kent etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kent etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mart 2018 Cumartesi

Mezopotamya'da Devletli Uygarlıkların Ortaya Çıkış Koşulları

Mezopotamya'da Devletli Uygarlıkların Ortaya Çıkış Koşulları

Sibel Özbudun
Ubeyd Kültüründen örnek figürinler
Mezopotamya'nın uygarlık-öncesi ikibin yılında tarih sahnesine çıkan ve gelişen özellikleri şöylece sıralamak olanaklıdır (Bu sıralama bir neden-sonuç ilişkisi ya da önem sırasını gözetmemekte olup, anlatımdan kaynaklanan bir zorunluluktur) :

i) Sulamaya dayalı tarım: Kanallar açarak sulama yolunda ilk girişimler Çatalhöyük ve 6. bin Samarra yerleşimlerinde görülmekle birlikte, yaygın kullanımını Ubaid döneminde bulmuştur. Sulamalı tarım,
aksi durumda çorak olan Güney Mezopotamya'da tarımı olanaklı kılmış ve üretkenliği büyük ölçüde arttırarak, üretime katılmayan bir toplumsal kesimi besleyebilecek bir artının oluşmasında etken olmuştur.


ii) Tarımda sabanın kullanılmaya başlanılması: Tarımda sabanın kullanıma girmesi, Mezopotamya'da büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesi ve tekerleğin bulunması sonucunda devreye giren bir İÖ IV. bin buluşudur. Sulamayla birlikte tarımsal üretimde önemli bir artışa yolaçmış, ve az ileride göreceğimiz gibi, tarımsal faaliyetlerde (dolayısıyla da toplumsal değerler sisteminde) erkeklerin ön plana  geçmesine zemin hazırlayan etmenlerden biri olmuştur. Tekerleğin bulunuşunun bir başka sonucu da, ulaşımda sağlanan kolaylık ve teknolojik/iktisadi/ toplumsal/ideolojik düzlemdeki yeniliklerin artan
bir hızla Ön Asya uygarlık alanına yayılması olmuştur.

iii) Kentlerin yüzölçümü ve nüfuslarında artış: Her ne kadar Jericho ve Çatalhöyük gibi, ticarete bağlı istisnaları varsa da, neolitik dönem boytunca uzun bir süre tipik köylerin 2-300 nüfuslu, istikrarlı
küçük yerleşim, birimleri olduğunu görmüştük. Neolitik köyde kaynaklar nüfusu besleyemez hale geldiğinde doğan kriz, genellikle köyden kopmalar ve yeni köy oluşumları yoluyla çözümlenmekteydi.
Oysa geç neolitiğin kentleri gerek yüzölçümü, gerekse nüfus bakımından geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde büyümüştür. Üstelik bu büyüme bir hayli hızlı ve süreklilik gösteren bir süreçtir. Örneğin
Güney Mezopotamya'daki Eridu'nun Ubaid 2 evresindeki (yakl.  İÖ 4500) 4 hektardan, Ubaid 4 evresinde (yakl. İÖ 3500) 10 hektara genişlediği görülmektedir. Eridu'nun azamı nüfusu 2-4 000 kişi olarak hesaplanmaktadır. Yine Güney Mezopotamya'daki Warka (Uruk) yerleşimi, Uruk evresinde 80 hektara ve 10 000'i bulduğu hesaplanan bir nüfusa ulaşmıştır. Bu hızlı nüfus artışı, bir yandan geç neolitikte kent yerleşimlerinin kalabalık bir nüfusu besleyebildiğine işaret ederken, bir yandan da toplumsal örgütlenişte kimi köklü değişimleri göstermektedir.

iv) Yüksek ölçüde örgütlenmiş işgücü ve mesleklerde uzmanlaşma: Neolitik sonlarında yaygınlaşan mimarı yapıtlar (büyük tapınaklar, kamu binaları..[1]) üst düzeyde örgütlenmiş hiyerarşik yapılı
bir işgücüne, gelişkin bir planlama sürecine ve mesleksel uzmanlaşmaya işaret etmektedir. Örneğin Eridu'daki geniş Anu tapınak kompleksinin inşası için 7 500 kişilik bir işgücünün bir yıl boyunca çalışması gerektiği hesaplanmıştır. Bu işgücünün nasıl sağlandığı ayrı bir araştırma konusu olmakla birlikte, olasılıkla tapınakla yakından ilintili yöneticilerin çevre köylerde yerleşmiş nüfusu[2] ve/veya savaş esirlerini yılın belirli dönemlerinde (tapınak adına) zorunlu çalışmaya (corvé) tabi tutmuş olması, büyük olasılıktır[3]. Tekerleğin bulunuşuyla birlikte devreye giren çömlekçi çarkı, zanaatların tarımsal faaliyetlerden ayrılmasına, pazar için üretim yapan uzman bir çömlekçiler grubunun ortaya çıkmasına öncülük etmişe benzemektedir. Gerçekten de, Uruk evresi sonlarından itibaren keramik pazara yönelik bir görünüm almaktadır. Bir ayrıcalık halinde yaygınlaşan lüks tüketim malzemeleri (akik, türkuaz, ametist, laciverttaşı, agat, kuvartz, yeşimtaşı, zümrüt, diyorit, kantaşı, sabuntaşı, yılan taşı, fildişi ve deniz kabukları), taş kaplar, metal parçalar ve heykel, kabartma gibi sanatsal gelişmeler, bunları işleyen profesyonel sanatçıların varlığına işaret etmektedir. Öte yandan büyük tapınaklar, giderek güçlenen bir rahipler kastının varlığını gösterir.

v) Kurumsallaşmış hiyerarşi: Yukarıdaki gelişmeler (sulama sistemi, mesleksel uzmanlaşma, anıtsal yapılar, büyük tapınaklar ...) kurumsallaşmış bir hiyerarşiye işaret etmektedir. Gerçekten de, aktarılan
ölçüde karmaşıklaşmış bir toplumsal yapı, neolitik köyün kendine yeterli, içe-kapalı kolektivizminin sınırlarını aşar. Yerleşimlerin tapınak çevresinde örgütlenişi ve tapınakların ele alınan dönem boyunca gösterdiği tekbiçimlilik, en azından başlangıçta bu hiyerarşinin üst basamaklarında meşruluklarını ilahlardan alan ruhbanların bulunduğu düşünülmektedir. Gerçekten de, yazılı tarihin belgelediği erken hanedan dönemi irdelenirken görüleceği üzere, tapınak; Mezopotamya'nın ilk kentlerinde aynı zamanda iktisadı ve siyasal faaliyetlerin de merkezi durumundadır. Öte yandan, Redman'a göre:
"Tapınak görevli ve yöneticilerinin tapınağın emrindeki belirgin serveti paylaştıkları ölçüde, keskin bir farklılaşma daha Uruk döneminde ortaya çıkmış olmalıdır. Egzotik hammaddelerden imal edilen ve ince bir sanatsal işçilikle belirlenen statü nesnelerinin bolluğu, yüksek statülü bir sınıfa işaret eder. Bu nesneler yalnızca tapınak çerçevesinde dağıtılmış olsaydı, yüksek bir statü sınıfından çok güçlü bir kuruma işaret ederlerdi. Ancak, yüksek statü nesneleri tapınak çevresinde yoğunlaşmış olmakla birlikte buraya özgü olmadıkları için, dağılımları tapınaktan bir ölçüde bağımsız bir toplumsal tabakalaşmayı çağrıştırmaktadır."
Tapınağın dışındaki (ve olasılıkla ona rakip olan) bu yüksek hiyerarşi grubunun, gücünü Ön Asya'da giderek yaygınlaşan ticaretten aldıkları, düşünülebilir mi? Her durumda Larsen, Uruk tabletlerinin dökümünün düzenli, hiyerarşik bir topluma işaret ettiğini belirtmektedir: Bu listeler 'kral' ya da 'önder' işaretiyle başlayıp, 'yasa', 'kent', 'birlikler', sabanlar' ve 'arpa' dan sorumlu 'görevlilerle sürmektedir. Ayrıca bazı rahip sanları ve 'meclis başkanı' gibi bir san da bulunmaktadır. İzleyen bölümlerde meslekler ('demirci', 'gümüş ustası', 'çoban', 'ulak') başlarıyla birlikte sıralanmaktadır. İlk düzeyde basit zanaatler, ardından görevlilerinin 'genç' sanıyla anıldığı meslekler, ardından da 'kıdemli' sanıyla anılan meslekler gelmektedir. Tüm bunlar, merkezi bir tapınak yönetimine işaret etmektedir. Çoğunda BA (vermek, 'dağıtım') ve GI (iade etmek; 'gelir'?) anahtar sözcükleri
vardır. Bu, olgunlaşmakta olan (kast değilse bile) lonca sistemini düşündürür.

vi) Özel mülkiyetin ortaya çıkışı: Özel mülkiyetin arkeolojik kanıtı, mühürlerdir. Ve mühürlerin en azından Uruk döneminden beri yaygın biçimde kullanıldığı bilinmektedir. Özellikle Jemdet Nasr döneminde yaygınlaşan ve tapınma, dinsel geçitler, savaş ve av sahneleri ve hayvanların betimlendiği silindir mühürlerde ilah ya da yönetici gibi önemli figürlerin, diğerlerinden büyük olarak resmedildiği seçilmektedir. Mülkiyete dayalı toplumsal tabakalaşmanın bir başka göstergesi de mezarlık  armağanlarıdır. Redman, Ubaid döneminde mezar buluntularında önemli bir farklılaşma gözlemlenmemekle birlikte, Jemdet Nasr döneminde farklılaşmanın belirgin bir hale geldiğini belirtmektedir. Öte yandan, Hallo ve Simpson, bu evrede büyükbaş hayvanların özel mülkiyetin karakteristik bir biçimini gösterirken tapınak gibi kamu binalarının da kolektif mülkiyeti belirlediğini söylemektedirler.

vii) Yazının bulunuşu: Mühürler, uygarlaşma sürecinin bir başka sonucuna daha işaret ederler: Yazı. Ortak, uzlaşımsal bir simgeler sistemi kurma yolundaki ilk girişimler, Uruk dönemi sonlarında ortaya
çıkar ve Jemdet Nasr evresinde yaygınlık kazanır. İÖ 3500-3000 arası, yazının Güney Mezopotamya'da yaygınlaştığı dönem olmuştur. Larsen, yazının kökeninde hesap tabletlerinin bulunduğuna işaret
etmektedir. Yine Larsen'e göre, yazının kökenini belki de iki bağımsız bölgede (Uruk ve Kuzistan'da Susa) tespit etmek olanaklıdır. Anu ve Eanna tapınaklarının bulunduğu Eanna bölgesinden çıkan 4000 kadar Uruk tableti'nin % 85'i iktisadı kayıtlara ilişkilidir, % 15'ini ise imlerin bir çeşit taksonomiye göre dizildiği okuma metinleri oluşturmaktadır. İlk yazılı tabletlerde anlatıya yer verilmeyişi dikkate değer. İÖ III. binin sonlarında ise yazı sistemi, bir depodan 1/ 4 kg.lık yün kaybını izleyecek kertede gelişmiştir. Bu, yazının; özel mülkiyetin, gelişkin bir hiyerarşinin oluştuğu Güney Mezopotamya'daki kentlerde etkin bir denetim sistemini biçimlendirdiğini göstermektedir.

viii) Kentlerin koruyucu ilahları, panteonların örgütlenişi: Bu devir Mezopotamya yerleşimlerinin tapınaklar çevresinde örgütlendiğini yukarıda görmüştük. Her tapınağın belirli bir ilaha adandığı, arkeolojik buluntulardan (heykel, kabartma vd.) anlaşılmaktadır. Ubaid dönemine tarihlenen Eridu tapınakları, sonraki Sümer tapınaklarının tüm unsurlarını içerir. Tapınaklarda, üzerlerindeki yanık izlerinden ve küçük hayvan kemiklerinden kurban ve sunular için kullanıldığı anlaşılan sunaklar bulunmaktadır.
Warka (Uruk)'daki, Uruk dönemine tarihlenen Eanna tapınaklar kompleksinin, sonraki Sümerlerin İnanna adıyla tapındıkları aşk (bereket) tanrıçasına adandığı kaydedilmektedir.  Tapınak bölgesinde bulunan taş vazoda, yiyecek ve şarap sunusu taşıyan başları traşlı, çıplak erkekler kafilesi ve tanrıçaya yapılan sunular betimlenmiştir. Örgütlü panteonlara ilişkin daha kesin bilgiler için ise, yazının dinsel metinlerin kaydı için kullanılmasını beklemek gerekecektir.

Mezopotamya'da bu gelişmeler olagelirken, Anadolu'da belirgin bir gerileme izlenmektedir. Çömlekçi çarkı ancak İÖ 2000'lere doğru devreye girecektir. Anadolu kültürlerindeki canlanma, İÖ 2500'ten itibaren gözlemlenmektedir. Bu tarihlerde çevresi surlarla çevrili, site-devletler görülmektedir (Alacahöyük, Alişar, Kületepe... ) Bu dönemde Orta Anadolu'da Hatti, güneybatıda ise Luwi adı verilen halklar yaşamaktadırlar.


Notlar
[1] Daha Jericho (PPNB evresi)'da ortaya çıktığına tanık olduğumuz savunma sistemlerinin (surlar, gözetleme kuleleri ...) Jemdet Nasr döneminde dahi yaygın olarak görülmeyişi, Oppenheimer'ın uygarlığın kökeninde çoban-çiftçi çatışmalarının, yani fethin yattığı tezini, zaafa uğratmaktadır.
[2] Özellikle giderek gelişen; zenginleşen kentsel yerleşimlerin göçebe avcı-toplayıcı topluluklar ya da yerleşik, kendine-yeterli köy toplulukları için bir çekim merkezi oluşturduğu düşünüldüğünde.
(3) Gailey ve Patterson (1988) erken devlet biçimlerini tartışırken, akrabalık temelinde örgütlenmiş toplulukların emek ya da ürünlerini toplamayı haraç-temelli devletlerin ilksel biçimleri arasında sayar.

Sibel Özbudun, Ayinden Törene, Anahtar Kitaplar, 1997, s. 63-69

16 Haziran 2017 Cuma

Bir Üst Sınıf Kültürü Olarak Grekoromen Medeniyet

Bir Üst Sınıf Kültürü Olarak Grekoromen Medeniyet

G. E. M. de Ste. Croix
Vincent Van Gogh, 1885'den Aardappeleters ("Patates Yiyen")
https://en.wikipedia.org/wiki/G._E._M._de_Ste._Croix#/media/File:Van-willem-vincent-gogh-die-kartoffelesser-03850.jpg
....
Grekoromen [Yunan+Roma] medeniyet esas olarak şehirliydi, bir şehir medeniyetiydi ve yerli olmadığı, topraktaki köklerinden serpilmediği yerlerde, büyük oranda bir üst sınıf kültürü olarak kaldı. Onu benimseyenler kırsal kesimde yaşayan yerlileri sömürdüler ve karşılığında çok az şey verdiler. Rostovtzeff’in bir bütün olarak Roma İmparatorluğu’ndan söz ederken söylediği gibi:

Kırsal kesimin nüfusuyla kıyaslandığında, hem İtalya’da hem de eyaletlerde bulunan şehirlerin nüfusları, küçük bir azınlık teşkil ediyordu. Medeni yaşam, tabii ki, şehirlerde yoğunlaşmıştı; bir miktar entelektüel ilgiye sahip her adam ... bir şehirde yaşıyordu ve başka bir yerde yaşamayı tahayyül bile edemezdi: Ona göre geōrgos ya da paganus [çiftçi ya da köylü] yarı-medeni ya da uygarlaşmamış, aşağı bir varlıktı. Bizim için antik dünyadaki yaşamın az ya da çok antik şehirlerdeki yaşamla aynı anlama gelmesi, hiç tuhaf değildir. Bize hikâyelerini anlatanlar şehirlerdi, kırsal kesim her zaman sessiz ve içine kapanık kalmıştı. Kırsal kesime dair bildiklerimizi büyük oranda şehirliler vasıtasıyla biliyoruz. ... Kırsal kesim nüfusunun sesi nadiren duyulmuştur. ... Bu yüzden, Roma İmparatorluğu üzerine kaleme alınan modern çalışmaların pek çoğunda, kırsal kesimin ve burada yaşayan nüfusun karşımıza hiç çıkmaması ya da sadece zaman zaman, Devlet ya da şehirlerdeki yaşamda vuku bulan belirli olaylarla ilgili olarak çıkması şaşırtıcı değildir (SEHRE (1) I. 192-3).

Bu nedenle Amerikalı Ortaçağ tarihçisi Lynn White’a tüm kalbimizle katılabiliriz:
Antikitenin fiilen tüm yazılı kayıtları ve ünlü arşivleri şehirlerde üretildiğinden, genel olarak antik toplumların esasen şehirli olduklarını düşünürüz. Aslında bunlar, nadiren kavrayabildiğimiz ölçüde tarımsal toplumlardı. Görece müreffeh bölgelerde bile, tek bir kişinin topraktan uzakta yaşamasını sağlamak için, on kişiden fazla insanın toprakta çalışması gerektiğini söylemek muhafazakâr bir tahmin olacaktır. Şehirler kırsal ilkellik okyanusunda birer medeniyet (etimolojik olarak “şehirleşme”) resifiydi. Susuzluk, sel, veba, toplumsal kargaşa ya da savaş nedeniyle bir anda tahrip olabilecek, ürkütücü küçüklükte bir tarımsal artıkla destekleniyorlardı. Yiyecek kaynaklarına en yakın olanlar köylüler olduklarından, açlık zamanında saklayabildikleri kadarını saklıyor ve yiyeceklerin şehre ulaşmasını engelliyorlardı (Fontana Econ. Hist. Of Europe, I. Middle Ages, der. C. M. Cipolla [1972], s.144-5).
....
Eski Yunan medeniyeti doğal bir büyümenin ürünüydü (yukarıda kullandığım ifadeyi tekrar edecek olursam “topraktaki köklerinden” serpilmişti) ve her ne kadar şehirde ya da yakınında yaşayan kültürlü beyefendi, çoğunlukla şehir pazarında ürünlerini satmak dışında çiftliğini terk etmeyen kaba köylüden çok farklı türde bir kişi olabilse de, her ikisi de aynı dili konuşur ve bir ölçüde birbirlerine benzediklerini düşünürlerdi.(2) Yunan Doğu’nun yeni kurulan yerleşimlerinde durum genellikle bir hayli farklıydı. Şehirlerin içinde ya da çok yakınında yaşayan üst sınıflar çoğunlukla Yunanca konuşur, Yunan tarzı bir yaşam sürer ve Yunan kültürünü paylaşırlardı. Şehirli yoksullara dair çok az şey biliyoruz; fakat bir kısmı en azından okuryazardı, yurttaş haklarından yararlanmadıkları yerlerde bile eğitimli sınıflarla karışmışlardı ve muhtemelen onların bakış açılarını ve değer sistemlerini kayda değer ölçüde paylaşıyorlardı. Fakat nüfusun en büyük kesimini oluşturan ve Yunan medeniyetinin muazzam yapısını (kölelerle birlikte) sırtlayan köylüler, genel olarak, atalarınınkiyle hemen hemen aynı yaşam düzeyinde kaldılar: Pek çok bölgede çoğunluk büyük ihtimalle ya Yunanca konuşamıyor ya da çok bozuk bir Yunanca konuşuyordu ve pek çoğu, yüzyıllar boyunca –Grekoromen medeniyetinin sonuna ve daha sonrasına dek– asgari  biraz üstünde, okuma yazma bilmeden ve neredeyse şehirlerin parlak kültürüyle temas kurmadan kaldı. (3) A. H. M. Jones’un söylediği gibi:
Şehirler ... iktisaden kırsal kesim üzerindeki asalaklardı. Gelirleri esasen şehirli aristokrasinin köylülerden aldığı rantlardan oluşuyordu. ... Şehir yaşamının debdebesinin bedeli, büyük oranda bu rantlarla ödeniyordu ve köyler aynı ölçüde, şehirlerin çıkarları için yoksullaşıyordu. ... Şehirlerin önde gelenleri yalnızca üç vesileyle köylülerle temas kurardı, vergi tahsildarları, polis ve toprak sahipleri olarak (GCAJ 268, 287, 295).
Bu Yunan Doğu açısından olduğu kadar Romalı Batı’nın büyük bir kısmı için de geçerliydi ve tüm Roma dönemi boyunca Yunan dünyasının daha geniş kesimleri açısından da böyle olmaya devam etti. Şehirle kırsal kesim arasındaki temel ilişki her zaman aynı kaldı: Söz konusu ilişki, esasen karşılığında çok az fayda sağlanan bir sömürü ilişkisiydi.

Bu, antikitenin en büyük hekimi ve tıp yazarı Galen’in Sağlıklı ve Sağlıksız Yiyecekler Üzerine başlıklı incelemesinin başlarında yer alan, dikkat çekici bir pasajda çok güçlü bir şekilde ortaya konmuştur. Yaşamı milattan sonra ikinci yüzyılın son yetmiş yılını kapsayan Galen, söz konusu kitabı, Marcus Aurelius döneminde (161-80) ya da kısa bir süre sonra yazmış olmalıdır. Bu dönem, uzunca bir süredir bize Gibbon’un ünlü deyişiyle dünya tarihinin “insan ırkının en mutlu ve en müreffeh koşullar içinde bulunduğu” (DFRE 1.78) dönemi olarak sunulan Antoninler Çağı’nın(4) bir parçasıdır. Galen’in, “Roma yönetimine tabi halkların pek çoğunu etkileyen” kesintisiz bir dizi kıtlık yılının korkunç sonuçlarını tasvir etmeye koyulduktan sonra yaptığı açık ayrım, toprak sahipleriyle kiracılar ya da zenginlerle yoksullar arasında değil, şehirlilerle köylüler arasındadır. Gerçi onun amaçları açısından her üç ayrım kümesi de açıkça aynı anlama gelmiş olmalıdır ve onun için (ya da köylüler için), tasvirindeki “şehirlilerin”, paraları sadece toprak sahipleri sıfatıyla mı, yoksa kısmen vergi tahsildarları olarak da mı topladıkları pek de bir şeyi değiştirmemiştir.
Yaz sona erer ermez, şehirlerde yaşayanlar, bütün bir yılı geçirmek için yeterli tahılı toplamaya yönelik evrensel pratiklerine uygun olarak, tarım alanlarından tüm buğdayı, arpa, fasulye ve mercimekle birlikte alır ve köylülere [agroiki] yalnızca baklagilleri [ospria te kai chedropa] bırakır, hatta bunların da önemli bir bölümünü şehre götürürlerdi. Böylece kırsal kesimde yaşayanlar [hoi kata tēn chōran anthrōpoi], kışın geriye kalanları tükettikten sonra, sağlıksız beslenme biçimlerine başvurmak mecburiyetinde kalırlardı. İlkbahar boyunca ince dalları ve ağaç sürgünlerini, çiçek soğanlarını ve besleyici olmayan bitkilerin köklerini yer ve ellerine geçen her türlü vahşi sebzeden geriye bir şey bırakmaksızın sonuna kadar faydalanırlardı; daha önce deneme amaçlı olarak bile tadına bakmamış oldukları yeşil otlar gibi şeyleri bütün olarak haşladıktan sonra yerlerdi. Ben şahsen bazılarının ilkbaharın sonunda, geriye kalanların da yaz başlarında, ciltlerini kaplayan sayısız yaradan mustarip olduklarını gördüm. Her örnekte yaraların türü aynı değildi, zira bazıları yılancıktan, bazıları iltihaplı yumrulardan, bazıları da yayılmış çıbanlardan mustaripti; diğerlerininse mantar, uyuz ve cüzzam benzeri döküntüleri vardı.
Galen, bu hastalıklı insanların pek çoğunun öldüğünü söyleyerek devam eder. Kuşkusuz, tecrübesinin belli ki istisnai olduğu bir durumu ele alıyordu; fakat, göreceğimiz üzere, söz konusu istisnailiğin nitelikten ziyade nicelik meselesi olduğunu gösteremeye yetecek başka kanıtlar da mevcuttur. Grekoromen dünyada açlığa hayli sık rastlanırdı: Muhtelif modern yazarlar sayısız örnek toplamışlardır.(5)
....
Büyük hatip Antakyalı Libanius’un, Angareiai üzerine (Latincesi De angariis, Orat. L) isimli konuşmasında, şehirlerin kırsal kesime ve burada yaşayanlara mutlak olarak bağımlı olduğu iddiasının özellikle vurgulandığını görürüz. (Angareia sözcüğü aslında konuşmada yer almaz ve Peri tōn angareiōn başlığı muhtemelen Bizanslı bir âlime aittir; fakat kimse belgenin şehir yönetimine özgü belirli bir angareiai türüyle ilgili olduğuna itiraz etmeyecektir). Libanius, 385 yılında, İmparator I. Theodosius’a, civarda yaşayan köylülerin, molozların şehirden taşınması için kendilerinin ve hayvanlarının çalışmaya zorlanması nedeniyle çaresizliğe kapıldıklarından yakınır. Yetkililer tarafından özel kişilere, şehrin belirli kapılarının sorumluluğunu üstlenmelerini ve geçen her şeye el koymalarını mümkün kılan izinler verildiğini söyler. Bu kişiler, askerlerin yardımıyla talihsiz köleleri kamçı zoruyla çalıştırırlar (§§ 9, 16, 27 vb.). Liebeschuetz’in belirttiği gibi, “honorati’nin (muvazzaf ya da emekli imparatorluk görevlilerinin ve askerî subayların) hayvanları talep edilmezdi; diğer ileri gelenlerse biraz zorlanarak da olsa, hayvanlarının muaf tutulmasını sağlamayı başarabilirlerdi. Tüm çileyi köylüler çekerdi. Toprak sahiplerinin kayıpları üzerine tek bir söz bile söylenmemiştir” (Ant. 69). Libanius uygulamanın yıllardır sürdüğünü kabul etmek zorunda kalsa da (§§ 10, 15, 30) bunun yasa dışı olduğunu iddia eder (§§ 7, 10, 17-20). Eyalet valisinin bile böyle bir yetkisi olmadığına kanıt olarak, zekice, imparatordan daha önce bu tür bir izin belgesi alınmış olmasını gösterir (§ 22). Diğer şehirlerden gelen ziyaretçilerin Antakya’da olan bitenler karşısında dehşete düştüklerini de belirtir (§ 8) – bu ifadeyi ciddiye almak için bir sebep yoktur. Konuşmasının sonlarına doğru Libanius, şikâyet ettiği uygulamanın, şehrin tahıl tedariği üzerinde olumsuz etkide bulunduğunu söyler (§§ 30-1), ki bu imparatorun dikkatini daha çok çekecek bir argümandır. (Bunu, İmparator Domitian’ın, neredeyse üç yüzyıl önce, çalışan köylülere dayatılan angaria benzeri yükümlülüklerin, toprağı işlemede sıkıntılara yol açabileceğine yönelik şikâyetiyle karşılaştırabiliriz: IGLS V. 1998, 28-30. satırlar.) Ve sonra Libanius konuşmasının zirvesine ulaşır: Philanthrōpotatos basileus’a yalvarır:
Sadece şehirlerle değil kırsal kesimle de ilgilendiğinizi ya da daha doğrusu kırsal kesimi şehirlere tercih ettiğinizi gösterin – zira kırsal kesim şehirlerin dayandığı temeldir. Şehirlerin kırsal kesime dayanarak kurulduğu ve kırsal kesimin, onlara buğday, arpa, üzüm, şarap, zeytinyağı ve insanlarla diğer canlılar için gerekli besinleri sağlayan sağlam temeller teşkil ettiği iddia edilebilir. Eğer öküzler, sabanlar, tohumlar, bitkiler ve sığır sürüleri olmasaydı, şehirler de ortaya çıkamazdı. Bir kez ortaya çıktıklarındaysa, kırsal kesimin kısmetine bağlı kalırlar ve deneyimledikleri iyi ya da kötü ne varsa oradan kaynaklanır.
....

1. Bkz. Jones, LRE II.841-5 (ve notları, III.283); Brunt, IM 703-6 (“Jones yiyecek tedariği için elde edilen genel koşullara dair en açık fikre sahiptir” der).
2. Klasik dönem Atinalıları arasında yüksek okuryazarlık oranı için bkz. F. D. Harvey’in takdire şayan makalesi, “Literacy in the Athenian democracy”, REG 79 (1966) 585-635. Atina hiç kuşkusuz bu konuda ve başka pek çok açıdan istisnaiydi. Okuma yazma bilmemek, Helenistik dönem ve Roma Mısırı’nda, özellikle kadınlar arasında çok yaygındı: bkz. H. C. Youtie, Scriptiunculae (Amsterdam, 1973) II.611-27, 629-51 (nos. 29 ve 30) (küçük eklemelerle) iki makalenin yeniden baskısı, “Άγράμμτος: an aspect of Greek society in Egypt”, HSPC 75 (1971) 161-76 ve “Βραδέως γράϕων: between literacy and illiteracy”, GRBS 12 (1971) 239-61. Burada yeterli kaynakça bulunabilir. Tabii ki okur yazar olması beklenen bir köy papazı, bir κωμογραμματεύς bile böyle olmayabilir ya da çok az okuma yazma bilebilirdi. Bilinen iki örenekten P. Petaus 11 ve 21’de söz edilmiştir: bkz. Youtie’nin yukarıda adı geçen makaleleri ve Scriptiunculae II. 677-95’teki no.34’ü, “Pétaus, fils de Pétaus, ou le scribe qui ne savait pas écrire”, CE 41 (1966) 127-43’in yeniden basımı.
3. Yunan Doğu’da, şehir ve kırsal kesim arasındaki bu temel karşıtlığa dair en iyi anlatı için bkz. Jones, GCAJ 259-304 (V. Kısım, “The achievement of the cities”), özellikle 285 ff. Jones’a ait bir diğer önemli çalışma CERP (genellikle GCAJ olarak alıntılanır), ikinci baskısında, CERP2 (1971), pek azı önemli olan eklerle yeniden yayımlanmıştır. Geç Cumhuriyet ve Principate ile sınırlı yakın tarihli bir çalışma için bkz. MacMullen, RSR: Bu kitabın ilk bölümleri (I. “Rural” ve II. “Rural-Urban”, s. 1-56) çok iyi seçilmiş aydınlatıcı malzemeye sahiptir – tarihselden ziyada antikçi bir nitelik taşır, zira bu kitap (MacMullen’in çalışmalarının geri kalanı gibi) herhangi bir tutarlı kuram ya da yöntem yapısıyla desteklenmemiştir; bu yüzden herhangi bir organizasyon ilkesinden yoksundur ve nadiren açıklama getirmeyi başarır, hatta hiç başaramaz. Arkaeolojik olduğu kadar edebî kanıtlara da özellikle hâkim olan büyük bir bilim insanının fikirleri için bkz., Rostovtzeff, SEHRE2, örneğin, I.255-78 (II.654-77), 344-52, 378, 80, 505. Batı’daki benzer bir durum için bkz. I.22, 59-63, 203-6 (İtalya); 252 (Trakya). Belki de, Strabo’nun agroikoi, mesagroikoi ve politikoi şeklinde sınıflandırmasının bir benzerine rastlamadığımı eklemeliyim (XIII.i.25, s. 592); bu Platon’un, alıntılamış olduğumuz Laws III.677-81’inin bir aksinden daha fazlası olmayabilir.
4. Beş İyi İmparator Çağı: Roma İmparatorluğu’nu birbiri ardına yöneten Nerva, Trajan, Hadrian, Antoninus Pius ve Marcus Aurelius’un hüküm sürdükleri MS 96-180 arasındaki dönem. –çev.
5. Brunt’ın da dediği gibi (IM 703) antik kıtlıklarla ilgili “kapsamlı incelemelere hala ihtiyacımız bulunmaktadır”. Kendisinin konuyla ilgili kısa çalışması takdire şayandır ve diğer çalışmalara da birkaç referans verir. Bunlar arasında MacMullen, ERO 249-54’e (eklerinden biri tamamıyla kıtlıklara ayrılmıştır) ve H. P. Kohns, Versorgungkrisen und Hungerrevolten im spätantiken Rom’a (= Antiquitas I.6, Bonn, 1961) dikkat çekeceğim.

Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi, G. E. M. de Ste. Croix, Yordam Kitap,  Eylül 2014