ulus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ulus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Temmuz 2017 Perşembe

Etnisite, Ulus, Etnik Temizlik

Etnisite, Ulus, Etnik Temizlik

Michael Mann

http://www.vanderbilt.edu/strategicplan/undergraduate-residential-education/universitycourses-2017/race_place_power.php
Etnik yapı nesnel değildir. Etnik gruplar normal olarak ortak kültürü ve ortak soyu paylaşan gruplar olarak tanımlanır. Ama kültür muğlak bir şeydir ve soy genellikle kurmacadır. Ortak kültür din ya da dilin paylaşılması gibi görece kesin bir niteliğe işaret edebilir. Ama sadece bir yaşam tarzının paylaşılması anlamına da gelebilir ki bu yaşam tarzı kesin olarak tanımlanamaz. Kabile ya da soydan (bunlara mikro-etnik diyeceğim) büyük her grup için kan bağı efsaneden ibarettir. Gelecekte DNA analizleri kullanılarak görece hareketsiz nüfusların somut bir ortak geçmişe sahip olduğu ortaya çıkarılabilir, ama etnik ortaklık iddiasındaki büyük gruplardan çoğunda ters yönde sonuçlara ulaşılacaktır.
Kendilerini Sırp, Alman ya da İskoç olarak tanımlayan halklar gerçekte hareket halinde olan ve komşularıyla evlilik ilişkileri kuran çok sayıda küçük soy gruplarından oluşur. Büyük grupların ortaklık iddiaları aslında sayısız soy grubunun toplamına dayanır. Bu kitapta, biyoloji ya da akrabalık dışındaki sosyal ilişkilerle oluşturulmuş makro-etnisiteler tartışmaya açılıyor. Burada ele alınan etnik çatışmaların hiçbiri doğal ya da ilk çağdan kalma değildir. Hem bu etnik yapılar hem de çatışmalar toplumsal olarak yaratılmıştır.

Bu çatışmalar farklı farklı şekillerde yaratılır. Ortak dil Almanları birleştirmekte önemli, ama Sırpları birleştirmekte önemsizdir (Hırvatlar ve Boşnaklarla aynı dili paylaşırlar). Din Sırplar için önemlidir (Ortodoks Hıristiyan olmaları onları Hırvatlardan, Boşnaklardan ve Arnavutlardan ayırır) ama Almanlar için önemsizdir (kimisi Katolik kimisi Protestandır). Medeniyet ve ırk teorileri Avrupalılara ortak bir medenilik hissi vermiş, ayrıca sömürgelerdeki tebaanın aksine beyaz olma duygusu kazandırmıştır. Ekonomik tahakküm ya da bağımlılık kimlik oluşturabilir, askeri güç de öyle. Emperyal fatihler çoğu zaman tek bir halk ya da kabileye ait gruplara belli roller atfederek makro-etnisiteler yaratmışlardır. Son olarak belirtmek gerek: Bağımsız bir devlet ya da eyalet olarak ortak bir siyasi tarih her zaman önemlidir - örneğin İngilizlerden dinsel ya da dilsel olarak ayrılmayan, ama ayrı bir siyasi tarihi olan İskoçlar. Bu çeşitlilik karşısında etnisiteleri öznel olarak, kendilerinin ve/veya komşularının kullandığı terimler çerçevesinde tanımlamak daha emniyetlidir.

Etnik grup, kendisini tanımlarken ortak soy ve kültürü paylaştığını iddia eden ya da başkalarınca böyle tanımlanan bir gruptur. Etnik temizlik de böyle bir grubun üyelerinin, kendilerine ait olarak tanımladıkları bir mahalden başka bir grubu çıkarmasıdır. Ulus, aynı zamanda siyasi bilinci olan, belli bir toprak parçasında ortak siyasi hakları olduğunu iddia eden yine böyle bir gruptur. Bu grubun kendi bağımsız devletini kurduğu yerde ulus-devlet ortaya çıkar. Her özbilinçli ulus, ulus-devlete sahip değildir ya da ulus-devlet kurmayı arzulamaz. Bazıları daha geniş bir çok-etnili devlette yerel özerklik ya da değişmez haklar talep eder.

Etnik gruplar birbirine çok farklı şekillerde muamele eder, bu muamelelerin çoğu da kansızdır. Küresel haber medyasının kaydettiği ilerleme sebebiyle az sayıdaki toplu katliam zihinlerimize kazınmış bulunuyor. Ama çok şükür ki toplu katliamlar aslında nadirdir. Afrika kıtası Batı medyasında sadece çok kötü haberlerle malzeme olmaktadır. Ama Afrika’daki vakaların çok azı cinai etnik temizlik içerir - bu kıtada bütün devletler çok-etnilidir. Fearon ve Laitin (1996), Afrika’daki çok-etnili bölgelerin yüzde birinden azında ciddi etnik şiddet yaşandığını tahmin etmektedir. Tablo 1.1 etnik ilişkilerde şiddet ve temizlik derecelerini gösteriyor. Bu tablo cinai etnik temizlik ile kansız etnik temizliği birbirinden ayırmamızı, ayrıca etnik temizlik amacı taşımayan kitlesel şiddet ve öldürme vakalarını ayırt etmemizi sağlıyor. Sadece sivillerin şiddet yoluyla temizlenmesini içeren bu tabloda savaş kurallarının genel olarak meşru kıldığı toplu katliamlar hesaba katılmıyor.

Tablo 1. 1 Gruplararası İlişkilerde Şiddet ve Temizlik Tipleri

                                     Temizlik Tipleri

Şiddet Tipleri


Yok

Kısmi

Toptan
1. Yok




2. Kurumsal zor kullanımı
1. Çokkültürcülük/Hoşgörü
2. Oydaşmacılık/Konfedaralizm



Ayrımcılık
Kimliklerin kısmi terki, örn: resmi dilin gönüllü olarak benimsenmesiyle


1.Resmi dil kısıtlamaları
2. Segregasyon*
Gönüllü asimilasyon




Kültürel bastırma

3. Kolluk Kontrolünde baskı
Seçmeci kolluk kontrolünde baskı
1. Dış grubun dilinin ve kültürünün kolluk kontrolünde kısmen bastırılması
2. Dış grubun kolluk kontrolünde yerleştirilmesi/yerinin değiştirilmesi
Koyu Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk

4. Şiddet içeren baskı
Genelleşmiş kolluk kontrolünde baskı
Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk
1.Şiddet içerikli tehcir ve göç ettirme
2.Biyolojik kısırlaştırma, zorla evlendirme, bazı tecavüz biçimleri
5. Planlanmamış kitlesel ölümler


6. Planlanmış toplu katliamlar
Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk
Acımasız savaş, iç savaş, devrimci projeler

1. Zor yoluyla ihtida
2. Siyasikırım
3. Sınıfkırım  
Etnikkırım



Soykırım
Not: Koyu tonlu yerler bu kitapta tartışılan cinai temizlik bölgesinin merkezini gösterir. Açık tonlu yerler temizliğin yer yer yaşanabileceği sınır bölgesini gösterir.


[*]Tablo 1.1’in iki boyutu var: Bir grup belli bir bölgeden ne ölçüde çıkarılmış (temizlenmiş) ve bu amaçla ne ölçüde şiddet kullanılmıştır? Etnik gruplar kültürel olarak tanımlandığından, kişiler fiziken dışarı atılmasa bile kültürleri kaybolunca çıkarılmış olacaklarını unutmamak gerek. İnsanlar kültürel kimliklerini değiştirebilirler. Ama etnik temizlik teriminin normaldeki algılanışını es geçerek salt kültürel imha vakalarını da eklemeyeceğim, onun yerine bu tür vakaları kastettiğim yerlerde temizlik kelimesini tırnak içine alacağım - bu tabloda da öyle yaptım. Ama temizlik ve “temizlik”in alabileceği çeşitli biçimleri birbirinden ayırmak önemlidir.

Tablo 1.1’deki terimler bu kitabın tamamında kullanılacaktır. Tablonun birinci satırı önemli ölçüde şiddet içermeyen politikalarla başlıyor. 1. satır 1. sütun etnik farklara karşı ideal tavrı, yani eşit muameleyi ve tüm etnik gruplara saygı göstermeyi -çokkültürlülüğü- içeriyor. Bazı çokkültürlü devletler etnisiteyi tümden görmezden geliyor, herkese etnik kökenlerinden bağımsız olarak aynı muameleyi yapıyor. Bu devletlerin anayasalarında etnik grupların haklarından bahsedilmiyor, ayrıca siyasi partiler ve toplumsal hareketler (kültürel olanlar hariç) etnik kökenler etrafında örgütlenmiyor. Pek çok etnik kökenden göç alan ABD ya da Avustralya gibi ülkelerin ortak ideali budur. Bu göçmen gruplar kendi devletlerini isteyemeyecekleri için mevcut devlete bir tehdit oluşturmuyorlar ve anayasa onların etnik kökenlerini rahatça görmezden gelebiliyor. Bu yüzden ABD ve Avustralya’daki pek çok kişi çokkültürlü bir kültürel ortam ve etnik kökenlere karşı kör bir siyaset istiyorlar. Böylece siyasi ortamları etnik kökenlerden ziyade sınıfa, dine, toplumsal cinsiyete vs. dayanabilecek.

Etnik grupların ayrı toprak parçalarında çoğunluk oluşturduğu ya da kendi devletlerini veya bölgesel özerkliklerini istedikleri, daha fazla tehlike potansiyeli taşıyan durumlarda işler değişiyor. Çokkültürlülük idealleri siyasi arenada etnik kökenler karşısında kör kalmakta güçlük çekiyor. Etnisiteyi görmezden gelmek yerine farklı etnik kökenler için toplu güvenceler yoluyla etnisiteyi açıkça anayasaya ekliyorlar. Bu ekleme konfederatif (günümüz Nijerya’sında olduğu gibi, etnik grupların bir ölçüde bölgesel kontrolü oluyor) ya da oydaşmacı (Belçika’da olduğu gibi, merkezde iktidarı paylaşmaları güvenceye alınabiliyor) yöntemlerle yapılabiliyor. Bu türden güvencelerin amacı tüm büyük grupları devlete bağlamak. Burada sınıf, bölge, toplumsal cinsiyetin vs. yanı sıra etnik kökenleri de dikkate alan bir siyaset var, ama ümit verici bir şekilde etnik uzlaşma siyaseti söz konusu olabiliyor. Pozitif ayrımcılık programları bunun dış gruplara bireysel düzeyde koruma güvencesi sağlayan çok ılımlı, liberal versiyonlarıdır. Hoşgörü çokkültürlülük gerçeğini tanımanın daha zayıf ve yaygın versiyonu. Dış gruba düşmanlık beslediğimiz ama bu duygumuzu bastırmak için çok çaba harcadığımız anlamına geliyor. Ne yazık ki bu ilk politikalar çoğunlukla ideal, gerçek dünyanın dışında yönetim şekilleridir. Etnik ilişkilerin çoğu bu kadar hoşgörü içermez.

Birinci satırın sonraki iki sütunu etnik grupların şiddet olmadan zayıfladığı ya da yok olduğu, rıza yoluyla temizlendiği vakaları içeriyor. Batı Avrupa’nın etnik homojenleşmesinin sonraki evresi böyledir. Fransa ya da İngiltere'de on-dokuzuncu yüzyıl ortasına gelindiğinde, bu devletlerin azınlık dillerini ortadan kaldırmak için pek zor kullanması gerekmemişti. Azınlıklar kendi bölgesel dillerinin -örneğin Brötonca ya da Galce- geriliğini ve çocuklarını modern toplumda başarıdan yoksun bıraktığını kabul etmişti. Benzer şekilde ABD ya da Avustralya’ya göç eden pek çok kişi de İngilizceyi gönüllü olarak benimser, çocuklarına kendi dilini öğretmez ve diğer pek çok etnik kültürel pratiğini de terk eder. Onların soyundan gelenler ancak duygusal bir Almanlık, Slovaklık ya da Gallilik hissini muhafaza edebilirler. Demek ki gönüllü asimilasyon baskın grubun düşmanca eylemleri yoluyla değil pozitif teşviklerle temizlenmiş bir toplum üretir. ABD ya da Avustralya’daki beyaz göçmen grupları, ikbal ve statü peşinde koşarken, toplumsal olarak uyum sağlamaya çalışırken önceki etnik kimliklerini kaybederek Amerikalılar ya da Avustralyalılar haline geldiler. Bu epeyce zararsız ve marjinal bir temizlik şeklidir. Sadece geleneksel kültürlerin korunmasına değer verenler bu temizliğin matemini tutar. Nitekim temizlik sözcüğü (tırnak içine alınsa bile) buraya uygun düşmeyecektir.

İkinci satır şiddetin ilk tırmanışını, kurumsal zor kullanımına dönüşmesini içerir. Ayrımcılık büyük ihtimalle en yaygın politikadır. Dış grubun haklarını sınırlar, ama üyelerinin etnik kimliğini korumasına izin verir. Ayrımcılık tipik olarak seçmeci istihdam, konut bölgelerini kredi verilmeyecek bölgeler olarak işaretlemek, negatif kültürel klişeler yaratmak, kişilerarası davranışlarda hakarette bulunmak ve polis tacizini içerir. Pek çok ülke bazı azınlıklara ayrımcılık yapar. Köleliğin kalkmasından yüz elli, medeni haklar hareketinden elli yıl sonra Afrikalı Amerikalılar hâlâ ayrımcılıkla karşılaşmaktadır. Örneğin ABD’de “siyahken araba kullanmak” diye alayla karışık hakaret niteliğinde bir deyiş vardır, zira polis “çok iyi” bir araba süren siyah adamı durdurur. Bu türden tüm ayrımcılıklar elbette üzücüdür, ama bu tablonun geri kalanındaki muamelelerin yanında hafif kalır.

http://aconsumingfire.com/?p=60
Ciddi ayrımcılıkta eğitim alma, oy kullanma, kamu görevinde bulunma ya da mülkiyet edinme hakları kısıtlanabilir. Ayrıca baskın grup resmi eğitim dili ve kamusal dil olarak kendi dilini kullanmaları için dış grupları zorlayabilir. Segregasyon (tecrit içeren toplumsal ayrımcılık-yhn) coğrafi bakımdan kısmi temizliktir: dış grup apartheid ya da kölelik koşullarında gettolaştırılır. Segregasyon toptan temizliğin ılımlı biçimlerinden çok daha baskıcı olabilir. Neticede pek çok köle kendisini ezenden kaçmak ister (bu da daha temizlenmiş bir toplum yaratır), ama kaçması zor kullanılarak önlenir. Burada etnik ve sınıfsal siyasetler yan yana devam eder. Apartheid dönemindeki Güney Afrika beyaz topluluk içinde neredeyse normal bir sınıf siyasetine sahipti ve bu politikanın bazı izleri Afrikalı ve melez topluluklara da yayılmıştı, ama bir bütün olarak siyasete ırk ayrımı hakimdi.

Sonraki sütundaki “Kültürel Bastırma” sadece kurumsal zor kullanma yoluyla toptan temizliği içerir. Kamu kurumlan dış grubun kültürünü bastırır ve böylece dış grubun kimliği baskın grubun kimliğine zorla asimile edilir. Dış grubun dili okullarda ve devlet dairelerinde yasaklanabilir, ibadeti engellenebilir, ayırt edilebilir soyisimleri yasayla değiştirilir. Bu bastırmada zor kullanılsa da, genellikle yasal bir zor söz konusudur ve bu politikaya yer yer direnenlerin başını ezmek gerekmedikçe pek fiziksel kuvvet kullanılmaz (alttaki satırın kapsamında kuvvet kullanılır). Bu tip bir bastırma, hele başarılı olmuşsa, etnik temizlikten bile sayılmayabilir. Üzerinden biraz zaman geçtikten sonra, iki grup da yaşananları temizlik olarak hatırlamayabilir - örneğin Gal halkının büyük ölçüde İngilizlerin tanımladığı bir Britanyalı kimliğine asimilasyonu böyle olmuştur. Gal halkı kaybettiği daha büyük kültürel niteliklerden ziyade, koruduklarına inandıkları Gallilikle övünürler genelde. Provanslıların ve Akitanyalıların Fransız kimliğine neredeyse tümden asimilasyonu da başka bir örnektir. Dış grubun üyelerinden pek çoğu bu kötü muameleye tıpkı çok sayıda Mandalının yaptığı gibi dış göçle tepki verebilir. Bu aynı zamanda kısmen zor kullanılarak, kısmen rızayla gerçekleşen bir temizlik biçimidir.

Fiziki şiddet seçmeci kolluk kontrolünde baskının bulunduğu 3. satır’da başlar. “Seçmeci”nin anlamı muhaliflerin hedef alınması, özellikle de 2. satır’daki politikaları protesto edenlerin baskı görmesidir. “Kolluk kontrolü” ise baskının düzenli olarak, rutinleşmiş meşru araçlar yoluyla yasaları uygulayarak gerçekleşmesi anlamına gelir - gerçi sınırlı düzeyde fiziksel şiddet kullanımı da tipik özellikler arasındadır. Birinci sütun özellikle protestoculara yönelik baskıyı barındırırken, İkincisinde dış grubun kimliğinin bir kısmı bastırılmaya çalışılmaktadır. Ayrıca ikinci sütun, baskın gruptan yerleşimcilerin getirilmesini, yerli dış grup üyelerinin yerinden yurdundan edilmesini, ama toplumdan tamamen dışlanmamasını da içermektedir. Onyedinci yüzyıldan itibaren Ulster bölgesinde binlerce Katolik Mandalı çiftçinin zorla başka yere gönderilmesi ve onların yerine İskoç Protestanların yerleştirilmesi iyi bir örnektir. Üçüncü sütun bizi kolluk kontrolünde toptan kültürel bastırma, nüfus mübadeleleri ve kolluk kontrolünde tehcirler ve dış göçler alanına götürür. Bu devlet eliyle geniş temizlik yelpazesinde zor kullanma vardır, ama genellikle fazla şiddet içermez. Şu ana kadar tartışılan politikalar sadece hukukun üstünlüğünü koruduğuna inanan nispeten istikrarlı bir devlete işaret eder.

4. satırda artık ciddi fiziksel şiddet vardır. Birinci sütunda bu şiddet rutin ve düzenli kalmaya devam eder. Genel kolluk kontrolünde baskı protestocuları, isyancıları, asileri ya da teröristleri barındıran gruplara yöneliktir; grubun büyük bir kısmını boyun eğmeye zorlamak amacıyla zalimce resmi cezalandırmaya başvurulur. Bu rutinleşirse devletler uzmanlaşmış paramiliterler istihdam ederler ve bu paramiliterler dış gruplar arasında hayli kötü bir ün edinir - Kazaklar ya da Kraliyet İrlanda Yedek Kuvvetleri gibi. Sonraki iki sütun daha kontrolsüz şiddeti barındırır. Olayların kızışması sonucunda şiddet yoluyla kısmi temizliğe geçilmesi pek çok Avrupa sömürgesinde görüldüğü üzere yerleşim/yerinden etme içerdiği gibi pogromlar, mahalli ayaklanmalar, çeşitli kısa ömürlü şiddet, isyan ve yağma biçimleri, ayrıca karışık gerekçelerle yer yer cinayet ve tecavüz içermektedir: Devlet yetkilileri siyasi gerilimlerin suçunu dış gruplara atmaya çalışır; yerliler yağma, şiddet ve tecavüze başvurur; etnik temizliğin failleri dehşet salarak insanları kaçırmaya çalışır. Bilhassa katliamlar çoğu durumda dış göçe yol açar. Bilinen mağdurlar Yahudiler, Ermeniler ve Çinlilerdir. Olayların daha da kızışması şiddet içerikli tehcir ve dış göçü gündeme getirir, dış grubun kaçmasına yetecek kadar şiddet yaşanır - son yıllarda Yugoslavya’da yaşandığı gibi. Daha ırksal bir temizlik ayrı biyolojik politikalar da içerebilir. Burada evliliği kısıtlayarak ya da cinsel politikalarla üreme önlenir, hattâ işler kızışırsa zorla kısırlaştırmaya ya da kadının dış grup kimliği taşıyan çocuk doğurmasını önlemek için tecavüze başvurulabilir. Biyolojik temizlik bariz sebeplerle kadınlara odaklanır: Annelik kesindir, babalık ise varsayılır.

5. satır’da baskın grubun politikalarının niyet edilmemiş sonucu olan kitlesel ölümün vahşeti içerilmektedir. Birinci sütun politika hatalarını içerir. Çoğu durumda, etnik gruplar uyum sağlayamadıkları çalışma koşullarına mahkûm edilirler ya da devrimciler budalaca politikalarla büyük toplumsal dönüşümler sağlamaya çalışırlar - örneğin Çin’deki Büyük İleri Atılım sırasında istemeden milyonlarca insan öldürülmüştür. Sonuçta politikanın hatalı olduğu anlaşılınca vazgeçilir ve dış grup tamamen yeryüzünden silinmez. Burada suçluları aklamak istemiyorum; çünkü ölü sayısı inanılmaz boyutlarda olabilir. Pek çok büyük hata bir sonraki kategorinin, acımasız politikaların sınırına gelip dayanır. Bu politikalar doğrudan dış grubu öldürmeye yönelik değildir, ama baskın grubun onlar hakkında öyle olumsuz görüşleri vardır ki işlerin gelişimi dış grubun ölümüne yol açsa bile aldırmazlar. Büyük Sıçrama liderliği için bu pek doğru sayılmaz, ama felaket karşısında tepki vermedeki yavaşlığı, mağdurların yaşamı konusunda görece aldırışsız olduğunu gösteriyor. Savaşlar ve iç savaşlar sertlik kategorisinin büyük bir kısmını kaplar, özellikle de ülkenin tahrip edilmesi ya da şehirlerin bombalanmasıyla sivil nüfuslar felakete sürüklenebilmektedir. Buradaki sınır vaka, İspanyolların Karayip adalarını ilk kez sömürgeleştirmesidir. Sömürgeciler yerliler üzerindeki toplu etkilerinin farkına varana kadar yerlilerin neredeyse tamamı ölmüştü, ki bu da tam anlamıyla etnikkırım anlamına gelir.

Etnikkırım bir grubun ve kültürünün istemeden yok edilmesi demektir. Burada genellikle son derece aldırışsız bir tavır söz konusudur, hattâ baskın grup dış grubun yok oluşunu hoş karşılayabilir. Koloni yerleşimcileri ile yerli halklar arasındaki pek çok korkunç karşılaşmanın ana özelliği etnik grup katlidir. Ölümlerin çoğu baskın gruptan dış gruba geçen hastalıklardan kaynaklanmış, rezervasyonlarda yaşayıp korkunç çalışma koşullarına mahkûm olmak da durumu kötüleştirmiştir - bunların amacı öldürmek değildi, ama yerlileri ölüm sınırına getiriyordu. Dördüncü bölümde bu konuya daha ayrıntılı bakacağız.

Son olarak 6. satır sivillerin önceden planlanarak kitlesel olarak öldürülmesini içerir. İbretlik baskı, tarihteki imparatorlukların nispeten kanlı fetih politikalarım kapsıyor - örneğin başka şehirleri itaate zorlamak için koca bir şehir kılıçtan geçirilebiliyordu. Son zamanlardaki askeri mücadelelerde Dresden, Tokyo ve Hiroşima gibi şehirlerin asker sivil ayrımı gözetmeden bombalandığını görüyoruz. Romalılar zaman zaman isyancı halkın onda birini öldürüyorlardı. 1940’lardaki Balkanlarda Alman ordusu gerillaların öldürdüğü her Alman askerine karşılık elli yerli sivili kurşuna diziyordu. İsyancılar ve teröristler genellikle küçük çaplı kanlı olaylar gerçekleştirebilir, gerçi 11 Eylül epeyce büyüktür. Günümüzde tüm ibretlik baskılar teorik bakımdan uluslararası hukuka göre savaş suçu ve insanlığa karşı işlenmiş suç sayılabilmektedir - fakat savaşı kazanan tarafın suçlandığı pek görülmez. İç savaşlarda katledilen sivillerin sayısı genellikle ülkelerarası savaşlardakinden daha fazladır. .

Ondan sonra kısmi temizlik amacıyla işlenen toplu katliamlar geliyor. Zorunlu ihtida çok net bir tercih sunar: “ya ihtida et ya öl.”** Hırvat Katolik Ustaşa kuvvetlerinin İkinci Dünya Savaşı’nda Sırplara söylediği buydu. Kıyım zamanlarında Yahudilere de sık sık bu seçenek sunulmuştu. Dış grubun bazı üyeleri direndikleri için ya da suçlular seçeneklerin gerçekliğini göstermek istediği için öldürülürler. Ama çoğunluğu yaşar, kısmen temizlenir - dinlerini kaybederler ama kültürlerini tamamen kaybetmezler. Yeni bir terim olan siyasikırım genel olarak mağdur edilen ve korkulan grubun tüm liderlerini ya da potansiyel liderlerini öldürme niyetini gösterir (tanımlayan: Harff & Gurr, 1988: 360). Bunun ibretlik baskıyla örtüşmesi mümkündür, ama siyasikırımda temizlik niyeti daha fazladır. Liderleri ve entelektüelleri yok etmenin amacı dış grubun kültürel kimliğini zayıflatmakken, örneğin ibretlik baskıyla bir şehir ürkütülüp itaate zorlansa da kimliğini koruyabilir. Naziler tüm okumuş Polonyalıları öldürerek Polonya kültürel kimliğini yok etmek istemişlerdi. Tıpkı Naziler gibi Burundi Tutsileri de tüm okumuş Hutuları öldürerek Hutu kültürel kimliğini yok etmeye çalışmışlardı.

Tüm bir toplumsal sınıfın kitlesel olarak öldürülmeye çalışılmasını ifade etmek için ben de sınıfkırım terimini ortaya koyuyorum. Zor yoluyla ihtida ya da siyasikırımdan daha kanlı olabildiği için tabloda yannına soykırıma yönelen bir ok koydum, ama tam olarak soykırım kategorisine de almadım. En büyük sınıfkırım suçlusu Kızıl Khmerlerdir; Stalinistler ve Maocular da daha kısa vadeli kırımların failleri olmuşlardır. Mağdur sınıfların iflah olmaz düşmanlar olduğu düşünülmüştü. Sınıfkırım solculara özgü görünmektedir; çünkü ancak onlar karşıt (“sömürücü”) sınıflar olmadan var olabileceklerine inanmışlardı. Kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin sağcı rejimleri kendileri için çalışacak işçilere ve köylülere ihtiyaçları olduğunu hiç unutmazlar. Bu yüzden Endonezya ordusunun ve İslamcı paramiliterlerin 1965-6’da en az 500.000 Endonezyalı komünist sempatizanını toplu olarak katletmesi çok büyük oranda yoksul köylülerin ölümüyle sonuçlanmışsa da, sınıf düşmanından ziyade siyasi düşmana yönelikti - işçileri ya da köylüleri değil, komünistleri öldürüyorlardı. Bunu sınıfkırım olarak değil, siyasikırım olarak adlandırabiliriz. Kızıl Khmerlerinki gibi komünist rejimlerde ve Stalin ile Mao dönemlerinde sınıfkırımı hatalarla ve aldırışsızlıkla iç içe geçmişti. Her üç tip de savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamında görülebilir.

Son olarak 1944’te Polonyalı avukat Raphael Lemkin’in koyduğu adla soykırıma geliyoruz. Birleşmiş Milletler Lemkin’in tanımını düzenleyerek soykırımın etnik, ulusal ya da dini bir grubu yok etmeye yönelik bir suç olduğunu, bu haliyle imhayı hedeflediğini belirtmiştir. Bu tanım hem çok fazla şey hem de çok az şey içerdiği için zaman zaman eleştirilir. “Kısmi” imhanın da soykırım sayıldığı eklenmiştir. Kısmi soykırım ancak coğrafi bakımdan bir anlam taşır. 1851’de California’daki yerleşimciler, Owens Vadisi’nden tüm Kızılderilileri silme girişiminde bulunduğunda yerellik anlamında kısmi soykırım gerçekleştirmişti. Bosnalı Sırp komutanların 1994’te Serebrenica’daki tüm erkekleri ve oğlan çocuklarını öldürme kararı da kısmi soykırım sayılabilir; çünkü yöredeki kadınlar tek başlarına sürdürülebilir bir topluluk halinde ayakta kalamazdı. Fakat cinayetler, yakındaki Prijedor temizliğinde olduğu gibi, şiddet içerikli tehcirle karıştığında, artık yerel soykırım olarak adlandırılamaz gibi görünüyor. Öte yandan soykırım salt etnik grupların ötesine de geçebilir (Andreopoulos, 1994:1. Kısım). Soykırım kasıtlıdır, tüm bir grubu sadece fiziksel olarak değil kültürel olarak da (kiliselerini, kütüphanelerini, müzelerini, sokak isimlerini yok ederek) imha etme amacını taşır. Fakat sadece kültürel temizlik olduğunda buna soykırım değil sadece kültürel baskı adını veriyorum. Soykırım tipik olarak çoğunluk tarafından azınlığa uygulanır, siyasikırım ise tam tersidir.

Bu kitap tablonun en kötü, en koyu tondaki alanına odaklanıyor. Bu alanı toptan cinai etnik temizlik olarak adlandırıyorum. Bitişikteki üç kutu daha açık tonda, çünkü bu sınır bölgelerin bir miktar cinai temizlik de içerebileceğini kabul ediyorum. Bazılarının yaptığı gibi bu kutuların çoğunu soykırım olarak adlandırmıyorum (örn. Jonassohn, 1998; Smith, 1997).

Bu ayrımları yaptığımızda etnik temizliğin iki paradoksal özelliği açığa çıkıyor. Bir taraftan etnik temizlik çoğunlukla gayet yumuşak şekilde yapılmıştır. Cinai temizlik yaygın değildir. Hafif kurumsal zorlamayla desteklenen asimilasyon ağırlıktadır. Öte yandan, en ileri ülkeler geçmişte çok daha fazla etnik grubu barındırmasına rağmen bugün esasen tek etnik gruba sahip olduğundan (yani nüfusun en az yüzde yetmişi kendini tek bir etnik gruba ait olarak tanımladığından), etnik bakımdan temizlenmiştir. O halde iki ana sorunumuz var. Bu temizlik niçin meydana gelmiştir? Niçin sadece birkaç vakada gerçekten canavarlığa dönüşmüştür? Kitabımın cevap vermesi gereken ana tarihsel sorular bunlardır.
[*] Tablonun orijinali. Okunmadığı için yeniden yaptım. DK


Michael Mann, Demokrasinin Karanlık Yüzü Etnik Temizliği Açıklamak, İthaki Yayınları, 2012

...............................
*Segregasyon: Farklı etnik grupların sosyal alanda birbirlerinden tecrit edilerek yaşamaları demektir. Apartheid'dan farklı anlamlar içerir. Burada ilgili etnik gruplar yasa gereği, kağıt üzerinde birbirine eşittir ama sosyal ortamda birbirlerinden ayrılmışlardır, "bir arada yaşama" desteklenmez. 

**İhtida: Kendi dininden vazgeçmek zorunda kalarak egemenin dininin benimsenmesi. Dönmek.

Koyulaştırmalar,  görseller, sözlük bana aittir. DK

17 Şubat 2017 Cuma

Milliyetçilik

Milliyetçilik

Craig Calhoun


http://ursay.org/2016/11/13/what-is-nationalism/
İkiyüz senedir, kimi zaman manşetlere çıkan, kimi zaman da
modasının geçtiği ilan edilen milliyetçilik, devrimlerde ve bağımsızlık
mücadelelerinde önemli bir rol oynamıştır. Ama o asıl,
milliyetçi projelerin ulaştığı başarının bir ölçüsüdür; bu öyle bir
başarıdır ki sanki bize uluslar hep varmış ve siyaseten hep özerkmiş
gibi gelir. En azından zengin Batı ülkelerinde, dünya görüşümüzün
-örneğin, vatandaşlığın ve pasaportların düzenlenişi, tarihe
bakışımız, edebiyat ve sinemayı sınıflandırma biçimimiz,
olimpiyat oyunlarında yarışma şeklimiz gibi- içine işlemiş olan
milliyetçiliği görmezden gelmeye yatkınızdır.
Yalnızca, devletlerle
onların sınırlarını veya hükümet biçimlerini değiştirmek isteyenler
arasındaki çatışmalar şeklinde ortaya çıktığında bunun
üzerinde dururuz. Bu tür, şiddet yüklü kolektif eylemler, bir dalga
gibi, gözle görünür biçimde kabarır ve söner; her sönüş akademisyenlerin
milliyetçiliği, takatten düşmüş, geçmişe ait bir sorun
sanmalarına yol açar. Oysa alenî milliyetçi mücadelelerin ardında,
dünyayı -temelde uluslardan ve onların ilişkilerinden oluşan
bir dünya- bir görme, düşünme ve dile getirme yöntemi olarak
milliyetçiliğin biçimlendirdiği, çok daha derin, kolektif kimlik ve
gurur örüntüleri yatar.

1990’larda milliyetçilik yeniden ön sayfalara çıktı. Sovyetler
Birliği’nin dağılmasıyla, onun eski parçalarından bir düzine kadarında
milliyetçiler, özerkliklerini ilan etme cesareti buldular.
[aşağıdaki olgu ve olayları; maddeler halinde, ben  yazdım DK]

*Siyasi sınırlarıyla etnik sınırlarının denkleşmesini isteyen Ermenilerle
Azeriler, Dağlık-Karabağ yüzünden kapıştı.

*Çeçen ayaklanmacılar Rusya’yla çatıştı.

*Ve sağcı Rus milliyetçileri de ülkelerinin eski
dominyonlarını kaybetmesinden dolayı seslerini yükseltti.

*Milliyetçi savaşlar eski Sovyetler Birliği’yle de sınırlı kalmadı.
Sırp, Hırvat ve Boşnak komşular, bir zamanların Yugoslavya’sında
birbirlerini öldürmeye başladılar.

*Çekoslovakya, daha barışçıl bir şekilde Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrıldı.

*Quebec’in, virgülden sonraki küsurat kadarlık bir oy oranıyla
Kanada’dan ayrılmasına ramak kaldı.

*Norveçli seçmenler milliyetçi duygularını Avrupa Birliği üyeliğini reddederek gösterdiler.

*Avrupa Birliği’nin bizzat kendisinin, bir yandan yeni devletvâri bir
aygıta dönüşürken, Avrupalılığı da yeni bir milliyetçilik olarak savunmaya
başladığı ortaya atıldı.

*Büyük Britanya, Hong Kong sömürgesini ulusal hükümranlık adına (Hong Kong vatandaşları
için bu kendi kaderlerini tayin hakkından çok uzak olsa da) Çin’e
devrederek imparatorluk olma iddialarının birinden daha vazgeçti.

*Amerikalı politikacılar, mültecilere ve Asya ile ticarete karşı sert
duruşlar sergileyerek milliyetçi hassasiyetlerini ispatlamakta adeta
birbirleriyle yarıştılar.

*Irak, sömürge Irak’ının sabık eyaleti olan Kuveyt’i, ülkenin ayrılmaz bir parçası
olduğunu savunarak işgal etti; Birleşmiş Milletler ülke sakinlerinin sadece
küçük bir azınlığını temsil eden bir Kuveyt rejiminin ulusal hükümranlığını savunmak
durumunda kaldı.

*Aynı Ortadoğu’da, Filistinlilerin yıllardır
uğraştığı özerk bir ulus-devlet kurma çabaları tam somut
meyveler vermeye başlamışken, İsrail başbakanı ultra milliyetçi
bir Musevi tarafından öldürüldü.

*Eritre, önce bir imparatorlukken, bu imparatorluktan bir ulus çıkarma yolunda şedit bir komünist
girişime sahne olan Etiyopya’dan, otuz yıllık bir ulusal
mücadele sonunda ayrılarak bağımsız bir devlet oldu. Etiyopya’nın
yeni hükümeti ise olası milliyetçi başkaldırıların önünü alabilmek
için, ülkeyi oluşturan farklı milliyetlerin özerklik, hatta ayrılıp
kendi devletlerini kurma hakkını anayasal güvence altına alma
yolunu seçti.

*Daha güneyde, Afrika Ulusal Kongresi (ANC)
Güney Afrika’ya çoğunluk kuralı getirirken, Sudan’da kuzeyliler
ulusal birlik adına güneyli ayrılıkçıları öldürmeye girişti.

Milliyetçiliğin hâlâ revaçta olduğunu gösteren bu örnekler
atışması daha da sürebilir. Ancak bu durum bir bakıma yanıltıcıdır.
Yalnızca, çoğunlukla şiddet içeren böyle çatışmalar üzerinde
durmak, bizi milliyetçiliğe çaresi bulunması gereken bir sorun, sınırlar
çizilip halkın egemenliği kurulur kurulmaz başını alıp gidecek
bir husus olarak bakmaya yöneltir. Oysa bu, sınırlar ve halkın
egemenliği gibi kavramların kendilerinin de, modern dünyaya
kavramsal formunu ve pratikteki düzenini verdiren milliyetçi
söylemin eriştiği mertebenin bir ürünü olduğunu unutmamız anlamına
gelecektir.

Milliyetçilik yalnızca buhranlar ve alenî çatışmalarda
öne çıkan bir şey değildir. O, modern çağın kolektif bilincinin
ve son iki yüz yılımıza damgasını vuran devlet yapısının
da temelini oluşturur. Gerçekten de, milliyetçilik yalnızca siyasi
değil, aynı zamanda kültürel ve kişisel bir kimlik meselesidir.
Ulus söylemi özellikle özlemler ve özdeşleşme bağlamında dile
getirilirken, -birçok bakımdan hısım olan- devlet söylemi daha
çok akıl ve çıkar terimleriyle ifade edilir. Milliyetçilik kısmen bizi
biz yaptığı, bestekâr ve sanatçılara ilham kaynağı olduğu ve tarihle
(dolayısıyla ölümsüzlükle) bağ kurmamızı sağladığı için
duygusal bir güce sahiptir. Londra’da açılan ve ‘Ulusal Sanat Koleksiyonları
Fonu (ki kendisi de 19. yüzyıl ortalarında, ‘Ulusların
Baharı’nda kurulmuştu) tarafından kurtarılan’ eserlerin yeraldığı
bir sergi için yapılan şu değerlendirmeye bir bakalım: ‘Basitçe denebilir ki,
temel sorun antik bir ulusun, kendi geçmişini ayakta tutmaya ve kültürünün
devamlılığını sağlamaya yetecek iradeye ve maddi olanaklara sahip
olup olmadığıdır’. (Mclikian 1997: 7)
Daha da basitleştirelim: İngilizcedeki adıyla Falkland Savaşı sırasında,
hastahanede anfizemden ölmek üzere olan, Oxford Üniversitesi
çalışanlarından Frank Fiarris’i ziyaret ettiğimde, “İnsanlar
ölür,” dedi. “Ama İngiltere hep var olacaktır.”

Milliyetçiliğin, kimi selim ve iç rahatlatıcı, kimi dehşet salan
envai çeşidi vardır. Sosyal bilimciler bazen ‘iyi’ milliyetçilik
veya vatanseverlik ile ‘kötü’ milliyetçiliği veya şovenizmi, sanki
tamamıyla farklı toplumsal olgularmış gibi çözümlemeye kalkarlar.
Hâlbuki bu, onların anlaşılmalarını zorlaştırdığı gibi, benzerliklerini
de gizler. Ulusal kimliğin ve sadakatin gerek olumlu, gerekse
olumsuz göstergelerini şekillendiren, aynı ortak milliyetçi
söylemdir. Daha küresel -gerçekten uluslararası- bir söylemin
onları tek tek nasıl oluşturduğunu ve şekillendirdiğini görmeksizin,
bu özgül vakaların hiçbiri asla tam anlamıyla kavranamaz.
Bu, milliyetçi hareketler, milliyetçi devlet politikaları, edebiyat ve
sanattaki milliyetçi geleneklerle sıradan insanların, dünyanın neresine
nasıl oturduklarına ilişkin gündelik kavramlaştırmaları
için de geçerlidir. Milliyetçilik, başka şeylerin yanı sıra Michel
Foucault’nun (1969, 1977; ayrıca bkz. Brennan 1990) ‘söylemsel
oluşum’ (discursive formatioıı) diye adlandırdığı ve bilincimizi de
şekillendiren bir konuşma biçimidir, ama daha birçok soru ve sorun
yaratmaya, bizi daha ileri tartışmalara sürüklemeye ve onu
nasıl düşünmemiz gerektiği konusunda tartışmalar çıkarmaya
devam edecek kadar da çetrefillidir.

Mesele katılımcıların sadece özel bir terimi kullanıp kullanmamalarından
ziyade (krş. Greenfeld 1992), başka olaylarla ve eylemlerle
bağlantılı başka bazı konuşma veya davranma biçimlerini
mümkün ya da imkânsız kılan ya da başkalarınca kesin bazı sonuçlara
yol açacak biçimde algılanan bir tür dili, bir konuşma biçimini, bir retoriği kullanıp kullanmamalarındadır. Örneğin, Quebecli
partizanlar milliyetçilik retoriğini kullanırken, emperyalizm
karşıtı milliyetçiliğe kesin gönderme yapmakta, Birleşik Devletler
veya Fransa’yla birleşmeyi savunanlara karşı çıkmakta ve potansiyel
bir özerk devlet olarak meşruiyet iddiasında bulunmaktadır.

Bir ulus olarak tanınmak için, toplumsal dayanışma -sureten
ulusun üyeleri arasında belli ölçüde bir bütünleşme- ve kolektif
kimlik -bütünün üyeler tarafından kabulü ve bütünün parçası
olma kapsamında bir bireysel kimlik anlayışı- gerekir. Ama
toplumsal dayanışma ve kolektif kimliğe, ailelerde de rastlanabilir,
şirket çalışanlarında da, imparatorluk ordularında da. Bunlar
bir topluluğa ulus diyebilmenin gerekli asgari şartları olsa da,
onun tanımı olmaktan çok uzaktır. Peki, toplumsal dayanışma ve
kolektif kimliğe sahip bir topluluğa ulus diyebilmemiz için ideal
olarak başka hangi ek özellikler gerekir?
İşte bu, milliyetçiliğin söylemsel oluşumunun devreye girdiği
noktadır. Toplumsal dayanışmayı, kolektif kimliği ve bağlantılı
soruları (siyasal meşruiyet gibi) bu düşünme tarzı, hem milliyetçi
bir kendini-kavrayışın üretiminde, hem de milliyetçi iddiaların
başkalarınca kabulünde hayati rol oynar. Benedict Anderson,
bu anlamda ulusları ‘hayali cemaatler’ olarak tarif etmiştir.
Söylediği gibi, ‘yüz yüze ilişkiler sürdüren ilk köylerden daha büyük
bütün cemaatler (hatta belki onlar bile) hayalidir. Cemaatler
gerçek ya da yapay oluşlarıyla değil, hayal ediliş tarzlarıyla ayırdedilirler’
(1991:6). Toplulukları ayırdetmenin elbette başka yolları
da vardır; büyüklükleri, idari örgütlenme düzeyleri, iç eşitlik
dereceleri vb. Ama bize düşen ilk iş, milliyetçilikle özdeşleşen kolektif
kimliği ve toplumsal dayanışmayı ‘hayal etme’nin ayırdedici
biçimini biraz olsun kavramaktır.
Aşağıda sayılanlar -her ne kadar hiçbiri kesin olarak tanımlayıcı
değilse ve hepsi farklı uluslarda farklı derecelerde bulunsa
da- ulus retoriğinin en önemli özellikleri gibi görünüyor
(zatenönemli olan bunların ağır basmasıyla biçimlenen bir dokunun
bulunması):

1. Sınırları olan bir toprak veya belirli bir nüfus ya da her
ikisi.

2. Bölünmezlik - ulusun bir bütün olduğu kavramı.

3. Egemenlik ya da en azından egemenlik ülküsü taşımak ve
böylece özerk ve kendine yeterli olduğu varsayılan bir devlet olarak
diğer uluslarla şeklî eşitlik.

4. ‘Üstün’ bir meşruiyet kavramı -örneğin hükümetin ancak
halkın iradesi tarafından desteklendiği veya en azından ‘halkın’
ya da ‘ulusun’ çıkarlarına hizmet ettiği sürece adil olduğu düşüncesi.

5. Halkın kolektif olaylara katılımı - ulus mensubiyeti esasına
göre seferber edilen bir nüfus (ister savaşla, ister sivil yurttaşlıkla
ilgili faaliyetler için).

6. Doğrudan üyelik - herbir bireyin, ulusun ivedi bir parçası
oluşu ve bu bağlamda diğer üyelerle kategorik olarak eşit görülmesi.

7. Dilin, paylaşılan inanç ve değerlerin, alışılmış pratiklerin
bir birleşimini içerecek biçimde bir kültür.

8. Zamansal derinlik - ulusun, geçmiş ve gelecek nesilleri
içerdiği ve ortak bir tarihi olduğu haliyle zaman içinde varolduğu
anlayışı.

9. Ortak mezhep veya ırk özellikleri.

10. Belli bir toprakla tarihi, hatta kutsal bir bağ.

Bunların ulus retoriğinin özellikleri, ulusları tanımlarken genellikle
vazedilen iddialar olduğunu tekrar kaydedelim. Aslında
uluslar, egemenliklerini gerçekten ellerine alıp alamadıkları, kendilerini
iç bölünmelere karşı savunarak bütünlüklerini koruyup koruyamadıkları,
mükemmel bir kültürel birliğe ya da çok eski bir
kültüre sahip olmaları hasebiyle sınırlarının değişmezliğini kabul
ettirip ettiremedikleri gibi deneysel kıstaslarla etkin bir biçimde tanımlanmazlar.
Ulusları ulus yapan daha ziyade kendi iddiaları, kolektif kimlik üretmeye,
insanları kolektif projeler için seferber etmeye, kişileri ve uygulamaları 
değerlendirmeye yönelik bu tür iddialara dayanan konuşma, düşünme 
ve hareket etme biçimleridir.

Elimizde eksiksiz bir liste yok; burada kesin bir ulus tanımı
vermiyor, ortak bir doku, bir örüntü teşhis etmeye çalışıyoruz. Sıraladığımız
hususlar bir ‘ideal tip' geliştirmemize yardımcı olabilir;
ama bu sadece kavramsallaştırmaya bir yardımdır; operasyonel
bir tanım ya da deneysel olarak sınanabilir bir tarif değildir.
‘Ulus’ kelimesi, sayılan özelliklerin çoğuna sahip olan ya da olduğunu
iddia eden topluluklar için kullanıldığında anlamlı olur
ve herkes tarafından anlaşılır. Hangi altı, yedi veya sekiz özelliğin
daha önemli olduğu, ulustan ulusa değişir. Uluslar, onları ulus yapan
‘özleri’ farkedildiği için değil, Ludvig Wittgenstein’ın (1953)
‘ailevi benzerlik’ diye adlandırdığı dokuya sahip oldukları için
ulus olarak kabul edilir. Bazı kardeşlerin, çenesi değilse de burnu
aile burnudur ya da onlarda ailenin karakteristik açık alnı yoktur
da yeşil gözleri vardır; bu özelliklerin tamamı ailenin bütün
üyeleri tarafından paylaşılmadığı gibi, aile mensubu olmayanlar
tarafından da aynen paylaşılmaz. Yine de ortada bir doku olduğunu
görebiliriz. Ulusal ideoloji, kimi ortamlarda karakteristik
özelliklerden birini ya da birkaçını taşımayabilir ya da diğerlerine
daha fazla vurgu yapabilir. Bir ulusun ulus olarak tanınması,
katı bir tarife değil, bu dokunun hâkimiyetine bağlıdır. (1)

Milliyetçiliğin bu anlamda üç boyutu vardır. Birincisi, bir
söylem olarak milliyetçilik: Yani, dünyanın her yerinde insanları,
özlemlerini ulus ve ulusal kimlik bağlamında düşünmeye ve o çerçeve
içine yerleştirmeye götüren kütiirel anlayışın ve retoriğin üretimiyle
belli ortam ve geleneklerdeki belli milliyetçi dil ve düşünce türlerinin üretimi.
İkincisi, bir proje olarak milliyetçilik: Yani
insanların ulus olarak algıladıkları toplulukların çıkarlarını, bir
birleşim ya da tarihsel gelişme içinde, ya genellikle varolan bir
devlete daha fazla katılarak ya da ulusal özerklik, bağımsızlık ve
kendi kaderini tayin veya belirli toprak parçalarını birleştirme yoluyla
ilerletmeye çalıştıkları, toplumsal hareketler ve devlet politikaları.
Üçüncüsü, bir değerlendirme biçimi olarak milliyetçilik:
Yani bir ulusun üstünlüğünü savunan siyasi ve kültürel ideolojiler,
bunlar genellikle akımlarla ve devlet politikalarıyla özdeşleştirilir,
ancak bu şart değildir. Bu üçüncü anlamıyla milliyetçiliğe ahlâkî
bir yaptırım statüsü de verilmiş olur: Örneğin ulusal sınırlar devlet
sınırları ile örtüşmelidir ya da bir ulusun üyeleri o ulusun ahlâkî
değerlerine uymak zorundadır, gibi. Milliyetçilik, bu ahlâkî
yaptırımlardan yola çıkarak sergilenen bazı davranışlar -etnik temizlik,
ulusal arınma ideolojileri ve yabancı düşmanlığı gibi- vasıtasıyla
bir ulusa aşırı sadakatle özdeşleştirilen bir hal alır.

Kendi topluluğuna sadakatin temelleri tabii ki çok eskiye
dayanır. Bu, milliyetçiliğin, ilk olduğu, yani hatırlanandan ve insanlık
tarihinin kayda geçirilişinden bile önce varolduğu iddiasını
en açık şekilde taşıyan boyutudur. Fakat topluluklar ve topluluğa
sadakatin birçok şekli olabilir, dolayısıyla bunlar tek başına
milliyetçiliği oluşturmaktan ya da açıklamaktan uzaktır. İnsan ailesine
sadık (tarih boyunca milliyetçiliğin gerektirdiği sadakatten
çok daha sık rastlanan bir sadakattir) olabildiği gibi, bir şehre de
sadakat besleyebilir (bu şehir o ulusa ait görülsün ya da görülmesin).
Machiavelli’nin 16. yüzyılda Floransa’ya sadakati, milliyetçilik
tarihinin bir parçasıdır. Çünkü bu sadakat, Machiavelli’nin
devletin doğası, siyasi iktidar ve siyasi toplulukların tek tek üyelerini,
onları yönetenlere bağlayan ilişki hakkında kapsamlı ve etkili
bir şekilde yazı yazmasına yol açmıştır. Ama 16. yüzyılda ne
Floransa bir ülkeydi, ne de Machiavelli için ‘Floransalı’ kimliğinin
daha geniş ‘İtalyan’ kimliğiyle ilişkisi belirleyici bir nitelik taşıyordu.
19. yüzyılda gerçekleşen Risorgimento’ya* kadar, bütün İtalyanları
aynı devlet çatısı altında birleştirmeyi amaçlayan milliyetçi
düşünce revaçta değildi. Hatta ideoloji, o sırada dahi gerçeğin
önünden gidiyordu. Massimo D’Azeglio kaygısında haklıydı:
'İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmamız gerekiyor’
(Hobsbawm 1990: 44).

Böyle bir program, kendi içinde homojen bir ulusal kimliğin
teşvikini önerir. Bu dışsal farklılıklar kavramının içsel aynaya
düşen imgesidir. Herkesin bir ‘asıl’ kimliği -kendi içinde bütünleşik
ve tüm diğerlerinden farklı bir kimlik- olduğu düşüncesi,
milliyetçilik tarihini dokuyan önemli ipliklerden biridir. Böyle bir
kavram kolaylıkla baskıcı bir hâl alabilir; nitekim 'etnik temizlik’
ve ulusun parçası addedilenler arasında 'doğru’ kültür ve hareket
biçimlerini teşvik etme projelerinde rol oynamıştır. Bireylerarası
dayanışma ağlarıyla sureten benzer insanları geniş kategorilere
sokarak 'tek’lik vazetme talepleri arasında önemli bir fark vardır.

Bu sebeple, 1066’da İngiltere olmaya başlayan yerde, Norman
işgalciler karşısında krala ve akrabalarına sadık olmak başka
bir şeydi; izleyen yıllarda, Camelot’u mitleştirerek, 'Norman
Boyunduruğu’nu güya-sınıfsal şikâyetlerin odağı yaparak ve 'İngiltere’nin
her zaman var olacağını’ ileri sürerek İngiliz milliyetçiliğini
beslemek başka. Soyut bir kategori olan İngiltere’ye duyulan
sadakat, herbiri gerçek ve özgül yoldaşlara beslenen sadakatten
epey farklıydı. Bireylerarası ilişki ağları insanı yerel bir
mekâna oturturken, ‘ulus’ kategorisine mensubiyet insanı karmaşık
ve küresel olarak bütünleşmiş bir dünyaya yerleştirir. Bu
kolayca bir kenara atılamaz. Ama bu aynı zamanda çatışmaların
kaynağı, kişisel ve kolektif şikâyetleri aşmanın sorunlu bir
şeklidir.

(*) 19. yüzyılda doğan ve İtalya’yı birleştirmeyi amaçlayan ideolojik, siyasi ve edebi akım -

(1) Ulus kavramının (ya da onunla ilişkili milliyetçilik ve milliyet gibi terimlerin) hiçbir tanımı
şimdiye dek genel bir kabul görmemiştir (Smıth 1973, 1983; Altcr 1989; Motyl
1992; Connor 1994; Hail 1995).

İstanbul BIlgI Üniversitesi Yayınları
İstanbul, EkIm 2012/3
ÇEVİREN BİLGEN SÜTÇÜOĞLU
alıntı: s:1-9

[koyu renkler ve görseller bana aittir. DK]