Alan Munslov
TARİHE YAKLAŞIM
Amacım bugün tarih içindeki merkezi bir tartışmayı, yani bir disiplin olarak tarihin anlatı formuyla geçmişin içeriğini tam olarak ne oranda kapsayabileceği ve temsil edebileceği tartışmasını ele almaktır. Daha açıkçası, anlatısal ya da edebi yapıdaki tarih metni tarihsel açıklama için ne kadar yeterli bir araçtır ve yanıtımızdan çıkarabileceğimiz ipuçları nelerdir? Artık tarihçiler, tarih felsefecileri ve anlatıyla ilgili başkaları için tarafsız tarihçilerin uyguladığı anlamda tarihsel gerçeklik ve yöntemsel objektiflik gibi eski modernist kesinliklerin meydan okunan ilkeler haline geldiği bir postmodern çağda yaşadığımızı iddia etmek sıradan bir durumdur. Bugün çok az sayıda tarihçi geçmiş hakkında doğruyu/ hakikati yazdığını ileri sürecektir. Yazılı tarih, biz tarihçilerin şimdi ve burada bir yer işgal etmekle kalmayıp geçmiş ve geçmişin izleri arasındaki ilişkiyi ve bu izlerden anlam çıkarma biçimlerimizi nasıl gördüğümüze bağlı olarak konumlar da aldığımız ölçüde çağdaştır ya da şimdiki zamana göre yönünü bu ölçüye göre belirler. Bu kitaba Tarihin Yapısökümü adı verildi, çünkü kitabın eksenini tarihin en temel düzeyde yeniden değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin inancım oluşturuyor.
Yalnızca tarih yöntemini eleştirmek yetmez, şunları da sormak gerekir: Meslekten tarihçiler delillerden “olgular" çıkararak geçmişi nesnel olarak yeniden kurabilirler ve açıklayabilirler mi ve bütün o zahmetli araştırma işi bittikten sonra çıkan sonuçları herkesin okuması için sorunsuz bir biçimde kaleme alacak olan kimdir?
Birçok kişi şunu ileri sürebilir: Tarih ne şimdi ne de geçmişte tanımın ima ettiği kadar pozitivist bir araştırma süreci ya da edebi bir uğraş olmuştur. Buna karşın, ampiristlerin ya da yeniden- kurmacıların “olgular”ı aktaran tarafsız gözlemci olarak tarihçi vurgusu tarihin bir edebi uğraş olarak gerçek karakterini bulandıran (bilginin nasıl elde edilebileceğine ilişkin bir inançlar dizisi anlamında) bir paradigmadır. Ben, tarihin sahici doğasının, yalnızca ve temel olarak objektifleştirilmiş bir ampirist girişim olarak görülmeyip, tarihçi tarafından geçmiş hakkında özel bir anlatı formunun yaratılması ve sonunda dayatılması (sadece yazma aşamasını değil, bütün projeyi doğrudan etkileyen bir süreç) olarak görüldüğünde anlaşılabileceğini savunacağım. Bu anlayışa dil birliği sağlamak üzere yapısökümcü bilinç adını vereceğim. Terimin bu kullanımı Fransız kültür kuramcısı Jacques Derrida’nın orijinal kullanımıyla karıştırılmamalıdır; Derrida terimi daha dar anlamda; metnin anlamını, metnin kaynaklandığı dışsal gerçekliğe gönderme yapmaksızın kavrama süreci olarak kullanmıştır. Yapısökümcü bilinç, tarihi yalnızca somut olarak neyse o, bir yazılı anlatı (tarihçilerin metin olarak ürünleri) olarak tanımlamakla kalmaz; ayrıca daha radikal bir biçimde bir hikâye-anlatma biçimi olarak anlatının bizatihi geçmişe de metinsel bir model sağlayabileceğini ileri sürer.
Bir disiplin olarak tarihin edebi boyutunu kabul etmek şunu kendimize soramayacağımız anlamına gelmez: Bir anlatı olarak tarihçilerin bize sundukları yalnızca bizim kendi yaşam deneyimlerimiz midir, yoksa -geçmişteki insanlar gibi- tarihsel failler olarak anlatıları mı deneyimleriz? Başka bir ifadeyle, delillerde hikâye biçimine sokulmayı bekleyen geçmiş hayatlar vardır ve biz tarihçiler anlatıyı fiilen olduğu haliyle yeniden mi anlatırız; yoksa her zaman kendi hikâyelerimizi geçmişin delillerine mi dayatırız?
Neye karar vermiş olursak olalım; varacağımız sonuç, tarihin, tarihçi onu zorunlu formuyla, yani bir anlatı olarak yazana kadar okurlar için var olamayacağıdır. Anlatı derken şunu kastediyorum: Tarih içinde bir açıklama yaparken, birbiri ardına sıralanan olaylardan bahsederiz. Bu genelde hikâye anlatma olarak betimlenen bir süreçtir. Sosyal bilimlerden ödünç alınan ve geçmişe uygulanmaya çalışılan analitik aygıtlar ne kadar kapsamlı olursa olsun, tarihin açıklama gücü, temeldeki anlatı biçiminden gelir. Anlatı-yanlısı bir tarih felsefecisi olan Louis Mink 1960’ların başında şöyle diyordu: “Bilimciler... birbirlerinin sonuçlarını kâğıda geçirirken, tarihçiler. .. birbirlerinin kitaplarını okur."{1} Bu kitap geçmişin gerçekliğiyle -fiilen olduğu haliyle geçmişle değil- yazılı kayıt olarak ilgileniyor. Tarih denen şeyin zaman içinde değişimin araştırılması değil, bu işle uğraşırken tarihçilerin ürettiği enformasyonun işlenmesi olduğunu savunacağım. Tarihin Yapısökümü'nde tarihsel bilginin öz olarak edebi doğasına ve böyle bir bilginin oluşumunda anlatı formunun önemine ışık tutmaya gayret edeceğim. Günümüzde ya da postmodern dünyada; geçmiş, geçmişin yorumu ve anlatısal temsili arasında belli oranda makul tam bir tekabüliyet inancına dayanan ampirik bir araştırma yöntemi olarak kavranan tarih, artık tarihçinin görevi açısından savunulabilir bir yaklaşım olmaktan çıkmıştır. Geçmişten başlamak yerine onun temsilinden/ tasavvurundan başlamak zorundayız; çünkü geçmişin gerçekliğinde keşfedilebilir ve eksiksiz temsil edilebilir bir hakikat olduğu inancına ancak böyle meydan okuyabiliriz.
TARİHİN DOĞASINA İLİŞKİN BAZI TEMEL SORULAR
Tarihin doğasına ilişkin dört özgün soru vardır; bu sorular -yaşandığı ve yazıldığı haliyle- tarihin içeriği kadar biçimi tarafından da yapılandırıldığı inancından doğar. Liste yapmak amacıyla bu soruları ayırıyoruz, ama pratikte birbirine geçmiştir ve ayrım yapmak çok zordur.
• Ampirizm meşru bir biçimde ayrı bir epistemoloji olarak tarih oluşturabilir mi?
• Tarihsel delillerin özniteliği nedir ve ne işe yarar?
• Tarihçinin, toplum teorilerinden faydalanmasının ve tarihsel anlayışta açıklayıcı çerçeve kurmasının rolü nedir?
• Anlatı biçimi, tarihsel açıklama açısından ne kadar önemlidir?
Elinizdeki kitabın yazılmasını kışkırtan da bu sorular olmuştur ve tarihin bugün içine düştüğü statü krizinin canevinde bu sorular yatmaktadır.
Epistemoloji
İlk soru, bir bilgi formu olarak tarih hakkındaki temel meseleyi ele alıyor: Kendine has güvenilir ve nesnel bir bilgi üreten geçmişi araştırmak için tarihçilerin kullandığı yöntemlerin bir özelliği var mıdır ve tarih disiplini diye bir şeyin olduğunu ileri sürebilmemizi neye borçluyuz? Genelde anlatıldığı biçimiyle tarihsel bilgi, geçmişten kalan izlerle ilgilenme tekniklerinden çıkan bir yöntem -geçmişin eksiksiz kavranmasının mümkün olduğuna inananların deyişiyle bir pratik- vasıtasıyla elde edilir. Tarihçinin en temel işlevi geçmişteki olaylarla insan amaçları ya da faillik arasındaki bağlantıları anlamak ve yazılı bir biçimde açıklamaktır. Başka bir ifadeyle, tarihçi, temel doğruları/hakikatleri -tabii eğer var iseler- bulmak için, bilgiyle açıklama arasındaki ilişkiyi kavramasına imkân veren bir tür yöntem ya da araçla çalışmak zorundadır.
Bir yöntem doğa bilimlerini taklit etmek olabilir; bu yöntem tarihçiler arasında (özellikle pozitivist ya da sosyal bilimler eğitimi almış olanlar arasında) oldukça büyük bir azınlıkça göklere çıkarılmış olsa da hiçbir zaman egemen yöntem statüsü elde edememiştir. Tarih, fizik bilimleri gibi doğrudan doğruya bilimsellik iddiasında bulunamaz; çünkü tarih hipotez-deney sırasını izlemediği ve tümdengelimci mantığı kullanmadığı gibi, tartışmasız olgular üreten deneysel ve nesnel bir süreç de değildir. Dahası, bu yöntemi uygulamakta ne kadar iyi olursak, doğruya/hakikate o kadar çok yaklaşırız diyemeyiz. Bilimsel yöntem, verilerin evrensel bir açıklama ile bağlantılandırıldığı varsayımıyla çalışır ve sonuç olarak bilimci verilerini bu inanca göre seçer. Oysa tarihçi, verilerini tek bir olay ya da koşullara tepki duyup, belli bir amaçla eyleme geçen bireye duyduğu ilgi yüzünden seçer. Deliller genel bir kategori içindeki her olaya ve bütün olaylara açıklama getiremez, daha çok, o tek olay ya da kişi hakkında bize anlatabileceği şeylere göre toplanır.
Bunun bir epistemoloji ya da özel bir bilgi formu olarak tarih için özel anlamı nedir?{2} Basitçe, tarihçinin edebi anlatısını -onun hikayesini- izleyerek sahici ve “doğru” tarihsel açıklamalar elde edebilir miyiz? Birçok yorumcunun bu soruya yanıtı kuşkusuz “evet”tir. Britanyalı tarih kuramcısı M. C. Lemon’a göre, bir disiplin olarak tarihin “mantığı" "anlatı yapısının düzeni etrafında" örülmüştür.{3} Özel olarak tarihsel açıklamayı neyin oluşturduğu meselesine gelince, Lemon'a göre, tarihsel açıklamanın özü tarihçinin “kendi davranışlarını belirlerken bireylerin yürüttüğü akıl açısından olayları" açıklama tarzında yatar. Başka bir ifadeyle, tarih -gayet haklı olarak- insan failliğinin ve niyetinin anlatı temelinde yorumlanması ve açıklanması olarak tanımlanabilir.{4} Anlatının tarihçiler için böylesine kullanışlı olmasını sağlayan, Lemon’ın işaret ettiği gibi, “bu oldu, o halde şu" yapısında oluşudur; bu kuşkusuz tarihsel değişimin de özüdür ve yaşam deneyimlerimize işlemiş bir süreçtir. Başka bir ifadeyle, anlatı formunun temel ilkelerine göre bize bilgi aktarıldığı müddetçe, geçmiş var oldu ve var olacaktır.
O halde tarihle en yakın komşusu edebiyatın ilişkisi nedir? Temeldeki fark göründüğü kadarıyla göndermeyle ilgilidir. Bundan kastım, anlatının, geçmişte fiili olarak neyin olduğuyla ilişki kurmasına imkân veren kesinlik ve geçerlilik kıstaslarıdır. Lemon’ın ileri sürdüğü gibi, edebiyat tamamen “referanssız/göndermesiz” değilse de, tarihsel metinle “aynı anlamda referanslı/göndermeli" de değildir.{5} Demek ki yazılı tarih edebiyatla aynı şey olmadığı gibi, geçmişle de aynı şey değildir.{6} Bunu dikkate almadığımızda geçmişi (birkaç iz ve tarihçilerin anlatıları dışında bir yerde mevcut olmayan geçmişi) yaratmanın getirdiği zorlukları göz ardı etmiş oluruz. İster bir siyasi hareket, ekonomik süreç; isterse bir olay olsun, geçmişle doğrudan yüz yüze gelemeyeceğimiz için anlatıyı ikili bir işlevi yerine getirmesi için kullanırız: Hem geçmişin yerine geçmesi hem de geçmişle girdiğimiz etkin ilişkide bir mübadele aracı olması. Demek ki, tarih bir çeşit edebiyattır.
Kitabıma yol gösteren en temel varsayım şudur: Tarih, ancak ve ancak tarihçiler onu anlatı formunda tasavvur ettiklerinde müzakere edilebilir bir şeydir ve tarihsel yorum en iyi halde sentetik bir “doğru/hakikat" olarak kalması gereken şeyin peşine takılarak geçmişin anlamlarını daraltmamalıdır. Aslında geçmişin olası anlamsızlığına ya da yüceltilmişiğine daha açık olmamız gerekir. Ana akım ampiristler karşı çıkacak olsalar bile, bana göre, keşfedilebilir bir gerçeklik olarak dünya ile dil arasında hiçbir dolaysız tekabüliyet olamaz. Bu tekabüliyet olsa bile kesin bir yanıt alamayacak olmamıza rağmen şu soruları sormaktan kendimizi alamayız: Geçmiş ta en baştan bir anlatı türü olarak açımlanmış olabilir mi? Ve biz bu geçmişi az ya da çok bozulmamış bir halde yeniden elde edebilir miyiz? Yoksa bizim yaptığımız sadece ona kendi şimdiki zamanımızdan türetilen bir öykü ya da olay örgüsü seçmek ve dayatmak mıdır? Hikâyeler geçmişte yaşanmış bir şey mi, yoksa şimdiki zamanda anlatılan bir şey midir? Hayatlarımızı bir hikâyenin açımlanışı gibi mi açıklarız? Demek ki en önemli soru, tarihin tam bir bilim olup olmadığına ilişkin herkesin ezberlediği modernist soru değil, geçmiş hakkında yazarken, bunu nasıl ve neden özel bir anlatı formuna soktuğumuza ilişkin postmodernist soru ve bu sorunun hemen ardından gelen, anlatının bilişsel gücü neye yeter, anlatının geçmişi akla yatkın bir biçimde açıklama kapasitesi nedir sorularıdır.
Nasıl bir anlatıcı olmaksızın bir anlatı imkânsızsa, tarihçi olmadan tarih de imkânsızdır. Peki o halde geçmişi yeniden yaratmakta tarihçinin rolü nedir? Her tarih, değişimin ve sürekliliğin doğası hakkında tarihçinin savunduğu fikirleri ve teorileri içerir; bu fikir ve teorilerin bazıları açık, bazıları derinlere gömülü ve bazıları da üstünkörü kaleme alınmıştır. Tarihçilerin önümüze koyduğu tarih teorileri, açık olsun olmasın, geçmiş hakkındaki kavrayışımızı hem etkiler hem de biçimlendirir. Tarih, tarihçilerin geçmişi açıklamak için -kısmen- keşfettikleri sosyal teoriler ya da ideolojik tutumlardan hareketle kurulan anlatı yapısındaki bir yorum olduğu ölçüde, öz olarak dil temelli bir üretim süreci olarak tanımlanabilir; yazılı tarihsel yorum bu süreçte tarihçiler tarafından derlenmiş ya da üretilmiştir. Anlatı-yanlısı tarih felsefecisi Arthur Danto’nun belirttiği gibi, “ne olduğunu anlatmak. ..ve nedenini açıklamak... bir ve aynı şeyi yapmaktır"{7} ya da Lemon’ın sözleriyle, tarihçi olayları anlatırken düzenli olarak “seçme, anlam, önem ve objektiflik" sorunlarıyla yüz yüze gelir.{8} Bundan dolayı ben, tarihin epistemolojik bakımdan estetik ya da anlatısal yapısıyla olduğu kadar herhangi bir başka kriterle de bilgi üreten bir edebiyat biçimi olarak ele alınabilir olduğunu savunacağım. Ayrıca, tarihin edebi ve işlenmiş karakterini kabul ettiğimizden, geçmişe bir anlatı olarak da yaklaştığım gibi, onu bir anlatı içinde açıklayacağım.
Deliller
İkinci soru tarih endüstrisinin işleme sürecindeki hammaddelerle -geçmişin izleri ya da delillerle- ilgilidir. Bilginin oluşumunda dilin merkezi rolü nedeniyle şimdiye kadar farkına varmış olacağımız gibi, tarihsel anlayışımız yazdığımız şey kadar yazma biçimimizin de ürünüdür; öyle ki tarihin ham “olguları" denen şey muhtemelen ya bütünüyle ya da büyük oranda bize yazılı ya da edebi bir biçimde sunulmuştur. Ham istatistik verilerin bile anlatı içinde yorumlanması zorunludur. Bir tarih öğrencisi olarak sizden tarihsel “olgu"ya bir örnek vermeniz istenirse, normal yanıt herkesin üzerinde anlaştığı tartışılmaz bir olayı ya da betimlemeyi aktarmak olacaktır. Köleliğin, Amerikan İç Savaşı’nın nihai nedeni olması hiç kuşkusuz böyle bir “olgu" değildir. Bu, sonuca etki eden eylemler olarak aktarılan birbirinden farklı gelişmeleri, istatistiksel verileri, olayları ve insanların amaçlarını ilişkilendirerek yapılan karmaşık bir yorumdur. Ama olguların soğuk diliyle, Amerikan Başkanı James Madison’ın “kısa boylu (5 feet 4 inches; 1.62 metre), sıska (yaklaşık 100 pound; 45 kilo), kafası kel ve kısık sesli" olduğunu söylediğimizde, görünen o ki, ortada bir sorun yoktur -Madison’ın boyu o kadardı ya da değildi, sıska ya da değildi, kel ya da değildi, kısık sesli ya da değildi, önemli değil. Önemi olan, kendi başına “olgular”ın içkin doğruluğu değil, Madison hakkındaki bu “olgular”ın okurun kafasında ürettiği anlamdır.
Madison’ın kısa, sıska, kel ve kısık sesli olması bizim onun zayıf olduğu, dolayısıyla kabinesini bir arada tutamadığı ve sonunda Napolyon’un bir kuklası haline geldiği şeklinde bir yoruma sıcak bakmamıza neden olur mu?{9} Tarih, delilleri olgulara çevirme sürecine ilişkin bir uğraştır. Tarihçiler olarak siz ve ben bunu yaparız. Doğrudan doğruya tozlu arşivlerden aldığımızda bile, deliller her zaman anlatısal yapılar içinde önceden mevcuttur ve kültürel anlamlar yüklüdür; arşivi kim toplamıştır, neden toplamıştır ve neleri arşive alıp neleri almamıştır? “Olgular” delillere dair basit önermelerin işlenmemiş halleri olarak hiçbir anlam taşımaz. Deliller tarihçilerin anlatısal yorumları aracılığıyla “olgular”a dönüşür; ama olguların genelde zaten kendi anlatıcıları vardır ve onlar tarihçi tarafından özel, çekici, izlenmeye değer; ama her şeyden önce inandırıcı bir ilişki üreten bir hikâyenin parçaları olarak örgütlendiklerinde yeni bir anlam daha kazanır. Tarihsel yorum öne çıkarılan bu ilişkinin yazılı açıklamasıdır.
Gördüğümüz gibi, “olgular” asla masum değildir; çünkü olgusal deliller ancak tarihçi tarafından kullanıldığında anlam kazanırlar ve bu arada aralarında ilişki kurulur, bir bağlama yerleştirilir, bazen birbirine bağlanır, iç içe geçirilir, yer değiştirilir ve öykülendirilir ki bunlar tarihçiyi “olgular”ı genellemeye sevk eder.{10} Geleneksel olarak bu bağlam yaratma işlemi, bir anlam üretmeyi düşünerek görünüşte aralarında ilişki olmayan veriler yığınını birbiriyle ilişkilendiren tarihçi tarafından yorumlama sürecinin bir parçası olarak yerine getirilir. Geçmişin delilleri çıkarımlar yapılarak işlenir; çıkarımları yapan, delillerin doğası tarafından belirlendiği farz edilen analiz kategorilerini kullanarak kafasında bir anlam kuran tarihçidir. Dernek oluyor ki, geçmişin izleri, geleneksel olarak içinden anlamın kazılarak çıkarılacağı ampirik nesneler olarak ya da toplumsal açıklama teorilerinin kurulmasına hizmet edebilecek kaynaklar olarak görülmüştür.
Gelgelelim, benim öyküleştirmne süreci adını vermeyi yeğlediğim, delillerin öteki örneklerle ilişki içindeki bu konumlanışı ya da örgütlenişi genellikle tarihçinin kendi görüşlerinin ve kültürel durumunun ortaya çıktığı yerdir. Tarih yazımında, tarihçiyi bir bağlam yaratma yoluyla anlam oluşturma uğraşından ayrı düşünmek imkânsızdır; halbuki görünüşte anlam masum bir biçimde olgulardan türetilmiştir. İşte bu noktada, tarihçi kendisini kaçınılmaz olarak geçmişe dayatır; ister gerçek anlamı denilen şeyi bulmak üzere delillerin incelenmesi pratiği yoluyla olsun isterse toplumsal teorilerin yaratılması ve kullanılması yoluyla -ama bana göre en önemlisi, açıklamayı ve tarihsel yorumu kolaylaştırmak için kullanılan öyküleştirme ya da olay örgüsü (anlatısal yapı) yüzünden. Tarih yazmada delillerin oynadığı rol ve bizim bu delilleri temsil/ tasavvurumuzun ne anlama geldiğini daha sonra ele alacağım. Deliller, kendilerinden anlam çıkarmamız ve böylelikle tarihsel bilgiyi üretmemiz için orada öyle dururlar. Ne var ki, anlam biz verileri örgütledikçe, düzenleyip öykülendirdikçe ortaya çıkar. Ve bence bu tek ya da en olası sonuç olmadığı gibi, kendi başına çıkan bir sonuç da değildir.
Tarih teorileri: Geçmişi kurmak
Bu tartışmadaki üçüncü soru, sıkı ampiristler tarafından savunulan ve tarihin, geçmişte fiilen olmuş şeylere yaklaşmamızı sağlayan olguların nesnel olarak yeniden kurulmasına dayanan bir pratik olduğu inancından kaynaklanır. Bu, İngiliz tarih felsefecisi R. G. Collingwood’un “naif gerçekçilik” adını verdiği şeydir ve deneyimin tarihsel bilginin nesnesi olabileceği fikrine dayanır.{11} Sözkonusu ampiristler, tarihçinin, bu tutumu sürdürmek üzere delilleri ele alırken tarafsız ve objektif olmakla yetinmeyip aynı zamanda geçmişin yorumlanmasında toplumsal teori modellerini de reddetmesi gerektiğini savunarak, tarihçinin geçmişe müdahale etmesine ya da bir şey dayatmasına karşı çıkar. Toplumsal modeller kurmak ampiristler tarafından geçmişin kaba bir biçimde kurgulanması ya da icadı olarak görülür.
Gelgelelim, toplumsal ve kültürel tarih 1920’lerden bu yana, popüler hale gelmiştir; çünkü endüstri-sonrası toplumun kapitalist endüstrileşme evrelerinde meydana gelen devasa toplumsal değişimlerle nasıl başa çıkabilmiş ya da çıkamamış olduğuna dair açıklamalar gerekiyordu. Bu modernleşme süreci, tarihçilerin kuruluşunda aktif rol aldıkları yeni ve faydacı bir tarihe başvurmaksızın açıklanamazdı. Tarihçiler bu rolü, ya geçmişte yaşamış insanların kafasından geçenleri empatik olarak düşünerek ya da onların kendilerini göstermelerini beklemeksizin toplumsal teoriler kurarak oynadı. Sıkı ampiristlerin (Collingwood’un naif gerçekçilerinin) bugün savundukları fikirlere bakılırsa, artık tarihçilerin tarihsel yorumları haklı çıkarmak için geçmişteki tarihsel failleri hayal etmesi ya da onlarla empati kurması gerekmediği gibi, evrensel açıklayıcı teoriler (genelde üst-anlatılar olarak tanımlanan teoriler) kurması da gerekmez. Söz konusu ampiristler tarihsel bilginin nesnel olmadığı, yorumcusunun parmak izlerini üzerinde taşıdığı yolundaki çağdaş düşünce değişikliğini -genelde bugün tarihçilerin çoğunluğu arasında ortak bir argüman haline gelen yaklaşımı- kabul etmeye yanaşmazlar.
Yirminci yüzyıl Batı toplumu toplumsal, politik ve ekolojik devrimleri, toplu savaşları ve yeni teknolojiyi deneyimlerken; geçmişin şimdiki zaman için anlaşılır kılınması, artan bir ihtiyaç haline gelmiştir ve bu da tarihçilerin değişimin nedenleri, sürekliliğin doğası ve geçmişin sonsuz olabilirlikleri üzerine spekülasyon yapması anlamına gelir. Böylesi spekülasyonlar sadece empatiye ya da onun doğal uzantısı tarihselciliğe (geçmişi kendi bağlamı ya da koşulları içinde kavramak) dayandırılamaz. Yirminci yüzyıl kurmacılığının en bariz örneği, tarihsel değişim modeli olarak sınıf sömürüsü teorisini vurgulayan Marksist tarih okulu olmakla birlikte, 1920’lerde Fransa’da Annales okulunun sahneye çıkışı da alternatif davranış ve nüfus teorileri öneren paralel bir tarih doğurmuştu. Bu tarih, toplumbilimden esinlenen kurmacı bir tarihti. 1970’lerden sonra yeni bir anlayış daha ortaya çıkmıştır: Antropolojiye çok şey borçlu olan bir toplumsal tarih anlayışıdır bu ve tek tek olayları ele alıp sonra onların daha büyük toplumsal anlamlarını bulmaktan yana tavır alarak, tarihsel açıklamanın büyük kurgusu olarak sınıfa meydan okumuştur. Diğer iki yaklaşımdan, modernleşme okulu, karşılaştırmalı tarih için model oluşturmanın faydalarını vurgularken, 1960’ların ve 1970’lerin Yeni Ekonomik Tarih’i de nicelik üzerinde durmuş, böylece bu yeni akımlarla kurmacılık moda ya da heves haline gelmiştir.
Sosyolojik ve antropolojik kurmacılık Yeni Kültürel Tarih olarak bilinegelen ve benim yapısökümcü tarih adını verdiğim şeyin ana kaynaklarından biridir. Kurmacılığın bir çeşitlemesi olarak Yeni Kültürel Tarih yalnızca antropolojiden değil, 1970’lerin edebiyat eleştirisi teorisinden doğan ve post-yapısalcılık denen daha geniş bir entelektüel hareketten aldığı ilkelere göre işler. Yapısökümcü tarih geçmişi karmaşık bir anlatısal söylem olarak görür; ama bu, Fransız kültür eleştirmeni ve tarihçi Michel Foucault’nun işaret ettiği gibi, temsilin/tasavvurun, anlamı olduğu gibi taşıyabilen ya da doğru anlam yaratabilen şeffaf bir iletişim tarzı olmadığını kabul eden bir söylemdir. Yapısökümcü tarih anlamanın, yerine göre, insan, insanlık, yazar ya da delil olarak adlandırılan bağımsız bilgi-merkezli bireysel özneden kaynaklandığı yolundaki modernist ampirist nosyona genel meydan okuyuşun bir parçasıdır. Modernist ampirizm bunalımdadır; çünkü anlamın, -gerçekliği dolayımladığı kadar gerçekliğe doğrudan erişmenin yollarını da etkili bir biçimde kapatan- toplumsal olarak kodlanmış ve kurulmuş söylemsel pratikler tarafından yaratıldığına karşı çıkar. Dil saf bir temsil/tasavvur aracı olarak görülmediğinde daha da içinden çıkılmaz hale gelir bu durum. Geçmişe, yalnızca ırk, sınıf, cinsiyet gibi kurulmuş analiz kategorilerimiz aracılığıyla bakıldığında ya da bir tarihçinin, gerçekten bir zamanlar var olduğu biçimiyle “geçmişin kendisi ile temsilleri arasındaki yeterli bir tekabüliyet düzeyi” adını verdiği şeye bağımlı kalındığında artık tarih yazmak mümkün müdür?{12}
Kurmacılığın, anlatı ya da retoriksel versiyonunun önde gelen uygulamacılarından biri, Amerikalı tarih felsefecisi Hayden White’dır. White, tarihin sadece delillere göre geçmişi objektif olarak yeniden kurmak gibi modernist bir amacı varsa, başarısızlığa mahkûm olduğunu söyler. Başarısızlığa mahkûmdur; çünkü söz konusu süreç, nesnel ampirizm ve/veya yazınsal teorileştirme süreci olmaktan çok yorumlayıcı anlatının edebi sürecidir. Bunun anlamı şudur: Yazılı tarih, yalnızca delilleri örgütlemenin bir yolu olarak geçmişi öyküleştirmeyi değil; aynı zamanda, tarihçilerin kullandığı retoriksel, metaforik ve ideolojik açıklama stratejilerini hesaba katmanın bir yolu olarak da geçmişi öyküleştirmeyi gerektirir. Tarihsel açıklama tarzı olarak retorik çalışması, White’ın belirttiği gibi, tarihin keşfedildiği kadar, icat da edilmiş olan bir edebi yapıt olduğu iddiasında özetlenmiştir.{13}
Anlatı olarak tarih
Tarihi tarihçiler yazar; bu yüzden de tarihi, toplumun dışında objektif bir yöntem ve yorum olarak değil, toplumun içinde kültürel bir ürün olarak ve tarihsel sürecin bir parçası olarak daha iyi anlayabiliriz. Bu bizi Collingwood’a paralel olarak White’ın ve yakın dönemde Louis Mink ve Arthur Danto’nun sorduğu dördüncü anahtar soruya getirir: Tarihsel bilgi üretiminde anlatının önemi/ anlamı nedir ve bunun daha önceki üç soruyla ilişkisi var mıdır? Ama her şeyden önce, tarihsel anlatıdan bahsederken ne demek istiyoruz? On dokuzuncu yüzyıldan devralınan modernist bir ampirist tarihsel yöntemin koşulu ve varsayımına göre, tarihsel açıklama, biriktirilen ham verilerden doğal bir tarzda ortaya çıkar ve bir hikâye formunda yorum olarak sunulan anlamı, kişisellikten arınmış olarak, şeffaf bir biçimde ve edebi anlatıların yazarları tarafından kullanılan araçların hiçbirine, yani hayali ya da mecazi dile başvurmaksızın açıkça vardır. Üslup, bilerek bir mesele olmaktan çıkarılmış ya da daha tali bir sorun olan temsil sorununa havale edilmiştir. Bir pratik olarak tarihe ilişkin bu vizyon, delil olarak önceden var olan anlatıyı yorumlama zorluklarını ya da bugünden geçmişi yazma sorunlarını kavrayamaz.
Biz tarihçiler anlatıyı kayıt tutma aracı olarak kullanırız; ama genellikle onun yaptığımız işin önemli bir parçası olduğunu görmeyiz. Analitik tarih, felsefecilerin çoğuna göre tarihsel anlayışın özü, bir anlatıyı -yani elde edilen delil temelinde kurulan bir hikâyeyi- tanıma, kurma ve izleme yetisidir. Bir tarihsel anlatı ayrı olayları anlaşılabilir bir düzene sokan bir söylemdir: Lemon’ın dediği gibi, “bu oldu öyleyse şu.” Böylesi bir anlatı, geçmiş olayların ve/veya insan deneyimleri ya da eylemleri hakkında tekil önermelerin anlaşılır bir sıra takip etmesidir; bu, yazar tarafından belli bir sonuca doğru yönlendirilmekte olan bir okur tarafından izlenebilir bir sıradır. Bütün bu anlatılar, olayları kurgular ve niçin olduklarını açıklar; ama nedenselliğin doğasını etkileyen kuvvetler hakkında tarihçiler tarafından savunulan varsayımlarla üzerleri örtülüdür. Bu kuvvetler arasında pekâlâ ırk, cinsiyet, sınıf, kültür, iklim, rastlantı, coğrafya, bölge, aymaz politikacılar vb. gibi bireysel ya da karmaşık öğeleri sayabiliriz. Demek ki, tekil önermeler doğru/yanlış olabilirken, bu önermelerin bir koleksiyonu olarak anlatı, onların toplamından öte bir şeydir. Anlatı, nihai olarak ne yanlış ne de doğru olan karmaşık bir yorum faaliyetidir.
Anlatının özsel rolü konusundaki genel ampirist ve yeniden- kurmacı konumun bildik versiyonu, felsefeci W. B. Gallie tarafından çok iyi tanımlanmıştır:
"Tarihsel anlama, bir hikayeyi izleme yetisinin kullanılmasıdır, burada hikayenin delillere dayanan bir hikaye olduğu bilinir ve o hikayeyi yakalamak için samimi bir çaba harcanır..."{14}
Gallie’ye göre, hikâyesinde gerçekten vuku bulduğu haliyle olaylar ile tarihçi tarafından üretilen anlatının -tarihçi tarafından olayların, kendilerinde bulunan (keşfedilen?) ve sonra yeniden üretilen anlatının- biçimi çarpıcı bir benzerlik taşır. Burada, anlatının gönderme yapma özelliği söz konusudur. Keith Jenkins, Louis Mink ve Hayden White gibi tarih felsefecileri, her ne kadar hikâyeyi yaşamadığımıza, yalnızca yaşanmış deneyimlerimizi hikâye biçiminde anlattığımıza inanıyor olsalar bile, Gallie ve Fransız tarih felsefecisi Paul Ricoeur’ü destekleyen Amerikalı tarih felsefecisi David Carr, yaşanmış (geçmiş) bir şey olarak tarihle, yazılmış (anlatılmış) bir şey olarak tarih arasında temelde bir süreklilik ya da tekabüliyet olduğunu savunur.{15} Hayatlarımız anlatı haline getirildiği ve yazılı tarih de bir metin olduğu için, geçmişin kendi başına anlatının yapısına uyduğunu iddia etmekte haklı mıyız? White argümanı tersine çevirir; anlatılar önceden mevcut değildir, tersine, bir anlatı tarihçi tarafından icat edilir ve sunulur. Sonuç olarak, aynı geçmiş, aynı olaylar hakkında anlatılan çok farklı hikâyeler vardır. Fransız tarihçi Paul Veyne’in ileri sürdüğü gibi, fiilen olanla sınırlı olmakla birlikte (tarihçiler olayları, insanları ve süreçleri uydurmazlar), bir hikâye olarak tarihin anlamı, dayatılan ya da Hayden White’ın ısrarla belirttiğine göre, tarihçiler tarafından bulunmuş olduğu kadar icat da edilmiş olan bir öyküden gelir.{16}
Argüman şöyledir: Ne ampirist bir metodoloji, fiilen olduğu haliyle geçmişe dair bir anlamayı garanti edebilir; ne de keşfedilmeyi bekleyen orijinal bir öyküleştirme vardır. Gelgelelim, düşünen ve ne yaptığını bilen tarihçi diyebilir ki, tek doğru anlatı olduğu iddiasında bulunmasak bile, akla yatkın ve bu yüzden de gayet rahatlıkla kabul edilebilir bir anlatı ortaya koymak mümkündür. Olası bileşimleri yüzünden geniş bir yelpazeye de yayılsa, geçmişte yaşayan insanların ve tarihçilerin dayandıkları öyküleştirmeler dört ana türle sınırlıdır: Romans, trajedi, hiciv ve komedi. Kurgu âleminde iş gören öteki anlatıcılar için de durum değişmez. Ne var ki, anlatısal öyküleştirmeyle eşit önemdeki bir şey de mecazi betimleme ya da üslup boyutudur.
Öteki hikâye anlatma türleri gibi, tarihsel hikâye anlatmak da mecaz biçimleri olarak bilinen, esas olarak dört figüratif araçla yapılır. Bunlar genelde metafor, metonimi, synecdoche ve ironi olmak üzere dört asli ifade biçimi olarak adlandırılır ve kullanımları mecazlaştırma süreci denen şeyi oluşturur. Mecazlaştırma, bir nesne, olay ya da kişinin tanımını tek bir anlamın ötesine taşıma ya da sürükleme demektir. Bu dört mecaz biçimini kullandığımızda, nesneleri, olayları, kişileri ya da niyetleri öteki nesneler, olaylar, kişiler ya da niyetlere göre, benzerlikleri ya da farklılıklarına göre betimleriz ya da onları, bütün yerine parçalarını koyarak niteleriz; örneğin işçileri temsil eden kol gibi, ötekinin özünü temsil eden bir unsur ya da özellik (yani synecdoche) ya da tekne yerine yelken demek örneğindeki gibi, yine ötekini temsil eden bir özellik (yani metonimi). Metafor en temel mecaz türünü teşkil ederken, metonimi, synecdoche ve ironi ikincil türlerdir. Metafor bir şeye gönderme yaparak ortak bir özelliği paylaştıklarını akla getirecek şekilde başka bir şeye işaret etmektir. Literal anlamı inkâr etmek ironi kullanmaktır. Mecaz öteki edebi türler kadar tarih yazımı açısından da hayati öneme sahiptir, çünkü bize meslektaşlarımızınkinden farklı anlamlar yaratma ve okurların öngörülenden farklı beklentilerini sekteye uğratma imkânı verir.
White’ın formel modelindeki öyküleştirme ve mecazlaştırmayı ve yaşanmış deneyimle onun anlatısal temsili/tasavvuru arasında süreklilik olmadığı, tarihsel açıklamanın bir formu olarak anlatının nihai olarak yetersiz kaldığı ve tarih yazmanın aynı zamanda kaçınılmaz olarak bir ideolojik edim de olduğu yönündeki argümanlarını daha sonra ele alacağım. Anlatı, normal olarak ne ampirizmin tekabüliyet teorisini savunmak için ne de o belli hikâyeyi -her zaman tarihsel yüceltme pahasına- elde etmedeki aracı olarak kullanılabilir. White bununla geçmişin keşfedilemez, muhtemelen anlamsız ve açık uçlu doğasını kutlamayı amaçlar. Böylesi bir anlamsızlık potansiyel olarak muhalif ve çekimser tarihçilerin kesinlikçi (örneğin faşist) tarihe meydan okumaları için bir davetiye anlamına gelir yalnızca. Bu tarihçiler ve biz, geçmişte iktidardakilerin üzerimizdeki otoritelerini pekiştirmek için yararlanabilecekleri hiçbir nesnel gerçeklik -delillerin Hakikatle olgusal bir tekabüliyeti anlamında- bulamadığımızda gücümüze güç katmış oluruz.{17} Tam anlamıyla felsefi bir bakış açısından, geçmiş bir gerçekliğin varoluşu kendi başına tekabüliyet teorisini doğrulamaz; çünkü bu, geçmiş olaylar hakkındaki hakikatin geçmiş gerçekliğe ilişkin önermeler olarak dünya ile sözcük arasında herhangi bir tekabüliyet ilişkisinde bulunabileceği anlamına gelmez. Paradoksal olarak, çoğu tarihçi, hatta muhalif solcu tarihçiler bile, böyle bir tekabüliyete inanmayı yeğler.
Michel Foucault, İnsan ideasının (burada İnsan=tarihçi) toplum ve tarih dışında bir yerde duramayacağını ve bu yüzden nesnel ve hakiki bilgi üretemeyeceğini iddia ederek bu yaklaşıma meydan okur. White gibi Foucault da şu sonuca varır: Dil ideolojik olarak kirli bir araçtır ve ne yapıp ne yapamayacağı kullanım biçimine ve hangi toplumsal ve politik amaçlar için (özellikle otorite sistemlerini ve neyin doğru, neyin yanlış; neyin serbest, neyin yasak olduğuna ilişkin görüşleri pekiştirmek için mi, yoksa onlara meydan okumak için mi) kullanıldığına bağlıdır. Foucault’nun dediği gibi, “‘Hakikat’, üretim, ayarlama, dağıtım, dolaşım ve önermelerin işleyişi için düzenlenmiş bir sistem olarak anlaşılmalıdır. ‘Hakikat’ ... onu üreten ve ayakta tutan gücün önermeleriyle bağlantılıdır."{18} Foucault burada tarihsel faillerin -sen ve ben- sırf mağdurlar olmanın ötesinde kendi öznelliğimizin suç ortakları haline nasıl geldiğine işaret ediyor. Dilin işleyişi bakımından, sözcüğün hepimizi -bir koleksiyoncunun tahtasına iğneyle tutturulmuş kelebekler gibi- baskılayarak sabitlediği özne konumlarına yerleştirilmekten kaçamayız. Bu anlamda, örgütlü bir anlatı olarak örgütlü geçmiş araştırması (hem bir meslek hem de yöntemsel pratiklerin bir koleksiyonu olmak üzere iki anlamda da bir disiplin olarak tarih) çağdaş toplumlarda iktidar düzenlemeleri üzerine temellenir. Tarih yazma biçimi başka herhangi bir anlatı gibi iktidarın kullanımına ve kötüye kullanımına açıktır.
Yazılı tarih her zaman salt masum bir hikâye anlatmanın ötesinde bir şeydir; çünkü yazılı tarih her şeyden önce iktidarın dağıtılması ve kullanılmasının başlıca aracıdır. Tarihsel verilerin bir anlatı içinde örgütlenmesi eylemi, kendi başına yalnızca “hakiki" bir gerçeklik yanılsaması oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda, geçmişe sahte bir tutarlılık vererek, çağdaş toplumlarda iktidar uygulamanın bir mekanizması olarak da hizmet edebilir. White’ın ileri sürdüğü gibi, geçmişin dağınıklığını kabul ettiğimizde ve betimlediğimizde bile, anlatı ediminin kendisi kaçınılmaz bir “her ‘uygar’ toplumun kendisini somut olarak görmek isteyeceği süreklilik, bütünlük, kapalılık ve bireysellik” dayatır.{19} Demek ki, bütün tarihsel anlatılar ideolojinin karmaşık ve hassas taleplerine tabidir ve yerine göre onu etkiler.
Tarihi, edebi bir yapıntı olarak görmek, anlatısal açıklamanın geçmişin araştırılması kadar yaşamımızdaki önemini de kabul etmektir ve bu biz tarihçileri geçmişin altüst edici süreksizliği ve kaosunu şimdiki zamanda ve şimdiki zaman için anlatırken kendini özgür hissetmesini sağlamalıdır. Örneğin, 1990’ların bir yöntem- bilimsel yeniliği olan Kaos Teorisi, tarihsel anlayışımıza yeni bir soluk katmıştır. İlginçtir, Kaos Teorisi’nin önde gelen yandaşlarından birine göre, teorinin kullanımı hâlâ geçmişi açıklamak için bir anlatıya gerek duymaktadır.{20} Bu bize tarihin kendi başına nasıl tarihsel olduğunu, yani doğasına ilişkin tartışmalar kadar yöntemleri ve kavramlarının da nasıl tarihsel zaman edilimlerinin ürünleri olduğunu gösterir. 1890’larda Amerikan tarihi, bu milletin tarihinin özel olarak Amerikan orijinlerini açıklamaya yönelmişken; 1950’lerde ABD-Rus Soğuk Savaşı’nın gerilimleri, tarihçiler arasında aman vermeyen ve potansiyel olarak bölücü düşman karşısında, Amerikan tarihindeki ideolojik tutarlılık konusunda bir uzlaşı yarattı. Geçmişin yüce ve olası dünyalarına nüfuz «etmenin bir yolu olarak anlatının öneminin milenyum dönümünde yeniden keşfi, daha çok günümüzün bir ürünüdür ve bütün tarihsel anlayışlar gibi muhtemelen zamanla unutulup gidecektir. Bu kitap ve içinde ortaya atılan meseleler de aslında çok büyük ölçüde zamanımızın ürünleridir.
...............
{1} Alıntı, Richard T. Vann, ‘Louis Mink’s Linguistic Turn’, History and Theory, Cilt 26, No. 1, 1987, s. 1-14. Bkz. ayrıca Louis Mink, ‘History and Fiction as Modes of Comprehension', New Literary History, Cilt 1, 1970, s. 541-558. Hayden White'in edebi biçimi yazılı tarihin merkezi örgütleyici özelliği olarak tarihsel içeriğin önüne geçirmesine şiddetle itiraz etmekle birlikte, tarihsel açıklamada içerikle biçim ilişkisine yararlı bir giriş için, bkz., Saul Friedlander (der.), Probing the Limits of Representation: Nazism and the ‘Final Solution' (Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press, 1992).
{2} Konuya sıcak bakmamakla birlikte çok parlak bir sunuş için, bkz., Alex Callinicos, Theories and Narratives: Reflections on the Philosophy of History (Cambridge, Polity Press, 1995), Giriş, s. 2-4. Bkz., ayrıca Keith Jenkins, Re-Thinking History (London, Routledge, 1991), s. 10-13. [Tarihi Yeniden Düşünmek. Çev.: Sahadır Sina Şener, Dost Kitabevi, 1997]
{3} M.C. Lemon, The Discipline of History and the History of Thought (London, Routledge, 1995),s. 131.
{4} Agy.,s. 144.
{5} Agy.
{6} Bu, iyi temellendirilmiş bir tutumdur. Bkz. Richard Rorty, Philosophy and the Mirror of Nature (Princeton, Princeton University Press, 1979), Peter Charles Hoffer and William W. Stueck, Reading and Writing American History: An Introduction to the Historian’s Craft (Lexington, D.C. Heath, 1994) and Keith Jenkins, On ‘What is History?’ (London, Routledge, 1995).
{7} Arthur Danto, Narration and Knowledge (New York, Columbia University Press, 1985), s. 202.
{8} Aktaran, Leman, agy., s. 133. Bkz., ayrıca Philip Stewart, ‘This is Not a Book Review: On Historical Uses of Literature', Journal of Modern History, Cilt 66, No. 3, September 1994, s. 521-538.
{9} Bu anlatım için, bkz., Thomas A. Bailey and David M. Kennedy, The American Pageant (Lexington, D.C. Heath, 10. basım, 1994), s. 225.
{10} William H. Walsh, ‘Colligatory Concepts in History', Patrick Gardiner (der.), The Philosophy of History (New York, Oxford University Press, 1974), s. 136; William Dray, Philosophy of History (Englewood Cliffs, Prentice Hall, 2. basım, 1993), s. 89-113; Hayden White, Metahistory: The Historical Imagination in Nineteenth Century Europe (Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1973), s. ix-x.
{11} R.G. Collingwood, The Idea of History (ilk basımı 1946, Oxford, Oxford University Press, gözden geçirilmiş yeni basım 1994), s. 302, 390-395. [Tarih Tasarımı. Çev.: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayıncılık, 1990].
{12} Neville Kirk, 'The Continuing Relevance and Engagement of Class', Labour History Review, Cilt 60, No. 3, kış 1995, s. 2-15.
{13} Tarih yazımında anlatının rolünü betimlemek için tarih felsefecisi Michael E. Hobart bu terimi kullanırken, White bunu “tarihötesi" ya da tarihçilerin “tarihsel alanı şekillendiren ve öz olarak şiirsel olan edim" olarak adlandırır. Bkz. Hobart, ‘The Paradox of Historical Constructionism’, History and Theory, Ci lt 8, No. 1, 1989, s. 43-58. White'ın tarih yönteminin tek eksiksiz uygulaması ve eleştirisi için, bkz., Alun Munslow, Discourse and Culture: The Creation of America, 1870-1920 (London, Routledge, 1992). Geçmiş ve tarihin postmodern durumu hakkında yazma işinde anlatının rolüne ilişkin en yakın tarihli değerlendirme için, bkz., Robert F. Berkhofer, Beyand the Great Story: History as Text and Discourse (Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press, 1995); David R. Roberts, Nothing But History: Reconstruction and Extremity After Metaphysics (Berkeley, University of California Press, 1995); Michael S. Roth, The Ironist's Cage: Memory, Trauma, and the Construction of History (New York, Columbia University Press, 1995); Joyce Appleby (der.), Knowledge and Postmodernism in Historical Perspective (London, Routledge, 1996); Keith Jenkins, The Postmodern History Reader (London, Routledge, 1997) ve Roger Chartier, On the Edge of the Cliff: History, Language and Practice (Baltimore and London, Johns Hopkins University Press, 1997).
{14} W.B. Gallie, Philosophy and the Historical Understanding (New York, Schocken Books, ikinci baskı, 1968), s. 105. Bkz. ayrıca Louis Mink, ‘Narrative Form as a Cognitive Instrument', R. Canary ve H. Kozicki (der.), The Writing of History: Literary Form and Historical Understanding (Madison, University of Wisconsin Press, 1978), s. 129-149.
{15} David Carr, ‘Narrative and the Real World: An Argument for Continuity’, History and Theory, Cilt 25, No. 2, 1986, s. 117-131; Michel de Certeau, The Writing of History (Çev. Tom Conley, New York, Columbia University Press, 1988); Paul Ricoeur, Time and Narrative (Chicago, University of Chicago Press, 3 cilt, 1984, 1985).
{16} Paul Veyne, Writing History: Essays on Epistemology (Middletown, Wesleyan University Press, 1984); Hayden White, ‘The Historical Text as Literary Artifact’, in Tropics of Discourse: Essays in Cultural Criticism (Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1978), s. 82.
{17} Hayden White, The Content of the Form: Narrative Discourse and Historical Representation (Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1987), s. 81. Ayrıca bkz. F.R. Ankersmit, History and Tropology: The Rise and Fall of Metaphor (Berkeley, University of California Press, 1994), s. 25-28, ve 'The Dilemma of Contemporary Anglo-Saxon Philosophy of History', s. 44-74, and ‘Historical Representation', s. 97-124, iki çalışma da ilk olarak Amerikan tarih felsefesi dergisi History and Theory’de yayımlanmıştır.
{18} Michel Foucault, Power Knowledge (Brighton, Harvester Press, 1981 ), s.131-132.
{19} White, Content of the Form, s. 87.
{20} George A. Reisch, ‘Chaos, History, and Narrative’, History and Theory, Cilt 30, No. 1, 1991, s. 1-20.
Tarihin Yapısökümü, Alan Munslov, Kitabın özgün adı: Deconstructing History (Routledge/1997), Ayrıntı Yayınları, 2000, Giriş Bölümü
ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=CHC3PAbpI1U (Professor Alun Munslow - The Gap Between the Past and History)
http://www.history.ac.uk/reviews/review/1220
https://www.highbeam.com/doc/1G1-83761973.html
TARİHE YAKLAŞIM
Amacım bugün tarih içindeki merkezi bir tartışmayı, yani bir disiplin olarak tarihin anlatı formuyla geçmişin içeriğini tam olarak ne oranda kapsayabileceği ve temsil edebileceği tartışmasını ele almaktır. Daha açıkçası, anlatısal ya da edebi yapıdaki tarih metni tarihsel açıklama için ne kadar yeterli bir araçtır ve yanıtımızdan çıkarabileceğimiz ipuçları nelerdir? Artık tarihçiler, tarih felsefecileri ve anlatıyla ilgili başkaları için tarafsız tarihçilerin uyguladığı anlamda tarihsel gerçeklik ve yöntemsel objektiflik gibi eski modernist kesinliklerin meydan okunan ilkeler haline geldiği bir postmodern çağda yaşadığımızı iddia etmek sıradan bir durumdur. Bugün çok az sayıda tarihçi geçmiş hakkında doğruyu/ hakikati yazdığını ileri sürecektir. Yazılı tarih, biz tarihçilerin şimdi ve burada bir yer işgal etmekle kalmayıp geçmiş ve geçmişin izleri arasındaki ilişkiyi ve bu izlerden anlam çıkarma biçimlerimizi nasıl gördüğümüze bağlı olarak konumlar da aldığımız ölçüde çağdaştır ya da şimdiki zamana göre yönünü bu ölçüye göre belirler. Bu kitaba Tarihin Yapısökümü adı verildi, çünkü kitabın eksenini tarihin en temel düzeyde yeniden değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin inancım oluşturuyor.
Yalnızca tarih yöntemini eleştirmek yetmez, şunları da sormak gerekir: Meslekten tarihçiler delillerden “olgular" çıkararak geçmişi nesnel olarak yeniden kurabilirler ve açıklayabilirler mi ve bütün o zahmetli araştırma işi bittikten sonra çıkan sonuçları herkesin okuması için sorunsuz bir biçimde kaleme alacak olan kimdir?
Birçok kişi şunu ileri sürebilir: Tarih ne şimdi ne de geçmişte tanımın ima ettiği kadar pozitivist bir araştırma süreci ya da edebi bir uğraş olmuştur. Buna karşın, ampiristlerin ya da yeniden- kurmacıların “olgular”ı aktaran tarafsız gözlemci olarak tarihçi vurgusu tarihin bir edebi uğraş olarak gerçek karakterini bulandıran (bilginin nasıl elde edilebileceğine ilişkin bir inançlar dizisi anlamında) bir paradigmadır. Ben, tarihin sahici doğasının, yalnızca ve temel olarak objektifleştirilmiş bir ampirist girişim olarak görülmeyip, tarihçi tarafından geçmiş hakkında özel bir anlatı formunun yaratılması ve sonunda dayatılması (sadece yazma aşamasını değil, bütün projeyi doğrudan etkileyen bir süreç) olarak görüldüğünde anlaşılabileceğini savunacağım. Bu anlayışa dil birliği sağlamak üzere yapısökümcü bilinç adını vereceğim. Terimin bu kullanımı Fransız kültür kuramcısı Jacques Derrida’nın orijinal kullanımıyla karıştırılmamalıdır; Derrida terimi daha dar anlamda; metnin anlamını, metnin kaynaklandığı dışsal gerçekliğe gönderme yapmaksızın kavrama süreci olarak kullanmıştır. Yapısökümcü bilinç, tarihi yalnızca somut olarak neyse o, bir yazılı anlatı (tarihçilerin metin olarak ürünleri) olarak tanımlamakla kalmaz; ayrıca daha radikal bir biçimde bir hikâye-anlatma biçimi olarak anlatının bizatihi geçmişe de metinsel bir model sağlayabileceğini ileri sürer.
Bir disiplin olarak tarihin edebi boyutunu kabul etmek şunu kendimize soramayacağımız anlamına gelmez: Bir anlatı olarak tarihçilerin bize sundukları yalnızca bizim kendi yaşam deneyimlerimiz midir, yoksa -geçmişteki insanlar gibi- tarihsel failler olarak anlatıları mı deneyimleriz? Başka bir ifadeyle, delillerde hikâye biçimine sokulmayı bekleyen geçmiş hayatlar vardır ve biz tarihçiler anlatıyı fiilen olduğu haliyle yeniden mi anlatırız; yoksa her zaman kendi hikâyelerimizi geçmişin delillerine mi dayatırız?
Neye karar vermiş olursak olalım; varacağımız sonuç, tarihin, tarihçi onu zorunlu formuyla, yani bir anlatı olarak yazana kadar okurlar için var olamayacağıdır. Anlatı derken şunu kastediyorum: Tarih içinde bir açıklama yaparken, birbiri ardına sıralanan olaylardan bahsederiz. Bu genelde hikâye anlatma olarak betimlenen bir süreçtir. Sosyal bilimlerden ödünç alınan ve geçmişe uygulanmaya çalışılan analitik aygıtlar ne kadar kapsamlı olursa olsun, tarihin açıklama gücü, temeldeki anlatı biçiminden gelir. Anlatı-yanlısı bir tarih felsefecisi olan Louis Mink 1960’ların başında şöyle diyordu: “Bilimciler... birbirlerinin sonuçlarını kâğıda geçirirken, tarihçiler. .. birbirlerinin kitaplarını okur."{1} Bu kitap geçmişin gerçekliğiyle -fiilen olduğu haliyle geçmişle değil- yazılı kayıt olarak ilgileniyor. Tarih denen şeyin zaman içinde değişimin araştırılması değil, bu işle uğraşırken tarihçilerin ürettiği enformasyonun işlenmesi olduğunu savunacağım. Tarihin Yapısökümü'nde tarihsel bilginin öz olarak edebi doğasına ve böyle bir bilginin oluşumunda anlatı formunun önemine ışık tutmaya gayret edeceğim. Günümüzde ya da postmodern dünyada; geçmiş, geçmişin yorumu ve anlatısal temsili arasında belli oranda makul tam bir tekabüliyet inancına dayanan ampirik bir araştırma yöntemi olarak kavranan tarih, artık tarihçinin görevi açısından savunulabilir bir yaklaşım olmaktan çıkmıştır. Geçmişten başlamak yerine onun temsilinden/ tasavvurundan başlamak zorundayız; çünkü geçmişin gerçekliğinde keşfedilebilir ve eksiksiz temsil edilebilir bir hakikat olduğu inancına ancak böyle meydan okuyabiliriz.
TARİHİN DOĞASINA İLİŞKİN BAZI TEMEL SORULAR
Tarihin doğasına ilişkin dört özgün soru vardır; bu sorular -yaşandığı ve yazıldığı haliyle- tarihin içeriği kadar biçimi tarafından da yapılandırıldığı inancından doğar. Liste yapmak amacıyla bu soruları ayırıyoruz, ama pratikte birbirine geçmiştir ve ayrım yapmak çok zordur.
• Ampirizm meşru bir biçimde ayrı bir epistemoloji olarak tarih oluşturabilir mi?
• Tarihsel delillerin özniteliği nedir ve ne işe yarar?
• Tarihçinin, toplum teorilerinden faydalanmasının ve tarihsel anlayışta açıklayıcı çerçeve kurmasının rolü nedir?
• Anlatı biçimi, tarihsel açıklama açısından ne kadar önemlidir?
Elinizdeki kitabın yazılmasını kışkırtan da bu sorular olmuştur ve tarihin bugün içine düştüğü statü krizinin canevinde bu sorular yatmaktadır.
Epistemoloji
İlk soru, bir bilgi formu olarak tarih hakkındaki temel meseleyi ele alıyor: Kendine has güvenilir ve nesnel bir bilgi üreten geçmişi araştırmak için tarihçilerin kullandığı yöntemlerin bir özelliği var mıdır ve tarih disiplini diye bir şeyin olduğunu ileri sürebilmemizi neye borçluyuz? Genelde anlatıldığı biçimiyle tarihsel bilgi, geçmişten kalan izlerle ilgilenme tekniklerinden çıkan bir yöntem -geçmişin eksiksiz kavranmasının mümkün olduğuna inananların deyişiyle bir pratik- vasıtasıyla elde edilir. Tarihçinin en temel işlevi geçmişteki olaylarla insan amaçları ya da faillik arasındaki bağlantıları anlamak ve yazılı bir biçimde açıklamaktır. Başka bir ifadeyle, tarihçi, temel doğruları/hakikatleri -tabii eğer var iseler- bulmak için, bilgiyle açıklama arasındaki ilişkiyi kavramasına imkân veren bir tür yöntem ya da araçla çalışmak zorundadır.
Bir yöntem doğa bilimlerini taklit etmek olabilir; bu yöntem tarihçiler arasında (özellikle pozitivist ya da sosyal bilimler eğitimi almış olanlar arasında) oldukça büyük bir azınlıkça göklere çıkarılmış olsa da hiçbir zaman egemen yöntem statüsü elde edememiştir. Tarih, fizik bilimleri gibi doğrudan doğruya bilimsellik iddiasında bulunamaz; çünkü tarih hipotez-deney sırasını izlemediği ve tümdengelimci mantığı kullanmadığı gibi, tartışmasız olgular üreten deneysel ve nesnel bir süreç de değildir. Dahası, bu yöntemi uygulamakta ne kadar iyi olursak, doğruya/hakikate o kadar çok yaklaşırız diyemeyiz. Bilimsel yöntem, verilerin evrensel bir açıklama ile bağlantılandırıldığı varsayımıyla çalışır ve sonuç olarak bilimci verilerini bu inanca göre seçer. Oysa tarihçi, verilerini tek bir olay ya da koşullara tepki duyup, belli bir amaçla eyleme geçen bireye duyduğu ilgi yüzünden seçer. Deliller genel bir kategori içindeki her olaya ve bütün olaylara açıklama getiremez, daha çok, o tek olay ya da kişi hakkında bize anlatabileceği şeylere göre toplanır.
Bunun bir epistemoloji ya da özel bir bilgi formu olarak tarih için özel anlamı nedir?{2} Basitçe, tarihçinin edebi anlatısını -onun hikayesini- izleyerek sahici ve “doğru” tarihsel açıklamalar elde edebilir miyiz? Birçok yorumcunun bu soruya yanıtı kuşkusuz “evet”tir. Britanyalı tarih kuramcısı M. C. Lemon’a göre, bir disiplin olarak tarihin “mantığı" "anlatı yapısının düzeni etrafında" örülmüştür.{3} Özel olarak tarihsel açıklamayı neyin oluşturduğu meselesine gelince, Lemon'a göre, tarihsel açıklamanın özü tarihçinin “kendi davranışlarını belirlerken bireylerin yürüttüğü akıl açısından olayları" açıklama tarzında yatar. Başka bir ifadeyle, tarih -gayet haklı olarak- insan failliğinin ve niyetinin anlatı temelinde yorumlanması ve açıklanması olarak tanımlanabilir.{4} Anlatının tarihçiler için böylesine kullanışlı olmasını sağlayan, Lemon’ın işaret ettiği gibi, “bu oldu, o halde şu" yapısında oluşudur; bu kuşkusuz tarihsel değişimin de özüdür ve yaşam deneyimlerimize işlemiş bir süreçtir. Başka bir ifadeyle, anlatı formunun temel ilkelerine göre bize bilgi aktarıldığı müddetçe, geçmiş var oldu ve var olacaktır.
O halde tarihle en yakın komşusu edebiyatın ilişkisi nedir? Temeldeki fark göründüğü kadarıyla göndermeyle ilgilidir. Bundan kastım, anlatının, geçmişte fiili olarak neyin olduğuyla ilişki kurmasına imkân veren kesinlik ve geçerlilik kıstaslarıdır. Lemon’ın ileri sürdüğü gibi, edebiyat tamamen “referanssız/göndermesiz” değilse de, tarihsel metinle “aynı anlamda referanslı/göndermeli" de değildir.{5} Demek ki yazılı tarih edebiyatla aynı şey olmadığı gibi, geçmişle de aynı şey değildir.{6} Bunu dikkate almadığımızda geçmişi (birkaç iz ve tarihçilerin anlatıları dışında bir yerde mevcut olmayan geçmişi) yaratmanın getirdiği zorlukları göz ardı etmiş oluruz. İster bir siyasi hareket, ekonomik süreç; isterse bir olay olsun, geçmişle doğrudan yüz yüze gelemeyeceğimiz için anlatıyı ikili bir işlevi yerine getirmesi için kullanırız: Hem geçmişin yerine geçmesi hem de geçmişle girdiğimiz etkin ilişkide bir mübadele aracı olması. Demek ki, tarih bir çeşit edebiyattır.
Kitabıma yol gösteren en temel varsayım şudur: Tarih, ancak ve ancak tarihçiler onu anlatı formunda tasavvur ettiklerinde müzakere edilebilir bir şeydir ve tarihsel yorum en iyi halde sentetik bir “doğru/hakikat" olarak kalması gereken şeyin peşine takılarak geçmişin anlamlarını daraltmamalıdır. Aslında geçmişin olası anlamsızlığına ya da yüceltilmişiğine daha açık olmamız gerekir. Ana akım ampiristler karşı çıkacak olsalar bile, bana göre, keşfedilebilir bir gerçeklik olarak dünya ile dil arasında hiçbir dolaysız tekabüliyet olamaz. Bu tekabüliyet olsa bile kesin bir yanıt alamayacak olmamıza rağmen şu soruları sormaktan kendimizi alamayız: Geçmiş ta en baştan bir anlatı türü olarak açımlanmış olabilir mi? Ve biz bu geçmişi az ya da çok bozulmamış bir halde yeniden elde edebilir miyiz? Yoksa bizim yaptığımız sadece ona kendi şimdiki zamanımızdan türetilen bir öykü ya da olay örgüsü seçmek ve dayatmak mıdır? Hikâyeler geçmişte yaşanmış bir şey mi, yoksa şimdiki zamanda anlatılan bir şey midir? Hayatlarımızı bir hikâyenin açımlanışı gibi mi açıklarız? Demek ki en önemli soru, tarihin tam bir bilim olup olmadığına ilişkin herkesin ezberlediği modernist soru değil, geçmiş hakkında yazarken, bunu nasıl ve neden özel bir anlatı formuna soktuğumuza ilişkin postmodernist soru ve bu sorunun hemen ardından gelen, anlatının bilişsel gücü neye yeter, anlatının geçmişi akla yatkın bir biçimde açıklama kapasitesi nedir sorularıdır.
Nasıl bir anlatıcı olmaksızın bir anlatı imkânsızsa, tarihçi olmadan tarih de imkânsızdır. Peki o halde geçmişi yeniden yaratmakta tarihçinin rolü nedir? Her tarih, değişimin ve sürekliliğin doğası hakkında tarihçinin savunduğu fikirleri ve teorileri içerir; bu fikir ve teorilerin bazıları açık, bazıları derinlere gömülü ve bazıları da üstünkörü kaleme alınmıştır. Tarihçilerin önümüze koyduğu tarih teorileri, açık olsun olmasın, geçmiş hakkındaki kavrayışımızı hem etkiler hem de biçimlendirir. Tarih, tarihçilerin geçmişi açıklamak için -kısmen- keşfettikleri sosyal teoriler ya da ideolojik tutumlardan hareketle kurulan anlatı yapısındaki bir yorum olduğu ölçüde, öz olarak dil temelli bir üretim süreci olarak tanımlanabilir; yazılı tarihsel yorum bu süreçte tarihçiler tarafından derlenmiş ya da üretilmiştir. Anlatı-yanlısı tarih felsefecisi Arthur Danto’nun belirttiği gibi, “ne olduğunu anlatmak. ..ve nedenini açıklamak... bir ve aynı şeyi yapmaktır"{7} ya da Lemon’ın sözleriyle, tarihçi olayları anlatırken düzenli olarak “seçme, anlam, önem ve objektiflik" sorunlarıyla yüz yüze gelir.{8} Bundan dolayı ben, tarihin epistemolojik bakımdan estetik ya da anlatısal yapısıyla olduğu kadar herhangi bir başka kriterle de bilgi üreten bir edebiyat biçimi olarak ele alınabilir olduğunu savunacağım. Ayrıca, tarihin edebi ve işlenmiş karakterini kabul ettiğimizden, geçmişe bir anlatı olarak da yaklaştığım gibi, onu bir anlatı içinde açıklayacağım.
Deliller
İkinci soru tarih endüstrisinin işleme sürecindeki hammaddelerle -geçmişin izleri ya da delillerle- ilgilidir. Bilginin oluşumunda dilin merkezi rolü nedeniyle şimdiye kadar farkına varmış olacağımız gibi, tarihsel anlayışımız yazdığımız şey kadar yazma biçimimizin de ürünüdür; öyle ki tarihin ham “olguları" denen şey muhtemelen ya bütünüyle ya da büyük oranda bize yazılı ya da edebi bir biçimde sunulmuştur. Ham istatistik verilerin bile anlatı içinde yorumlanması zorunludur. Bir tarih öğrencisi olarak sizden tarihsel “olgu"ya bir örnek vermeniz istenirse, normal yanıt herkesin üzerinde anlaştığı tartışılmaz bir olayı ya da betimlemeyi aktarmak olacaktır. Köleliğin, Amerikan İç Savaşı’nın nihai nedeni olması hiç kuşkusuz böyle bir “olgu" değildir. Bu, sonuca etki eden eylemler olarak aktarılan birbirinden farklı gelişmeleri, istatistiksel verileri, olayları ve insanların amaçlarını ilişkilendirerek yapılan karmaşık bir yorumdur. Ama olguların soğuk diliyle, Amerikan Başkanı James Madison’ın “kısa boylu (5 feet 4 inches; 1.62 metre), sıska (yaklaşık 100 pound; 45 kilo), kafası kel ve kısık sesli" olduğunu söylediğimizde, görünen o ki, ortada bir sorun yoktur -Madison’ın boyu o kadardı ya da değildi, sıska ya da değildi, kel ya da değildi, kısık sesli ya da değildi, önemli değil. Önemi olan, kendi başına “olgular”ın içkin doğruluğu değil, Madison hakkındaki bu “olgular”ın okurun kafasında ürettiği anlamdır.
Madison’ın kısa, sıska, kel ve kısık sesli olması bizim onun zayıf olduğu, dolayısıyla kabinesini bir arada tutamadığı ve sonunda Napolyon’un bir kuklası haline geldiği şeklinde bir yoruma sıcak bakmamıza neden olur mu?{9} Tarih, delilleri olgulara çevirme sürecine ilişkin bir uğraştır. Tarihçiler olarak siz ve ben bunu yaparız. Doğrudan doğruya tozlu arşivlerden aldığımızda bile, deliller her zaman anlatısal yapılar içinde önceden mevcuttur ve kültürel anlamlar yüklüdür; arşivi kim toplamıştır, neden toplamıştır ve neleri arşive alıp neleri almamıştır? “Olgular” delillere dair basit önermelerin işlenmemiş halleri olarak hiçbir anlam taşımaz. Deliller tarihçilerin anlatısal yorumları aracılığıyla “olgular”a dönüşür; ama olguların genelde zaten kendi anlatıcıları vardır ve onlar tarihçi tarafından özel, çekici, izlenmeye değer; ama her şeyden önce inandırıcı bir ilişki üreten bir hikâyenin parçaları olarak örgütlendiklerinde yeni bir anlam daha kazanır. Tarihsel yorum öne çıkarılan bu ilişkinin yazılı açıklamasıdır.
Gördüğümüz gibi, “olgular” asla masum değildir; çünkü olgusal deliller ancak tarihçi tarafından kullanıldığında anlam kazanırlar ve bu arada aralarında ilişki kurulur, bir bağlama yerleştirilir, bazen birbirine bağlanır, iç içe geçirilir, yer değiştirilir ve öykülendirilir ki bunlar tarihçiyi “olgular”ı genellemeye sevk eder.{10} Geleneksel olarak bu bağlam yaratma işlemi, bir anlam üretmeyi düşünerek görünüşte aralarında ilişki olmayan veriler yığınını birbiriyle ilişkilendiren tarihçi tarafından yorumlama sürecinin bir parçası olarak yerine getirilir. Geçmişin delilleri çıkarımlar yapılarak işlenir; çıkarımları yapan, delillerin doğası tarafından belirlendiği farz edilen analiz kategorilerini kullanarak kafasında bir anlam kuran tarihçidir. Dernek oluyor ki, geçmişin izleri, geleneksel olarak içinden anlamın kazılarak çıkarılacağı ampirik nesneler olarak ya da toplumsal açıklama teorilerinin kurulmasına hizmet edebilecek kaynaklar olarak görülmüştür.
Gelgelelim, benim öyküleştirmne süreci adını vermeyi yeğlediğim, delillerin öteki örneklerle ilişki içindeki bu konumlanışı ya da örgütlenişi genellikle tarihçinin kendi görüşlerinin ve kültürel durumunun ortaya çıktığı yerdir. Tarih yazımında, tarihçiyi bir bağlam yaratma yoluyla anlam oluşturma uğraşından ayrı düşünmek imkânsızdır; halbuki görünüşte anlam masum bir biçimde olgulardan türetilmiştir. İşte bu noktada, tarihçi kendisini kaçınılmaz olarak geçmişe dayatır; ister gerçek anlamı denilen şeyi bulmak üzere delillerin incelenmesi pratiği yoluyla olsun isterse toplumsal teorilerin yaratılması ve kullanılması yoluyla -ama bana göre en önemlisi, açıklamayı ve tarihsel yorumu kolaylaştırmak için kullanılan öyküleştirme ya da olay örgüsü (anlatısal yapı) yüzünden. Tarih yazmada delillerin oynadığı rol ve bizim bu delilleri temsil/ tasavvurumuzun ne anlama geldiğini daha sonra ele alacağım. Deliller, kendilerinden anlam çıkarmamız ve böylelikle tarihsel bilgiyi üretmemiz için orada öyle dururlar. Ne var ki, anlam biz verileri örgütledikçe, düzenleyip öykülendirdikçe ortaya çıkar. Ve bence bu tek ya da en olası sonuç olmadığı gibi, kendi başına çıkan bir sonuç da değildir.
Tarih teorileri: Geçmişi kurmak
Bu tartışmadaki üçüncü soru, sıkı ampiristler tarafından savunulan ve tarihin, geçmişte fiilen olmuş şeylere yaklaşmamızı sağlayan olguların nesnel olarak yeniden kurulmasına dayanan bir pratik olduğu inancından kaynaklanır. Bu, İngiliz tarih felsefecisi R. G. Collingwood’un “naif gerçekçilik” adını verdiği şeydir ve deneyimin tarihsel bilginin nesnesi olabileceği fikrine dayanır.{11} Sözkonusu ampiristler, tarihçinin, bu tutumu sürdürmek üzere delilleri ele alırken tarafsız ve objektif olmakla yetinmeyip aynı zamanda geçmişin yorumlanmasında toplumsal teori modellerini de reddetmesi gerektiğini savunarak, tarihçinin geçmişe müdahale etmesine ya da bir şey dayatmasına karşı çıkar. Toplumsal modeller kurmak ampiristler tarafından geçmişin kaba bir biçimde kurgulanması ya da icadı olarak görülür.
Gelgelelim, toplumsal ve kültürel tarih 1920’lerden bu yana, popüler hale gelmiştir; çünkü endüstri-sonrası toplumun kapitalist endüstrileşme evrelerinde meydana gelen devasa toplumsal değişimlerle nasıl başa çıkabilmiş ya da çıkamamış olduğuna dair açıklamalar gerekiyordu. Bu modernleşme süreci, tarihçilerin kuruluşunda aktif rol aldıkları yeni ve faydacı bir tarihe başvurmaksızın açıklanamazdı. Tarihçiler bu rolü, ya geçmişte yaşamış insanların kafasından geçenleri empatik olarak düşünerek ya da onların kendilerini göstermelerini beklemeksizin toplumsal teoriler kurarak oynadı. Sıkı ampiristlerin (Collingwood’un naif gerçekçilerinin) bugün savundukları fikirlere bakılırsa, artık tarihçilerin tarihsel yorumları haklı çıkarmak için geçmişteki tarihsel failleri hayal etmesi ya da onlarla empati kurması gerekmediği gibi, evrensel açıklayıcı teoriler (genelde üst-anlatılar olarak tanımlanan teoriler) kurması da gerekmez. Söz konusu ampiristler tarihsel bilginin nesnel olmadığı, yorumcusunun parmak izlerini üzerinde taşıdığı yolundaki çağdaş düşünce değişikliğini -genelde bugün tarihçilerin çoğunluğu arasında ortak bir argüman haline gelen yaklaşımı- kabul etmeye yanaşmazlar.
Yirminci yüzyıl Batı toplumu toplumsal, politik ve ekolojik devrimleri, toplu savaşları ve yeni teknolojiyi deneyimlerken; geçmişin şimdiki zaman için anlaşılır kılınması, artan bir ihtiyaç haline gelmiştir ve bu da tarihçilerin değişimin nedenleri, sürekliliğin doğası ve geçmişin sonsuz olabilirlikleri üzerine spekülasyon yapması anlamına gelir. Böylesi spekülasyonlar sadece empatiye ya da onun doğal uzantısı tarihselciliğe (geçmişi kendi bağlamı ya da koşulları içinde kavramak) dayandırılamaz. Yirminci yüzyıl kurmacılığının en bariz örneği, tarihsel değişim modeli olarak sınıf sömürüsü teorisini vurgulayan Marksist tarih okulu olmakla birlikte, 1920’lerde Fransa’da Annales okulunun sahneye çıkışı da alternatif davranış ve nüfus teorileri öneren paralel bir tarih doğurmuştu. Bu tarih, toplumbilimden esinlenen kurmacı bir tarihti. 1970’lerden sonra yeni bir anlayış daha ortaya çıkmıştır: Antropolojiye çok şey borçlu olan bir toplumsal tarih anlayışıdır bu ve tek tek olayları ele alıp sonra onların daha büyük toplumsal anlamlarını bulmaktan yana tavır alarak, tarihsel açıklamanın büyük kurgusu olarak sınıfa meydan okumuştur. Diğer iki yaklaşımdan, modernleşme okulu, karşılaştırmalı tarih için model oluşturmanın faydalarını vurgularken, 1960’ların ve 1970’lerin Yeni Ekonomik Tarih’i de nicelik üzerinde durmuş, böylece bu yeni akımlarla kurmacılık moda ya da heves haline gelmiştir.
Sosyolojik ve antropolojik kurmacılık Yeni Kültürel Tarih olarak bilinegelen ve benim yapısökümcü tarih adını verdiğim şeyin ana kaynaklarından biridir. Kurmacılığın bir çeşitlemesi olarak Yeni Kültürel Tarih yalnızca antropolojiden değil, 1970’lerin edebiyat eleştirisi teorisinden doğan ve post-yapısalcılık denen daha geniş bir entelektüel hareketten aldığı ilkelere göre işler. Yapısökümcü tarih geçmişi karmaşık bir anlatısal söylem olarak görür; ama bu, Fransız kültür eleştirmeni ve tarihçi Michel Foucault’nun işaret ettiği gibi, temsilin/tasavvurun, anlamı olduğu gibi taşıyabilen ya da doğru anlam yaratabilen şeffaf bir iletişim tarzı olmadığını kabul eden bir söylemdir. Yapısökümcü tarih anlamanın, yerine göre, insan, insanlık, yazar ya da delil olarak adlandırılan bağımsız bilgi-merkezli bireysel özneden kaynaklandığı yolundaki modernist ampirist nosyona genel meydan okuyuşun bir parçasıdır. Modernist ampirizm bunalımdadır; çünkü anlamın, -gerçekliği dolayımladığı kadar gerçekliğe doğrudan erişmenin yollarını da etkili bir biçimde kapatan- toplumsal olarak kodlanmış ve kurulmuş söylemsel pratikler tarafından yaratıldığına karşı çıkar. Dil saf bir temsil/tasavvur aracı olarak görülmediğinde daha da içinden çıkılmaz hale gelir bu durum. Geçmişe, yalnızca ırk, sınıf, cinsiyet gibi kurulmuş analiz kategorilerimiz aracılığıyla bakıldığında ya da bir tarihçinin, gerçekten bir zamanlar var olduğu biçimiyle “geçmişin kendisi ile temsilleri arasındaki yeterli bir tekabüliyet düzeyi” adını verdiği şeye bağımlı kalındığında artık tarih yazmak mümkün müdür?{12}
Kurmacılığın, anlatı ya da retoriksel versiyonunun önde gelen uygulamacılarından biri, Amerikalı tarih felsefecisi Hayden White’dır. White, tarihin sadece delillere göre geçmişi objektif olarak yeniden kurmak gibi modernist bir amacı varsa, başarısızlığa mahkûm olduğunu söyler. Başarısızlığa mahkûmdur; çünkü söz konusu süreç, nesnel ampirizm ve/veya yazınsal teorileştirme süreci olmaktan çok yorumlayıcı anlatının edebi sürecidir. Bunun anlamı şudur: Yazılı tarih, yalnızca delilleri örgütlemenin bir yolu olarak geçmişi öyküleştirmeyi değil; aynı zamanda, tarihçilerin kullandığı retoriksel, metaforik ve ideolojik açıklama stratejilerini hesaba katmanın bir yolu olarak da geçmişi öyküleştirmeyi gerektirir. Tarihsel açıklama tarzı olarak retorik çalışması, White’ın belirttiği gibi, tarihin keşfedildiği kadar, icat da edilmiş olan bir edebi yapıt olduğu iddiasında özetlenmiştir.{13}
Anlatı olarak tarih
Tarihi tarihçiler yazar; bu yüzden de tarihi, toplumun dışında objektif bir yöntem ve yorum olarak değil, toplumun içinde kültürel bir ürün olarak ve tarihsel sürecin bir parçası olarak daha iyi anlayabiliriz. Bu bizi Collingwood’a paralel olarak White’ın ve yakın dönemde Louis Mink ve Arthur Danto’nun sorduğu dördüncü anahtar soruya getirir: Tarihsel bilgi üretiminde anlatının önemi/ anlamı nedir ve bunun daha önceki üç soruyla ilişkisi var mıdır? Ama her şeyden önce, tarihsel anlatıdan bahsederken ne demek istiyoruz? On dokuzuncu yüzyıldan devralınan modernist bir ampirist tarihsel yöntemin koşulu ve varsayımına göre, tarihsel açıklama, biriktirilen ham verilerden doğal bir tarzda ortaya çıkar ve bir hikâye formunda yorum olarak sunulan anlamı, kişisellikten arınmış olarak, şeffaf bir biçimde ve edebi anlatıların yazarları tarafından kullanılan araçların hiçbirine, yani hayali ya da mecazi dile başvurmaksızın açıkça vardır. Üslup, bilerek bir mesele olmaktan çıkarılmış ya da daha tali bir sorun olan temsil sorununa havale edilmiştir. Bir pratik olarak tarihe ilişkin bu vizyon, delil olarak önceden var olan anlatıyı yorumlama zorluklarını ya da bugünden geçmişi yazma sorunlarını kavrayamaz.
Biz tarihçiler anlatıyı kayıt tutma aracı olarak kullanırız; ama genellikle onun yaptığımız işin önemli bir parçası olduğunu görmeyiz. Analitik tarih, felsefecilerin çoğuna göre tarihsel anlayışın özü, bir anlatıyı -yani elde edilen delil temelinde kurulan bir hikâyeyi- tanıma, kurma ve izleme yetisidir. Bir tarihsel anlatı ayrı olayları anlaşılabilir bir düzene sokan bir söylemdir: Lemon’ın dediği gibi, “bu oldu öyleyse şu.” Böylesi bir anlatı, geçmiş olayların ve/veya insan deneyimleri ya da eylemleri hakkında tekil önermelerin anlaşılır bir sıra takip etmesidir; bu, yazar tarafından belli bir sonuca doğru yönlendirilmekte olan bir okur tarafından izlenebilir bir sıradır. Bütün bu anlatılar, olayları kurgular ve niçin olduklarını açıklar; ama nedenselliğin doğasını etkileyen kuvvetler hakkında tarihçiler tarafından savunulan varsayımlarla üzerleri örtülüdür. Bu kuvvetler arasında pekâlâ ırk, cinsiyet, sınıf, kültür, iklim, rastlantı, coğrafya, bölge, aymaz politikacılar vb. gibi bireysel ya da karmaşık öğeleri sayabiliriz. Demek ki, tekil önermeler doğru/yanlış olabilirken, bu önermelerin bir koleksiyonu olarak anlatı, onların toplamından öte bir şeydir. Anlatı, nihai olarak ne yanlış ne de doğru olan karmaşık bir yorum faaliyetidir.
Anlatının özsel rolü konusundaki genel ampirist ve yeniden- kurmacı konumun bildik versiyonu, felsefeci W. B. Gallie tarafından çok iyi tanımlanmıştır:
"Tarihsel anlama, bir hikayeyi izleme yetisinin kullanılmasıdır, burada hikayenin delillere dayanan bir hikaye olduğu bilinir ve o hikayeyi yakalamak için samimi bir çaba harcanır..."{14}
Gallie’ye göre, hikâyesinde gerçekten vuku bulduğu haliyle olaylar ile tarihçi tarafından üretilen anlatının -tarihçi tarafından olayların, kendilerinde bulunan (keşfedilen?) ve sonra yeniden üretilen anlatının- biçimi çarpıcı bir benzerlik taşır. Burada, anlatının gönderme yapma özelliği söz konusudur. Keith Jenkins, Louis Mink ve Hayden White gibi tarih felsefecileri, her ne kadar hikâyeyi yaşamadığımıza, yalnızca yaşanmış deneyimlerimizi hikâye biçiminde anlattığımıza inanıyor olsalar bile, Gallie ve Fransız tarih felsefecisi Paul Ricoeur’ü destekleyen Amerikalı tarih felsefecisi David Carr, yaşanmış (geçmiş) bir şey olarak tarihle, yazılmış (anlatılmış) bir şey olarak tarih arasında temelde bir süreklilik ya da tekabüliyet olduğunu savunur.{15} Hayatlarımız anlatı haline getirildiği ve yazılı tarih de bir metin olduğu için, geçmişin kendi başına anlatının yapısına uyduğunu iddia etmekte haklı mıyız? White argümanı tersine çevirir; anlatılar önceden mevcut değildir, tersine, bir anlatı tarihçi tarafından icat edilir ve sunulur. Sonuç olarak, aynı geçmiş, aynı olaylar hakkında anlatılan çok farklı hikâyeler vardır. Fransız tarihçi Paul Veyne’in ileri sürdüğü gibi, fiilen olanla sınırlı olmakla birlikte (tarihçiler olayları, insanları ve süreçleri uydurmazlar), bir hikâye olarak tarihin anlamı, dayatılan ya da Hayden White’ın ısrarla belirttiğine göre, tarihçiler tarafından bulunmuş olduğu kadar icat da edilmiş olan bir öyküden gelir.{16}
Argüman şöyledir: Ne ampirist bir metodoloji, fiilen olduğu haliyle geçmişe dair bir anlamayı garanti edebilir; ne de keşfedilmeyi bekleyen orijinal bir öyküleştirme vardır. Gelgelelim, düşünen ve ne yaptığını bilen tarihçi diyebilir ki, tek doğru anlatı olduğu iddiasında bulunmasak bile, akla yatkın ve bu yüzden de gayet rahatlıkla kabul edilebilir bir anlatı ortaya koymak mümkündür. Olası bileşimleri yüzünden geniş bir yelpazeye de yayılsa, geçmişte yaşayan insanların ve tarihçilerin dayandıkları öyküleştirmeler dört ana türle sınırlıdır: Romans, trajedi, hiciv ve komedi. Kurgu âleminde iş gören öteki anlatıcılar için de durum değişmez. Ne var ki, anlatısal öyküleştirmeyle eşit önemdeki bir şey de mecazi betimleme ya da üslup boyutudur.
Öteki hikâye anlatma türleri gibi, tarihsel hikâye anlatmak da mecaz biçimleri olarak bilinen, esas olarak dört figüratif araçla yapılır. Bunlar genelde metafor, metonimi, synecdoche ve ironi olmak üzere dört asli ifade biçimi olarak adlandırılır ve kullanımları mecazlaştırma süreci denen şeyi oluşturur. Mecazlaştırma, bir nesne, olay ya da kişinin tanımını tek bir anlamın ötesine taşıma ya da sürükleme demektir. Bu dört mecaz biçimini kullandığımızda, nesneleri, olayları, kişileri ya da niyetleri öteki nesneler, olaylar, kişiler ya da niyetlere göre, benzerlikleri ya da farklılıklarına göre betimleriz ya da onları, bütün yerine parçalarını koyarak niteleriz; örneğin işçileri temsil eden kol gibi, ötekinin özünü temsil eden bir unsur ya da özellik (yani synecdoche) ya da tekne yerine yelken demek örneğindeki gibi, yine ötekini temsil eden bir özellik (yani metonimi). Metafor en temel mecaz türünü teşkil ederken, metonimi, synecdoche ve ironi ikincil türlerdir. Metafor bir şeye gönderme yaparak ortak bir özelliği paylaştıklarını akla getirecek şekilde başka bir şeye işaret etmektir. Literal anlamı inkâr etmek ironi kullanmaktır. Mecaz öteki edebi türler kadar tarih yazımı açısından da hayati öneme sahiptir, çünkü bize meslektaşlarımızınkinden farklı anlamlar yaratma ve okurların öngörülenden farklı beklentilerini sekteye uğratma imkânı verir.
White’ın formel modelindeki öyküleştirme ve mecazlaştırmayı ve yaşanmış deneyimle onun anlatısal temsili/tasavvuru arasında süreklilik olmadığı, tarihsel açıklamanın bir formu olarak anlatının nihai olarak yetersiz kaldığı ve tarih yazmanın aynı zamanda kaçınılmaz olarak bir ideolojik edim de olduğu yönündeki argümanlarını daha sonra ele alacağım. Anlatı, normal olarak ne ampirizmin tekabüliyet teorisini savunmak için ne de o belli hikâyeyi -her zaman tarihsel yüceltme pahasına- elde etmedeki aracı olarak kullanılabilir. White bununla geçmişin keşfedilemez, muhtemelen anlamsız ve açık uçlu doğasını kutlamayı amaçlar. Böylesi bir anlamsızlık potansiyel olarak muhalif ve çekimser tarihçilerin kesinlikçi (örneğin faşist) tarihe meydan okumaları için bir davetiye anlamına gelir yalnızca. Bu tarihçiler ve biz, geçmişte iktidardakilerin üzerimizdeki otoritelerini pekiştirmek için yararlanabilecekleri hiçbir nesnel gerçeklik -delillerin Hakikatle olgusal bir tekabüliyeti anlamında- bulamadığımızda gücümüze güç katmış oluruz.{17} Tam anlamıyla felsefi bir bakış açısından, geçmiş bir gerçekliğin varoluşu kendi başına tekabüliyet teorisini doğrulamaz; çünkü bu, geçmiş olaylar hakkındaki hakikatin geçmiş gerçekliğe ilişkin önermeler olarak dünya ile sözcük arasında herhangi bir tekabüliyet ilişkisinde bulunabileceği anlamına gelmez. Paradoksal olarak, çoğu tarihçi, hatta muhalif solcu tarihçiler bile, böyle bir tekabüliyete inanmayı yeğler.
Michel Foucault, İnsan ideasının (burada İnsan=tarihçi) toplum ve tarih dışında bir yerde duramayacağını ve bu yüzden nesnel ve hakiki bilgi üretemeyeceğini iddia ederek bu yaklaşıma meydan okur. White gibi Foucault da şu sonuca varır: Dil ideolojik olarak kirli bir araçtır ve ne yapıp ne yapamayacağı kullanım biçimine ve hangi toplumsal ve politik amaçlar için (özellikle otorite sistemlerini ve neyin doğru, neyin yanlış; neyin serbest, neyin yasak olduğuna ilişkin görüşleri pekiştirmek için mi, yoksa onlara meydan okumak için mi) kullanıldığına bağlıdır. Foucault’nun dediği gibi, “‘Hakikat’, üretim, ayarlama, dağıtım, dolaşım ve önermelerin işleyişi için düzenlenmiş bir sistem olarak anlaşılmalıdır. ‘Hakikat’ ... onu üreten ve ayakta tutan gücün önermeleriyle bağlantılıdır."{18} Foucault burada tarihsel faillerin -sen ve ben- sırf mağdurlar olmanın ötesinde kendi öznelliğimizin suç ortakları haline nasıl geldiğine işaret ediyor. Dilin işleyişi bakımından, sözcüğün hepimizi -bir koleksiyoncunun tahtasına iğneyle tutturulmuş kelebekler gibi- baskılayarak sabitlediği özne konumlarına yerleştirilmekten kaçamayız. Bu anlamda, örgütlü bir anlatı olarak örgütlü geçmiş araştırması (hem bir meslek hem de yöntemsel pratiklerin bir koleksiyonu olmak üzere iki anlamda da bir disiplin olarak tarih) çağdaş toplumlarda iktidar düzenlemeleri üzerine temellenir. Tarih yazma biçimi başka herhangi bir anlatı gibi iktidarın kullanımına ve kötüye kullanımına açıktır.
Yazılı tarih her zaman salt masum bir hikâye anlatmanın ötesinde bir şeydir; çünkü yazılı tarih her şeyden önce iktidarın dağıtılması ve kullanılmasının başlıca aracıdır. Tarihsel verilerin bir anlatı içinde örgütlenmesi eylemi, kendi başına yalnızca “hakiki" bir gerçeklik yanılsaması oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda, geçmişe sahte bir tutarlılık vererek, çağdaş toplumlarda iktidar uygulamanın bir mekanizması olarak da hizmet edebilir. White’ın ileri sürdüğü gibi, geçmişin dağınıklığını kabul ettiğimizde ve betimlediğimizde bile, anlatı ediminin kendisi kaçınılmaz bir “her ‘uygar’ toplumun kendisini somut olarak görmek isteyeceği süreklilik, bütünlük, kapalılık ve bireysellik” dayatır.{19} Demek ki, bütün tarihsel anlatılar ideolojinin karmaşık ve hassas taleplerine tabidir ve yerine göre onu etkiler.
Tarihi, edebi bir yapıntı olarak görmek, anlatısal açıklamanın geçmişin araştırılması kadar yaşamımızdaki önemini de kabul etmektir ve bu biz tarihçileri geçmişin altüst edici süreksizliği ve kaosunu şimdiki zamanda ve şimdiki zaman için anlatırken kendini özgür hissetmesini sağlamalıdır. Örneğin, 1990’ların bir yöntem- bilimsel yeniliği olan Kaos Teorisi, tarihsel anlayışımıza yeni bir soluk katmıştır. İlginçtir, Kaos Teorisi’nin önde gelen yandaşlarından birine göre, teorinin kullanımı hâlâ geçmişi açıklamak için bir anlatıya gerek duymaktadır.{20} Bu bize tarihin kendi başına nasıl tarihsel olduğunu, yani doğasına ilişkin tartışmalar kadar yöntemleri ve kavramlarının da nasıl tarihsel zaman edilimlerinin ürünleri olduğunu gösterir. 1890’larda Amerikan tarihi, bu milletin tarihinin özel olarak Amerikan orijinlerini açıklamaya yönelmişken; 1950’lerde ABD-Rus Soğuk Savaşı’nın gerilimleri, tarihçiler arasında aman vermeyen ve potansiyel olarak bölücü düşman karşısında, Amerikan tarihindeki ideolojik tutarlılık konusunda bir uzlaşı yarattı. Geçmişin yüce ve olası dünyalarına nüfuz «etmenin bir yolu olarak anlatının öneminin milenyum dönümünde yeniden keşfi, daha çok günümüzün bir ürünüdür ve bütün tarihsel anlayışlar gibi muhtemelen zamanla unutulup gidecektir. Bu kitap ve içinde ortaya atılan meseleler de aslında çok büyük ölçüde zamanımızın ürünleridir.
...............
{1} Alıntı, Richard T. Vann, ‘Louis Mink’s Linguistic Turn’, History and Theory, Cilt 26, No. 1, 1987, s. 1-14. Bkz. ayrıca Louis Mink, ‘History and Fiction as Modes of Comprehension', New Literary History, Cilt 1, 1970, s. 541-558. Hayden White'in edebi biçimi yazılı tarihin merkezi örgütleyici özelliği olarak tarihsel içeriğin önüne geçirmesine şiddetle itiraz etmekle birlikte, tarihsel açıklamada içerikle biçim ilişkisine yararlı bir giriş için, bkz., Saul Friedlander (der.), Probing the Limits of Representation: Nazism and the ‘Final Solution' (Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press, 1992).
{2} Konuya sıcak bakmamakla birlikte çok parlak bir sunuş için, bkz., Alex Callinicos, Theories and Narratives: Reflections on the Philosophy of History (Cambridge, Polity Press, 1995), Giriş, s. 2-4. Bkz., ayrıca Keith Jenkins, Re-Thinking History (London, Routledge, 1991), s. 10-13. [Tarihi Yeniden Düşünmek. Çev.: Sahadır Sina Şener, Dost Kitabevi, 1997]
{3} M.C. Lemon, The Discipline of History and the History of Thought (London, Routledge, 1995),s. 131.
{4} Agy.,s. 144.
{5} Agy.
{6} Bu, iyi temellendirilmiş bir tutumdur. Bkz. Richard Rorty, Philosophy and the Mirror of Nature (Princeton, Princeton University Press, 1979), Peter Charles Hoffer and William W. Stueck, Reading and Writing American History: An Introduction to the Historian’s Craft (Lexington, D.C. Heath, 1994) and Keith Jenkins, On ‘What is History?’ (London, Routledge, 1995).
{7} Arthur Danto, Narration and Knowledge (New York, Columbia University Press, 1985), s. 202.
{8} Aktaran, Leman, agy., s. 133. Bkz., ayrıca Philip Stewart, ‘This is Not a Book Review: On Historical Uses of Literature', Journal of Modern History, Cilt 66, No. 3, September 1994, s. 521-538.
{9} Bu anlatım için, bkz., Thomas A. Bailey and David M. Kennedy, The American Pageant (Lexington, D.C. Heath, 10. basım, 1994), s. 225.
{10} William H. Walsh, ‘Colligatory Concepts in History', Patrick Gardiner (der.), The Philosophy of History (New York, Oxford University Press, 1974), s. 136; William Dray, Philosophy of History (Englewood Cliffs, Prentice Hall, 2. basım, 1993), s. 89-113; Hayden White, Metahistory: The Historical Imagination in Nineteenth Century Europe (Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1973), s. ix-x.
{11} R.G. Collingwood, The Idea of History (ilk basımı 1946, Oxford, Oxford University Press, gözden geçirilmiş yeni basım 1994), s. 302, 390-395. [Tarih Tasarımı. Çev.: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayıncılık, 1990].
{12} Neville Kirk, 'The Continuing Relevance and Engagement of Class', Labour History Review, Cilt 60, No. 3, kış 1995, s. 2-15.
{13} Tarih yazımında anlatının rolünü betimlemek için tarih felsefecisi Michael E. Hobart bu terimi kullanırken, White bunu “tarihötesi" ya da tarihçilerin “tarihsel alanı şekillendiren ve öz olarak şiirsel olan edim" olarak adlandırır. Bkz. Hobart, ‘The Paradox of Historical Constructionism’, History and Theory, Ci lt 8, No. 1, 1989, s. 43-58. White'ın tarih yönteminin tek eksiksiz uygulaması ve eleştirisi için, bkz., Alun Munslow, Discourse and Culture: The Creation of America, 1870-1920 (London, Routledge, 1992). Geçmiş ve tarihin postmodern durumu hakkında yazma işinde anlatının rolüne ilişkin en yakın tarihli değerlendirme için, bkz., Robert F. Berkhofer, Beyand the Great Story: History as Text and Discourse (Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press, 1995); David R. Roberts, Nothing But History: Reconstruction and Extremity After Metaphysics (Berkeley, University of California Press, 1995); Michael S. Roth, The Ironist's Cage: Memory, Trauma, and the Construction of History (New York, Columbia University Press, 1995); Joyce Appleby (der.), Knowledge and Postmodernism in Historical Perspective (London, Routledge, 1996); Keith Jenkins, The Postmodern History Reader (London, Routledge, 1997) ve Roger Chartier, On the Edge of the Cliff: History, Language and Practice (Baltimore and London, Johns Hopkins University Press, 1997).
{14} W.B. Gallie, Philosophy and the Historical Understanding (New York, Schocken Books, ikinci baskı, 1968), s. 105. Bkz. ayrıca Louis Mink, ‘Narrative Form as a Cognitive Instrument', R. Canary ve H. Kozicki (der.), The Writing of History: Literary Form and Historical Understanding (Madison, University of Wisconsin Press, 1978), s. 129-149.
{15} David Carr, ‘Narrative and the Real World: An Argument for Continuity’, History and Theory, Cilt 25, No. 2, 1986, s. 117-131; Michel de Certeau, The Writing of History (Çev. Tom Conley, New York, Columbia University Press, 1988); Paul Ricoeur, Time and Narrative (Chicago, University of Chicago Press, 3 cilt, 1984, 1985).
{16} Paul Veyne, Writing History: Essays on Epistemology (Middletown, Wesleyan University Press, 1984); Hayden White, ‘The Historical Text as Literary Artifact’, in Tropics of Discourse: Essays in Cultural Criticism (Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1978), s. 82.
{17} Hayden White, The Content of the Form: Narrative Discourse and Historical Representation (Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1987), s. 81. Ayrıca bkz. F.R. Ankersmit, History and Tropology: The Rise and Fall of Metaphor (Berkeley, University of California Press, 1994), s. 25-28, ve 'The Dilemma of Contemporary Anglo-Saxon Philosophy of History', s. 44-74, and ‘Historical Representation', s. 97-124, iki çalışma da ilk olarak Amerikan tarih felsefesi dergisi History and Theory’de yayımlanmıştır.
{18} Michel Foucault, Power Knowledge (Brighton, Harvester Press, 1981 ), s.131-132.
{19} White, Content of the Form, s. 87.
{20} George A. Reisch, ‘Chaos, History, and Narrative’, History and Theory, Cilt 30, No. 1, 1991, s. 1-20.
Tarihin Yapısökümü, Alan Munslov, Kitabın özgün adı: Deconstructing History (Routledge/1997), Ayrıntı Yayınları, 2000, Giriş Bölümü
ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=CHC3PAbpI1U (Professor Alun Munslow - The Gap Between the Past and History)
http://www.history.ac.uk/reviews/review/1220
https://www.highbeam.com/doc/1G1-83761973.html