olaylarında savaş suçu işledikleri” gerekçesiyle tutuklayarak Malta adasına sürmüş ve hapsetmiştir. Suçlamalarla ilgili olarak Osmanlı, ABD ve İngiliz arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmıştır. Buna rağmen, Malta’daki tutuklular hakkında iftiraları kanıtlayacak deliller mahkemeye sunulamamıştır. Sonuç olarak Malta'daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilmeden ve duruşma yapılmadan 1922'de serbest bırakılmışlardır.

Ancak Türkleri sözde soykırımla suçlama gayretleri durmamış; Malta’daki yargılama sürecinde İngiliz basınında Osmanlı Hükümeti’ni sözde soykırım ile suçlayan ve bu konuyu ispata yeltenen bazı uydurma belgeler yayınlanmıştır. Söz konusu belgelerin General Allenby komutasındaki İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından Suriye'deki Osmanlı Devlet Dairelerinde ortaya çıkarıldığı iddia edilmiştir. Ancak, İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından sonradan yapılan soruşturmalar, İngiliz basınına verilen bu belgelerin İngiliz ordusu tarafından ele geçirilen belgeler olmayıp, Paris'teki Milliyetçi Ermeni Delegasyonu tarafından müttefik delegasyonlara gönderilen yazılar olduğu anlaşılmıştır.

Bütün bu gerçeklere rağmen, sözde soykırım iddialarını gündemde tutmak için olağanüstü gayret sarf eden Ermeni komiteleri, terör eylemlerine yönelmişlerdir. 1965'ten sonra, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerin, Türkiye aleyhine başlattıkları karalama kampanyasıyla dünya ve Türkiye kamuoyunda varlığını hissettiren sözde Ermeni Sorunu, 1970'li yıllardan itibaren yurtdışındaki Türk temsilciliklerine yönelik terör eylemlerine dönüşmüştür.

Gurgen (Karekin) Yanikan adlı bir yaşlı Ermeni’nin 27 Ocak 1973'de ABD'nin Santa Barbara kentinde, Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir'i katletmesiyle başlayan "Bireysel Ermeni Terörü", 1975'den itibaren tıpkı 1915 öncesinde olduğu gibi "Örgütlü Ermeni Terörü"ne dönüşmüştür.

Yurtdışındaki Türk görevliler, diplomatlar, elçilikler ve kuruluşlarına yönelik Ermeni saldırıları, kısa sürede hızlı bir tırmanma göstererek yoğunluk kazanmıştır.

Ermeni teröründe, Türkiye’deki iç huzursuzluğun zirveye çıktığı 1979 yılından itibaren büyük bir artış gözlenmeye başlanmıştır. Ermeni teröristler, 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda 42 diplomatımız ile 4 yabancı hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır.

Ermeni terör örgütleri, dış dünyanın tepkileri üzerine 1980’li yıllarda taktik değiştirerek, PKK terör örgütü ile işbirliğine girmişlerdir. 1984 yılında PKK sahneye çıkarılmış ve Asala-Ermeni terörü geri plâna çekilmiştir. Belgeler, Bekaa ve Zeli kamplarında ASALA ile PKK militanlarının birlikte eğitim gördüklerini ortaya koymuştur.

Türk güvenlik güçlerinin PKK terörü ile mücadelede başarı sağlamasının ardından Ermeni komiteleri, sözde iddialarını Ermenistan devletinin açık desteği ve Ermeni Diasporası aracılığıyla sürdürmeye devam etmektedirler. Çeşitli ülke parlamentolarından “sözde Ermeni Soykırımı”nı kabul eden yasaların ve önerilerin çıkmasını sağlamaya çalışarak, asılsız iddialarını dünya kamuoyuna kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Amaçları, sözde iddialarını tüm dünyaya “tanıtmak”, Türkiye’yi bu temelsiz iddiaları “tanımak” zorunda bırakmak, sözde soykırımdan dolayı Türkiye'den "tazminat" ve "toprak" almak ve "Büyük Ermenistan" rüyasını gerçekleştirmektir.

DİPNOTLAR
1) Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2000.
2) Yıldırım, Dr. Hüsamettin, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Ankara 2000, s. 38 (PRO.FO. 13 Temmuz 1921, 371 / 6504 / E.8519)
3) Şimşir, Bilal, Şehit Diplomatlarımız, Bilgi Yayınevi, Ankara 2000, 2 Cilt.

www.dodocuk.net

3 Ağustos 2007 Cuma

Bosna Soykırımı

Bosna Soykırımı




Bosna Soykırımı, 1992 - 1995 yılları arasında Bosna Savaşı sırasında özellikle Sırplar tarafından Boşnaklara karşı Bosna-Hersek topraklarında yapılmış bir soykırımdır. Terim daha çok Akademik bir tanım olarak özelde Srebrenica Katliamı için kullanılmaktadır.

Katliamın Öncesi
1. Dünya Savaşı'nın ardından Josip Tito'nun liderliğinde kurulan komünist Yugoslavya Devleti 3 değişik din (Ortodoksluk, Katoliklik ve İslam) ve çok sayıda etnik grubu (Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Sloven, Makedon) biraraya getiren bir ülkeydi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyet blokunda yerini aldı ancak zamanla bağımsız bir hale geldi. 1980 yılında Tito'nun ölümü ve 1990 yılında da Sovyet blokunun parçalanmağa başlamasıyla farklı etnik grupları Yugoslavya içinde birarada tutmak imkansız hale geldi. 25 Haziran 1991'de Slovenya ve Hırvatistan, Almanya ve İtalyanların desteklemesi ile bağımsızlıklarını ilan ettiler. Eylül 1991'de de Makedonya bağımsızlığını ilan etti.Şubat-Mart 1992'de Bosna-Hersek Devleti ülke çapında bağımsızlık ilan edilmesi konusunda bir referandum yaptı. Bosnalı Sırpların çoğunun boykot ettiği bu referandum bağımsızlığın kabul edilmesiyle sonuçlandı. 5 Nisan 1992'de Bosna-Hersek hükümeti bağımsızlığını ilan etti. 6 Nisan'da da ABD ve Avrupa ülkeleri Bosna-Hersek'in bağımsızlığını tanıdılar.Bağımsızlığın anayurtları olan Sırbistan'tan kendilerini koparacağını düşünen ve büyük Sırbistan hayalleri olan Bosnalı Sırp'lar, Sırbistan'dan aldıkları askeri yardımlarla Bosna'da bir Sırp Cumhuriyeti kurduklarını ilan ettiler. Kendi bölgelerinde bulunan Müslüman (Boşnaklar) ve Katoliklerden (Hırvatlar) bu bölgeyi terk etmelerini istediler. Bunu hızlandırmak içinse, özellikle halkın dayanma gücünü kırmak ve dehşet yaratarak insanların bölgeden derhal uzaklaştırmak için insanlık dışı uygulamalara yöneldiler.

Katliamın Başlangıcı
Nisan 1992’de Srebrenica’nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde, 350 Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliter ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutularak katledildi. Burada yaşananlar hakkındaki bilgiler, ancak aylar sonra katliam sırasında çekilen görüntülerin yayınlanması ile anlaşıldı.Sırpların bu vahşet siyasetinin dünyada duyulması, düşünülenin aksine Bosnalı Boşnakların kurtulma ümitlerini arttırmadı. Aksine, BM ve NATO desteğinde özellikle Sırplar hedef alınarak bir ambargo başlatıldı. Fakat hem Sırpların eski müttefikleri olan Rus'ların yardımı, hem de coğrafi olarak daha iç kesimlerde bulunan Bosnalı Müslümanlar'a göre daha avantajlı olmaları sebebiyle, bu ambargodan Bosnalı Sırplar neredeyse hiç etkilenmediler. Olan zaten silah ve lojistik olarak çok zayıf olan Müslümanlara oldu. Dünyanın en büyük ordularından birine sahip Yugoslavya'nın, bu gücünü Sırplar neredeyse sonuna kadar kullanmışlardır.Zamanla dünyada yükselen tepkiler ve özellikle bazı destekçilerinin durumun vehametini anlamaya başlamaları ile Müslümanlara yönelik bazı yardımlar ulaştırılmaya başlanmıştır. Birçok ülkede Bosna'ya yardım kampanyaları düzenlenmiştir. Bosnalıların şanssızlığı burada da devam etmiş, güvendikleri müslüman ülkelerde kampanya paraları kendilerine ulaştırılmak şöyle dursun, başka politik amaçlar için kullanılmış ve büyük bölümü asla yerine ulaştırılmamıştır.

Srebrenica Katliamı
Zamanla gücünü toparlayan Nasır Oriç liderliğindeki Müslüman direniş örgütü Sırplara karşı koymaya ve bazı başarılar elde etmeye başladılar. Bu duruma artık bir son vermenin zamanının geldiğini düşünen BM, Dayton görüşmelerini başlattı. Sırplar, görüşmelerde avantaj elde etmek için iki stratejik kent olan Gorajde ve Srebrenica’yı ele geçirmek maksadıyla bütün güçleriyle bu iki kente saldırdılar. Tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birini tüm dünyanın seyirci bakışları arasında sergilediler. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenica, 1995 yılının yaz ayında II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen en büyük toplu katliamının kurbanı oldu. Sırplar topladıkları ve günlerce sistematik işkenceden geçirdikleri Bosnalı müslümanları, evlatlarının kardeşlerinin gözleri önünde öldürdükten sonra, cesetlerini yine onlara gömdürdüler. Bosna Savaşı'nın bu en kanlı olayı Srebrenica Katliamı olarak adlandırılmıştır.Srebrenica Katliamında öldürülenlenlerin kesin sayısı bilinmemekle birlikte BM'nin eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi savcısı, 7 ila 8 bin kişinin öldürüldüğünü belirtmiştir. Bosna Sırplarının hükümetinin hazırladığı bir raporda ölü sayısı 7 bin 779, Boşnak hükümetinin raporunda ise 8 bin 374'den fazla olarak gösterilmektedir. Şimdiye kadar Srebrenica etrafında 42 toplu mezar bulunmuş ve uzmanlara göre 22 bölgede daha toplu mezar olduğunu tahmin edilmektedir. Şimdiye kadar 2 bin 70 kurbanın kesin kimlik tespiti yapılırken, 7 binden fazla ceset torbasında ise parçalanmış ceset parçaları kesin kimlik tespiti için bekletilmektedir. Cesetler toplu mezarlara atılırken parçalandığı için kimlik tespiti güçlükle yürütülmektedir. Ayrıca Sırplar katliamı gizlemek için bazı cesetleri ilk gömüldükleri toplu mezarlardan çıkarıp, başka yerlere tekrar gömdüklerinden katliamla ilgili deliller bozulmuş ya da yok olmuştur.1992-1995 arasında Uluslararası Kızılhaç Örgütü verilerine göre Bosna Hersek’te 312.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu kayıpların 200.000 kadarı Boşnak halkına ait olup Bosnalılar dünyanın gözü önünde ve Avrupa'nın göbeğinde sistematik bir soykırıma tabi tutulmuştur. Sadece Srebrenica'da olanlar hakkında elle tutulur delillerin varlığı söz konusu olsa da, çok yakın tarihte gerçekleşen soykırımı aydınlatmaya yetmemektedir.

Katliamın Sorumluları
Lahey'deki Savaş Suçları Mahkemesi'nde görülen davada Sırp Partisi Lideri Radovan Karadzic, Sırp Ordu Komutanı Radko Mladiç, Vujadin Popoviç (Bosnalı Sırp komutan), Ljubisa Beara (Genelkurmay Başkanı), Drago Nikoliç (Güvenlik şefi), Ljubomir Borovcanin (Özel polis müdürü), Radivoje Miletiç (Genelkurmay Başkan Yardımcısı), Milan Gvero (Komutan yardımcısı, Vinko Pandureviç (Tugay komutanı) Bosna Savaşı sırasında Srebrenitsa'da sekiz binden fazla sivilin katledilmesinden sorumlu oldukları iddiasıyla haklarında dava açılmıştır. Ancak Karadzic ve Mladiç tüm çabalara ve aramalara karşın adalet önüne çıkarılamamıştır.Bosna'da meydana gelen iç savaş sırasında Sırp ordusunun yapmış olduğu katliamın arkasındaki itici güç Sırbistan Demokratik Partisi ve lideri Radovan Karadziç'tir. Parti bağımsızlık ilanı ile birlikte hükümetten de çekilerek yasadışı bir örgüt gibi çalışmalarını yürüterek, müslüman bölgelerinde katliamları yapmışlardır. Sırp denetimindeki Ilıca bölgesinde Bosna Otelinde faaliyet gösteren parti lideri Radovan Karadziç ve arkadaşlarını korumakla görevli Sırp militanların uniformalarında Sırbistan bayrağı ve Çetnik adlı teröristlerin kullandığı madeni bir para büyüklüğündeki siyah renkli bir arma bulunmaktaydı. Bütün bu katliamları gerçekleştirmek için gereken ekonomik ve askeri güç temelde Federal Yugoslavya Ordusu'nda bulunuyordu. Ancak bu gücü yönetebilecek yetki ise Sırbistan'daydı. Dolayısıyla katliamları gerçekleştiren Sırp milislerin Sırbistan ile bağlantılı olmamalarına imkan yoktu. Sırp militanları ve Sırbistan Federal Ordusu arasındaki bu işbirliği kanıtlanamamıştır. Unutulmaması gereken en önemli hususlardan birisi de, SDS'nin bu faaliyetlerine bir çok Sırp ordu ve hükümet yetkilisi muhalefet etmiş, ve o zor koşullara rağmen görevlerini bırakmışlardır. O dönemde yapılan bazı Türk gazetecilerinin bölgedekilerle yaptıkları röpörtajlarda, Bosna'da yaşayan 1,3 milyon Sırp nufusun sadece yüzde 10'u yani 130 bin kişinin Sırbistan ile birleşmek istedikleri düşündükleri rapor edilmiştir.

Savaşın Bitişi
Bosna Savaşını sona erdiren Dayton Anlaşması, Paris’te 14 Aralık 2005'te imzalandı. 300 bin kişinin ölümüne ve yüz binlerce sivilin yurtlarından göçmesine neden olan dört yıllık savaşı durduran bu anlaşma, dönemin ABD Balkan Özel Temsilcisi Richard Holbrook’un başkanlığında ABD’nin Ohio eyaletine bağlı Dayton adlı kasabadaki bir hava üssünde haftalar süren müzakerelerden sonra karara bağlanmıştır. Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in ifadesiyle ‘adil olmasa da olabileceğin en iyisi’ olan bu anlaşma türünün tek örneğidir. Anlaşmanın bir bölümü Bosna-Hersek Devleti’nin anayasal yapısını ortaya koyarken, Bosna-Hersek adı verilen yeni bir devlet altında son derece karmaşık ve çok katmanlı bürokratik bir yapı öngörülmüştü. Anlaşma neticesinde Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti adında iki entite yaratılmış, etnik temellere dayalı entiteler üzerinde ise zayıf bir otoriteye sahip merkezi bir hükümet modeli ve etnisiteleri yansıtan ortak kurumlar oluşturulmuştur. Birbirleriyle savaşmış üç etnik toplumun yeniden bir arada yaşamasını ve Bosna-Hersek’in tüm kurumlarıyla işlemesini amaçlayan Dayton Barış Anlaşması’nın sivil yönlerinin uygulanmasına ilişkin sorumluluk ise Yüksek Temsilciliğe verilmiştir.

Lahey Adalet Divanı Kararı
Eski Yugoslavya'da işlenen savaş suçları için Boşnaklar, ilk kez BM’nin en üst mahkemesi sayılan Lahey Adalet Divanı’na Srebrenitsa Katliamı’ndan çok daha önce, 1993 yılında yaptılar. Mahkemenin başvuru karşısındaki tek tavrı soykırımın önlenmesi için taraflara yapılan çağrıyı açıklama olmuştur. Boşnakların ikinci başvurusu ise 2003 tarihinde yapıldı. Başvuruyu değerlendiren Lahey yargıçları bir senelik bir sürecin ardından 26 Şubat 2007 de beklenen kararı açıkladı. Mahkemenin aldığı kararlar özetle şu şekildedir:Mevcut uluslararası hukuka göre, sorumluğu bulunan kişi ve kurumlarıyla Sırbistan soykırım yapmamıştır Sırbistan, soykırım işlemek için plan yapmamış, soykırım eylemini kışkırtmamıştır Sırbistan, BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre yükümlülüklerini ihlal ederek, soykırıma iştirak etmemiştir 1995 temmuzunda Srebrenitsa'da meydana gelen soykırım konusunda, Sırbistan BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre soykırımı önleme yükümlülüğünü ihlal etmiştir Sırbistan, Ratko Mladiç'in soykırım ve soykırıma iştirak suçlamaları nedeniyle yargılanacağı eski Yugoslavya için kurulan uluslararası savaş suçları mahkemesine teslim edilmemesi ve mahkemeyle tam bir işbirliği yapmaması nedeniyle BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre yükümlülüklerini ihlal etmiştir Sırbistan, eski Yugoslavya için kurulan uluslararası savaş suçları mahkemesine soykırım ve başka suçlarla itham edilen kişilerin teslimi ve mahkemeyle tam bir işbirliği konularında yükümlülüklerini yerine getirecek acil tedbirler almalıdır Davada mali tazminat uygun bulunmamıştır, Bu kararlarla Sırbistan'ın soykırım konusunda bir yükümlülüğü bulunmadığına karar verilmiş ve Bosnalıların bekledikleri tazminata açılan yol kapanmıştır.Lahey Mahkemesi'nin, Sırbistan'ı suçlu bulmamış olmasına rağmen, Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi Bosna'da işlenen suçların soykırım olduğunu kabul etmiştir. Bu mahkemede sorumlu olduğu düşünülen kişilerin yargılamaları devam etmektedir. Lahey’deki bu mahkeme, iki Bosnalı Sırp subayı soykırımdan suçlu bulmuş,General Radislav Krstiç ise, 35 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Albay Vidoje Blagojeviç kendisi hakkındaki 18 yıl hapis cezasını temyiz etmeiştir. Eski Sırp Lideri Miloseviç ise yargılanırken ölmüştür. Diğer iki Bosnalı Sırp yetkili, Radovan Karadziç ve General Ratko Mladiç ise, Sırbistan'a yapılan tüm bu kişileri korumamaları yönündeki çağrılara karşın bulunup mahkeme önüne çıkarılamamıştır.

Katliamın Sonuçları
Bosna Hersek Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ilan etmesi ve devlet içindeki Sırp'ların ayrılıkçı bir hareket başlatarak bu hareketi Sırbistan destekli bir iç savaşa döndürmesi ile katliamlar siyasi amaçlı olarak yapılmıştır. Bu katliamlar sonucunda Bosna-Hersek devleti Sırplar ve Bosnalı Müslümanlar arasında paylaştırılmıştır. Açılan mahkemelerde, katliamcıların Soykırım suçu işlediklerine kadar verilmiş olmasına rağmen, suçlar bireyselleştirilerek, katliamın esas planlayıcısı olduğu iddia edilen Sırbistan Cumhuriyeti'nin sorumluluğunun olmadığına hükmedilmiştir. Bu durumda öldürülen binlerce Bosnalı Müslümanın aileleri tazminat alamayacak durumu düşmüşlerdir.Katliamların dünyada duyulması ile, Avrupa'daki Hrıstiyan devletlerin, kıtada müslüman bir devlet daha istemediği kanısını güçlendirecek gelişmeler yaşanmıştır. Avrupa güçleri, kendilerine çok yakın konumda bulunan sorun bölgelerine müdahale edememiş, gerekli koordinasyon ve harekat planlaması hem NATO hem Avrupa Birliği ülkelerince yapılamamıştır. Bu durum özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin askeri yönden hala ABD'ye bağımlı olduğu yönündeki iddiaları güçlendirmiştir. Özellikle Fransa liderliğindeki bazı ülkeler Avrupa'nın kendi ordusunu kurmasının bu gibi sorunlara daha etkin ve gerçekçi müdahaleye imkan sağlayacağı yönünde görüşler üretmeye başlamışlardır.Neticede insan hakları ve demokrasinin önde gelen savunucuları olduklarını iddia eden Avrupa devletleri, katliamlara engel olamadıkları için, gelişen sosyo-politik olaylara yön verebilme kabiliyetlerinin düşündükleri kadar etkin olamayabileceğini dünyaya göstermişlerdir.

Katliamın Sırp Olmayan Destekçileri
Katliamları gerçekleştiren Sırp Milislerin nereden yardım aldıkları konusunda çeşitli iddialar bulunmaktadır. Ancak Bosna Savaşı sırasında meydana gelen bazı olaylar, kuşkuya yer bırakmaksızın Sırp katliamcıların işlerini kolaylaştırmıştır. Bunların bazıları:BM'nin Srebrenica'yı korumakla görevlendirilen 400 Hollanda askeri, bölgeye "güvenli" olma güvencesi ile sığınmış 8000 kadar Bosnalı müslümanı, katledilecekleri bilindiği halde Sırp milislere teslim etmiştir. Kendilerine göstermiş oldukları üstün hizmet sebebiyle daha sonra madalya töreni düzenlenmiş ve ödüllendirilmiştir. Fransız AFP ajansına göre, bir grup Yunan sempatizan, Srebrenica Katliamında Sırp milislerle beraber Bosnalı müslümanları katletmiştir. Haberi bazı Yunan kaynaklı siteler de teyit etmektedir.NATO'nun BM gözetiminde yaptığı Sırplara yönelik hava harekat planlarını, Fransa'nın Sırplara sızdırdığı konusunda ciddi kuşkular bulunmaktadır. Bosna devletine yardım için bazı ülkelerde düzenlenen yardım kampanyaları hakkında ciddi suçlar içeren haberler yayınlanmıştır. Türkiye'de toplanan paralar ile ilgili olarak dönemin Başbakanı, koalisyon ortağı olduğu partiye paraların yerlerine ulaştırılmadığı yolunda suçlamalarda bulunmuştur.

Kaynaklar
Ali Haydar Yurtsever - Dönemin Milliyet Muhabiri
Türkiye Bosna-Hersek Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı Hüseyin KANSU’nun 14.12.2005 tarihli basın duyurusu metni
Murat Yılmaz - İnsan Hakları Derneği
TBMM Türkiye-Bosna Dostluk Grubu Başkanı Kansunun açıklaması
http://tr.wikipedia.org/





Bosna Soykırımı ve Adaletin Halleri

Bosna Soykırımı ve Adaletin Halleri


Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin Bosna-Sırbistan soykırım davasındaki 26 Şubat tarihli kararı, salt hukuksal değil, siyasal sonuçlarıyla birlikte okumakta yarar var. Mahkeme, Eski Yugoslavya'nın, Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi'nden kaynaklanan yükümlülüklerini, soykırımı önlemeyerek ve sanıkların yargılanmasında işbirliği yapmayarak ihlal ettiği sonucuna vardı. Bu sorumluluk şimdi, Eski Yugoslavya'nın uluslararası hukuk yükümlülüklerini üstlenen Sırbistan Cumhuriyeti'ne ait. Uluslararası yargı kararlarının ilk bakışta karmaşık gelen ayrıntıları, bu kararların yanlış anlaşılmasına teşne görünüyor. Mahkeme, Sırbistan Cumhuriyeti'nin soykırıma etkin olarak katılmadığını söylemiyor; Bosna'nın bu iddiasını göstermek için yeterli kanıt sunmadığını söylüyor. Bu tarihsel kararın sorunlu yanı da bu zaten: İnsan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı suçlar söz konusu olduğunda iddiayı ve tersini kanıtlama yükü taraflar arasında paylaşılmalı. Mahkeme Başkan Yardımcısı El Hasavni'nin kısmi muhalefet şerhi, mahkeme çoğunluğunun bu konuda fazla temkinli davrandığını gösteriyor. Fakat bir devletin soykırımdan suçlanmasına ilişkin hukuksal bir süreç, doğası gereği siyasal yönünden bağımsız düşünülemez. Kararın adil olup olmadığını görebilmek için, Bosna'nın ve Sırbistan'ın geleceğine, yaşayan insanların geleceğine etkisine de bakmak gerekir. Boşnak ve Hırvatların çöküş sürecindeki Yugoslavya'dan ayrılmak istemesi üzerine başlayan savaşta çoğu sivil 100 bin kişi ölmüştü. Miloşeviç Yugoslavya'sının desteklediği Bosna-Hersek Sırp milliyetçilerinin kurduğu fiili Sırp Cumhuriyeti birlikleri sorumluydu bu katliamların ve diğer zalimane eylemlerin çoğundan. Miloşeviç'in de Mart 2006'da ölümüne kadar yargılandığı Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Divanı, üst düzey sorumlulardan bazılarını insanlığa karşı suçlar ve savaş suçlarından yargılayarak adaleti sağlamayı amaçlıyordu. Devlet sorumluluğunun tespiti ise, Bosna'nın başvurusu üzerine Uluslararası Adalet Mahkemesi'ne ait bir görev haline geldi. Bosna Sırplarının liderleri Karadziç ve Mladiç halen aranıyor ve Sırbistan Cumhuriyeti'nde oldukları biliniyor.


Sırbistan soykırımdan sorumlu

Mahkeme, soykırım suçunu sadece Srebrenitsa katliamında sabit görüyor. Buna karşılık diğer katliamları ve uygulamaları, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları olarak görüyor, ki bunları değerlendirmek mahkemenin yetkisi dışındadır. Bosna-Sırbistan davasının uluslararası hukuk açısından önemli bir noktası, devletlerin soykırım nedeniyle suçlanıp suçlanamayacağı meselesiydi. Mahkemeye göre soykırım yasağı, devletlerin de soykırımdan suçlu ya da suç ortağı olarak görülebileceği türden bir sorumluluk getirir. Zira tanımlanan suçu bir devlet organının ya da suçları devlete atfedilebilecek bir grubun işlemesi, devletin uluslararası sorumluluğunu doğurur. Tersinden bakılırsa, soykırım suçu söz konusu olduğunda devletin asli sorumluluğu, suçu önlemek ve sorumlularını cezalandırmaktır. Fakat tek başına suçu önlemeyi veya sorumluları cezalandırmayı başaramamış olmak, devlete soykırım suçunun atfedilmesine yetmez. Buna karşılık devlet organlarının veya devlet adına hareket eden görevlilerin suçu önlememeyi veya suçluları cezalandırmamayı seçtiğinin gösterilmesi, suçun doğrudan devlete atfedilmesi sonucunu doğuracaktır.

Soykırımı kanıtlamak zor

Mahkeme, sunulan veriler ışığında, soykırım suçuyla etnik temizlik suçu arasındaki ayrımı vurguluyor: Etnik, ulusal, ırksal ya da dinsel özellikleriyle tanımlanarak hedef seçilen bir gruba karşı onları tamamen ya da kısmen yok etme niyeti ile salt belirli bir bölgeyi bu tür bir gruptan üyelerini başka bir yere naklederek 'arındırma' niyeti arasındaki farktır bu. Tersinden bakılırsa, suçun etnik temizlik olarak tanımlanabilmesi için, böyle bir tehcir sırasında söz konusu topluluğun üyelerini tamamen ya da kısmen yok etmeyi amaçlayan eylemlerin söz konusu olmaması gereklidir. Mahkeme, soykırım suçunun gösterilebilmesi için, suçlamanın ciddiliğine orantılı kesinlikte kanıtların sunulmuş olması gerektiğini belirtiyor. Mahkeme, olguları tespit ederken, kanıt standartları açısından, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Divanı'nın bulgularına da dayanarak şu sonuçlara varıyor:
Bosna'da kurulan fiili Sırp Cumhuriyeti, Eski Yugoslavya'nın desteği olmadan sınırlı bir etkinlik gösterebilir; yani bu kadar suç işleyemezdi.
Savaş sırasında Bosna'da koruma altındaki kişilere (siviller ve savaş halinde olmayan askerler) yönelik katliamlara ilişkin olgularda kasıt unsurunun tespitine yönelik yeterli kanıt yoktu. Bu veriler ışığında katliamla, silahlı çatışmalar uluslararası hukuku çerçevesinde savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar niteliğinde olabilir. Fakat mahkemenin bu suçların tespiti konusunda yetkisi yoktur.
Buna karşılık 13 Temmuz 1995 Srebrenitsa katliamına ilişkin olarak Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Divanı'nın iki kararı, Srebrenitsa'da yaşayan Müslüman Boşnakların öldürülmesi niyetini göstermeye yeterli kanıt teşkil eder. Dolayısıyla spesifik olarak bu katliamda soykırım suçu oluşmuştur ve suçu işleyen taraf, Bosna'da etkin olan fiili Sırp Cumhuriyeti'dir. Mahkemenin kanıt standartlarına yaklaşımı doğru olabilir: Suçlamanın büyüklüğüne orantılı olmalıdır sunulan kanıtların ikna edici değeri. Fakat Mahkeme Başkan Yardımcısı Yargıç El Hasavni, eldeki kanıtların muhatap devletin sorumluluğunun daha fazla olduğunu göstermeye yeterli olduğunu söylüyor. Yargıç El Hasavni'ye göre, Sırbistan Cumhuriyeti'nin selefi Eski Yugoslavya, sadece Srebrenitsa'da sabit görülen soykırım suçunu önlememekle kalmamış, aynı zamanda bu suça etkin olarak katılmıştı. Gerçekten de, soykırım suçu gibi bir suç söz konusu olduğunda, insan hakları ihlallerinde olduğu gibi, ispat yükünün taraflar arasında paylaştırılması gereklidir. Vahim insan hakları ihlallerinin, insanlığa karşı suçların ve soykırım suçunun işlendiği koşullar göze alındığında, faillerin kasıt, hatta eylemlerini gizlemek için avantajlı bir konumda oldukları açıktır. Bu açıdan Yargıç El Hasavni, bizzat mahkemenin Sırp Güvenlik Konseyi belgelerine ulaşması halinde muhatap devletin sorumluluğunun tespit edilmiş olabileceğini düşünüyor. Yargıç El Hasavni'nin daha ciddi bir itirazı, soykırımın tek bir eyleme indirgenemeyeceği yönünde. Ele alınan ve Mahkemenin tek başına soykırım suçunu tespit edemediği olgular birbirinden ayrılabilir mi? Başka bir deyişle, soykırım suçunun sistematik ve karmaşık yapısı, bu kararla gözden kaçmış oluyor. Mahkemenin kanıt standartları konusundaki temkinliliği, hukuksal açıdan yeterli bir karara ulaşmayı engellemiş görünüyor.

Suçu önleme sorumluluğu

Sonuç olarak mahkemeye göre, fiili Sırp Cumhuriyeti birliklerinin soykırım eylemleri ve insanlığa karşı suçlar gerçekleştirdiği sabittir. Fakat davada muhatap taraf olan Sırbistan Cumhuriyeti'nin soykırım suçundan sorumluluğunu sabit bulmaya yeterli kanıt yoktu. Başka bir deyişle, mahkeme, sunulan olgular ışığında, Bosna savaşı sırasında yapılan katliamların muhatap devlete atfedilebilecek emirlere ya da muhatap devletin yönlendirmesine dayalı olduğunu göstermeye yeterli kanıt görememiştir. Sırbistan Cumhuriyeti'nin söz konusu operasyonlarda etkin denetiminin olduğunu gösteren kanıtlar da mevcut değildir. Mahkemeye göre, Boşnak ve Hırvatlara karşı yapılan zalimane eylemlerin Eski Yugoslavya Cumhuriyeti'nin genel politikasının bir sonucu olduğu konusunda şüphe yoktur. Fakat bu devletin organ ya da görevlilerinin, söz konusu eylemleri gerçekleştiren tarafa yardım gönderirken, bu yardımların soykırım eyleminde kullanılmakta olduğunun farkında olduklarını tespit etmeye yeterli kanıt yoktur. Buna karşılık mahkeme, muhatap devletin soykırımı önleme ve sorumluları cezalandırma sorumluluğunu yerine getirmediğini de tespit eder. Bu açıdan kanıt standardı daha düşüktür. Bu açıdan Sırbistan Cumhuriyeti, yetkililerinin bu riski ve olanları önlemek için yeterli tedbir aldığına dair kanıt gösterememişti. Mahkemeye göre, Karadziç ve Mladiç'in Sırbistan toprakları üzerinde bulunmasına rağmen yakalanarak Uluslararası Ceza Divanı'na sevk edilmemiş olması ise, cezalandırma ve bu açıdan uluslararası otoritelerle işbirliği yapma sorumluluğunun da ihlalini gösteriyor. Nihayet mahkeme, tazminat hükmü vermedi. Zira mahkemeye göre, muhatap devletin müdahale etmesi halinde Srebrenitsa soykırımının engelleneceğine dair yeterli kanıt yoktur. Mahkemeye göre mevcut davada uygun tatmin aracı, Sırbistan Cumhuriyeti'nin sorumluluğunun tespit edilmiş olmasıdır. Bu sorunlu bir çıkarsamadır. Şuna benzer: Bir hükümetin işkenceyi önlemek için etkin önlem almış olması halinde bile işkence önlenemezdi denebilirse, mağdura tazminat vermeye gerek yoktur.

Adalete nereden bakmalı?

Boşnak ve Hırvat mağdurlar açısından kararın adaleti sağlamaya yeterli olmadığı kesin. Aslında soykırım söz konusu olduğunda adaletin sağlanabileceği konusunda karamsar olmak gerçekçi olur. Öte yandan, Bosna Savaşı sırasındaki soykırım ve insanlığa karşı suçlardan sorumlu en üst düzeydeki faillerin suçunun uluslararası bir divan tarafından tespit edilmesinin ardından soykırımın yapıldığının ve devlet sorumluluğunun Uluslararası Adalet Mahkemesi tarafından tespit edilmesi tarihsel önem taşıyor. Fakat bir devletin soykırımı önlememekten sorumlu olmasıyla soykırımdan suçlu olması arasında fark var. Sırpların soykırım suçlaması ve uluslararası yalıtılma karşısında ırkçı-militarist bir siyasete kaydığını, faşist şiddetin Sırbistan siyasetine hâkim olduğunu gördük. Soykırımın Sırbistan kimliğinin bir parçası olması, hem Sırbistan'ın geleceği açısından hem de bölge halkları arasındaki ilişki açısından tehlikelidir. Srebrenitsa katliamının görüntüleri karşısında dehşete kapılan bir Sırbistan'ı temsil eden Sırbistan Başkanı Boris Tadiç, bunun bilinciyle Sırbistan parlamentosundan soykırımı kınamasını istiyor. Mağdurlar için ve iki ülke halkının geleceği açısından asıl adalet, Sırbistan'ı temsil eden bir iradenin soykırımı tanıdığı ve vahşetini reddettiği bir noktada olsa gerek.

YAHYA BERMAN(RADİKAL)