CHRISTIAN DELACAMPAGNE
|
Heidegger Alman Nazi partisi (NSDAP) toplantısında. Leipzig, Kasım 1933 (Illustrierte Zeitung gazetesinden alınmıştır) bkz. Bu kaynakta resimle ilgili ayrıntılı bilgi var (kim kimdir?)
|
1933 yılı, başka bir açıdan da trajiktir. Hitler’in iktidara gelmesinden birkaç hafta sonra, dönemin en meşhur Alman filozofu Martin Heidegger, Fribourg Üniversitesinde rektörlük görevine atanır ve Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye olur (1 Mayıs).
Heidegger NSDAP’ye katıldığında kırk dört yaşındadır. Yani bir gençlik hatası değildir bu. 1945 yılına kadar partinin üyesi olarak kalacaktır. Yani bu, kısa süreli bir bağlılık da olmamıştır.
|
Hannah Arendt (solda) ve Heidegger, Arendt'in hocasıydı. İronik...
|
Bu katılım bir gaflet sonucu da değildir, çünkü Heidegger, üniversitesinin başına Nazi sempatizanı çalışma arkadaşlarının faal işbirliği ve yönetici kadroların desteğiyle gelir. Heidegger, Nisan 1933’ten Mart 1934’e kadar bir yıl boyunca bu mevkide kalacaktır.
Ne tarafsız ne de sadece onursal bir görevdir bu. İşbaşındaki kişiye gerçek bir iktidar bahşeder ve ondan katıksız bir siyasal itaat talep eder. Nazilerin sivil toplumu denetleme çabasında, üniversite alanının “ yola getirilmesi” önemli bir yer işgal eder. Bu işin, kararsız veya dik kafalı kişilere bırakılması düşünülemez.
Üstelik Heidegger’in atanması, Nazi programının merkezi teması olan Yahudilerin bertaraf edilmesiyle doğrudan ilişki içindedir. Nitekim Bade bölgesindeki Land tarafından yürürlüğe konan ve “Ari olmayan” hocalara re’sen işten el çektiren yeni bir yasanın tatbikini reddeden -ki nadir bir olaydır- Heidegger’den önceki rektör olan biyolog von Mollendorf’un istifası yaşanmıştır. Aslında yasa von Mollendorf’a rağmen uygulanır, zira kendisinden sonra gelecek rektörü seçen doksan üç kişinin oylarından on üçü “ ırksal” sebeplerden ötürü geçersiz sayılır. Bu durum, açıkça görülüyor ki, Heidegger için hiçbir sorun teşkil etmemiştir. Ne de atanmasından birkaç gün sonra, 10 Mayıs 1933’te, muhtelif şehirlerde “ Yahudi ve Marksist” kitapların yakılması Heidegger’i rahatsız etmişe benzer.
Yeni rektör, büyük bir heyecanla sarılır görevine. 20 Mayıs 1933’te Hitler’e telgraf çekerek, Alman Üniversiteleri Derneği’yle görüşmemesini tavsiye eder, çünkü bunlar rejimle işbirliği yapmaya hevesli görünmemektedir; kısacası Dernek, “ yola getirilmiş” değildir. Bir hafta sonra 27 Mayısta, görev teslim töreni gerçekleşir. Törende söylenen iki marş arasında Heidegger, Fribourg Üniversitesi’ni “Nazileştirme” programını, partinin jargonuyla sunar. “ Alman Üniversitesinin Kendini Olumlaması” gibi şatafatlı bir başlığa sahip, kuramsal ağırlığı olmayan bu saldırgan metin ile ilgili söylenecek fazla bir şey yok. Metinde entelektüel bağımsızlıktan küçük bir iz bulmak dahi mümkün değildir. Üstelik Heidegger, 1945’ten ölümüne kadar, ihtiyatla bu metnin yeniden basılmasını engellemiş ve konuşma metni ancak 1982’de, önce Fransa’da, sonra Almanya’da ortaya çıkabilmiştir.
Pratikte, filozofumuzun göreve gelir gelmez giriştiği esas faaliyeti, üniversitenin tüzüklerini Führerprinzip sistemini model alarak yenilemek olur. Bizzat başlattığı ve daha sonra üniversite bünyesindeki başka kurumlara da uygulayacağı bu yenilik hareketinin sonucunda, 1 Ekim’de kendisi de Fribourg Üniversitesinin Führer'i unvanını alır. Bu yeni unvanla birlikte iktidarı da güçlenmiş olur. Üniversite rektörü, artık Nasyonal-Sosyalisrtdevlet ile öğrenci gençlik arasında tam bir bağlantı noktası haline gelir. Bu yenilik hareketinin, hem rejimin bekçileri haline gelen gençlik, hem de bilimsel düzeyi gerilemeye başlayan üniversite kurumları üzerindeki sonuçları felaket olacaktır.
Aynı dönemde Heidegger, propagandacı filozof rolünü mükemmel bir sadakatle ifa etmektedir. Pek çok konferans verir, basında pek çok makalesi cıkar.[4] 12 Kasımdaki halk oylaması öncesinde Heidegger, insanları Hitler lehinde oy kullanmaya çağırır. Yine Kasımın otuzunda, Tiibingen’de Nasyonal-Sosyalist devlette üniversitelerin görevleri üzerine bir konferans verir. Heidegger’in kamusal olsun özel olsun, o dönemdeki bu beyanatları, bunlara ilham veren Marksizm ve Hıristiyanlık karşıtı, milliyetçi ideoloji hakkında kuşkuya yer bırakmıyor.
Antisemitizme gelince, Heidegger’in bu konuda sesini yükseltmemesinin sebebi sadece, etrafındaki pek çok kişinin bununla zaten yeterince ilgilenmesidir. Otuzlu yılların Avrupa’sında ve özellikle de Almanya’nın Heidegger’in büyüdüğü bölgesinde “ sıradan” bir olgu olan antisemitizmin Nazi programının temelini oluşturduğunu hatırdan çıkarmayalım. Dolayısıyla bir entelektüel olarak Heidegger’in, -bilhassa da söylemiyle kendini militan halk tabakasından ayırmaya çalıştığı düşünülürse- bu konuda söyleyecek fazladan bir sözü yoktur.
Ancak bu antisemitizme uzak olduğu anlamına gelmez. Uzak olduğu yolundaki iyimser bir yorumu destekleyen hiçbir olgu bulunmadığı gibi tersini gösteren hiç değilse bir kanıt mevcuttur: 1933 Aralık ayında, Gottingenli Nazi Öğretim Üyeleri Derneği’ne verdiği gizli raporda Heidegger, çalışma arkadaşlarının birisini, Yahudilerle “ sıkı ilişkiler” içinde olmakla suçlamakta beis görmez.[5] İlgili şahsı ağır yük altında bırakmış bu rapor, bugün bizim için bizzat Heidegger’i daha ağır bir yük altında bırakmaktadır.
Düşünürün aşırılıkçılığı kadar kavgacı üslubu da, en nihayetinde, partinin içinde, daha pragmatik bir çizgiyi savunanlar arasında çekinceler yaratır. Nitekim Nazi partisi de, egemenlik için birbiriyle mücadele eden rakip iki cenaha ayrılmıştır. Örneğin Hitler’in çevresindekiler ve SS’ler, liderleri Uzun Bıçaklar Gecesi (30 Haziran 1934) sırasında katledilen SA’ların devrimci heveslerini hor görmektedir. Daha alt düzeyde, Heidegger’in pek çok meslektaşı -başta Frankfurt Üniversitesinin nüfuzlu rektörü Ernst Krieck- onun peygamberane gayretkeşliğinden, karanlık tarzından ve bariz hırslarından rahatsız olmuşlardır. Üniversitenin yönetim işlerinde gösterdiği beceriksizlikler, 1933 yılının sonlarından itibaren Heidegger’e karşı örtülü bir muhalefetin şekillenmesine sebep olur. Git gide artan bir düşmanlığa hedef olan Heidegger, sonunda havlu atar. Mart 1934’te, kendini “ bilimsel” çalışmalara daha iyi vakfetmek bahanesiyle rektörlük görevinden ağırbaşlılıkla istifa eder. Ancak partiden ayrılmadığı gibi, 1945 yılına kadar inandığı şeyleri açıktan açığa inkâr etmez.
Heidegger’in Marburg’dan eski bir öğrencisi olan ve hocasını savunmaktan asla vazgeçmeyen filozof Hans-Georg Gadamer (d. 1900), 1934’ten sonra Heidegger’in kamusal alanda desteklediği rejimi özel hayatında eleştirdiğini söylüyor. Bu hiç de imkânsız değildir. Rektörlük fiyaskosuyla rezil olmuş Heidegger, bunu kurbanı olduğu kıskançlığa vermiş ve kendisini sonuna kadar desteklemeyen bir hükûmeti veya kendisinden daha becerikli davranarak iktidara yakın kalmasını bilmiş meslektaşları hakkında kötü konuşmuş olmalıdır. Öyleyse 1934’ten 1945’e kadar Heidegger’in yavaş yavaş, Nasyonal-Sosyalizmin ne olması gerektiği ile ilgili tamamen şahsi bir anlayış oluşturmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ne de, kimi zaman, eş dost toplantılarında Nasyonal-Sosyalizmi, iktidardaki partinin “sapmaları”nın karşısına koymaya cesaret etmesinde şaşılacak bir şey vardır.
Gadamer’in şahit olduğu ve 1934’teki “ hayalkırıklığı”yla açıklanabilecek Heidegger’in bu öfkeli ifadeleri, bütün bunlara rağmen, Nazizmin veya onun “aşırılıklarının” reddinin bir göstergesi olarak yorumlanmamalıdır. Tersine bu ifadeler, Hitler’in, kendi programının -toplumsal ve kültürel alanlarda- en “ devrimci” yönünü sonuna kadar -veya yeterince çabuk- uygulamaya koymadığını görmekten kaynaklanan bir üzüntüyü yansıtırlar. Çünkü, resmi çevrelerin “ faydacılığı” karşısında filozofumuz, artık öyle görünüyor ki, belli bir kuramsal “ saflık”ın savunuculuğunu yapmaya çalışmakta ve Hıristiyan çevrelerin “ ılımlılaştırıcı” etkisine karşı şiddetli bir kavganın o dönem için gerekli olduğuna inanmaktadır.
Her hâlükârda böyle bir niyetin varlığına dair kanıtı, Metafiziğe Giriş başlıklı 1935 yılı yaz dönemi dersinin meşhur bir bölümünde buluyoruz. Bu metinde -Hugo Ott’a [6] borçlu olduğumuz açıklamalar olmaksızın 1935’te yayımlanan metinde- Heidegger, ahlaki “değerler” in yılmaz savunucusu (ismini zikretmediği) Katolik Theodor Haecker’in kuramlarına ve onun kuramlarına destek veren Frankfurter Zeitung'a çatmaktadır. Frankfurter Zeitung, Nazilerin Yahudilerden yana gördüğü, henüz “yola getirilmemiş” son büyük gazetedir. Haecker’inkine benzer kuramların kesinlikle yasaklanması gerektiği (ki kısa süre içinde yasaklanacaktır) izlenimini yarattıktan sonra Heidegger, “bugün Nasyonal-Sosyalizmin felsefesi gibi piyasaya sürülen, ama bu hareketin büyüklüğü ve içsel hakikatiyle ilgisi olmayan[7]” şeyleri kati şekilde mahkum eder. Bu da, rektörlükten istifasından bir sene sonra filozofumuzun hangi cenahta yer aldığını gayet açıkça ifade edişidir.
Yine hatırlatalım, 1936’da Heidegger Roma’ya yaptığı bir seyahat sırasında tesadüfen, bu şehirde sürgünde bulunan eski öğrencisi Kari Löwith’le karşılaştığında, (Hitler’in “çevresindeki”lere karşı bazı eleştiriler yöneltmekle birlikte) Nasyonal-Sosyalist programa destek verdiğini doğrular ve bu siyasal tavır ile düşüncesinin geri kalanı arasında esaslı bir bağın var olduğunu onaylar.[8] Hiçbir zaman, hatta Kristal Gece’deki (1938) anti-semitist şiddetin ertesinde bile, olayların kazandığı boyutları bir kere bile kınamamıştır. Ve muhtelif tanıklıklara göre de Heidegger 1945’e kadar, partinin rozetini taşımaya devam etmiştir.
Son olarak, Davos buluşması sırasında, meslektaşı Cassirer’in gözünün yaşına bakmayan Heidegger’in, eski hocalarına veya Yahudi okul arkadaşlarına karşı, sonuna kadar, özel hayatında dahi en ufak bir jestte bulunmadığını hatırlayalım. Protestan olan Husserl ile ilişkileri 1930’dan sonra aniden kesilir. Heidegger eski hocasıyla, ölümle sonuçlanacak hastalığı sırasında hiç temasa geçmemiş ve Varlık ve Zaman'ın ilk baskısını ithaf ettiği kişinin cenazesine de katılmamıştı. Kaldı ki, 1 9 4 1’de kitabın yayımlanan dördüncü baskısında, Heidegger, üç sene önce ölmüş Husserl’e ithaf yazısını bizzat kaldırmıştır.
Bu pek şerefli olmayan dönem, savaşın bitişiyle sona erer. 25 Nisan 1945’te Fransız birlikleri Fribourg’a girerler. Mayıs ortalarına doğru, “ tipik” bir Nazi addedilen Heidegger’in evi, işgal kuvvetleri tarafından el konacak binalar listesinde yazılıdır. Kısa süre sonra, eski rektörün kaderini karara bağlamaya yönelik bir dava başlatılır. Dava, Ocak 1946’da sonuçlanır. Heidegger, erken emekliliğe ayrılır ve kamusal alanda ders vermesi yasaklanır. Heidegger, 1946’dan itibaren bu yasağı “özel” konferanslar vererek delmekte gecikmeyecektir.
*
1966’da Spiegele verdiği ve -her daim temkinli olan filozofumuzun isteğine uygun olarak- ancak ölümünden sonra yayımlanacak söyleşinin[9] de tanıklık ettiği gibi, 1945 yılının ikinci döneminden itibaren Heidegger, hayatının sonuna kadar sadık kalacağı savunma sisteminin ana hatlarını yazı yoluyla oluşturmaya koyulur.[10]
1945 yılının sonunda Heidegger hala, iki karşıt fakat tutarlı strateji arasında tercih yapma noktasındadır. Ya kendini sessizliğe ve yalıtılmışlığa mahkûm etme pahasına Nazi geçmişini bütünüyle üstlenecektir. Yahut, herkesin önünde özeleştirisini yapmak pahasına, sadece 1933’te değil, daha sonraki on iki yıl boyunca da ciddi şekilde yanıldığını kabul edecektir. Doğrusu her iki tutum da cesaret gerektirmektedir. Kuşkusuz Heidegger’in üçüncü bir yolu tercih etmesinin sebebi de budur.
İç rahatlatıcı ve kasten aldatıcı olan bu yol, NSDAP’ye üyeliğinin kapsamını sadece rektörlük yıllarında ciddi ciddi partiye iştirak ettiğini ileri sürerek daraltmaktır. Filozofumuz böylece –geriye dönük bir şekilde- hayatını üç döneme ayırmaya başlar: 1933’ten öncesi; 1933 ve 1934 yılları; ve 1934’ten 1945’e kadar olan dönem. Ardından da, ilk dönemde kendisini apolitik; İkincisinde olayların kurbanı; ve üçüncü dönemin başından itibaren de “hata”sından tamamen dönmüş biri olarak takdim eder.
Savunulması kolay olmayan iddialardır bunlar. Bir kere Heidegger 1933’ten önce apolitik olmaktan uzaktır. Aşırı muhafazakâr bir aileden gelen Heidegger, Wiemar Cumhuriyeti’nin kendisine sunmakta geç kaldığı toplumsal yükselme araçlarını çok erken dönemde sağda, daha sonra da aşırı sağda aramıştır. Varlık ve Zaman her ne kadar doğrudan doğruya siyasal bir kitap olmasa da, ifade edilen düşünceler, gördüğümüz gibi, Spengler’e veya muhafazakâr “devrim” kuramcılarına özgü bazı temaların felsefeye aktarılmasıdır çoğunlukla.
Heidegger’in 1945’ten sonra, 1933-1934 dönemiyle ilgili –bilhassa da kendisini ziyarete gelen ve olan bitenle ilgili çok malumatı olmayan genç Fransızlar huzurunda- yaptığı yorumlar, açıkça tutarsızdır. Bu dönemi yeri gelir “büyük bir aptallık” olarak adlandırır, yeri gelir rektörlük görevini partinin üniversiteye el koymasına engel olabilmek için kabul ettiğini ileri sürer - ki bu, olgularla taban tabana zıttır.
Geriye en vahim olan şeyi hatırlatmak kalıyor. Heidegger, iddia ettiği gibi, 1934’ten itibaren bir “muhalif” olsaydı, Nazilerin korkunç suçlarını 1945’ten sonra açıktan açığa kınamaması için hiçbir sebebi olamazdı. Hâlbuki bunu hiç yapmadı. Bir kere bile, Yahudilerin imhasından ötürü -hiç değilse a posteriori- kızgınlık duyduğu, hatta bu katliamı onaylamadığı izlenimi verecek bir kelam etmez. Heidegger’ in “susmanın” “ hiçbir şey söylememek” olmadığını herkesten daha iyi bildiği düşünülürse, şair Paul Celan’ı hayretler içinde bırakan bu sessizliğin önemi daha da artmaktadır.
Yoksa filozofumuz hayatının sonuna kadar -diğer pek çok Nazi gibi- en derinde Shoah’ın barbarlığını yok saymakta ısrar mı edecektir? Maalesef, bunun tersini düşünmek için hiçbir sebep yok. Hatta en az iki gösterge, bu tur bir yorumu doğrular gibi görünmekte.
Bunlardan ilki, 20 Ocak 1948’de Herbert Marcuse’a yollanan bir mektupta bulunuyor. Eski öğrencisi tarafından özeleştirisini yapmaya davet edilen Heidegger, bu mektupta bunu reddeder ve bir kere daha, o dönemdeki eylemlerini önemsiz gösterir, Shoah’ı, 1945’ten sonra “ halk demokrasileri”nde hüküm süren diktatörlüklerle kıyaslayarak sıradanlaştırır. Marcuse’a “ Yahudilerin yerine Doğu Almanyalıları koyun” diye yazar Heidegger, “ ve beni suçladığınız şey müttefik güçlerden birisi için de pekala geçerlidir; tek fark şu ki, 1945’te olup biten her şey herkesin gözü önünde oldu, ama Nazilerin kanlı vahşeti aslında Alman halkından gizlenmiştir.” [11]
Böylesi bir beyanat, Yahudilere yönelik bir saldırganlık barındırmasının yanı sıra, iki yalanı da içerir. Birincisi, devlet anti-semitizminin, komünizme değil Nazizme özgü olduğu ve bu iki rejimi birbirine karıştırmanın imkânsız olduğu gerçeğini yok sayarak, Nazizmin, komünizmden beter olmadığını öne sürer. İkincisi, Yahudilere 1933’ten itibaren zulmedildiğini ve Kristal Gece sonrasında, kanlı vahşetin Alman halkından saklanmak bir yana, tersine alenen caddelerde gerçekleştirildiğini unutmuş görünmektedir. Bununla birlikte bu yalanların ömrü uzun olmuştur; nitekim her ikisi de, bugün bile, Almanya’daki ve diğer ülkelerdeki “revizyonist” tarihçilerin söylemlerini beslemektedir.
İkinci gösterge: Heidegger’in açıktan açığa gaz odalarından bahsettiği -bugün için- bilinen tek metin, 1949’da Bremen’de teknik üzerine verdiği (yayımlanmamış) bir konferanstan alınma şu parçadır: “Tarım artık motorize olmuş bir besin endüstrisidir; özüne gelince, gaz odalarında ve toplama kamplarında ceset üretimi neyse, ambargo ve ülkeleri açlığa mahkûm etmek de, hidrojen bombası üretmek de aynı şeydir.”[12] Böylesi şüpheli bir karşılaştırma karşısında, bunun büsbütün bir duyarsızlığın mı, yoksa hesaplı bir kışkırtmanın ürünü mü olduğu sorusu geliyor akla. Körlük mü yoksa saldırganlık mı? Kabul edileceği üzere iki yorum da, “ büyük” bir düşünür için bir yüzakı değildir.
Sonuçta bunlar olgular. Ancak olgular ne kadar rahatsız edici olurlarsa olsunlar, şu temel soru karşısında tali kalıyorlar: Heidegger’in siyasal bağlılığını, düşünme bicimi ile derin bağları olan bir şey olarak mı yoksa, onunla hiçbir ilişkisi olmayan bir “ tuhaflık” olarak mı değerlendirmeli?
Heidegger hayranlığının kırk yıldan beri kaygı verici boyutlara ulaştığı Fransa’da, genel kabul gören yorum İkincisidir. Aynı zamanda, farklı sebeplerle de olsa, Gadamer tarafından savunulan çözüm de budur.[13] Bununla birlikte bu cevap, iki itirazla karşılaşır: bunlardan biri olgusal, diğeri kuramsal bir itirazdır.
Öncelikle, felsefe ile siyasetin hangi ilke uyarınca birbirinden ayrıldığını anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu tespit, -Heidegger’ in bizzat Kari Lowith’e söylediği ve öğrencisi Jean Beaufret’nin de tekrarlayıp durduğu gibi- düşüncesinde “her şeyin birbiriyle örtüştüğü”[14] bir filozof için özellikle geçerlidir.
Öte yandan, Heidegger’in NSDAP’ye katılarak, önceki çalışmalarına ilham veren şeyden herhangi bir şekilde koptuğunu gösteren bir şey de yoktur. Varlık ve Zaman'ın siyasal içerimleri, zaten aşırı sağcı Alman milliyetçilerinin arzu ettiği bir yöne doğru uzanmıyor muydu? Kuşkusuz Heidegger değişmiştir; fakat bunu dikkate değer ölçüde kendi kendisine sadık kalarak yapmıştır. Sonra, şayet 1934’te ve yine 1945’ten sonra “reel” Nazizme karşı mesafe almışsa da, -geçirdiği değişikliklere rağmen- yirmili yılların sonunda sahip olduğu -felsefi ve siyasi- temel kanaatlerini hiçbir dönemde yadsımak ihtiyacı hissetmemiştir.
Demek oluyor ki, Fribourg’un “önderi”nin Nasyonal-Sosyalist bağlılığının neden hiç de düşüncesinin geri kalanıyla ilgisiz olmadığını anlamak için, şimdi siyaset ile felsefenin birliği üzerinde durmamız gerekiyor.
[Buraya almadığım bölümde yazar; Heidegger’in “Varlık ve Hiçlik” kitabında yer alan düşünceleri, onu destekleyen –özellikle- Fransız filozoflarının nedenlerini; olgusal ve eleştirel düzlemde ele alarak açıklamalarda bulunuyor. Tarafsız bir tutum almıyor; olanların görmezden gelinerek ve felsefesiyle bağlantısını kurmayarak, ilişkiyi görmeyerek yapılan gözü kapalı desteği, Heidegger’in yeniden yüceltilmesini -en basit bir deyişle- kınıyor. Bu bölüm aşağıdaki paragraflarla sona eriyor. DK]
Son olarak, Heidegger’in düşüncesi, belirli bir ideolojiyle, Nasyonal-Sosyalizmle yakından ilişkili siyasal bir düşünce olduğundan akılcılığın bir başka biçimiyle dayanışma halindedir: Bu akılcılık, on iki sene boyunca, söz konusu ideolojinin Alman toplumu üzerinde, savaş ve “nihai çözüm”ü de içeren kesin bir hâkimiyet sahibi olmasını sağlamıştır.
Öyleyse paradoksal bir şekilde asıl mesele şudur: Heidegger’in düşüncesinin katıksız bir düşünce olması, katıksız bir şiir olması durumundan daha tehlikelidir. Yazık ki bu düşünce ne biri ne öbürüdür. Heidegger’ in düşüncesi son noktada bir felsefedir. Ancak fazlasıyla tartışma götürür bir felsefedir, çünkü ilkesel bir akılcılık karşıtlığına dayanır ve bununla birlikte, kimi okurları ikna etmeye yeter ölçüde “ akılcı” bir dil ile ifade olunur.
Kısacası bu düşüncenin hem tehlikeli hem sorunsal olmasının sebebi, onda aklın ve akıldışının özel ve bilhassa da sarsıcı bir şekilde yan yana barınmasıdır. Tam da tıpkı Auschwitz’e has dehşetin, (amaçlardaki) benzersiz bir çılgınlık ile (amaca ulaşmak için kullanılan araçlardaki) akılcılığın karışımından kaynaklanması gibi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bu karışımın nasıl mümkün olduğunu sorgulamaya başlamak gerekmiştir. Bunun için, iki yüzyıllık bir zaman içinde Aydınlanma’nın nasıl olup da bu denli yanıldığını daha iyi görebilmek adına, bizatihi aklın işleyişini soruşturmak gerekir.
Kaynak: CHRISTIAN DELACAMPAGNE, 20. YUZYIL FELSEFE TARİHİ, HISTOIRE DE LA PHILOSOPHIE AU X X e SIECLE, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2010, s. 161-169, 185-186
Çeviren: Devrim Çetinkasap
Dipnotlar
4 Bu metinlerin bazısı Guido Schneeberger tarafından (yazar hesabına!) yeniden yayımlanmıştır:
Naclese zu Heidegger, Berne, 1962. Fransızca cevirisi (kısmi şekilde) Le Débat dergisi, Paris, Gallimard, n. 48, Ocak-Şubat 1988, s.176-192.
5 Hugo Ott, Martin Heidegger: éléments pour une biographie (1988), Fransızca cevirisi, Paris, Payot, 1990, s. 196.
6 A.g.e., s. 276-280.
7 Martin Heidegger, Introduction à ta métaphysique, Fransızca cevirisi. Paris, Gallimard, 1967, s. 202.
8 Karl I.owith, Ma Vie en Allemagne avant et après 19.3J , Fransızca cevirisi, Paris, Hachette, 1988, s. 77-78.
9 Soyleşinin Fransızca cevirisi : Réponses et Questions sur l'histoire et politique, Paris, Mercure de F'rancc, 1988.
10 Martin FIcidcgger, “ Le rectorat: fait et reflexions” (1945), Fransızca cevirisi, Le Débat dergisi, Paris, Gallimard, no. 25, 1983.
1.1 İlk defa 1988’de, daha once zikrettiğimiz Hugo Ott’un yapıtında yayımlanan mektup, Fransızca cevirisi, s. 199.
1.2 Wolfgang Schirmiıcher’in Technik ııııd Gelassenheit’ta naklettiği bu metinin (Fribourg, Kari Aber, 1984), Fransızcası icin bkz. Philippe Lacouc-Labarthe, La fiction du politique, Paris, Christian Bourgois, 1987, s. 58.
13 Gadamer’in konumunun bir ozeti, Fransızca olarak L e Nouver Observateur isimli haftalık yayın organında bulunabilir, 22-28 Ocak 1988, s. 45.
14 Jean Bcaııfret, De l'existentialisme à Heidegger, Paris, Vrin. 1986.
Görseller ve alt yazıları bana aittir. DK