Michael Mann etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Michael Mann etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Temmuz 2017 Perşembe

Suçluların Güdüleri: Sıradan İnsanlar mı, Fanatikler mi?

Suçluların Güdüleri: Sıradan İnsanlar mı, Fanatikler mi?

Michael Mann

Otto Ohlendorf, Einsatzgruppen liderlerinin yargılanması sırasında baş sanıktı ve aynı zamanda birçok diğer savaş suçlusu zanlılarının yargılanmasında önemli bir tanık oldu. Otto Ohlendorf savaştan sonra kurulan mahkemede kendisine bağlı olan Einsatzgruppen D grubu birliklerinin 1941'de Ukrayna'nın güneyinde 90.000 Yahudiyi öldürdüğünü itiraf etti. Yapılan yargılama neticesinde ölüme mahkûm edildi ve kısa süre sonra, 8 Haziran 1951 tarihinde gece yarısından sonra Bavyera'daki Landsberg Hapishanesi'nde asılarak idam edildi.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Otto_Ohlendorf

En cinai temizliklere binlerce kişi karışmıştır. Görgü tanıklarının zihnini en çok kurcalayan soru da şu olmuştur: Görünüşte sıradan insanlar nasıl cinai temizlik suçu işleyebilir? Çoğu durumda basit bir kıyaslama yapılır: Onlar olağanüstü koşullardaki senin benim gibi insanlar mıydı, yoksa ideolojik fanatikler mi?

Bu soruya verilen en meşhur yanıt Stanley Milgram’ın deneyleridir. Milgram sıradan insanlardan, yaptıkları zekâ testine yanlış cevap veren deneklere yüksek elektrik şoku vermelerini istemişti. Bu kişilere bilim adamlarının şok tedavisinin zekâ puanını artırıp artırmayacağını test ettiği söyleniyordu (ve deneyi yapanlar beyaz laboratuar önlüğü giyiyordu!).
Bu sıradan insanların yüzde altmış beşi (kadınlar ile erkekler arasında fark yoktur), kurbanın yan odasındaki bir kolu çevirerek büyük acı vermeleri istendiğinde itaat etti. Kolu çevirdiklerinde kurbanın acı dolu çığlıklarını duvarın arkasından duyabiliyorlardı. Kurbanın elini elektrikli bir levhaya bastırarak şoku kendileri vermeleri istendiğinde de deneklerin yüzde otuzu itaat etti. Az sayıda kişi deneye coşkuyla katıldı, görünüşe bakılırsa acı vermekten zevk almışlardı. Ama deneklerin büyük bir kısmı çok rahatsız oldu. Denekler yüksek voltajlarda deneyciye artık durmasını söylediler. Ama hem ahlaki hem fiziksel açıdan çok rahatsız olmalarına rağmen, yine de acı vermeye devam ettiler - çünkü bilimsel otoriteyi reddedememişlerdi. Milgram’m (1974: 10) yorumu şuydu: “Bazı denekler yaptıkları şeyin kesinlikle yanlış olduğuna inanıyorlardı, ama otoriteye karşı çıkmayı başaramadılar.” Fakat Milgram bu deneyde göründüğü kadar sadistçe davranmamıştı. Acı, gerçek değil sahteydi. “Kurbanlar” onun asistanlarıydı ve aslında elektrik verilmiyordu.

Milgram sıradan modern insanların meşru bilimsel otoriteden emir gelirse öldürebileceğini göstermişti. Daha fazla sayıda insan da dolaylı yoldan (yandaki odadan) öldürme emrine itaat ediyordu, demek ki bürokratların masabaşında cinayet işlemesi bizzat cinayet işlemekten daha kolaydı. Sonraki deneylerin hepsi onun vargılarını desteklemiyordu. Yapılan araştırmalardan biri deneklerden çoğunun hafif acı ile insana zararlı acı arasında ayrım yaptığını gösterdi. Zararlı acı vermeyi reddetmişlerdi (Blau, 1993). Fakat California Üniversitesi öğrencilerinin yaptığı bir araştırma daha da kaygılandıncıydı (en azından benim için, çünkü onlara ders veriyorum). Bir hapishane ortamında mahkûm ve gardiyan rolü oynamaları istenmişti. Öğrenci gardiyanlar zalimce ve otoriter eğilimler geliştirmeye başlayınca deneye son vermek zorunda kaldılar (Haney ve diğ., 1973). Bu deneyler sıradan insanların meşru kurumlarca izin verildiğinde zalimce davranışlar sergileyebileceğini gösteriyor. Hiçbir deneyde gerçek cinayet taklit edilemez, fakat sık sık çıkan rezaletlerden biliyoruz ki, hapishaneler, akıl hastaneleri ve yetimhaneler gibi kurumlar, çalışanların içeride tutulanlar üzerindeki muazzam iktidarı kötüye kullanmasına karşı uyanık olmak zorunda.

Milgram’ın kitabı Nazi Nihai Çözümü’ne referanslarla doludur. Fakat diğer vak'alarda olduğu gibi burada da suçlular aslında çok çeşitliydi. Suçlular arasında görülen dokuz ayrı güdü tanımı yapabiliriz.

 1. İdeolojik katiller cinai temizliğin haklılığına inanmıştır. Özellikle üst düzey suçlular arasında görülen bu kişiler Weber’in değer-akılcılığını benimser -kanlı yollar güya daha yüce hedeflerce meşrulaştırılıyordu. Böyle bir ideoloji (savaş gibi) bazı bağlamlarda ya da yandaş tabanlarında -mesela daha önce dış gruptan eziyet görmüş mülteciler arasında- yankı bulabilir. İdeoloji bazı mesleklerin uygulamalarında ve altkültürlerinde de yankı bulabilir. Yirminci yüzyıl başında doktorlar ve biyologlar biyomedikal etnisite ve ırk modellerini özellikle cazip bulmuşlardı. Fakat en yaygın ideolojik güdü, cinayeti tepeden bakışla kendini savunma olarak meşrulaştırmaktır. Katil aslında mağdur olduğunu söyleyerek itiraz eder.

2. Bağnaz katiller daha alelade bir ideolojiyle hareket ederler. Özellikle alt kademeden suçlular yaşadıkları yer ve zamanla ilgili rastgele önyargıları paylaşırlar ve bu yüzden Weber’in tabiriyle duygusal eylemde bulunurlar.

Yahudiler, Müslümanlar ve sömürgelerin yerlileri katillerde fiziki tiksinti uyandırıyordu. Çok farklı bağlamlarda -özellikle de kendilerini tehlikede hissediyorlarsa- sevmedikleri azınlıklara kötü muamele edilmesine göz yumabilecek bağnaz kimseler hepimizin çevresinde var.

3. Şiddet düşkünü katillere cinayetin ta kendisi cazip görünür. Az sayıda sadist cinayetten duygusal haz alır. Çok daha fazlası şiddeti duygusal endişeden kurtulmak olarak deneyimler ve cinayete eğilim duyar. Jack Katz (1988) ABD’deki canice suçların “baştan çıkarıcılığını” tasvir etmiştir. Cinayetin genellikle son derece duygusal bir eylem olduğunu belirtir. Çok yaygın olarak tehdit edilme hissi her şeyi saran bir şahsi aşağılanma hissine dönüşür, ardından da bu durumdan çıkmak için ahlakçı bir öfke gelir. “Öfke aşağılanmışlık bilinciyle son haddine ulaşmıştır,” der Katz. Etnik nefretler bu tehdit-aşağılanma-öfke hissini kolektif düzeye taşıyabilir: Hutular Tutsilerin gücü karşısında tehdit edildiklerini ve aşağılandıklarını hissettikleri için önce kendileri saldırarak tüm Tutsilere öfkelerini kustular. Her okul bahçesinde görüldüğü üzere, kaba kuvvet kullanmak daha fazla zafer kazanmışlık hissi verebilir. Silahlar sınıf farkını aştığı için alt sınıftan insanların varlıklı gruplar (Yahudiler, Ermeniler ya da Tutsiler) üzerinde mutlak iktidar sahibi olmanın keyfini sürmelerini sağlayabilir. Bunlar sıradan insanların en kötü özellikleri arasındadır. Fakat aynı zamanda şiddeti toplumsal problemlerin meşru çözümü olarak gören yandaş tabanları da vardır - askerler, polisler, suçlular, şiddet içeren spor uzmanları ya da futbol holiganları.

4. Korktuğu için öldüren katiller, karşı taraftakini öldürmezlerse canlarından ya da azalarından olacaklarına dair inanılır bir tehdit altındadırlar. Fiziksel olarak zorlanan, bazen de gönülsüz katillerdir bunlar. Bu güdü araçsal bakımdan akılcıdır.

5. Kariyerist katiller cinai temizliğe karışan organizasyonların çalışanlarıdır. Cinayet emirlerine itaat onlara maddi bakımdan avantajlı, mesleklerinde yükselmelerini sağlayacak bir şey gibi görünür -cinayete yardım etmezlerse de işlerini kaybetme kaygısı taşırlar. Bürokratik cinai temizliklerde bu durum daha yaygındır.

6. Maddiyatçı katiller yağma ya da mağdurların işlerini, dükkanlarını veya mülklerini ele geçirerek doğrudan ekonomik kazanç sağlamanın cazibesine kapılmıştır. Bazıları cinayet işlemeleri karşılığında hapishaneden salınır. Bunlar da yine son derece araçsal güdülerdir.

7. Disiplinli katiller, emre itaatsizliğin anormal sayıldığı meşru örgütsel otoritenin tuzağına düşmüştür. Kafalarında korkuda ziyade talimatlara uyma rutininin zorunluluğu vardır. Bugünkü, geçmişteki ya da gelecekteki her milletten insanlar yukarıdan baskıyla uyumlulaştırabilir. Weber’deki anlamıyla alışkanlık güdüsüyle hareket eden katiller olabilirler.

8. Yoldaşlarına bağlı katiller, silah arkadaşlarının baskısı yüzünden uyum gösterme tuzağına düşmüştür. Özellikle de silah arkadaşlarının duygusal desteğini çekeceğinden korkarlar. Bu da Weber’in duygusal eylemini gündeme getirir. Browning (1993), sıradan Alman polislerinin işlediği toplu katliamları kısmen bununla açıklar.

9. Bürokrat katiller modern dönem bürokrasilerinin tuzağına düşmüştür. İtaatleri kurumsallaşmış rutinlerin ürettiği, Weber’deki anlamıyla alışkanlıktan gelir ve modern toplumlarda kurumsallaşan, Arendt’in (1965) meşhur tabiriyle, kötülüğün sıradanlığının tuzağından kurtulamazlar. Bu konudaki en iyi açıklama Milgram’mdır. Baumann (1989) ve Katz (1993), sıradan modern insanlar cinayet işleyebilir, derler. Bartov (1996) onlarla aynı görüştedir ve tuzağın kökenlerini I. Dünya Savaşı’nın “mekanik, akılcı ve gayrişahsi” cinayet makinesine kadar götürür.

Demek ki geniş bir potansiyel katil yelpazemiz var - ideolojik, bağnaz, şiddet düşkünü, korktuğu için öldüren, kariyerist, maddiyatçı, disiplinli, yoldaşlarına bağlı ve bürokrat. Bu çeşitlilik sekizinci tezimi güçlendiriyor, çünkü esasen sıradan insanları cinai temizliğin destekçileri yapıyor. Bazı suçlular kendi iddialarına göre idealist, yani ideolojik sebeplerle cinayet işlemişti. Bazıları da ya şiddeti seviyordu ya da siyasi sorunları çözmenin en iyi yolu olduğunu düşünerek şiddete saygı duyuyordu. Katil kurumlar disiplinliydi, yoldaşça duygulara dayanıyordu, kariyer yapmaya ya da yağmacılığa müsaitti ve bazıları da bürokratikti. Bu kadar çok sayıda suçlunun içinde bir miktar açıkça sıradan insan da olmalıdır. Bunlar sadece ideal tipler olduğu için, neredeyse tüm suçluların karışık güdüleri olduğu söylenebilir. Ayrıca bu liste güdüleri cinayet noktasında “dondurma” eğilimindedir. Gidip insanları öldürmeye ilk başta niyet eden suçlu sayısı az olduğundan (5. tez), ilk güdüleri farklı olmalıdır. Bu yüzden güdüleri değiştiren ve cinayet ihtimaline yaklaştıran kariyerler üzerinde duruyorum.

Keza bireyleri kendi çevrelerinden soyutlayamayız. İnsan davranışının bu eşsiz alanında bireyci bir yaklaşımın baştan çıkarıcı olmasının sebebi kısmen, hukuki suçluluk meselesinin büyük önemidir. Şu ya da bu bireyi şahsen işlenmiş suçlar için cezalandıracak, belki de ölüme mahkûm edecek miyiz? Fakat aynı zamanda böyle davranışları anlamaya çalışırken de bireyciliğe doğru kayarız. Bu vakalar üzerine düşünen herkes kendine şunu sormuştur: “Bu koşullarda erkekleri, kadınları ve çocukları öldürmem emredilse ben ne yapardım?

Ne kadar cesur, ne kadar ahlaklı davranırdım?” O zaman belki de ne kadar korkak, itaatkar ya da hırslı olduğumuzu düşünürüz -ihtiyaç halindeki ya da eziyet gören bir kimseye yardım etmediğimiz daha önemsiz bir olay aklımıza gelir. Böyle sıradan insani zayıflıkların cinai temizliğe yardımda önemli olduğu açıktır.

Yine de, “Ben ne yapardım?” sorusuna cevap vermek için kendimizi o dönemdeki mukayese edilebilir bir konumda bulunan bir kişinin yerine koymak zorundayız. 1930’lar Almanyası’na yerleştirilen benim gibi bir profesör büyük ihtimalle muhafazakar milliyetçiliğin tarafını tutacak, Nazilerin davasına da biraz sempati duyacaktır. Öğrenciler daha da Nazi yanlısı olacaktır; çünkü Naziler 1931’de Almanya’da düzenlenen serbest ulusal öğrenci seçimlerini kazanmışlardı. O dönemde biyoloji ya da tıp profesörü olsaydım, radikal Nazizmin yankı bulduğu bilimsel ırkçılıktan nasibimi alacaktım. Faşizm üzerine kitap yazmış gerçek bir sosyoloji profesörü olarak bana huzursuzluk veren bir selefimi biliyorum. Faşizme akademik ilgi duyan Profesör Otto Ohlendorf’un sonu Nazilik olmuştu. Kendini üstün gören bir kişiliğe sahip olması ilk başta Nazi liderliğiyle ters düşmesine yol açmıştı. Ama sonra görevini yaptı, korkunç Eirı-satzgruppen(4) cinayet çetelerinden birinin başına geçmeyi kabul etti. Onun çetesi 90.000 kişi öldürdü. 1951’de Nürnberg’de idam edildi. Başka bağlamlara yerleştirilseydik, pek çoğumuz cinai etnik temizliğe epeyce yaklaşabilirdik.

Michael Mann, Demokrasinin Karanlık Yüzü Etnik Temizliği Açıklamak, İthaki Yayınları, 2012


Koyulaştırmalar ve görseller bana aittir. DK
Cinai Etnik Temizlik

Cinai Etnik Temizlik

Michael Mann
Giriş, 2003




Bir Sav
74 yaşındaki Batisha Hoxha mutfakta, 77 yaşındaki kocası Izet’le birlikte sobanın başında ısınıyordu. Patlamaları duymuş, ama Sırp birliklerinin şehre girdiğini anlayamamışlardı. Biraz sonra beş-altı asker dış kapıdan içeri dalıp, “Çocuklarınız nerede?” diye sordu.
Askerler Izet’i dövmeye başladılar. “O kadar kötü vurdular ki yere düştü,” diyordu Batisha. Onu tekmelerken para istiyor ve oğullarının nerede olduğunu soruyorlardı. Izet yerden başını kaldırıp onlara baktığında onu öldürdüler. “Üç kez göğsüne ateş ettiler,” diye hatırlıyor Batisha. Kocası gözlerinin önünde ölürken, askerler Batisha’nın evlilik yüzüğünü parmağından çekip çıkardılar.

“O acıyı hâlâ hissediyorum,” diyordu. Birkaç el daha ateş ettiler... En sonunda Batisha ile yanındaki on yaşındaki çocuğu tekmeleyerek dışarı çıkardılar.
“Ben daha bahçe kapısından çıkmadan evi yaktılar.” ... Kocasının cesedi alevlerin içinde kalmıştı. Batisha o an felç olmuş gibi olduğu yerde kalakaldı. Evsiz, kocasız, yağmur altında sokakta kalmıştı ve üzerindeki kıyafetlerden başka hiçbir şeyi yoktu. En sonunda bir traktörle geçmekte olan yabancılar onu römorka bindirdiler. Batisha’nın kızı daha sonra onu kuzey Arnavutluk’ta bir sığınmacı kampında buldu.
Kocasıyla birlikte çekilmiş bir fotoğrafına şefkatle bakarak mırıldanıyor Batisha: “Başımıza gelenleri, çektiklerimizi kimse anlamıyor. Sadece Tanrı biliyor.”(1)
Yirminci yüzyılın son yılında Kosova’nın Belanica köyündeki bir evde etnik temizlik işte böyle kanlı bir şekilde yaşanıyordu. Etnik temizliği yapanlar, yerli Arnavutları cinayet ve kargaşa yoluyla korkutup kaçırmak isteyen Sırplardı. Böylece Sırplar bu toprakları ele geçireceklerdi; çünkü burası “tarihsel hakkımız” diyorlardı. Şimdi ise Kosova’da işler tersine döndü. 1999’dan beri Arnavutlar, Sırpları kovalıyor. Kosova artık temizlendi, ama Arnavutlardan değil, hemen hemen bütün Sırplardan.

Halkların ve yerlerin adını değiştirirsek, son birkaç yüzyılda bu olay dünyanın hemen her yerinde meydana gelmiş olabilirdi-Avustralya’da, Endonezya’da, Hindistan’da, Rusya’da, Almanya’da, İrlanda’da, ABD’de, Brezilya’da. Etnik temizlik modern zamanların en büyük kötülüklerinden biri. Yahudi Soykırımı Holokost’un -önemli bazı açılardan eşsiz olsa da- bir soykırım vakası sıfatıyla eşsiz olmadığını bugün biliyoruz. Dünyada yaşanan soykırımlar neyse ki az sayıda, ama o kadar ciddi olmasa da cinai etnik temizlik içeren sayısız vakayla çevrelenmiş durumdalar.

Elinizdeki kitap bu korkunç zalimliklere bir açıklama getirmeye çalışıyor. Kafaların netleşmesi için kitabın planını daha başlangıçta sekiz genel tez halinde anlatacağım. Bu tezler en genelden özele, makrodan mikroya doğru art arda ilerlerken toptan bir açıklamanın parçalarını oluşturuyor. En kötü etnik temizlik vakalarını, kitlesel katliamları içerenleri ayrıntısıyla inceleyerek bu tezleri kanıtlamayı umuyorum.

1. İlk tezim bu cinai etnik temizlik olaylarının yayıldığı geniş tarihsel dönemle ilgili. Cinai temizlik moderndir, çünkü demokrasinin karanlık yüzüdür. Demokrasilerde rutin olarak cinai temizlik yapıldığını söylemek istemediğimi baştan belirteyim. Çok az demokraside bu yapılmıştır. Ayrıca bir ideal olarak demokrasiyi de reddetmiyorum - bu ideali destekliyorum. Yine de demokrasi daima çoğunluğun azınlık üstünde tiranlık yapması ihtimalini beraberinde getirir ve bu ihtimal bazı çok-etnili ortamlarda daha kötü neticeler yaratabilir.

Bu tezin iki kısmı var: modernlik ve demokrasi. Etnik temizlik esasen moderndir. Daha önceki tarihlerde bilinmeyen bir şey olmasa da (hattâ büyük ihtimalle tarih öncesinde hakim olan çok küçük gruplar arasında da yaygın olsa da), modern zamanlarda daha sık ve ölümcül bir hale geldi. Yirminci yüzyıldaki etnik çatışmaların yol açtığı 70 milyona yakın ölümün yanında önceki yüzyıllardaki ölümler çok çok az görünüyor. Buna ilaveten, geleneksel savaş sanatı halkları tümden düşman sayıp hedef almaya giderek daha çok yöneliyor. Birinci Dünya Savaşı’ndaki ölümlerin yüzde onundan azı sivilken, İkinci Dünya Savaşı’nda sivil ölümlerin oranı toplam ölümlerin yarısına çıktı, 1990’larda sürdürülen savaşlarda ise yüzde sekseni aştı. Çoğunluğu etnik yapıda olan iç savaşlar, ölüme yol açma bakımından devletlerarası savaşları solladı. Bu savaşlarda yaklaşık 20 milyon kişi öldü, ama kesin rakamı bilmeye imkân yok (Chesterman, 2001: 2; Fearon & Laitin, 2003; Gurr, 1993, 2000; Harff, 2003; Markusen & Kopf, 1995: 27-34 rakam verme girişimlerinde bulunmuştur).

2003 yılında ben bunları yazarken, dört bir yanda yeni etnik ve dini çatışmalar patlıyor: Kuzey İrlanda, Bask Ülkesi, Kıbrıs, Bosna, Kosova, Makedonya, Cezayir, Türkiye, İsrail, Irak, Çeçenya, Azerbaycan, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Sri Lanka, Kaşmir, Burma, Tibet, Çin Xinjiang’ı, Fiji, güney Filipinler, bazı Endonezya adalan, Bolivya, Peru, Meksika, Sudan, Somali, Senegal, Uganda, Sierra Leone, Liberya, Nijerya, Kongo, Ruanda ve Burundi. Bunların yarısından fazlasında ciddi sayıda insan öldürüldü. Siz bu sözcükleri okurken, muhtemelen televizyon ekranınızda ya da gazetede etnik bir krizin patlamasıyla ortaya çıkan şiddet gösteriliyor olacak, üstelik birkaç başka patlama da haber yapmaya değer sayılmayacak. Yirminci yüzyıl epeyce kötü geçti. Belki yirmibirinci yüzyıl daha da kötü olacak.

11 Eylül 200l’de yaratılan kaos ve tetiklediği “teröre karşı savaş” kanlı etnik ve dini çatışmaların dehşetini tüm dünyanın bilincine kazıdı. Özellikle, son yarım yüzyılda bu tür şeylerden korunan zengin Kuzey ülkelerini evlerinde vurdu. Ne 11 Eylül saldırısı ne de Afganistan ve Irak’a yapılan misilleme saldırıları etnik temizlik amacı taşıyordu, ama İsrailliler ile Filistinliler, Sünniler ile Şiiler, Iraklılar ile Kürtler, Ruslar ile Çeçenler, Kaşmirli Müslümanlar ile Hindular ve çeşitli Afgan kabileleri arasındaki etnik-dini çatışmalarla çabucak içiçe geçtiler. Aslında bu çatışmalardan bazıları Büyük Devletlerin dış politikalarının yularını da elinde tutuyormuş gibi görünüyordu.

Bu yüzden cinai etnik temizlik ne ilkel ne de yabancı bir şeydir. Ne yazık ki, bizim uygarlığımıza ve bize aittir. Çoğu insan dünyada milliyetçiliğin yükselişine bağlı olduğunu söyler ve bu doğrudur. Fakat milliyetçilik ancak siyasileştiğinde, ulus-devletteki modern demokrasi özlemlerinin sapkınlaşmasını temsil ettiğinde çok tehlikeli hale gelir. Demokrasi halk egemenliği anlamına gelir. Ama modern dönemde halk iki anlama gelmektedir. Birincisi Yunanlıların demos ile kastettiği anlamdır. Bu da sıradan insanlar, nüfus kitlesi demektir. Demek ki demokrasi sıradan insanların, kitlelerin iktidarıdır. Ama bizim uygarlığımızda halk aynı zamanda “ulus” yani başka bir Yunanca terim olan ethnos, bir etnik grup -diğer halklardan ayrı, ortak bir kültürü ve miras hissini paylaşan bir halk- anlamına da gelir. Fakat halk kendi ulus-devletine egemense ve halk etnik terimlerle tanımlanıyorsa, o zaman etnik bütünlüğü, demokrasinin merkezi niteliği olan yurttaş çeşitliliğine ağır basacaktır. Böyle bir halk iktidarda olunca, farklı etnik gruplardan olanların başına ne gelir? Cevaplar çoğunlukla nahoştur - özellikle de bir etnik grup çoğunluk oluşturuyorsa, çünkü böyle bir durumda “demokratik” ama aynı zamanda zorbaca bir yönetim söz konusu olacaktır. Wimmer’e (2002) göre modernliğin yapısında etnik ve milliyetçi ilkeler vardır; çünkü yurttaşlık, demokrasi ve refah kurumları etnik ve milliyetçi dışlama biçimlerine bağlanmıştır. Modernliğin başka bazı özelliklerinin etnik temizliğin ani yükselişinde daha ikincil roller oynadığını düşünüyorum. Bazı modern profesyonel askeri kurumların düşmana karşı imha savaşları yürütmeye yöneldiğini, faşizm ve komünizm gibi modern ideolojilerde benzer bir gaddarlık bulunduğunu göreceğiz. Fakat tüm bunların altında yok edilecek düşmanın bütün bir halk olması mefhumu vardır.

Birinci tezimi bazı alttezlerle netleştireceğim.

1a. Cinai etnik temizlik demokrasi çağındaki bir tehlikedir; çünkü çok-etnili halk idaresi ideali demos ile baskın ethnos iç içe geçmeye başlar, azınlıkların temizlenmesini teşvik eden organik ulus ve devlet anlayışları üretilir. Daha sonra sosyalist demokrasi idealleri de sapkınlaşmış, demos’un proletarya yani işçi sınıfıyla iç içe geçmesiyle birlikte diğer sınıfları temizleme baskısı oluşmuştur. Bunlar demokratik ideallerin cinai temizliğe dönüşmesinin en genel yolları olmuştur.

1b. Modern sömürgelerde, belli bağlamlardaki yerleşimci demokrasileri hakikaten kanlı olmuş, hattâ daha otoriter sömürge hükümetlerinin ötesine geçmiştir. Yerleşimciler, sömürge kurumlarını ne kadar çok kontrol ediyorsa, temizlik o kadar kanlı olmuştur. Dördüncü bölümde bu durum gösterilecek. Demokratik rejimler ile katliamlar arasında bulduğum en doğrudan ilişki budur.

1c. Demokratikleşmeye yeni başlamış rejimlerin, cinai etnik temizlik yapma ihtimali istikrarlı otoriter rejimlere nazaran daha fazladır (aynı argüman Chua, 2004’te de bulunabilir). Demos ile ethnos'un iç içe geçme ihtimalinin en yüksek olduğu anlar, çok-etnili ortamlarda otoriter rejimlerin zayıfladığı anlardır. Tersinden bakarsak da, böyle bağlamlardaki istikrarlı otoriter rejimler böl ve yönetle hüküm sürme eğilimindedir. Bu yüzden etnik olanlar da dahil güçlü grupların taleplerini dengelemeye çalışırlar. Gel gelelim, az sayıda yüksek derecede otoriter rejim bu çizgiden sapar. Bu rejimler, çoğunluk grupları kitlesel parti-devlet dahilinde örgütleyerek halkı “düşman” azınlıklara karşı harekete geçirirler. Yedi-onbirinci bölümlerde tartışılan Nazi ve komünist rejimler demokrasi değil diktatörlüktü; fakat müstakbel demokratikleşme bağlamlarında doğmuş, sonra da bu bağlamları sömürmüşlerdi. Halkı ethnos ya da proletarya olarak seferber etmişlerdir. Bu rejimler buradaki alttezin kısmi istisnalarıdır.

1d. İstikrarlı kurumsal demokrasilerin cinai temizlik yapma ihtimalleri demokratikleşen ya da otoriter rejimlerinkinden daha düşüktür. Seçim sistemini ve çoğunluk idaresini pekiştirmekle kalmamışlar, azınlıkları da anayasal güvence altına almışlardır. Fakat geçmişleri bu kadar erdemle dolu değildir. Çoğunluğu günümüzdeki tek-etnisiteli yurttaş yapısını oluşturmak için yeterince etnik temizliğe başvurmuştur. Bu ülkelerin geçmişinde arındırma ile demokratikleşme el ele ilerlemiştir. Liberal demokrasiler etnik temizlik üzerinde yükselmiştir; fakat sömürgeler dışında bu süreç kurumsal zorlama biçiminde gerçekleşmiştir, katliam şeklinde değil.

1e. Fiilen cinai temizlik suçu işleyen rejimler kesinlikle demokratik değildir; çünkü aksi takdirde terimlerde çelişki doğacaktır. Dolayısıyla bu alttezler ilk elden etnik çatışmadaki şiddet artışının ilk safhalarına uygulanabilir. Nitekim çatışmaların şiddeti arttıkça, suçlu rejimlerin demokratikliği azalır. Demokrasinin karanlık yüzü gerek liberal gerekse sosyalist demokrasi ideallerinin zaman içinde sapkınlaşmasıdır.

Bu karmaşık ilişkiler ışığında günümüz dünyasında demokrasi ile etnik temizlik arasında basit ve genel bir ilişkisellik bulamayacağız - Fearon ve Laitin (2003) son dönemdeki iç savaşların (çoğunlukla etnik) niceliksel incelemesinde bunu doğrular. Fakat ben statik bir karşılaştırmalı analiz yapmıyorum. Analizim tarihsel ve dinamiktir: Cinai temizlik modernleşme ve demokratikleşme sürecinde dünyayı dolaşıp durmuştur. Esasen, geçmişi demokratik ulus-devleti icat eden Avrupa’dadır. Avrupalıların yaşadığı ülkeler artık güvenli sayılabilecek kadar emniyetlidir; fakat onların da çoğunda etnik temizlik yapılmıştır (tez ld’de gösterildi). Artık temizliğin merkez üssü dünyanın Güney’ine kaymıştır. İnsanlık önlem almayı başaramazsa, dünyada -umarız ki, etnik temizlik yapılmamış- demokrasiler hüküm sürene kadar da yayılmayı sürdürecektir. Ancak ondan sonra azalabilir. Fakat dünyadan daha hızlı silinmesini istiyorsak, demokrasinin karanlık yüzüyle hemen şimdi adamakıllı yüzleşmemiz gerek.

2. Sınıfsal hisleri yakalayıp etno-milliyetçiliğe yönlendirme sürecinde, sosyal katmanlaşmanın ana biçimi olan sınıfın yerini etnisite alınca etnik düşmanlık yükselir. Arındırma geçmişte nadirdi; çünkü büyük tarihsel toplumların çoğu sınıfsal olarak ayrışmıştı. Bu toplumlara aristokrasiler ya da başka küçük oligarşiler hakimdi ve sıradan insanlarla ortak bir kültürü ya da etnik kimliği paylaştıkları pek görülmezdi. Aslında halkı hor görür, genelde insan bile saymazlardı. Sınıfsal çizgileri kesin bir halk yoktu - sınıf etnisiteye ağır basıyordu, ilk modern toplumlarda bile sınıf politikaları ağırlıktaydı. Liberal temsili devletler ilk başta sınıf çatışmalarında uzlaşma sağlamanın, sınıfsal farklara çoğul bir halk ve ülke hissi katmanın bir yolu olarak ortaya çıkmıştı. Bir nebze etnik çeşitliliği hoş görüyorlardı. Fakat yabancı olarak tanımlanan idarecilere karşı modern demokrasi mücadelesinin tüm halkı içerdiği yerlerde, etnik bir halk hissi doğdu, çoğu durumda sınıfsal hınçları da bünyesine aldı. Halk proleter bir ülke gibi görülüyor ve geri kalmış halklara medeniyet götürdükleri vecizesini yumurtlayan üst sınıf emperyal uluslardan temel demokratik haklarını talep ettiği düşünülüyordu. Günümüzde Filistin mücadelesi kesinlikle proleter bir tonlamaya sahiptir, kendisini ezenleri -Amerikan emperyalizmini arkasına almış- sömürücü ve kolonileşmeci İsrail olarak görür. İsrailliler ve Amerikalılar da ilkel teröristlere karşı medeniyeti savunduklarını iddia ederler. Buradaki argümanlar daha önceki zamanların düşman sınıflarının argümanlarına benzemektedir.

Etnik farklar başka toplumsal farklarla -özellikle sınıf, din ve cinsiyet farklarıyla- iç içe geçer. Etno-milliyetçiliğin en kuvvetli olduğu yerler, diğer sömürü hislerini içerebildiği yerlerdir. Etno-milliyetçilik üzerine son dönem yazıların en ciddi kusuru, sınıf ilişkilerinin neredeyse tamamen ihmal edilmesi olmuştur (Brubaker, 1996; Hutchinson, 1994; Smith, 2001’de olduğu gibi). Diğerleri de sınıfı maddi, etnisiteyi duygusal sayma hatasını yaparlar (Connor, 1994: 144-64; Horowitz, 1985: 105-35). Bu hata da sınıf çatışmasını baskın sayıp etnik yapıyı ihmal eden önceki nesillerden yazarların kusurunu basitçe tersinden tekrarlamaktır. Üstelik bu durum sadece akademisyenlerle de sınırlı değil. Medya da sınıf mücadelelerini büyük ölçüde ihmal edip etnik çekişmelere vurgu yapıyor. Yine de fiiliyatta bu iki çatışma tipi iç içe geçiyor. Filistinliler, Dayaklar, Hutular vs. maddi bakımdan sömürüldüklerini düşünüyorlar. Bolşevikler ve Maocular toprak sahibi ve kulak sınıfların ülkeyi sömürdüğünü düşünüyorlardı. Etnik yapı ya da sınıftan herhangi birini ihmal etmek hatalıdır. Kimi zaman biri ya da diğeri ağır basabilir; fakat bu diğerini içermesi ve yönlendirmesi anlamına gelecektir. Aynı şey toplumsal cinsiyet ve bölgesel hisler için de söylenebilir.

Nitekim cinai temizlik ayrı ama eşit durumdaki rakip etnik gruplar arasında gerçekleşmez. Salt fark üzerinden çok fazla çatışma çıkmaz. Sorunların kaynağı Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki karşıtlık değil, Müslümanların Hıristiyanlarca ezildiğim hissettiği (ya da tersi) bağlamlardır. Güney Afrika’daki apartheid talebi fiilen gerçekleşip de ırkların ayrı ama eşit gelişimini üretebilseydi, Afrikalılar isyan etmezdi. İsyan ettiler, çünkü apartheid düzmeceydi ve aslında Afrikalıların beyazlar tarafından ırksal sömürüsünü içeriyordu. Ciddi etnik çatışmanın doğması için bir etnik grubun diğerini sömürdüğü düşünülmelidir. Dolayısıyla ezen emperyalist de “medeniyetinin” “ilkelliğe” yenik düşmesi tehlikesine karşı “haklı” bir öfkeyle tepki verecektir - tıpkı devrim tehlikesine karşı üst sınıfların verdiği tepki gibi.

3. Cinai temizliğin tehlike bölgesine iki şekilde girilir: (a) epeyce eski iki etnik grubu temsil eden hareketler, aynı toprakların tamamında ya da bir kısmında kendi devletini kurmak ister ve (b) bu istekleri onlara göre hem gayet meşrudur hem de gerçekleşme şansı makul düzeydedir. Tehlikeli vak'aların hemen hepsinde iki etnik grup vardır; her ikisi de hayli güçlüdür ve rakip siyasi egemenlik iddiaları eski etnik fark hislerinin üstüne oturur - gerçi genellikle kadim nefretler denen şeyin üstüne oturmaz. Rakip siyasi egemenlik iddialarının kalıcılaşması yüzünden etnik farklar kötü yönde büyüyerek ciddi nefrete, tehlikeli düzeyde temizliğe yol açar. Toplumlarda karakteristik olarak dört ana iktidar kaynağı tanımlıyorum: ideolojik, ekonomik, askeri ve siyasi. Cinai etnik çatışma öncelikle siyasi güç ilişkileriyle ilgilidir, fakat gelişim sürecinde ideolojik, ekonomik ve son olarak askeri güç ilişkileri de devreye girer. Ben etnik temizliği esasen siyasi anlamda açıklıyorum.

4. İki alternatif senaryodan biri tükenince cinai temizlik eşiğine ulaşılır (4a). Gücü az olan taraf dışarıdan -genellikle komşu devletten, belki de etnik anayurdu olan devletten (Brubaker, 1996’da olduğu gibi)- yardım geleceğine inandığı için boyun eğmeyerek savaşma cüretini gösterir (aksi takdirde boyun eğme çatışmanın ölümcüllüğünü azaltır). Bu senaryoda her iki taraf da aynı topraklarda siyasi iddiada bulunmakta ve her ikisi de iddiasını gerçekleştirecek kaynaklara sahip olduğuna inanmaktadır. Örneğin Yugoslavya, Ruanda, Kaşmir ve Çeçen vakaları böyleydi. ABD’nin bugünkü teröre karşı savaşının hedefi bu tür bir dış desteği terörizm diye etiketleyip ortadan kaldırmaya yöneliktir (bkz. onyedinci bölüm). (4b) Kuvvetli taraf düşük bir fiziksel ya da ahlaki riskle kendi temizlenmiş devletini elde etmek için zor kullanacak kadar ezici bir askeri güce ve ideolojik meşruluğa sahip olduğuna inanır. Daha sonra değerlendirilecek olan Kuzey Amerikan, Avustralya ve Çerkez vakalarındaki koloni yerleşimcilerinde durum böyledir. Ermeni ve Yahudi vak'alarında ise bu iki senaryo birbirine karışmıştı; çünkü baskın Türk ve Alman tarafları zayıf Ermeni ve Yahudi taraflarının çok daha tehlikeli yabancılarla ittifakını önlemek için önceden saldırıya geçmeleri gerektiğine inanıyordu. Tüm bu korkunç sonuçlar iki taraf arasındaki etkileşimden doğmuştur. Böyle bir şiddetlenmeyi sırf suçluların eylemleri ve inançlarıyla açıklayamayız. Suçlu ve mağdur gruplar arasındaki -ve genellikle başka gruplarla aralarındaki- etkileşimleri incelememiz gereklidir. Zira iki etnik grubun söz konusu olduğu durumların bile çok azı cinai temizliğe yol açmıştır. Taraflardan birinin ya da ikisinin uzlaşma ya da yönlendirmeden ziyade savaşmaya karar vermesi gerekir ki bu alışılmadık bir tercihtir.

5. İhtilaflı topraklardaki egemen devlet genellikle savaşa yol açan istikrarsız bir jeopolitik çevrede hizipleşmiş ve radikalleşmişse, sınır aşılır ve cinai temizlik suçu işlenir. Böyle siyasi ve jeopolitik krizlerde radikaller ortaya çıkarak etnik düşman olarak algılananlara karşı daha sert müdahale çağrısı yapar. Aslında rakip gruplar arasında etnik çatışmanın çok eski olduğu yerlerde bu muamele genellikle ritüelleşmiş, döngüsel ve başa çıkılabilir durumdadır. Hakiki cinai temizlik ise aksine beklenmedik, ilk başta niyet edilmemiş bir durumdur ve savaş gibi alakasız krizlerden doğar. Tersine, yani devletlerin ve jeopolitikanın istikrarlı olduğu vak'alarda, çok ciddi etnik gerilimler ve şiddet bile döngüsel olur ve daha düşük şiddet düzeylerinde başa çıkılabilir - onaltıncı bölümdeki günümüz Hindistan’ında bu durumu görüyoruz. Ama siyasi kurumların istikrarsız ve savaştan zarar görmüş olduğu hallerde şiddet toplu katliama yol açabilir - Harff’m (2003) dünya çapında siyasi temizliklerle ilgili çalışması da bu savı destekler.

Siyasi istikrarsızlığın farklı biçimleri vardır. Bazı devletler bölünmüş ve hizipleşmişken (Ruanda’daki Hutu devleti gibi); diğerleri yeni tahkim olmuştur ve gerek muhalifleri gerekse hizipçiliği kararlılıkla bastırmıştır (Nazi devleti gibi). Bazı yeni devletlerin konsolide olması çok düzensiz olmuştur (yeni Bosna ve Hırvat devletlerinde olduğu gibi). Fakat bunlar -demokratik ya da otoriter- istikrarlı ve bütünlüklü devletler değildi. Keza başarısız olmuş devletler de değildi; siyasal bilimler araştırmacılarının gösterdiği üzere, iç savaş üretmeye en yatkın olanlar bu tip devletlerdir (yirmibirinci yüzyıl başındaki Kongo istisnadır). En kanlı safhadaki etnik temizlikler çoğunlukla devletler tarafından idare edilir ve bu da bir nebze devlet bütünlüğü ve kapasitesi gerektirir.

6. Cinai temizlik nadiren suçluların en baştaki niyetidir. Daha ilk baştan toplu katliam planları yapan şeytani zekâlar nadiren görülür. Hitler bile böyle değildir. Cinai temizlik tipik olarak C planı şeklinde, algılanan etnik tehdide yönelik ilk iki tepki başarısız olduktan sonra geliştirilir. A planı ya uzlaşma ya da doğrudan baskı çerçevesinde özenle planlanmış bir çözüm öngörür. A planı başarısız olunca daha radikal ve baskıcı bir uyarlaması olan B planı hazırlanır. B planı yükselen şiddet ve artan siyasi istikrarsızlık karşısında daha aceleye getirilmiştir. İkisi de başarısız olunca bazı plancılar daha da radikalleşir. Sonucu anlayabilmek için, şiddet artışını doğuran etkileşimler dizisinin amaçlanmamış sonuçlarını analiz etmemiz gereklidir. Bu ardışık planlar hem mantıksal hem de daha arızi şiddetlenmeler içerebilir. Suçlular daha ilk dönemden etnik dış gruptan kurtulma kararını ideolojik olarak vermiş olabilir ve yumuşak yöntemler başarısız olunca, neredeyse mantık gereği giderek daha radikal yollar kullanmış ve tüm engelleri kaldırmak için kesin bir kararlılıkla dozu artırmış gibi görünmektedirler. Hitler ve askerleri için bu durum geçerlidir: Yahudi sorununun Nihai Çözüm’ünde bir rastlantıdan ziyade, önüne çıkan engelleri amansızca aşan bir ideolojinin mantıksal sertleşmesi söz konusudur. Fakat Jön Türkler vakasında Ermeni sorununun nihai çözümü çok daha rastlantısal görünür, 1915’te onların gözünde aniden ümitsiz hale gelen durumlarından açığa çıkmıştır.

Maksatlılığın önemini bu şekilde azaltmak ahlaken rahatsız bir konum yaratıyor ve mağdurlar adına konuşanlarla sık sık ters düşmeme yol açıyor. Yahudi, Ermeni ve Tutsi soykırımı ile sömürgeleştirilmiş yerli halklardan bazılarının soykırımı kasıtlı olarak yürütülmüştür. Bu yönde kanıtlar çoktur. Fakat sağ kalan mağdurlarda ezenlerin önceden planlama yaptığını vurgulama eğilimi oluyor. Bu eğilim büyük ihtimalle en çok da acılarına bir anlam bulma ihtiyacından kaynaklanıyor. Böyle büyük acıları rastlantısal saymaktan daha kötü ne olabilir. Kral Lear’da Edgar acıları konusunda şöyle der: “Maskara veletlere sinek neyse, tanrılara biz oyuz.” Bunu insan toplumuna dair cazip bir teori olarak görüyorum; fakat mağdurların da böyle göreceğinden şüpheliyim. Aslında cinai temizliğin rastlantısal olduğunu öne sürmüyorum, ama suçlama merkezli teorilerin gösterdiğinden çok daha karmaşık ve koşullara bağlı olduğunu düşünüyorum. Eninde sonunda suç kasıtlı olarak işlenir; fakat kasıta giden yol genellikle dolambaçlıdır.

7. Üç ana düzeyde suçlu vardır: (a) parti-devletleri yöneten radikal elitler; (b) azılı paramiliterleri oluşturan militan çeteleri; (c) halkın çoğunluğunun değilse de belli bir halk kitlesinin desteğini sağlayan yandaş tabanı. Elitler, militanlar ve yandaş tabanları cinai temizliğin sürmesi için normalde gereklidir. Salt kötü liderleri ya da etnik grupların tüm üyelerini suçlayamayız. Yoksa liderlere hakikaten sihirli manipülasyon güçleri bahşetmiş ya da bütün olarak halklara hakikaten dikkate değer bir dargörüşlülük atfetmiş oluruz. Her iki varsayım da sosyologların insan toplumlarının doğasına ilişkin tüm bilgilerine ters düşer. Ele aldığım tüm vak'alardaki elitler, militanlar ve yandaş tabanları çok karmaşık şekillerde ilişkilenmekte, (tıpkı diğer toplumsal hareketler gibi) alelade iktidar ilişkileri yaratan toplumsal hareketler oluşturmaktadır. İktidar üç farklı şekilde kendini gösterir: elitlerce yukarıdan aşağı, halkın baskısıyla aşağıdan yukarı ve paramiliterlerce zor yoluyla yana doğru. Bu baskılar etkileşir ve her toplumsal harekette bulunan alelade ilişkiler üretir - özellikle de hiyerarşi, yoldaşlık ve kariyer ilişkileri. Birazdan göreceğimiz üzere, suçluların güdüleri üzerinde bunun büyük etkisi vardır.

Yandaş tabanı nosyonu, cinai temizliğin çeşitli milliyetçilik, devletçilik, şiddet bileşimlerini tercih eden çevrelerde daha fazla yankı bulduğunu gösterir. Ana yandaş tabanları etnik mülteciler ve tehdit altındaki sınır bölgelerinde yaşayanlardır; geçimlerini ve değerlerini sürdürmek için devlete daha bağımlıdırlar; ekonominin sınıf çatışması yaratan (etno-milliyetçi çatışma modelleri yerine sınıfsallığın öne çıktığı) ana sektörlerinin dışında yaşar ve çalışırlar; toplumsal problemleri çözme ya da kişisel yükseliş yolu olarak fiziksel şiddete yakındırlar -mesela askerler, polisler, suçlular, holiganlar ve sporcular; maçoluk ideolojisinin cazibesine kapılanlar - dünyaya kendilerini kabul ettirmek isteyen ve çoğu durumda önceki bir şiddet evresindeki gençler arasından çıkan yaşlı erkekler tarafından yönlendirilen genç erkekler ağırlıktadır. Demek ki temizlik hareketlerindeki ana katmanlaşma eksenleri bölge, ekonomik sektör, toplumsal cinsiyet ve yaştır Radikal etno-milliyetçi hareketler genelde normal bir sınıfsal yapıya sahiptir: üst ve orta sınıflardan gelen liderler, daha aşağıdan gelen taban - çoğu durumda da gerçekten pis işleri işçi sınıfı yapar. Tüm bu grupların güdülerini, kariyerlerini ve etkileşimlerini değerlendireceğim.

8. Son olarak, sıradan insanlar normal toplumsal yapılar tarafından cinai etnik temizliğin failleri haline getirilir ve çok daha alelade güdülerle hareket ederler. Etnik temizliği anlayabilmek için, rahatsız ya da psikotik insanlar olan suçlularla ilgili özel bir psikolojiden ziyade, bir iktidar sosyolojisine ihtiyacımız var. Psikolog Charny (1986: 144) şu gözlemi yapar: “Kitlesel katliamların sorumluları büyük ölçüde sıradan insanlardır - ruh sağlığıyla ilgili mesleklerin şu anda kabul edilen tanımlarına göre normal kişilerdir.”

Benzer durumlarda kaldığımızda ya da benzer toplumsal yandaş tabanlarına yerleştirildiğimizde siz ya da ben de cinai etnik temizlik suçu işleyebiliriz. Hiçbir etnik grup ya da millet bundan muaf değil. Pek çok Amerikalı ve Avustralyalı geçmişte cinai temizlik suçu işlemiştir; bazı Yahudiler ve Ermeniler - yirminci yüzyılın en mağdur edilmiş halkları- son dönemde Filistinliler ve Azerilere karşı kıyım suçu işlemiştir (bu mağdur grupların bazıları da aynı suçu işlemektedir). Erdemli halklar yoktur. Dinler tüm insanlardaki ilk günahın, insanın kötülük etme kapasitesinin altını çizme eğilimindedir. Nitekim, hemen hepimiz yanlış koşullara ve yandaş tabanlara yerleştirildiğimizde böyle bir kötülük yapabiliriz - hattâ bundan keyif alabiliriz. Fakat ilk günah açıklaması bu durumu izaha yetmez; çünkü kötülük yapma kapasitemiz ancak bu kitapta bahsedilen koşullarda gerçekleşmektedir. Etnik temizlikte koşullar ilkel ya da kadim değil moderndir. Modernlikte özellikle bu kötülüğü kitlesel ölçekte serbest bırakan bir şey vardır.

Toplumların karmaşıklığı ve eşsizliği yüzünden, tezlerim bilimsel yasalar olamaz. Hattâ tüm vak'a çalışmalarıma tam olarak uymuyorlar. Örneğin Nazi soykırımı 3. teze tam olarak uymaz; çünkü Yahudiler Almanya’nın herhangi bir yerinde egemenlik iddiasında değildi. Yedinci bölümde 3. tezin değiştirilmiş, dolaylı bir versiyonunu sunuyorum. Bu versiyona göre Yahudiler Alman etno-milliyetçilerine başka grupların (özellikle mahut Yahudi-Bolşeviklerin) siyasi egemenlik iddialarında suç ortağı olarak görünüyorlardı. Her vak'ada tezlerimin ne ölçüde geçerli olduğunu sorguluyor, zorunlu fark ve değişikliklere dikkat çekiyorum. İkinci ve üçüncü bölümlerde antik dönemden modern döneme kadar temizliğin kısa bir tarihini veriyor, etnik temizliğin ilk başta ne kadar nadir olduğunu fakat sonra Avrupalıların dünyasında nasıl salgın gibi yayıldığını gösteriyorum. Gerçi etnik temizlik ilk başta sınıf çatışmasına tabi ılımlı yollardan yayılıyordu. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında toplu katliamlar alışıldık değilse de her yerde karşımıza çıkmaktadır. Fakat ilk yüzyıllarda bir halkı ortadan kaldırmak (“temizlemek”) için cinayet işlenmesi nadir bir durumdu. Önce selamet dinlerinin, sonra halk egemenliğinin yükselişiyle beraber işler tehlikeli bir hal aldı. Bu yüzden kitabın ampirik çekirdeği modern cinai temizlik patlamalarının en kötülerine dair bir dizi incelemeden oluşuyor. Tüm vak'alarda tehlike bölgelerinin en genel sebeplerinden başlıyor, bardağı taşırıp fiili cinai temizlik süreçlerini ve suçlularını yaratan olaylara kadar gidiyorum.

Analizimde aynı zamanda iki yöntemsel güçlükle yüzleşmek zorunda kaldım. Neyse ki cinai temizlikler nadir görülüyor. Peki bu kadar az vak'adan genelliklere nasıl ulaşabiliriz? Sebepler her vak'ada eşsiz değil midir? Bir ölçüde eşsizdir. Naziler ve Yahudilerden nefretleri eşsizdi. Aynı ülkede iç içe yaşayan, kendi merkezi topraklarına çekilemeyen Tutsiler ile Hutularm Ruanda’daki durumu da böyleydi. Ele aldığım tüm vak'aların saygı göstermem gereken kendine özgü yönleri var. İkincisi, sadece bu vakaları ele almak, ancak olayların tırmanması sonucu toplu katliamlar doğuran vak'aları kapsayabileceğim, etnik gerilimlerin sönümlendiği çok daha fazla vakayı ihmal edeceğim anlamına geliyor. Bu yüzden onaltıncı bölümde çeşitli etnik düşmanlıkların niçin farklı ölçülerde şiddete yol açtığını görebilmek için günümüz Hindistan’ına ve Endonezya’sına bakıyorum. Son olarak onyedinci bölümde tezlerimi gözden geçiriyor ve günümüz dünyasındaki gidişatı inceliyorum.

1. Belanica hakkındaki çarpıcı bilgiyi, 25 Nisan 1999’da Los Angeles Times’ta haberi yayımlanan John Daniszewski sayesinde biz de biliyoruz.

Michael Mann, Demokrasinin Karanlık Yüzü Etnik Temizliği Açıklamak, İthaki Yayınları, 2012


Koyulaştırmalar ve görseller bana aittir. DK
Etnisite, Ulus, Etnik Temizlik

Etnisite, Ulus, Etnik Temizlik

Michael Mann

http://www.vanderbilt.edu/strategicplan/undergraduate-residential-education/universitycourses-2017/race_place_power.php
Etnik yapı nesnel değildir. Etnik gruplar normal olarak ortak kültürü ve ortak soyu paylaşan gruplar olarak tanımlanır. Ama kültür muğlak bir şeydir ve soy genellikle kurmacadır. Ortak kültür din ya da dilin paylaşılması gibi görece kesin bir niteliğe işaret edebilir. Ama sadece bir yaşam tarzının paylaşılması anlamına da gelebilir ki bu yaşam tarzı kesin olarak tanımlanamaz. Kabile ya da soydan (bunlara mikro-etnik diyeceğim) büyük her grup için kan bağı efsaneden ibarettir. Gelecekte DNA analizleri kullanılarak görece hareketsiz nüfusların somut bir ortak geçmişe sahip olduğu ortaya çıkarılabilir, ama etnik ortaklık iddiasındaki büyük gruplardan çoğunda ters yönde sonuçlara ulaşılacaktır.
Kendilerini Sırp, Alman ya da İskoç olarak tanımlayan halklar gerçekte hareket halinde olan ve komşularıyla evlilik ilişkileri kuran çok sayıda küçük soy gruplarından oluşur. Büyük grupların ortaklık iddiaları aslında sayısız soy grubunun toplamına dayanır. Bu kitapta, biyoloji ya da akrabalık dışındaki sosyal ilişkilerle oluşturulmuş makro-etnisiteler tartışmaya açılıyor. Burada ele alınan etnik çatışmaların hiçbiri doğal ya da ilk çağdan kalma değildir. Hem bu etnik yapılar hem de çatışmalar toplumsal olarak yaratılmıştır.

Bu çatışmalar farklı farklı şekillerde yaratılır. Ortak dil Almanları birleştirmekte önemli, ama Sırpları birleştirmekte önemsizdir (Hırvatlar ve Boşnaklarla aynı dili paylaşırlar). Din Sırplar için önemlidir (Ortodoks Hıristiyan olmaları onları Hırvatlardan, Boşnaklardan ve Arnavutlardan ayırır) ama Almanlar için önemsizdir (kimisi Katolik kimisi Protestandır). Medeniyet ve ırk teorileri Avrupalılara ortak bir medenilik hissi vermiş, ayrıca sömürgelerdeki tebaanın aksine beyaz olma duygusu kazandırmıştır. Ekonomik tahakküm ya da bağımlılık kimlik oluşturabilir, askeri güç de öyle. Emperyal fatihler çoğu zaman tek bir halk ya da kabileye ait gruplara belli roller atfederek makro-etnisiteler yaratmışlardır. Son olarak belirtmek gerek: Bağımsız bir devlet ya da eyalet olarak ortak bir siyasi tarih her zaman önemlidir - örneğin İngilizlerden dinsel ya da dilsel olarak ayrılmayan, ama ayrı bir siyasi tarihi olan İskoçlar. Bu çeşitlilik karşısında etnisiteleri öznel olarak, kendilerinin ve/veya komşularının kullandığı terimler çerçevesinde tanımlamak daha emniyetlidir.

Etnik grup, kendisini tanımlarken ortak soy ve kültürü paylaştığını iddia eden ya da başkalarınca böyle tanımlanan bir gruptur. Etnik temizlik de böyle bir grubun üyelerinin, kendilerine ait olarak tanımladıkları bir mahalden başka bir grubu çıkarmasıdır. Ulus, aynı zamanda siyasi bilinci olan, belli bir toprak parçasında ortak siyasi hakları olduğunu iddia eden yine böyle bir gruptur. Bu grubun kendi bağımsız devletini kurduğu yerde ulus-devlet ortaya çıkar. Her özbilinçli ulus, ulus-devlete sahip değildir ya da ulus-devlet kurmayı arzulamaz. Bazıları daha geniş bir çok-etnili devlette yerel özerklik ya da değişmez haklar talep eder.

Etnik gruplar birbirine çok farklı şekillerde muamele eder, bu muamelelerin çoğu da kansızdır. Küresel haber medyasının kaydettiği ilerleme sebebiyle az sayıdaki toplu katliam zihinlerimize kazınmış bulunuyor. Ama çok şükür ki toplu katliamlar aslında nadirdir. Afrika kıtası Batı medyasında sadece çok kötü haberlerle malzeme olmaktadır. Ama Afrika’daki vakaların çok azı cinai etnik temizlik içerir - bu kıtada bütün devletler çok-etnilidir. Fearon ve Laitin (1996), Afrika’daki çok-etnili bölgelerin yüzde birinden azında ciddi etnik şiddet yaşandığını tahmin etmektedir. Tablo 1.1 etnik ilişkilerde şiddet ve temizlik derecelerini gösteriyor. Bu tablo cinai etnik temizlik ile kansız etnik temizliği birbirinden ayırmamızı, ayrıca etnik temizlik amacı taşımayan kitlesel şiddet ve öldürme vakalarını ayırt etmemizi sağlıyor. Sadece sivillerin şiddet yoluyla temizlenmesini içeren bu tabloda savaş kurallarının genel olarak meşru kıldığı toplu katliamlar hesaba katılmıyor.

Tablo 1. 1 Gruplararası İlişkilerde Şiddet ve Temizlik Tipleri

                                     Temizlik Tipleri

Şiddet Tipleri


Yok

Kısmi

Toptan
1. Yok




2. Kurumsal zor kullanımı
1. Çokkültürcülük/Hoşgörü
2. Oydaşmacılık/Konfedaralizm



Ayrımcılık
Kimliklerin kısmi terki, örn: resmi dilin gönüllü olarak benimsenmesiyle


1.Resmi dil kısıtlamaları
2. Segregasyon*
Gönüllü asimilasyon




Kültürel bastırma

3. Kolluk Kontrolünde baskı
Seçmeci kolluk kontrolünde baskı
1. Dış grubun dilinin ve kültürünün kolluk kontrolünde kısmen bastırılması
2. Dış grubun kolluk kontrolünde yerleştirilmesi/yerinin değiştirilmesi
Koyu Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk

4. Şiddet içeren baskı
Genelleşmiş kolluk kontrolünde baskı
Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk
1.Şiddet içerikli tehcir ve göç ettirme
2.Biyolojik kısırlaştırma, zorla evlendirme, bazı tecavüz biçimleri
5. Planlanmamış kitlesel ölümler


6. Planlanmış toplu katliamlar
Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk
Acımasız savaş, iç savaş, devrimci projeler

1. Zor yoluyla ihtida
2. Siyasikırım
3. Sınıfkırım  
Etnikkırım



Soykırım
Not: Koyu tonlu yerler bu kitapta tartışılan cinai temizlik bölgesinin merkezini gösterir. Açık tonlu yerler temizliğin yer yer yaşanabileceği sınır bölgesini gösterir.


[*]Tablo 1.1’in iki boyutu var: Bir grup belli bir bölgeden ne ölçüde çıkarılmış (temizlenmiş) ve bu amaçla ne ölçüde şiddet kullanılmıştır? Etnik gruplar kültürel olarak tanımlandığından, kişiler fiziken dışarı atılmasa bile kültürleri kaybolunca çıkarılmış olacaklarını unutmamak gerek. İnsanlar kültürel kimliklerini değiştirebilirler. Ama etnik temizlik teriminin normaldeki algılanışını es geçerek salt kültürel imha vakalarını da eklemeyeceğim, onun yerine bu tür vakaları kastettiğim yerlerde temizlik kelimesini tırnak içine alacağım - bu tabloda da öyle yaptım. Ama temizlik ve “temizlik”in alabileceği çeşitli biçimleri birbirinden ayırmak önemlidir.

Tablo 1.1’deki terimler bu kitabın tamamında kullanılacaktır. Tablonun birinci satırı önemli ölçüde şiddet içermeyen politikalarla başlıyor. 1. satır 1. sütun etnik farklara karşı ideal tavrı, yani eşit muameleyi ve tüm etnik gruplara saygı göstermeyi -çokkültürlülüğü- içeriyor. Bazı çokkültürlü devletler etnisiteyi tümden görmezden geliyor, herkese etnik kökenlerinden bağımsız olarak aynı muameleyi yapıyor. Bu devletlerin anayasalarında etnik grupların haklarından bahsedilmiyor, ayrıca siyasi partiler ve toplumsal hareketler (kültürel olanlar hariç) etnik kökenler etrafında örgütlenmiyor. Pek çok etnik kökenden göç alan ABD ya da Avustralya gibi ülkelerin ortak ideali budur. Bu göçmen gruplar kendi devletlerini isteyemeyecekleri için mevcut devlete bir tehdit oluşturmuyorlar ve anayasa onların etnik kökenlerini rahatça görmezden gelebiliyor. Bu yüzden ABD ve Avustralya’daki pek çok kişi çokkültürlü bir kültürel ortam ve etnik kökenlere karşı kör bir siyaset istiyorlar. Böylece siyasi ortamları etnik kökenlerden ziyade sınıfa, dine, toplumsal cinsiyete vs. dayanabilecek.

Etnik grupların ayrı toprak parçalarında çoğunluk oluşturduğu ya da kendi devletlerini veya bölgesel özerkliklerini istedikleri, daha fazla tehlike potansiyeli taşıyan durumlarda işler değişiyor. Çokkültürlülük idealleri siyasi arenada etnik kökenler karşısında kör kalmakta güçlük çekiyor. Etnisiteyi görmezden gelmek yerine farklı etnik kökenler için toplu güvenceler yoluyla etnisiteyi açıkça anayasaya ekliyorlar. Bu ekleme konfederatif (günümüz Nijerya’sında olduğu gibi, etnik grupların bir ölçüde bölgesel kontrolü oluyor) ya da oydaşmacı (Belçika’da olduğu gibi, merkezde iktidarı paylaşmaları güvenceye alınabiliyor) yöntemlerle yapılabiliyor. Bu türden güvencelerin amacı tüm büyük grupları devlete bağlamak. Burada sınıf, bölge, toplumsal cinsiyetin vs. yanı sıra etnik kökenleri de dikkate alan bir siyaset var, ama ümit verici bir şekilde etnik uzlaşma siyaseti söz konusu olabiliyor. Pozitif ayrımcılık programları bunun dış gruplara bireysel düzeyde koruma güvencesi sağlayan çok ılımlı, liberal versiyonlarıdır. Hoşgörü çokkültürlülük gerçeğini tanımanın daha zayıf ve yaygın versiyonu. Dış gruba düşmanlık beslediğimiz ama bu duygumuzu bastırmak için çok çaba harcadığımız anlamına geliyor. Ne yazık ki bu ilk politikalar çoğunlukla ideal, gerçek dünyanın dışında yönetim şekilleridir. Etnik ilişkilerin çoğu bu kadar hoşgörü içermez.

Birinci satırın sonraki iki sütunu etnik grupların şiddet olmadan zayıfladığı ya da yok olduğu, rıza yoluyla temizlendiği vakaları içeriyor. Batı Avrupa’nın etnik homojenleşmesinin sonraki evresi böyledir. Fransa ya da İngiltere'de on-dokuzuncu yüzyıl ortasına gelindiğinde, bu devletlerin azınlık dillerini ortadan kaldırmak için pek zor kullanması gerekmemişti. Azınlıklar kendi bölgesel dillerinin -örneğin Brötonca ya da Galce- geriliğini ve çocuklarını modern toplumda başarıdan yoksun bıraktığını kabul etmişti. Benzer şekilde ABD ya da Avustralya’ya göç eden pek çok kişi de İngilizceyi gönüllü olarak benimser, çocuklarına kendi dilini öğretmez ve diğer pek çok etnik kültürel pratiğini de terk eder. Onların soyundan gelenler ancak duygusal bir Almanlık, Slovaklık ya da Gallilik hissini muhafaza edebilirler. Demek ki gönüllü asimilasyon baskın grubun düşmanca eylemleri yoluyla değil pozitif teşviklerle temizlenmiş bir toplum üretir. ABD ya da Avustralya’daki beyaz göçmen grupları, ikbal ve statü peşinde koşarken, toplumsal olarak uyum sağlamaya çalışırken önceki etnik kimliklerini kaybederek Amerikalılar ya da Avustralyalılar haline geldiler. Bu epeyce zararsız ve marjinal bir temizlik şeklidir. Sadece geleneksel kültürlerin korunmasına değer verenler bu temizliğin matemini tutar. Nitekim temizlik sözcüğü (tırnak içine alınsa bile) buraya uygun düşmeyecektir.

İkinci satır şiddetin ilk tırmanışını, kurumsal zor kullanımına dönüşmesini içerir. Ayrımcılık büyük ihtimalle en yaygın politikadır. Dış grubun haklarını sınırlar, ama üyelerinin etnik kimliğini korumasına izin verir. Ayrımcılık tipik olarak seçmeci istihdam, konut bölgelerini kredi verilmeyecek bölgeler olarak işaretlemek, negatif kültürel klişeler yaratmak, kişilerarası davranışlarda hakarette bulunmak ve polis tacizini içerir. Pek çok ülke bazı azınlıklara ayrımcılık yapar. Köleliğin kalkmasından yüz elli, medeni haklar hareketinden elli yıl sonra Afrikalı Amerikalılar hâlâ ayrımcılıkla karşılaşmaktadır. Örneğin ABD’de “siyahken araba kullanmak” diye alayla karışık hakaret niteliğinde bir deyiş vardır, zira polis “çok iyi” bir araba süren siyah adamı durdurur. Bu türden tüm ayrımcılıklar elbette üzücüdür, ama bu tablonun geri kalanındaki muamelelerin yanında hafif kalır.

http://aconsumingfire.com/?p=60
Ciddi ayrımcılıkta eğitim alma, oy kullanma, kamu görevinde bulunma ya da mülkiyet edinme hakları kısıtlanabilir. Ayrıca baskın grup resmi eğitim dili ve kamusal dil olarak kendi dilini kullanmaları için dış grupları zorlayabilir. Segregasyon (tecrit içeren toplumsal ayrımcılık-yhn) coğrafi bakımdan kısmi temizliktir: dış grup apartheid ya da kölelik koşullarında gettolaştırılır. Segregasyon toptan temizliğin ılımlı biçimlerinden çok daha baskıcı olabilir. Neticede pek çok köle kendisini ezenden kaçmak ister (bu da daha temizlenmiş bir toplum yaratır), ama kaçması zor kullanılarak önlenir. Burada etnik ve sınıfsal siyasetler yan yana devam eder. Apartheid dönemindeki Güney Afrika beyaz topluluk içinde neredeyse normal bir sınıf siyasetine sahipti ve bu politikanın bazı izleri Afrikalı ve melez topluluklara da yayılmıştı, ama bir bütün olarak siyasete ırk ayrımı hakimdi.

Sonraki sütundaki “Kültürel Bastırma” sadece kurumsal zor kullanma yoluyla toptan temizliği içerir. Kamu kurumlan dış grubun kültürünü bastırır ve böylece dış grubun kimliği baskın grubun kimliğine zorla asimile edilir. Dış grubun dili okullarda ve devlet dairelerinde yasaklanabilir, ibadeti engellenebilir, ayırt edilebilir soyisimleri yasayla değiştirilir. Bu bastırmada zor kullanılsa da, genellikle yasal bir zor söz konusudur ve bu politikaya yer yer direnenlerin başını ezmek gerekmedikçe pek fiziksel kuvvet kullanılmaz (alttaki satırın kapsamında kuvvet kullanılır). Bu tip bir bastırma, hele başarılı olmuşsa, etnik temizlikten bile sayılmayabilir. Üzerinden biraz zaman geçtikten sonra, iki grup da yaşananları temizlik olarak hatırlamayabilir - örneğin Gal halkının büyük ölçüde İngilizlerin tanımladığı bir Britanyalı kimliğine asimilasyonu böyle olmuştur. Gal halkı kaybettiği daha büyük kültürel niteliklerden ziyade, koruduklarına inandıkları Gallilikle övünürler genelde. Provanslıların ve Akitanyalıların Fransız kimliğine neredeyse tümden asimilasyonu da başka bir örnektir. Dış grubun üyelerinden pek çoğu bu kötü muameleye tıpkı çok sayıda Mandalının yaptığı gibi dış göçle tepki verebilir. Bu aynı zamanda kısmen zor kullanılarak, kısmen rızayla gerçekleşen bir temizlik biçimidir.

Fiziki şiddet seçmeci kolluk kontrolünde baskının bulunduğu 3. satır’da başlar. “Seçmeci”nin anlamı muhaliflerin hedef alınması, özellikle de 2. satır’daki politikaları protesto edenlerin baskı görmesidir. “Kolluk kontrolü” ise baskının düzenli olarak, rutinleşmiş meşru araçlar yoluyla yasaları uygulayarak gerçekleşmesi anlamına gelir - gerçi sınırlı düzeyde fiziksel şiddet kullanımı da tipik özellikler arasındadır. Birinci sütun özellikle protestoculara yönelik baskıyı barındırırken, İkincisinde dış grubun kimliğinin bir kısmı bastırılmaya çalışılmaktadır. Ayrıca ikinci sütun, baskın gruptan yerleşimcilerin getirilmesini, yerli dış grup üyelerinin yerinden yurdundan edilmesini, ama toplumdan tamamen dışlanmamasını da içermektedir. Onyedinci yüzyıldan itibaren Ulster bölgesinde binlerce Katolik Mandalı çiftçinin zorla başka yere gönderilmesi ve onların yerine İskoç Protestanların yerleştirilmesi iyi bir örnektir. Üçüncü sütun bizi kolluk kontrolünde toptan kültürel bastırma, nüfus mübadeleleri ve kolluk kontrolünde tehcirler ve dış göçler alanına götürür. Bu devlet eliyle geniş temizlik yelpazesinde zor kullanma vardır, ama genellikle fazla şiddet içermez. Şu ana kadar tartışılan politikalar sadece hukukun üstünlüğünü koruduğuna inanan nispeten istikrarlı bir devlete işaret eder.

4. satırda artık ciddi fiziksel şiddet vardır. Birinci sütunda bu şiddet rutin ve düzenli kalmaya devam eder. Genel kolluk kontrolünde baskı protestocuları, isyancıları, asileri ya da teröristleri barındıran gruplara yöneliktir; grubun büyük bir kısmını boyun eğmeye zorlamak amacıyla zalimce resmi cezalandırmaya başvurulur. Bu rutinleşirse devletler uzmanlaşmış paramiliterler istihdam ederler ve bu paramiliterler dış gruplar arasında hayli kötü bir ün edinir - Kazaklar ya da Kraliyet İrlanda Yedek Kuvvetleri gibi. Sonraki iki sütun daha kontrolsüz şiddeti barındırır. Olayların kızışması sonucunda şiddet yoluyla kısmi temizliğe geçilmesi pek çok Avrupa sömürgesinde görüldüğü üzere yerleşim/yerinden etme içerdiği gibi pogromlar, mahalli ayaklanmalar, çeşitli kısa ömürlü şiddet, isyan ve yağma biçimleri, ayrıca karışık gerekçelerle yer yer cinayet ve tecavüz içermektedir: Devlet yetkilileri siyasi gerilimlerin suçunu dış gruplara atmaya çalışır; yerliler yağma, şiddet ve tecavüze başvurur; etnik temizliğin failleri dehşet salarak insanları kaçırmaya çalışır. Bilhassa katliamlar çoğu durumda dış göçe yol açar. Bilinen mağdurlar Yahudiler, Ermeniler ve Çinlilerdir. Olayların daha da kızışması şiddet içerikli tehcir ve dış göçü gündeme getirir, dış grubun kaçmasına yetecek kadar şiddet yaşanır - son yıllarda Yugoslavya’da yaşandığı gibi. Daha ırksal bir temizlik ayrı biyolojik politikalar da içerebilir. Burada evliliği kısıtlayarak ya da cinsel politikalarla üreme önlenir, hattâ işler kızışırsa zorla kısırlaştırmaya ya da kadının dış grup kimliği taşıyan çocuk doğurmasını önlemek için tecavüze başvurulabilir. Biyolojik temizlik bariz sebeplerle kadınlara odaklanır: Annelik kesindir, babalık ise varsayılır.

5. satır’da baskın grubun politikalarının niyet edilmemiş sonucu olan kitlesel ölümün vahşeti içerilmektedir. Birinci sütun politika hatalarını içerir. Çoğu durumda, etnik gruplar uyum sağlayamadıkları çalışma koşullarına mahkûm edilirler ya da devrimciler budalaca politikalarla büyük toplumsal dönüşümler sağlamaya çalışırlar - örneğin Çin’deki Büyük İleri Atılım sırasında istemeden milyonlarca insan öldürülmüştür. Sonuçta politikanın hatalı olduğu anlaşılınca vazgeçilir ve dış grup tamamen yeryüzünden silinmez. Burada suçluları aklamak istemiyorum; çünkü ölü sayısı inanılmaz boyutlarda olabilir. Pek çok büyük hata bir sonraki kategorinin, acımasız politikaların sınırına gelip dayanır. Bu politikalar doğrudan dış grubu öldürmeye yönelik değildir, ama baskın grubun onlar hakkında öyle olumsuz görüşleri vardır ki işlerin gelişimi dış grubun ölümüne yol açsa bile aldırmazlar. Büyük Sıçrama liderliği için bu pek doğru sayılmaz, ama felaket karşısında tepki vermedeki yavaşlığı, mağdurların yaşamı konusunda görece aldırışsız olduğunu gösteriyor. Savaşlar ve iç savaşlar sertlik kategorisinin büyük bir kısmını kaplar, özellikle de ülkenin tahrip edilmesi ya da şehirlerin bombalanmasıyla sivil nüfuslar felakete sürüklenebilmektedir. Buradaki sınır vaka, İspanyolların Karayip adalarını ilk kez sömürgeleştirmesidir. Sömürgeciler yerliler üzerindeki toplu etkilerinin farkına varana kadar yerlilerin neredeyse tamamı ölmüştü, ki bu da tam anlamıyla etnikkırım anlamına gelir.

Etnikkırım bir grubun ve kültürünün istemeden yok edilmesi demektir. Burada genellikle son derece aldırışsız bir tavır söz konusudur, hattâ baskın grup dış grubun yok oluşunu hoş karşılayabilir. Koloni yerleşimcileri ile yerli halklar arasındaki pek çok korkunç karşılaşmanın ana özelliği etnik grup katlidir. Ölümlerin çoğu baskın gruptan dış gruba geçen hastalıklardan kaynaklanmış, rezervasyonlarda yaşayıp korkunç çalışma koşullarına mahkûm olmak da durumu kötüleştirmiştir - bunların amacı öldürmek değildi, ama yerlileri ölüm sınırına getiriyordu. Dördüncü bölümde bu konuya daha ayrıntılı bakacağız.

Son olarak 6. satır sivillerin önceden planlanarak kitlesel olarak öldürülmesini içerir. İbretlik baskı, tarihteki imparatorlukların nispeten kanlı fetih politikalarım kapsıyor - örneğin başka şehirleri itaate zorlamak için koca bir şehir kılıçtan geçirilebiliyordu. Son zamanlardaki askeri mücadelelerde Dresden, Tokyo ve Hiroşima gibi şehirlerin asker sivil ayrımı gözetmeden bombalandığını görüyoruz. Romalılar zaman zaman isyancı halkın onda birini öldürüyorlardı. 1940’lardaki Balkanlarda Alman ordusu gerillaların öldürdüğü her Alman askerine karşılık elli yerli sivili kurşuna diziyordu. İsyancılar ve teröristler genellikle küçük çaplı kanlı olaylar gerçekleştirebilir, gerçi 11 Eylül epeyce büyüktür. Günümüzde tüm ibretlik baskılar teorik bakımdan uluslararası hukuka göre savaş suçu ve insanlığa karşı işlenmiş suç sayılabilmektedir - fakat savaşı kazanan tarafın suçlandığı pek görülmez. İç savaşlarda katledilen sivillerin sayısı genellikle ülkelerarası savaşlardakinden daha fazladır. .

Ondan sonra kısmi temizlik amacıyla işlenen toplu katliamlar geliyor. Zorunlu ihtida çok net bir tercih sunar: “ya ihtida et ya öl.”** Hırvat Katolik Ustaşa kuvvetlerinin İkinci Dünya Savaşı’nda Sırplara söylediği buydu. Kıyım zamanlarında Yahudilere de sık sık bu seçenek sunulmuştu. Dış grubun bazı üyeleri direndikleri için ya da suçlular seçeneklerin gerçekliğini göstermek istediği için öldürülürler. Ama çoğunluğu yaşar, kısmen temizlenir - dinlerini kaybederler ama kültürlerini tamamen kaybetmezler. Yeni bir terim olan siyasikırım genel olarak mağdur edilen ve korkulan grubun tüm liderlerini ya da potansiyel liderlerini öldürme niyetini gösterir (tanımlayan: Harff & Gurr, 1988: 360). Bunun ibretlik baskıyla örtüşmesi mümkündür, ama siyasikırımda temizlik niyeti daha fazladır. Liderleri ve entelektüelleri yok etmenin amacı dış grubun kültürel kimliğini zayıflatmakken, örneğin ibretlik baskıyla bir şehir ürkütülüp itaate zorlansa da kimliğini koruyabilir. Naziler tüm okumuş Polonyalıları öldürerek Polonya kültürel kimliğini yok etmek istemişlerdi. Tıpkı Naziler gibi Burundi Tutsileri de tüm okumuş Hutuları öldürerek Hutu kültürel kimliğini yok etmeye çalışmışlardı.

Tüm bir toplumsal sınıfın kitlesel olarak öldürülmeye çalışılmasını ifade etmek için ben de sınıfkırım terimini ortaya koyuyorum. Zor yoluyla ihtida ya da siyasikırımdan daha kanlı olabildiği için tabloda yannına soykırıma yönelen bir ok koydum, ama tam olarak soykırım kategorisine de almadım. En büyük sınıfkırım suçlusu Kızıl Khmerlerdir; Stalinistler ve Maocular da daha kısa vadeli kırımların failleri olmuşlardır. Mağdur sınıfların iflah olmaz düşmanlar olduğu düşünülmüştü. Sınıfkırım solculara özgü görünmektedir; çünkü ancak onlar karşıt (“sömürücü”) sınıflar olmadan var olabileceklerine inanmışlardı. Kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin sağcı rejimleri kendileri için çalışacak işçilere ve köylülere ihtiyaçları olduğunu hiç unutmazlar. Bu yüzden Endonezya ordusunun ve İslamcı paramiliterlerin 1965-6’da en az 500.000 Endonezyalı komünist sempatizanını toplu olarak katletmesi çok büyük oranda yoksul köylülerin ölümüyle sonuçlanmışsa da, sınıf düşmanından ziyade siyasi düşmana yönelikti - işçileri ya da köylüleri değil, komünistleri öldürüyorlardı. Bunu sınıfkırım olarak değil, siyasikırım olarak adlandırabiliriz. Kızıl Khmerlerinki gibi komünist rejimlerde ve Stalin ile Mao dönemlerinde sınıfkırımı hatalarla ve aldırışsızlıkla iç içe geçmişti. Her üç tip de savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamında görülebilir.

Son olarak 1944’te Polonyalı avukat Raphael Lemkin’in koyduğu adla soykırıma geliyoruz. Birleşmiş Milletler Lemkin’in tanımını düzenleyerek soykırımın etnik, ulusal ya da dini bir grubu yok etmeye yönelik bir suç olduğunu, bu haliyle imhayı hedeflediğini belirtmiştir. Bu tanım hem çok fazla şey hem de çok az şey içerdiği için zaman zaman eleştirilir. “Kısmi” imhanın da soykırım sayıldığı eklenmiştir. Kısmi soykırım ancak coğrafi bakımdan bir anlam taşır. 1851’de California’daki yerleşimciler, Owens Vadisi’nden tüm Kızılderilileri silme girişiminde bulunduğunda yerellik anlamında kısmi soykırım gerçekleştirmişti. Bosnalı Sırp komutanların 1994’te Serebrenica’daki tüm erkekleri ve oğlan çocuklarını öldürme kararı da kısmi soykırım sayılabilir; çünkü yöredeki kadınlar tek başlarına sürdürülebilir bir topluluk halinde ayakta kalamazdı. Fakat cinayetler, yakındaki Prijedor temizliğinde olduğu gibi, şiddet içerikli tehcirle karıştığında, artık yerel soykırım olarak adlandırılamaz gibi görünüyor. Öte yandan soykırım salt etnik grupların ötesine de geçebilir (Andreopoulos, 1994:1. Kısım). Soykırım kasıtlıdır, tüm bir grubu sadece fiziksel olarak değil kültürel olarak da (kiliselerini, kütüphanelerini, müzelerini, sokak isimlerini yok ederek) imha etme amacını taşır. Fakat sadece kültürel temizlik olduğunda buna soykırım değil sadece kültürel baskı adını veriyorum. Soykırım tipik olarak çoğunluk tarafından azınlığa uygulanır, siyasikırım ise tam tersidir.

Bu kitap tablonun en kötü, en koyu tondaki alanına odaklanıyor. Bu alanı toptan cinai etnik temizlik olarak adlandırıyorum. Bitişikteki üç kutu daha açık tonda, çünkü bu sınır bölgelerin bir miktar cinai temizlik de içerebileceğini kabul ediyorum. Bazılarının yaptığı gibi bu kutuların çoğunu soykırım olarak adlandırmıyorum (örn. Jonassohn, 1998; Smith, 1997).

Bu ayrımları yaptığımızda etnik temizliğin iki paradoksal özelliği açığa çıkıyor. Bir taraftan etnik temizlik çoğunlukla gayet yumuşak şekilde yapılmıştır. Cinai temizlik yaygın değildir. Hafif kurumsal zorlamayla desteklenen asimilasyon ağırlıktadır. Öte yandan, en ileri ülkeler geçmişte çok daha fazla etnik grubu barındırmasına rağmen bugün esasen tek etnik gruba sahip olduğundan (yani nüfusun en az yüzde yetmişi kendini tek bir etnik gruba ait olarak tanımladığından), etnik bakımdan temizlenmiştir. O halde iki ana sorunumuz var. Bu temizlik niçin meydana gelmiştir? Niçin sadece birkaç vakada gerçekten canavarlığa dönüşmüştür? Kitabımın cevap vermesi gereken ana tarihsel sorular bunlardır.
[*] Tablonun orijinali. Okunmadığı için yeniden yaptım. DK


Michael Mann, Demokrasinin Karanlık Yüzü Etnik Temizliği Açıklamak, İthaki Yayınları, 2012

...............................
*Segregasyon: Farklı etnik grupların sosyal alanda birbirlerinden tecrit edilerek yaşamaları demektir. Apartheid'dan farklı anlamlar içerir. Burada ilgili etnik gruplar yasa gereği, kağıt üzerinde birbirine eşittir ama sosyal ortamda birbirlerinden ayrılmışlardır, "bir arada yaşama" desteklenmez. 

**İhtida: Kendi dininden vazgeçmek zorunda kalarak egemenin dininin benimsenmesi. Dönmek.

Koyulaştırmalar,  görseller, sözlük bana aittir. DK