Bernard Lewis
1332 yılında, Fransa Kralı VI. Philip, Hristiyan aleminin kaybedilmiş kutsal topraklarını yeniden ele geçirmek için yeni bir haçlı seferi düzenlemeyi planladığı sırada Brocardus adında bir Alman papaz, krala bu seferde rehberlik etmesi için bir risale hazırlamıştır. Ermenistan’da bir müddet kalmış olan Brocardus, çalışmasının önemli bir bölümünü Doğu’ya yapılacak bu tarz bir seferde karşılaşılabilecek tehlikelere ve bunlar karşısında alınması gereken önlemlere ayırmıştı. Brocardus, “Bu tehlikelerin arasında, kendilerinden uzak durulması ve lanetlenmesi gereken Haşhaşiler de vardır” diyordu, “ki kendilerini satarlar, insan kanına susamışlardır, bedel karşılığında masumları bile öldürürler ve ne kurtulmayı ne de hayatta kalmayı önemserler. Tıpkı Şeytan gibi, çeşitli milletlerin ve halkların hal ve tavırlarını, kılık kıyafetlerini, dillerini ve adetlerini taklit ederek adeta nurdan meleklerin kılığına girerler; böylece büründükleri koyun postları üzerlerinden düşer düşmez ölümü tadarlar.
Onları bizzat görmediğimden ve yalnızca haklarında yazılanları okuyup, namlarını duyduğumdan bundan öte bir açıklama yahut bilgi sunamam. Onların adetleri ve taşıdıkları işaretler, tıpkı diğer herkes için olduğu gibi benim için de bir sır olduğundan nasıl tanınabileceklerini tarif edemem. Ve onlar öyle berbat bir meslek icra ederler, herkes onlardan öylesine bir tiksinti duyar ki namlarını olabildiğince gizlemeye çalışırlar, bu yüzden kimliklerinin isimlerinden nasıl anlaşılabileceğini de söyleyemem. Bunlarla birlikte, kralın güvende olması ve korunabilmesi için önerebileceğim tek çare, etrafındaki en alt kademeden en üst kademeye tüm görevlilerin ismi, cismi, soyu sopu ve yeri yurdu kesin olarak bilinen kimseler olmasıdır.”(1)
Brocardus’a göre Haşhaşiler son derece yetenekli ve tehlikeli türden kiralık katillerdi. Kendisi onları Doğu’nun tehlikeleri arasında saymış olsa da herhangi bir mekan, tarikat ya da milletle bağlantılı olduklarını açıkça ortaya koymadığı gibi, onlara herhangi bir dini inanış ya da siyasi amaç da atfetmemiştir. Haşhaşiler, merhametsiz ve işinin ehli katillerdi ve onlara karşı yapılacak savunma da böyle olmalıydı. Gerçekten de 13. yüzyıl civarında Haşhaşi kelimesi Avrupa dillerinde değişik şekillerde, ‘profesyonel kiralık katil’ anlamında kullanılmaya başlamıştı bile.
1348 yılında vefat etmiş olan Floransalı vakanüvis Giovanni Villani, Lucca Prens’inin ‘suikastçılarını’ (i suoi assasini) Pisa’ya, oradaki bazı belalı düşmanlarını öldürmeleri için gönderdiğini anlatır. Bundan da evvel Dante, Inferno’nun 19. kantosunda yaptığı bir göndermede ‘hain suikastçılar’dan bahseder ki 14. yüzyılda onu yorumlayan Francesco Da Buti, o günün okuyucuları için bile hâlâ yabancı ve pek bilinmeyen bu terime; ‘Assasino e colui che uccide altrui per danari’, yani ‘bir suikastçı başkalarını para karşılığında öldüren kimsedir’(2) şeklinde bir açıklama getirir. O dönemden sonra ‘assasin’ kelimesi Avrupa dillerinde, ‘eylemleri bağnazlık ve ihtirastan beslenen, halkça tanınan kimseleri bilhassa gizlice ve haince öldüren kişiler’ anlamında sıkça rastlanan bir isim olmuştur.
Fakat bu her zaman böyle değildi. Sözcük ilk olarak Haçlı Seferleri kayıtlarında, Doğu Akdeniz’de, ‘Dağın Şeyhi’ diye anılan gizemli bir kimse tarafından yönetilen, nefret uyandırıcı inançları ve yaşayışlarıyla dindar Hristiyanlara ve Müslümanlara hiç de benzemeyen alışılmışın dışında bir Müslüman tarikatına verilen isim olarak geçer. Tarikata dair ilk anlatılardan biri, 1175’de İmparator Frederick Barbarossa tarafından Mısır ve Suriye’ye gönderilmiş olan bir elçinin tuttuğu raporlarda görülür:
“Şam, Antakya ve Halep’le çevrelenen bölgede, bir Sarazenler (Ortaçağ’da Avrupalıların Müslümanlara verdikleri ad. E.n.) soyu vardır ki onlara kendi dillerinde ‘Heyssesini’ ve Romalıların dilinde ‘segnors du montana’ denir. Bu ırkın insanları kanunsuz yaşarlar; Sarazenlerin kurallarına karşın domuz eti yerler, anne ve kız kardeşleri de dahil olmak üzere ayrım yapmadan bütün kadınlardan faydalanırlar. Dağlarda yaşarlar ve iyi korunan kalelerde saklandıklarından ele geçirilmeleri hemen hemen imkansızdır. Toprakları fazla bereketli değildir, bu yüzden yetiştirdikleri büyükbaş hayvanlarla beslenirler. Başlarında, onları hayret verici bir yöntemle öldürme alışkanlığıyla civardaki Hristiyan lordlarına olduğu kadar, uzak yakın tüm Sarazen prenslerine de büyük bir korku salan bir ‘Reis’ bulunur. Bu Reis, dağlarda, çok yüksek duvarlarla çevrili olduğundan çok sıkı korunan, küçük bir kapının dışında içlerine hiç bir yerden girmenin mümkün olmadığı pek çok muhteşem kaleye sahiptir. Bu kalelerde hizmetkarlarının çocukları çok küçükten itibaren yetiştirilir, onlara Latince, Yunanca, Roma dili ve Sarazen dili gibi birçok dil öğretilir. Bu genç adamlara öğretmenleri tarafından, çocukluklarından yetişkinliklerine dek, yaşadıkları toprakların reisinin tüm söz ve emirlerine uymaları gerektiği ve bunu yaptıkları takdirde, yaşayan tüm tanrıların gücüne sahip olan efendilerinin onlara cennetin bütün hazlarını vereceği ve herhangi bir konuda onun iradesine karşı çıkmaları durumundaysa kurtarılamayacakları öğretilir. Dikkat edin, birer çocuk olarak alınışlarından, birini öldürme görevi verilmek üzere Efendi’nin huzuruna çağırılışlarma dek öğretmenleri ya da ustaları dışında kimseyi görmez ve kimseden bir talimat almazlar. Huzuruna çıktıklarında Reis onlara vaat edilen cennetin şartı olarak onun emirlerine uymayı kabul edip etmediklerini sorar. Bunun üzerine onlar da eğitilmiş oldukları üzere, en ufak bir şüphe ya da itiraz etmeden coşkuyla reislerinin ayaklarına kapanıp onun sözünden asla çıkmayacakları cevabını verirler. Onun üzerine de Reis onlara altın birer hançer hediye ederek onları, belirlemiş olduğu kurbanı öldürmeye gönderir.”(3)
Birkaç sene sonra, Tire (Sur) Başpiskoposu William, Haçlıların sefer düzenlediği şehirlerin tarihini anlatan yazılarına tarikatla ilgili kısa bir izahat eklemiştir: “Bir başka adı da Fenike olan Tire Vilayetinde, Tortosa’nın piskoposluk yaptığı bölgede, sıklıkla duyduğumuza göre 60.000 civarında bir nüfus barındıran köylerin bağımlı olduğu on güçlü kaleye sahip bir grup kimse bulunur. Efendi’nin seçilişi kan bağına değil liyakat esasına dayanır. Bilinen bütün soyluluk unvanlarına burun kıvrılarak, bu kimseye ‘Şeyh’ denir. Bu insanları reislerine bağlayan teslimiyet ve itaatkarlık bağları öylesine kuvvetlidir ki, Reis emrettikten sonra ne kadar zorlu ya da tehlikeli olursa olsun büyük bir şevkle üstlenmeyecekleri hiç bir görev yoktur. Eğer bu kimselerin nefret ettiği ya da güvenmediği bir hükümdar varsa, Reis fedailerinden bir ya da birkaçına bir hançer verir. Emri alan kimse, eylemin sonucunda olabilecekleri ya da kaçma ihtimalini bir an olsun düşünmeden derhal görevini tamamlamak için yola koyulur. Fedai, Reis’in kendisine görev vereceği güne dek büyük bir azimle yapılabilecek her işe koşar. Hem bizim insanlarımız hem de Sarazenler onlara Haşhaşiler derler, ki bu ismin kökeni hakkında herhangi bir bilgimiz bulunmamakta.”(4)
1192 senesinde, Haşhaşilerin o güne dek birçok Müslüman hükümdar ve kumandanın canını almış olan hançerleri ilk Haçlı kurbanını seçmişti: Kudüs Latin Krallığı’nın hükümdarı Montferratlı Conrad. Bu suikast Haçlılar üzerinde derin bir iz bırakmış ve III. Haçlı Seferi vakanüvislerinin çoğu, yazılarında, bu dehşet saçan tarikatın müritlerinden, onların tuhaf inanışlarından, korkunç yöntemlerinden ve gözü pek reislerinden bahsetmişlerdir. Alman vakanüvis Lübeckli Arnold onları şöyle anlatır:
“Bu şeyhle ilgili size aktaracaklarım belki biraz saçma görünebilir lakin hepsi son derece güvenilir kimselerin tanıklıklarıyla tasdik edilmiştir. Bu Şeyh, büyüsüyle müritlerinin gözünü öyle bir boyamıştır ki, bu adamlar ona adeta Tanrı’ya tapar gibi taparlar. Keza onların akıllarını ebedi mutluluk vaatleriyle öyle uyuşturmuştur ki bu insanlar ölmeyi yaşamaya tercih ederler. Pek çoğu, onun bir baş hareketi ya da emriyle, paramparça olacaklarını bile bile yüksek bir yerden hiç düşünmeden atlamaya hazırdır. Ona göre müritlerinin en mübarek olanları, ülküleri uğrunda kan dökerken can verenlerdir. Şeyh, böyle bir ölümü göze almış olan fedailerine, bu göreve vakfedilmiş hançerleri kendi elleriyle teslim eder ve verdiği iksirle içine girdikleri müthiş zevk ve hayallerle dolu vecd halinin, amelleri uğrunda can vermelerinin mükafatı olarak ebediyen süreceğinin sözünü verir.”(5)
İlk başta, Avrupalıların tahayyüllünü zorlayan, Haşhaşilerin öldürme yöntemlerinden çok, fanatik bağlılıkları olmuştur. Provanslı bir ozan, karısına, “Üzerimdeki nüfuzunuz, bir Haşhaşi şeyhinin can düşmanlarının üzerine saldığı fedailerinin üzerindeki nüfuzundan kat be kat fazladır” derken, bir diğeriyse “Haşhaşiler şeyhlerine nasıl bir bağlılıkla hizmet etmişse, ben de aşka öyle şaşmaz bir sadakatle hizmet ettim” demiştir. İmzasız bir aşk mektubunun yazarıysa, sevdiği kadını “Emirlerinize itaatimle cennete kavuşmayı ümit eden Haşhaşinizim ben”(6) sözleriyle temin etmektedir. Ancak zamanla, Haşhaşilerin işlediği cinayetlerin yarattığı etki sadakatleriyle anılmalarının önüne geçerek ‘suikastçı’ kelimesinin bugünkü anlamını kazanmasını sağlamıştır.
Haçlıların Doğu Akdeniz’de kalış süreleri uzadıkça, Haşhaşilerle ilgili daha kapsamlı bilgiler elde edilmiş, hatta onlarla tanışıp konuşma fırsatını yakalayan Avrupalılar bile olmuştur. Tapınak Şövalyeleri ve Hospitaliyerler, Haşhaşi kaleleri üzerinde hakimiyet kurabilmeyi başarmış ve onları haraca bağlamışlardır. Surlu William, Dağın Şeyhi’nin nafile bir çabayla Kudüs kralına ittifak teklif ettiğini kaydederken, onun halefinin aktardığı, doğruluğu şüphe götürür bir hikayeye göreyse, Şeyh, 1198 senesinde Ermenistan’dan dönen Champagneli Kont Henri için kalesinde düzenlediği eğlencede, misafirinin, adamlarının ona olan itaatkarlığını görmesi için birkaçına surlardan atlamalarını emretmiş ve ardından konta büyük bir misafirperverlikle herhangi bir ihtiyacı olduğunda adamlarını emrine verme teklifinde bulunarak, kendisine zarar vermiş kimseler varsa sadece onu haberdar etmesi gerektiğini, derhal işlerini bitirebileceğini söylemişti. Nispeten daha akla yatkın olan İngiliz tarihçi Parisli Matthew’in kayıtlarında, Müslüman hükümdarlardan bazılarının ve Dağın Şeyhi’nin, Doğu’nun bağrından kopup gelen Moğollar tehlikesine karşı İngiliz ve Fransızlardan yardım istemek üzere 1238’de Avrupa’ya bir elçi gönderdiklerinden bahsedilir. 1250 senesinde, Aziz Louis Kutsal Topraklar’a düzenlediği Haçlı Seferi sırasında o dönemin Haşhaşi Şeyhi ile görev ve hediye alışverişinde bulunma imkanına sahip olmuştu. Yves De Breton adlı Arapça konuşabilen bir keşiş, Kralın Haşhaşilere gönderdiği elçilere eşlik etmiş ve Haşhaşi reisiyle dini meseleleri görüşmüştü. Anlatısında, yoğun cehalet ve önyargı bulutlarının arasından Haşhaşilerin bağlı olduğu İslam tarikatına dair bilinen öğretileri bile ayırt etmek güçtür(7)
Haçlılar, Haşhaşileri yalnızca Suriye’de bulunan bir tarikat olarak biliyordu ve onların İslam dini içindeki yerleri ya da Müslüman coğrafyasındaki diğer gruplarla olan bağlantılarından haberdar değillerdi. Müslümanlar konusunda en bilgili Haçlı seferi yazıcılarından olan Akka Piskoposu Vitryli James bile 13. yüzyılın başında, tarikatın İran’da kurulmuş olduğu dışında bir bilgi kaydetmemişti.(8) Ancak yüzyılın ikinci yarısında, İran’da doğmuş bu tarikat hakkında yeni ve birinci ağızdan bilgiler ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk kaynak, 1253-1255 yılları arasında Fransa kralı tarafından Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın Karakurum’daki sarayına yollanmış olan Flaman rahip Rubrucklu William olmuştur. William yolunun üzerindeki İran’dan geçerken Hazar Denizi’nin güneyindeki Hazar Dağları’nın bitişiğinde yer alan dağları Haşhaşilerin mesken tuttuğunu kaydetmiştir. Karakurum’a vardığındaysa tebdili kıyafet içindeki kırk kadar Haşhaşi’nin kendisini öldürmek üzere gönderildiği duyumunu almış olan Cengiz Han’ın korunması için alınmış olağanüstü güvenlik önlemleriyle karşılaşmıştır. Buna karşılık Cengiz Han, kardeşini başına getirdiği bir orduyu, hepsini öldürmeleri emriyle Haşhaşilerin topraklarına göndermiştir.(9)
William, İranlı Haşhaşiler için, çoğulu melahide, tekili mülhit olan Arapça sözcükten bozma müliech ya da mulihet sözcüklerini kullanır. ‘Dinden çıkmış, sapkın’ gibi anlamlara gelen bu sözcük, çoğunlukla ehlisünnet dışı tarikatlar ve bilhassa da Haşhaşilerin bağlı olduğu İsmaili Mezhebi için kullanılmıştır. Haşhaşilerin adına, bir kez daha yolu 1273’de İran’dan geçmiş olan çok daha meşhur bir gezginin, Marco Polo’nun seyahatnamelerinde rastlanır ve Polo, uzun bir süre tarikatın merkezi olmuş Alamut Kalesi’ni ve vadisini şöyle tasvir eder:
“Kendi dillerinde Şeyh’e ‘Alaaddin’ deniyordu. İki dağ arasındaki bir vadinin çevresini kapattırmış ve burayı her çeşit meyvenin yetiştiği, şimdiye dek görülmemiş güzellikteki ve büyüklükteki bir bahçeye çevirtmişti. Buranın içerisinde, göz kamaştırıcı tezhipler ve resimlerle süslenmiş, akla hayale sığmayan bir zarafette kameriyeler ve saraylar bulunuyor; sütten, baldan, şaraptan ve sudan ırmaklar çağıldıyordu. Bülbül gibi şakıyan, çalgılarından şahane ezgiler dökülen dünya güzeli kadınlar ve genç kızlar, cazibeli danslar ederek etrafta dolanmaktaydı. Şeyh, müritlerinin sahiden Cennet’te olduklarına inanmalarını istiyordu, bu yüzden de burayı Hz. Muhammed’in, ırmaklarından gürül gürül bal, şarap, süt ve sular akan, birbirinden güzel hurilerle dolu Cennet tasvirlerine uygun olarak düzenlemişti. Gerçekten de o bölgede yaşayan Sarazenler buranın Cennet’in ta kendisi olduğuna inanmaktaydı! Şeyh’in Haşhaşi fedaisi olarak seçtikleri dışında hiç kimse bu bahçeye alınmıyordu. Bahçenin girişine, tüm dünyaya karşı direnebilecek kadar sağlam bir kale inşa edilmişti ve başka hiçbir yerden buraya giriş yoktu. Sarayında maiyeti altına aldığı, yaşları on iki ila yirmi arasında değişen, asker olmaya iştahlı gençlere tıpkı Hz. Muhammed gibi Cennet hikayeleri anlatıyor ve bu gençler de Şeyh’e Sarazenlerin Hz. Muhammed’e inandığı gibi inanıyorlardı. Sonra da kendilerine iksirinden içirerek derin bir uykuya dalmalarını sağladığı bu gençleri dörderli, altışarlı hatta onlu gruplar halinde bahçeye taşıtıyor, böylece gençler gözlerini açtıklarında kendilerini bu cennet bahçesinde buluyorlardı. Uyanınca kendilerini bir anda buluverdikleri bu göz kamaştırıcı yerin gerçekten de Cennet olduğunu zannediyorlardı. Etraflarını saran kadınlar ve genç kızlar, bu delikanlıların gençliğin ateşiyle yanan kalplerini öyle hoş ediyordu ki burayı bırakıp gitmek akıllarına bile gelmiyordu.”
Bizim Yaşlı Adam dediğimiz bu Efendi, alabildiğine ihtişamlı ve büyük bir saray inşa ettirerek vadi halkının sıradan insanlarını, kendisinin yüce bir peygamber olduğuna iyiden iyiye inandırmıştı. Fedailerinden birini göreve yollayacağı zaman yine bahsi geçen iksirle onu uyutup çıktığı cennetten hiç de aşağı kalır bir yanı olmayan sarayına taşıtıyordu. Efendi’nin huzuruna çıkarılan fedai, gerçek bir peygamberin karşısında olduğunun inancıyla ona büyük bir hürmetle secde ediyordu. Daha sonra Şeyh fedaisine nereden geldiğini soruyor ve o da Cennet’ten geldiğini ve buranın tıpkı Hz. Muhammed’in anlattığı gibi bir yer olduğunu söylüyordu. Bu sözler de elbette etraflarında bulunan ve henüz bahçeye kabul edilmemiş kişilerin isteklerini kamçılıyordu.
Şeyh, bir hükümdarın katlini emredeceği zaman fedaiye şöyle diyordu: “Gidip şunu, şunu öldüresin. Döndüğünde meleklerim seni Cennet’e taşıyacaklardır. Şayet ölürsen bile, seni alıp Cennet’e kavuşturmaları için meleklerimi göndereceğim.” Böylece onları öyle bir inandırıyordu ki Şeyh’in Cennet’ine geri dönebilme arzusuyla yanıp tutuşan fedailerin göze alamayacağı hiçbir tehlike yoktu. Bu sayede Şeyh, her kimin ortadan kaldırılmasını isterse fedailerini onun üzerine salabilirdi. Elindeki bu güç sayesinde etraftaki hükümdarlara saldığı korku, kendileriyle barış halinde kaldığı sürece onları Şeyh’e haraç vermeye razı gelmek durumunda bırakıyordu.
Ayrıca eklemeliyim ki Efendi’nin emrinde, onun yöntemlerini kendisiyle tıpatıp aynı tarzda uygulayan başka kimseler de bulunuyordu. Bu kimselerden biri Şam’a, bir diğeri ise Kürdistan’a yollanmıştı.(10)
Marco Polo (ya da onun yazıcısı), İran İsmaililerinden Haşhaşiler, onların efendilerindense ‘Yaşlı Adam’ diye bahsederek, Avrupalıların da artık aşina olduğu terimleri kullanmışlardır. Lakin Haşhaşiler İran’dan değil Suriye’den gelmişlerdi. Arap ve İranlıların kaynaklarında ‘Haşhaşi’ isminin yalnızca Suriye’deki İsmaililer için kullanılan yerel bir ad olduğu ve İran ya da başka ülkelerde bulunan İsmaililerin asla bu isimle çağrılmadığı açıkça belirtilmiştir.(11) Ayrıca ‘Dağın Şeyhi’ (Şeyhül Cebel) ifadesi de Suriye kökenlidir. İsmaililerin, şeflerini Yaşlı Adam, Ata ya da Müslümanlar arasında yaygın hürmet ifadeleri olan Arapçadaki ‘Şeyh’ ve Farsçadaki ‘Pir’ kelimeleriyle anmış olmaları gayet doğaldır. Ancak ‘Dağın Şeyhi’ tabirinin o döneme ait hiçbir Arapça metinde gün ışığına çıkmaması itibariyle yalnızca Suriye’de ve muhtemelen de Haçlılar arasında kullanılmış olduğu söylenebilir.
Bu tabirler zamanla tarikatın hem Suriye hem de İran kolları için kullanılır hale gelmiştir. Yarım yüzyıl kadar sonra, Pordenonelu Odenon’un benzer bir üslupla devamını getirdiği Marco Polo’nun seyahatnamesi, Suriyeli Haşhaşilerin Avrupalıların zihinlerinde yarattığı tesiri daha da derinleştirmiştir. Anlatılan Cennet bahçeleri hikayeleri, fedailerin gözü kara adanmışlıklarıyla kılık değiştirme ve cinayet işlemedeki olağanüstü maharetleri ve Dağın Şeyhi adı verilen gizemli lider karakteri, Avrupa yazınında seyahatname ve vakayinamelerden şiire, romana ve mitolojiye kadar geniş bir alanda yankı bulmuştur.
Haşhaşiler siyasette de etkili olmuştur. Oldukça erken tarihlerden itibaren Avrupa’da işlenen bazı siyasi cinayetler ve bu yöndeki teşebbüslerde Dağın Şeyhi’nin parmağının olduğu saptanmıştır. Rivayete göre, 1158 senesinde Frederik Barbarossa’nın Milano’yu kuşattığı sırada ordugahında bir Haşhaşi yakalanmış; 1195’de ise Arslan Yürekli Richard Chinon’dayken sayıları on beşi bulan sözde Haşhaşi fedaisi tutuklanmış ve Fransa Kralı tarafından Kral Richard’ı öldürmek üzere gönderildiklerini itiraf etmişlerdi. Çok geçmeden bu tip olaylara sıkça rastlanır olmuş ve birçok hükümdar Şeyh’le işbirliği içinde olmakla ve azılı düşmanlarını ortadan kaldırabilmek için onun fedailerini kullanmakla itham edilmiştir. Bu suçlamaların asılsız olduğu nerdeyse şüphesizdir. Zira Batı Avrupa’da düzenlenen komplo ve entrikalardan Suriye ya da İran’daki Haşhaşi liderlerinin hiçbir çıkarı olmadığı gibi, Avrupalıların da öldürme sanatında harici bir yardıma başvurmaya ihtiyacı yoktu. 14. yüzyıla gelindiğinde Haşhaşi (assasin) sözcüğü artık bu isimdeki tarikatla ilişkilendirilmez olmuş ve tamamen ‘suikastçı’ anlamında kullanılmaya başlamıştır.
Ancak tarikata yönelik ilgi devam etmiş, Batı’da Haşhaşilerin tarihine yönelik ilk ilmi araştırma denemesi Denis Lebey de Batilly tarafından yapılarak 1603 senesinde Lyon’da yayımlanmıştır. Bu tarih bilhassa önemlidir. Rönesans döneminin pagan ahlakı, cinayetin siyasi bir araç olarak kullanımını yeniden hayata geçirmiş, din savaşlarıysa onu kutsal görev mertebesine taşımıştır. Devletin siyasi ve dini otoritesini tek elde toplayan monarşilerin ortaya çıkışı, suikastçılığı makbul olduğu kadar tesirli de bir yöntem haline getirmiştir. Prensler ve piskoposlar, dini ya da siyasi düşmanlarını ortadan kaldırmak amacıyla suikastçılar kiralama yoluna gitmiş ve bunu da şiddetin saf mantığına ideolojik kılıflar uyduracak kuramcıların ortaya çıkışı izlemiştir.
Lebey De Batilly’nin amacı son derece mütevaziydi: Fransızcaya yeni girmiş bu sözcüğün tarihi kökenlerini açıklayabilmek. Çalışması yalnızca Hristiyan kaynaklarına dayalı olduğundan 13. yüzyılda Avrupa coğrafyasında bilinenlerin bir adım bile ötesine geçememişti, ancak yeni deliller olmadan da yeni kavrayışlara ulaşmak pekala mümkündü. Bu, hele ki Nassaulu William’ın İspanya Kralı’nın kiraladığı tetikçi tarafından vuruluşuna, Fransa Kralı III. Henry’nin Dominiken bir keşiş tarafından bıçaklanışına ve İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in kutsanmış suikastçıların elinden zor kurtuluşuna tanıklık etmiş bir nesle hiç de zor gelmemiş olmalı.
Haşhaşilerin kökenlerinin ve kimliklerinin gizemini çözmeye yönelik ilk önemli gelişme Aydınlanma Çağı’nın başlarında, 1697 senesinde Bartholome d’Herbelot’un ‘Bibliotheque Orientale’ adlı muazzam eserinin basılmasıyla kaydedilmiştir. Bu çığır açıcı çalışmada dönemin Avrupa’sına ait şarkiyat ilminin İslam dinine, edebiyatına ve tarihine dair ulaşabildiği bilgilerin neredeyse tamamı gözler önüne serilmiştir. Bu eserde ilk defa Batılı bir alim, dogmatik olmayan sorgulayıcı bir bakışla, o dönem Avrupa’da pek azı bilinen İslam kaynaklarından faydalanarak İran ve Suriye Haşhaşilerini İslam tarihi içerisinde daha kapsamlı bir bağlamda konumlandırmaya çalışmıştır. Haşhaşilerin, Sünnilerle çatışmaları İslam’daki en büyük hizipleşmelerden olan Şii mezhebinden ayrılmış muhalif İsmaili Tarikatı’na bağlı bir kol olduklarını ortaya koymuştur. İsmaili Tarikatı’nın liderleri, İsmail bin Cafer’in torunları olduklarını iddia ederek soylarını Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma ve damadı Hz. Ali vasıtasıyla da Hz. Muhammed’e dayandırıyorlardı. 18. yüzyıl boyunca başka tarihçiler ve şarkiyatçılar da meseleyi ele almış ve Haşhaşilerin tarihi, inanışları ve İsmaililerle olan bağlantılarını detaylandırma çalışmalarında bulunmuştur. Kimi yazarlar da Arapça olduğu düşünülse de halihazırda hiçbir Arapça metinde rastlanmamış olan Haşhaşi sözcüğünün kökenlerini açıklama çabasına girmiştir. Ancak kelimenin etimolojisine dair ortaya konan sonuçlar pek de ikna edici olmamıştır.
19. yüzyılın başında, Haşhaşilere olan ilgide yeni bir patlama yaşanmıştır. Fransız Devrimi ve sonrasında yaşanan olaylar, suikast ve cinayete olan ilgiyi yeniden canlandırmış; Napolyon’un Mısır ve Suriye seferleri neticesinde İslam coğrafyasıyla kurulan yeni ve daha yakın ilişkiler İslami araştırmalar için yeni olanaklar doğurmuştur. Kamuoyunda uyanan merakın giderilmesine yönelik bazı kapsamlı olmayan çalışmaların ardından dönemin en yetkin Arapça alimi Silvestre de Sacy meseleyi ele almış ve 19 Mayıs 1809 tarihinde Institute de France’de Haşhaşiler Hanedanı ve Haşhaşi isminin etimolojisiyle ilgili bir bildiri sunmuştur.(12)
Silvestre de Sacy’nin bildirisi Haşhaşi araştırmalarında bir dönüm noktası olmuştur. Sacy, kendinden önceki alimlerin faydalanmış olduğu az sayıda İslami kaynakla yetinmeyerek Paris’teki Bibliotheque Nationale’de bulunan ve o güne dek Batılı alimlerin habersiz olduğu pek çok önemli Arapça Haçlı Seferi kayıtlarını da içeren zengin Arapça elyazmaları koleksiyonuna el atmış ve sonucunda ortaya koyduğu tahliller, kendisinden önce Avrupalı araştırmacılarca elde edilmiş sonuçların yerini almıştır. Bu incelemenin en önemli bölümü şüphesiz, Sacy’nin Haşhaşi kelimesinin kökenleri konusunda artık içinden çıkılamaz bir hal almış olan araştırmalara son noktayı koyan açıklamaları olmuştur. Bu konuda o güne dek yaratılmış kuramları bir bir inceleyip geçersizliklerini kanıtladıktan sonra, tarikatın isminin Arapçadaki haşhaş kelimesinden geldiği sonucunu ortaya koymuş ve sözcüğün Haçlı Seferi kayıtlarında rastlanan asssasini, assissini, heyssisini ve benzer kullanımlarının da Arapçadaki çoğul formları olan Haşhaşiyün ve haşşaşin kelimelerinden esinlenildiğini öne sürmüştür. Bu çıkarımları doğrulamak amacıyla tarikatın üyelerinin Haşhaşi ismiyle anıldığı ancak hiçbir yerinde Haşhaş diye isimlendirilmediği bir dizi Arapça metni delil olarak göstermiştir. O dönemden sonra gün ışığına çıkan yeni metinlerde de kelimenin Haşhaşi olarak geçtiği görülürken Haşhaş şeklindeki kullanımına rastlanmamasıyla Sacy’nin açıklamasının bu kısmı bir kenara bırakılmış ve kelimenin Avrupa dillerindeki türevlerinin Arapçadaki Haşhaşi ve Haşhaşin sözcüklerinden doğduğu kanısı benimsenmiş gibi görülmektedir.
Bu tashih bir kez daha, kelimenin etimolojisinden bağımsız olarak anlamı meselesini gündeme getirmektedir. Haşhaş kelimesi Arapçada, ‘ot’, bilhassa da ‘kuru ot ve hayvan yemi’ manalarına gelmektedir. Sonraları kelimenin anlamı Ortaçağ Müslümanlarınca uyuşturucu özellikleri bilinen hintkeneviriyle özdeşleştirilmiştir. Daha modern bir kelime olan ‘haşşaş’ ise ‘haşhaş kullanıcısı’ anlamında kullanılmaktadır. Silvestre de Sacy, sonradan pek çok yazar tarafından da dile getirilmiş olan Haşhaşilere adlarının haşhaş kullanma alışkanlıkları yüzünden verildiği kanısını hiçbir zaman tam olarak benimsememişse de bu ismin, Şeyhin fedailerine görevlerini başarıyla tamamlayabilmeleri karşılığında vaat ettiği cenneti tattırabilmek için onlara gizliden haşhaş içirmesiyle alakalı olabileceğine değinmiştir. Bu açıklamayı da Marco Polo’nun seyahatnamelerinde ve diğer Doğu ve Batı kaynaklarında bahsi geçen uyuşturucu etkisi altındaki fedailerin götürüldüğü Cennet Bahçeleri hikayesiyle temellendirmiştir.
Erken dönemlerde ortaya çıkmış ve geniş bir coğrafyada anlatılmış olmasına rağmen bu hikaye neredeyse tamamen gerçek dışıdır. Haşhaşın kullanım alanları ve tesiri o dönemde de bir sır değildi ve ne İsmaililerin yazarları ne de aklı başında Sünni yazarlar müritler arasında haşhaş kullanıldığına dair bir beyanda bulunmamışlardır. Haşhaşi ismi Suriye coğrafyasına özgüdür ve muhtemelen de zamanla halk arasında her yöne çekilebilecek bir kelime haline gelmiştir. Her halükarda ismi üne kavuşturan hikaye değil, aksine hikayeyi üne kavuşturan bu isim olmuştur. Öne sürülen çeşitli izahatlardan en akla yatkın olanı, bunun tarikat üyelerinin eylemlerine bir açıklama getirebilme çabası yerine, alaycı bir yaklaşımla onların vahşi inanışlarını ve abartılı tavırlarını küçümsemeye yönelik kullanılan bir ifade olduğuydu. Bilhassa da Batılı araştırmacılar için bu türden hikayeler, başka türlü izah edebilmenin mümkün gözükmediği bir davranışa mantıki açıklamalar getirebilmeyi kolaylaştırmış olabilir.
Silvestre de Sacy’nin bildirisi meseleye ilişkin daha kapsamlı bir dizi çalışmaya önayak olmuştur. Kuşkusuz bunlar arasında en fazla rağbet görmüş olanı, Avusturyalı şarkiyatçı Joseph von Hammer’ın, 1818’de Stuttgart’ta Almanca olarak basılmış ve 1833’de Fransızcaya; 1835’deyse İngilizceye çevrilmiş olan Haşhaşiler Tarihi adlı eseridir. Bu eser Doğulu kaynaklara dayandırılmış olmasına rağmen o gün için ‘gizli cemaatlerin saçtığı tehlikelerden din istismarının ulaşabileceği korkutucu boyutlara ve dizginsiz ihtirasların yaratabileceği dehşet ortamına...’ karşı bir uyarı olarak hazırlanmış bir risale niteliği taşımaktaydı. Sacy’e göre Haşhaşiler, katıksız bir itikat ve sert bir ahlaki anlayışın ardına saklanarak din ve ahlakın altını kazan bir sahtekarlar ve aldanmışlar birliği; hançerlerinin ucunda büyük halkların hükümdarlarının can verdiği bir katiller ordusu olmanın yanında çok büyük bir güce de sahipti, çünkü ruhani ve dünyevi iktidarın merkezi olan Halifelik, ilk günden beri can düşmanı olan bu haydut inini dağıtıp, kendisi de bu yıkımın enkazı altında kalana dek geçen üç asırlık bir zaman dilimi boyunca çok büyük bir korku salmışlardı.
Okuyucularının bu noktayı kaçırma ihtimaline karşın Hammer, Haşhaşileri; Tapınak Şövalyeleriyle, Cizvitlerle, İllüminati’yle, Masonlarla ve Fransız Milli Meclisi’nin kral katilleriyle mukayese etmiştir:
“Tıpkı Batı’da devrimci toplulukların Masonlar arasından çıkmaları gibi, Doğu’da da Haşhaşilerin çıktığı kaynak İsmaililerdir... Asya’da II. Hasan’ın saltanat dönemine benzer bir şekilde, aydınlanmacıların salt vaaz aracılığıyla halkları hükümdarlarının koruyucu egemenliğinden ve dini hayatlarıyla olan kuvvetli bağlarından koparabileceklerine dair çılgınca fikirleri, Fransız Devrimi’nin tesiriyle birlikte en kanlı hadiselere zemin hazırlamıştır. (13)
Hammer’ın eseri hatırı sayılı bir etki yarattığı gibi bir buçuk asra yakın bir süre Batı’nın zihnindeki yaygın Haşhaşiler kavrayışının kaynağı olmuştur. Bu sırada özellikle de Suriye ve İran İsmaililerinin tarihlerini konu alan Arapça ve Farsça metinlerin gün ışığına çıkarılıp çevrildiği ve işlenerek açıklığa kavuşturulduğu Fransa başta olmak üzere ilmi araştırmalarda gelişme kaydedilmiştir. Bu gelişmelerin en önemlileri arasında iki İranlı Moğol dönemi tarihçisinin, Cüveyni ve Reşidüddin’in eserleri sayılabilir; her iki tarihçi de Alamut kaynaklı İsmaili el yazmalarına ulaşmış ve onlardan faydalanarak Kuzey İran’daki İsmaili emirliğine dair ilk bütünlüklü açıklamaları ortaya koyabilmişlerdir.
Yeni türden dokümanların ortaya çıkışı önemli bir adımın atılabilmesine imkan sağlamıştır. İslam kaynaklarından faydalanılması, Ortaçağ Avrupa’sı kayıtlarından derlenen bilgileri yeni boyutlara taşımıştır, ancak bu kaynaklar bile çoğunlukla Batılı vakanüvislere ve seyyahlara oranla meseleye daha vakıf olsalar da İsmaililerin öğretilerine ve amaçlarına yaklaşımları daha ziyade düşmanca olan Sünnilere aitti. Şimdi nihayet, tarihte ilk kez İsmaililerin görüşlerini birinci ağızdan aktaran bilgiler gün ışığına çıkarılıyordu. 18. yüzyıl seyyahları Orta Suriye’nin bazı köylerinde halen varlıklarını sürdüren İsmaililere rastladıklarını kaydetmişlerdi. 1810 senesinde Fransa’nın Halep Konsolosu Rousseau, Silvestre de Sacy’nin teşvikiyle, kendi döneminde Suriye’de yaşayan İsmailileri, coğrafi, tarihi ve dini bilgiler ışığında anlattığı bir çalışmasını yayımlamıştır.(14) Kaynaklar belirtilmemiş olmakla birlikte yerel ve sözlü kaynaklara başvurulmuş olduğu görülebilmektedir. Silvestre de Sacy de bizzat bir dizi açıklayıcı not temin etmiştir. Rousseau, bu tarz yerli kaynaklara ulaşarak, bizzat İsmaililerin anlattığı bilgileri kendi kıtasına taşıyan ilk Avrupalı olmuştur. 1812’de, Suriye’deki en önemli İsmaili araştırma merkezlerinden biri olan Masyafta eline geçen İsmaililere dair bir kitaptan derlediği alıntıları yayımlamıştır. Doyurucu tarihi bilgiler içermemekle birlikte bu eser tarikatın dini öğretilerine az da olsa ışık tutabilmeyi başarmıştır. Suriye’deki bazı diğer metinler de daha sonra basılmak üzere Paris’e ulaştırılmıştır. 19. yüzyıl boyunca birkaç Amerikalı ve Avrupalı gezgin Suriye’deki Haşhaşi köylerine ziyaretlerde bulunmuş, buralardaki kalıntılar ve köy sakinleri üzerine özet raporlar hazırlamışlardır.
Heybetli Alamut Kalesi’nin kalıntılarının halen bulunmakta olduğu İran’daysa pek fazla bilgiye ulaşılamamıştır. 1833 senesinde Albay W. Monteith isminde bir İngiliz subayı, Journal of The Royal Geographic Society’de, bir seyahatinde Alamut Vadisi’nin girişine kadar ilerleyebildiğini ancak kaleye ulaşma ve kaleyi teşhis edebilme şansına sahip olamadığını anlatır. Bu amaca ulaşabilen kişi 1838’de aynı dergide bir anı yazısı yayımlanan Yarbay Justin Sheil olmuştur. Stewart isimli bir İngiliz subayın birkaç sene sonra kaleyi ziyaret etmesinin ardından Alamut Kalesi’nin keşfine yeniden başlanmasına dek neredeyse bir asırlık bir zaman dilimi geçmiştir.(15)
Ancak İran’daki İsmaililerin tarihteki ihtişamlarını yeniden hatırlara getirebilecek tek şey kalıntılar değildi. 1811’de Halep Konsolosu Rousseau İran’a seyahati sırasında İsmaililere dair soruşturmalar yaparken, ülkede halen İsmail’in soyundan gelen bir imama sadakatle bağlı pek çok kimsenin olduğunu öğrenmesiyle şaşkınlığa uğramıştı. İmamın adı Şah Halilullah idi ve kendisi Tahran ile İsfahan arasında kalan Kum yakınlarındaki Kehk köyünde ikamet etmekteydi. Rousseau şöyle anlatıyor: “Eklemeliyim ki Şah Halillullah, kendisine bahşedilmiş mucizevi güçler atfeden ve onu hediyeleriyle durmadan zenginleştirerek halife unvanıyla yücelten müritleri tarafından adeta bir tanrı gibi görülüyor. Hindistan’a kadar yayılmış olan İsmaililerden müritler, İmam’ın hayır dualarını duyabilmek ve karşılığında getirdikleri muhteşem hediyeleri ona sunabilmek için ta Ganj ve İndüs kıyılarından kalkıp düzenli olarak Kehk’e geliyorlar.”(16)
1825 yılında İngiliz seyyah J.B. Fraser da İran’da halen yaşamakta olan İsmaililerin varlığını ve artık onun emriyle cinayet işlemeyi bırakmış olsalar da şeyhlerine olan bağlılıklarının aynen devam ettiğini onaylamıştır: “İlk ortaya çıktıkları zamanlardaki dehşetengiz ve derin coşkunluklarını kaybetmiş olsalar da kalanlar bugün bile Şeyh’e gözü kapalı iman etmeyi sürdürmekte.”(17)
Tarikatın Hindistan’da da ‘evliyalarına gönülden bağlı’ müritleri bulunmaktaydı. Önceki liderleri Şah Halilullah birkaç sene evvel (tam olarak 1817) Yezd’de eyalet yönetimine karşı ayaklanmış isyancılar tarafından katledilmiş, daha sonra oğullarından biri onun dini yetkinliğinin mertebesine ulaşabilmiş ve tarikat içerisinde aynı hürmetle karşılanarak lider olarak benimsenmiştir.
Bir sonraki bilgi temini son derece farklı bir kaynaktan gerçekleştirilmiştir. Aralık 1850’de Bombay mahkemelerinde alışılmışın dışında bir cinayet davası görülmüştü. Ait oldukları dini cemaatin içerisinde ortaya çıkmış bir fikir ayrılığı sonucunda dört adam güpegündüz pusuya düşürülüp katledilmişti. Davada on dokuz kişi yargılanmış ve dört kişi idama mahkum edilerek asılmıştı. Cinayetin maktulleri de katilleri de ‘Hocalar’ adı verilen, Bombay ve Hindistan’ın bazı bölümlerinde çoğunlukla ticaretle geçimini sürdürmekte olan on binlerce müritlik bir cemaate sahip mahalli bir Müslüman tarikatının üyeleriydi.
Hadise, yirmi yılı aşkın bir süredir devam etmekte olan bir ihtilafın sonucunda vuku bulmuştu. İhtilafın başlangıcı, bir grup hocanın İran’da bulunan tarikat liderine rutin ödemelerini yapmayı reddettiği 1827 senesine uzanıyordu. Bu lider, 1817 senesinde katledilen Şah Halilullah’ın yerine geçmiş olan oğluydu. 1818’de İran Şahı onu Mahallat ve Kum’un idarecisi olarak atamış ve kendisine Ağa Han unvanını vermiştir. Bundan sonra kendisi ve onun soyundan gelenler genellikle bu unvanla anılmıştır.
Hindistan’daki bir grup müridinin ani bir kararla dini vazifeleri olarak paylarına düşen ödemeyi yapmayı reddetmeleri karşısında Ağa Han, onları hizaya getirebilmeleri için İran’dan Bombay’a bir heyet yollamıştır. Bu heyetle birlikte, Bombaylı müritlerin sadakatlerini yeniden kazanmak amacıyla onlara bizzat sert bir nutuk çekecek olan Ağa Han’ın büyükannesi de yola koyulmuştur.
Hocaların büyük bölümü liderlerine sadık kalmış olmakla birlikte küçük bir grup Ağa Han’ın otoritesini tanımamakta ve hocaların hanla herhangi bir bağlantısının olduğunu reddetmekte diretmiştir. Bunun sonucunda ortaya çıkan çatışmalar cemaat içinde güçlü yankılar uyandırmış ve 1850 cinayetleriyle birlikte doruğa ulaşmıştır.
Bu esnada Ağa Han da şaha karşı başlattığı isyanın başarısız olması üzerine İran’ı terk etmiş ve kısa bir süre Afganistan’da kaldıktan sonra Hindistan’a sığınmıştır. Afganistan ve Sind’de İngiltere hesabına verdiği hizmetler sayesinde İngilizlerin minnetini kazanmıştır. Önce Sind’de, ardından da Kalküta’da kaldıktan sonra nihayet Bombay’ı mesken tutmuş ve burada kendisini Hocalar Cemaatinin lideri olarak kabul ettirmiştir. Buna rağmen halen kanuni mekanizmaları kullanarak onun egemenliğini benimsemeyen muhalifleri de yok değildi. Bazı öncü eylemleri takiben 1866 Nisan’ında cemaatten ayrılan bir grup, Bombay Yüce Divanı’na bazı bilgiler ve bir dilekçe sunarak Ağa Han’ın Hocalar Cemaati’ne ait emanet mülklerin idaresinden ve cemaatin iç işlerine karışmaktan men edilmesi talebinde bulundu.
Dava, Yüce Divan Başkanı Sir Joseph Arnould tarafından yürütülüyordu. Tanıkların dinlenmesi yirmi beş gün sürdü ve Bombay Barosu’nun neredeyse tamamı davaya iştirak etti. Her iki taraf da tafsilatlı bir biçimde delillendirilmiş ve geniş çapta araştırılmış belgeler sunmuştu ve mahkemenin soruşturmaları tarihten soyağaçlarına; teolojiden hukuka kadar geniş bir alanı kapsamaktaydı. Çok sayıda tanığın yanı sıra, Ağa Han da mahkeme önünde bizzat ifade vermiş ve soyağacına dair deliller sunmuştu. 12 Kasım 1866 günü Sir Joseph Arnold kararını açıklamıştır: ‘Bombaylı Hocalar, dinen Şii mezhebinin bir kolu olan İsmaililere bağlı olan Hindistan’daki daha büyük bir Hocalar Cemaati’nin bir parçasıdır; ataları aslen Hindu olan bu tarikatın müritleri sonradan Şii İsmaililerinin inancını benimsemiş ve geçmişten bugüne korunan İsmaili İmamlarına olan ruhani bağlılıklarını sürdürmüşlerdir. Dört yüz yıl kadar önce İran’dan gelen bir İsmaili misyonerinin etkisiyle mezheplerini değiştirmişler ve sonuncuları Ağa Han olan İsmaili İmamları hanedanının ruhani otoritesine bağlı kalmışlardır. Bu imamlar Alamut Şeyhleri’nin soylarından gelmektedirler ve bunun üzerinden de Mısır’daki Fatımi Halifesi ve dolayısıyla nihayet Hz Muhammed’le aralarında kan bağı bulunduğunu iddia etmişlerdir. Taraftarları Ortaçağ’da Haşhaşiler ismiyle nam salmıştır.”
Arnould’un zengin tarihi kanıtlar ve argümanlarla desteklenen kararı, Hocalar’ın Haşhaşiler’in torunları olan İsmaililerin kurduğu bir cemaat; Ağa Han’ın da Alamut İmamlarının torunu sıfatıyla İsmaililerin manevi lideri olduğunu hukuken tescillemiştir. Cemaat hakkında detaylı bilgiler ilk kez 1899 tarihli Gazetteer of the Bombay Presidency’de sunulmuştur.(18)
Arnould’un kararı aynı zamanda dünyanın farklı yerlerinde bulunan ve Ağa Han’ı liderleri olarak tanımayan başka İsmaili cemaatlerinin de varlığına dikkatleri çekmiştir. Bu cemaatler genellikle her anlamda ulaşılması güç olan ücra yerlerde küçük azınlıklar halinde konuşlanmış, inanışlarını ve yazılı eserlerini ölümleri pahasına gizli tutmayı ilke edinmişlerdir. Yine de söz konusu yazılı eserlerin bir kısmı elyazmaları halinde alimlerin eline ulaşmıştır. İlk başlarda kaynakların tamamı, Ortaçağ’da olduğu gibi modern zamanlarda da İsmaililere dair Batı ilgisinin önde gelen coğrafyası olan Suriye’den elde edilmişse de sonraları geniş bir coğrafyayı kaplayan farklı farklı yerlerden bilgi akışı sağlanmıştır. 1903 senesinde Caprotti adlı bir İtalyan tüccar Yemen’deki San’a şehrinden, Milano’daki Ambrosiana Kütüphanesi’nde bulunan birkaç adet derlemenin ilk dizisi olan altmış kadar Arapça elyazması metni de beraberinde getirmişti. Yapılan incelemelerde, bu metinlerin aralarında İsmaililerin öğretilerini konu alan ve Arabistan’ın güneyindeki bazı bölgelerde yaşamakta olan İsmaililere ait alışmalara rastlanmıştır. Bu çalışmaların bazı bölümleri gizli şifrelerle kaleme alınmıştı.(19) Avrupa’nın öbür ucunda, Rus alimler ellerindeki Suriye menşeli İsmaili kaynaklarını incelediklerinde imparatorluklarının sınırları dahilinde İsmaililerin yaşadıklarını keşfetmişler ve 1902’de Kont Alexis Bobrinskoy, İsmaililerin Rusya’nın Orta Asya’daki bölgelerindeki örgütlenmeleri ve faaliyetlerini konu alan bir anlatı yayımlamıştır. Yakın tarihlerde, A. Polovtsev adlı bir sömürge valisi de Farsça kaleme alınmış İsmaililere ait bir din kitabını ele geçirmiş, eser Rusya Bilimler Akademisi’ndeki Asya Müzesi’ne konmuştur. Bunu izleyen bir diğer nüsha daha olmuş, 1914 ve 1918 yılları arasında I.I. Zarubin ve A.A. Semyonov adlı şarkiyatçılar tarafından Amu-Derya Nehri’nin yukarı kesimlerinde kalan Şugnan’dan getirilen bir İsmaili elyazmaları koleksiyonu müzenin arşivine katılmıştır. Bunlar ve peşi sıra elde edilen başka elyazmalarıyla birlikte Rus araştırmacılar Pamir ve bitişiğindeki Badakşan’ın Afgan sınırları civarında yaşayan İsmaililerin dini literatürlerini ve inanışlarını inceleme olanağına kavuşmuştur.(20)
Bu dönemden itibaren İsmaili araştırmalarında hızlı ve önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bilhassa da tarikatın Hindistan’da bulunan zengin kütüphaneleri sayesinde daha pek çok İsmaili metnine ulaşılmış, bizzat İsmaililerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli ülkelerde çok sayıda bilim adamı tarafından detaylı araştırmalar gerçekleştirilmiştir. Yalnız kayıp literatürün temini tarih alanında hayal kırıklığı yaratmıştır. Gün ışığına çıkarılabilen eserlerin tamamına yakını din ve dinle alakalı meseleleri ele alan kitaplar olmakla birlikte hem sayıca az hem de içerik açısından yetersizdi, ki bu belki de tarikatın Ortaçağ tarihçilerinin tek başlarına kavrayabilip kaleme alabilecekleri bir siyasi ve coğrafi odaktan yoksun bir azınlık cemaati oluşunun kaçınılmaz sonucuydu. Yalnızca Alamut Emirliği’nin kendilerine ait vakayinamelere sahip olduğu söylenebilir, lakin bunlar bile İsmaili değil Sünni tarihçiler tarafından muhafaza edilmiştir. İsmaili literatürü tarihsel içerik bakımından zayıf olsa da tarihi açıdan su götürmez bir değere sahiptir. Tarih anlatıcılığına katkısıysa yok denecek kadar azdır; belki İran Haşhaşilerine dair birkaç metin ve Suriye’deki kardeşleri hakkında yazılmış daha da azından öteye gitmez. Öte yandan eldeki eserler, hareketin dini altyapısının kavranabilmesine paha biçilmez katkıda bulunmuş, İsmaililerin İslam dini içerisindeki; Haşhaşilerin ise İsmaililerin bir kolu olarak inanış ve gayelerinin dini ve tarihi açıdan taşıdığı öneme dair yeni bir kavrayış imkanı sunmuştur. Böylece ortaya çıkan Haşhaşiler tablosu, gerek Ortaçağ seyyahları tarafından Doğu’dan taşınmış tüyler ürpertici rivayetler ve fantezilerle, gerekse 19. yüzyıl şarkiyatçılarının maksatları anlayıp açıklamaktan ziyade yalanlayıp kınamak olan Ortodoks Müslüman ilahiyatçıların ve tarihçilerin kaleminden çıkma elyazmalarından hareketle çizmiş oldukları düşmanca ve çarpık tablodan kökten bir farklılık arz etmiştir. Haşhaşiler artık, ne düzenbaz bir liderin uyuşturucu etkisi altına alarak yönlendirdiği bir nihilist teröristler çetesi ne de bir maharetli katiller topluluğu olarak görülüyordu. Ancak bu, onlara olan ilginin azalmasına sebep olmamıştır.
Notlar
1 Brocardus, Directorium ad passagium faciendum, RHC, E, Documents Armeniens II, Paris, 1906, s. 496497.
2 Villani, Cronica, IX, s. 290-291; Dante, Inferno, XIX, s. 49-50; akt. Vocabulario della Lingua Italiano, ‘assassino’ maddesi.
3 Stasburg vicedominus’u Ferhard’ın raporu (muhtemelen, editörün de belirttiği gibi, Burchard’la karıştırılmış), Alman vakanüvis Lübeckli Arnold tarafından (Chronicon Slavorum, VII, 8, ed. W. Wattenbach, Deutschlands Geschichtsquellen, Stuttgart-Berlin, 1907, II. s. 240) aktarılmıştır.
4 William of Tyre, Historia Rerum in Partibus Transmarinis Gestarum, XX, s. 31, ed. J.P Migne, Patrologia, CCI, Paris, 1903, s. 810-811; karş. E.A. Babcock ve A.C. Krey’in İngilizce çevirisi, A History of Deeds Done Beyond the Sea, II, New York 1943, s. 391
5 Chronicon, IV, s .16, ed. Wattenbach, s. 178-179
6 F.M Chambers, “The Troubadors and the Assassins” , Modern Language Notes, LXIV, 1949, s. 245-251. Olschki, muhtemelen Dante’nin gençliğinde yazmış olduğu bir sonesinde, şairin, aşığına olan sadakatini, Haşhaşi’nin Dağın Şeyhi’ne ya da din adamının Allah’a bağlılığından daha kuvvetli olarak tasvir ettiği bir pasajı (Storia, s. 215) kaydetmiştir.
7 Cont. William of Tyre, XXIV, s. 27, ed. Mügne, Patrologia, CCI, s. 958-959; Matthew of Paris, Chronica Majora, ed. H.R Luard, Rerum Britannicarum Medii Aevi Scriptores, 57, III, Londra, 1876, s. 488-489; Joinville, Historie de Saint Louis, Bölüm LXXXIX, Historiens et Chroniqueurs du Moyen Age, ed. A. Pauphilet, Paris, 1952, s. 307-310.
8 Nowell, 515, Fransızca çevirisini Collection des Memoires Relatifs l’Historie de France (XXII, s. 47 vd.) adlı eserden aktarırken; Latince metin Historia Orientalis (I,1062), Bongars’ın Gesta Dei per Francos (Hanover, 1611) adlı eserinden aktarılmaktadır.
9 The Journey of William of Rubruck to the Eastern Parts of the World 1253-1255 (çev. Ve ed. W.W Rockhill, Londra, 1900, s. 118, 222); The Texts and Versions of John de Plano Carpini and William de Rubruquis, ed. C.R. Beazley, Londra, 1993, s. 170, 216, 324. Başka rivayetlerde, dört yüz suikastçıdan bahsedilmektedir.
10 The Book of Ser Marco Polo, çev. ve ed. Sir Henry Yule, 3. Baskı, gözden geçiren: Henri Cordier, I, Londra 1903, Bölüm XXIII ve XXIV, s. 139-143.
11 İbn Müyesser, Annales d’Egypte, ed. H. Masse, Kahi re, 1919, s. 68; elBündari, İmadüddin’den özetleyerek, Histoire des Seldjoucides de l’Iraq, M. Th. Hotsma, Recueil de Textes Relatifs a l’Histoire des Seldjoucides, I. Leiden, 1889, s. 195; Kitabür’r reddi ale’l Mülhidin, ed. Muhammed Taki Danişpezhuh, Revue de la Faculte des Lettres, Universite de Tbariz, XVII/3, h. 1344, s. 312. Marco Polo’nun anlatısının kimi uyarlamalarında tam olarak assassin kelimesine rastlanmamaktadır bile.
12 “Memoire sur la dynastie des Assassins...”, Memoires de l’Institut Royal, IV, 1818, s. 1-85 (Memoires d’Histoire et de Litterature Orientales, Paris, 1818, s. 322403)
13 J. Von Hammer, Geschichte der Assassinen aus Morgenlandischen Quellen, Stuttgart 1818; İngilizce çevirisi: The History of the Assasins, çev. O.C Wood, Londra, 1835, s. 1-2, 217-218.
14 “Memoire sur les Ismaelis et les Nosairis de la Syrie, Addresse a M. Silvestre de Sacy par M. Rousseau...” Cahier, XLII, Annales de Voyages, XIV, Paris, 18091810, s. 271 vd.; daha fazla bilgi için, Lewis, “Sources...”, s. 477-479.
15 W. Monteith, “ Journal of a Journey through Azerbijan and the Shores of the Caspian”, J.R Geog. S., III, 1833, s. 15 vd.; J. Shiel, Itinerary from Tehran to Alamut and Khurramabad in May 1837”, a.g.e., VII, 1838, s. 430434. Daha fazla bilgi için bkz. Lockhart, “Hassan-i Sabbah and the Assassins” , BSOAS, V, 1928-1930, S. 689-696; W.Ivanow, “Alamut” Geographical Journal, LXXVII, 1931, s. 38-45; Freya Stark, The Valleys of The Assassins, Londra, 1934; W. Ivanow, “ Some Ismaili Strongholds in Persia”, IC, XII, 1938, S. 383392; keza, Alamut and Lamasar, Tahran, 1960; P. Willey, The Castles of the Assassins, Londra 1963; L. Lockhart ve M. G. S. Hodgson, “Alamut” maddesi, EI (2); Menuçehr Sütüdeh, “Kal’a-i Alamut” Ferheng-i İran zemin, III. H. 1334, s. 5-21.
16 Annales de Voyages, XIV, 1818, s. 279; akt. St. Guyard, Un Grand Maitre des Assassins... JA’dan ayrı basım, Paris 1877, s. 57-58.
17 J.B Fraser, Narrative of a Journey into Khorassan, Londra, 1825, s. 376-377.
18 . Bu hadiselerin tam anlatımı, Zawahir Noorally’nin Nisan 1964 tarihinde Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne sunmuş olduğu The First Agha Khan and the British 1838-1868... başlıklı yüksek lisans tezinde yer almaktadır. 1867’de Bombay’da yayımlanmış olan Arnould kararı, A.S Picklay’in History of the Ismailis (Bombay, 1940, s. 113-170) adlı çalışmasında yeniden yer almıştır.
19 E. Griffini, “Die Jüngste Ambrosianische Sammlung Arabischer Handschriften” ZMDF, 69, 1915, s. 63 vd.
20 W. Ivanow, “Notes sur l’Umumu’l Kitab’ des Ismaeliens de l’Asie Centrale’, REI, 1932, s. 418. vd.; V. Minorsky, “Shugnan” maddesi, El(2); A. Bobrinskoy, Sekta Isma’iliya v Russkikh i Bukharrskikh Predelakh, Moskova, 1902. Yakın tarihte Sovyetler’in Pamir’e düzenlediği seferin özeti için bkz. A.E Bertel, “ Otcet O Rabote Pamirskoy Ekspeditsii...”, Izvestya Akad. Nauk Tadzhiksoy SSR, 1962, s. 11-26
ALAMUT KALESİ, Bernard Lewis, Nokta Kitap Yayınları, 2012/2,
Moğolların (Hülagü Han) Alamut kalesini fethi. Minyatür. |
Onları bizzat görmediğimden ve yalnızca haklarında yazılanları okuyup, namlarını duyduğumdan bundan öte bir açıklama yahut bilgi sunamam. Onların adetleri ve taşıdıkları işaretler, tıpkı diğer herkes için olduğu gibi benim için de bir sır olduğundan nasıl tanınabileceklerini tarif edemem. Ve onlar öyle berbat bir meslek icra ederler, herkes onlardan öylesine bir tiksinti duyar ki namlarını olabildiğince gizlemeye çalışırlar, bu yüzden kimliklerinin isimlerinden nasıl anlaşılabileceğini de söyleyemem. Bunlarla birlikte, kralın güvende olması ve korunabilmesi için önerebileceğim tek çare, etrafındaki en alt kademeden en üst kademeye tüm görevlilerin ismi, cismi, soyu sopu ve yeri yurdu kesin olarak bilinen kimseler olmasıdır.”(1)
Brocardus’a göre Haşhaşiler son derece yetenekli ve tehlikeli türden kiralık katillerdi. Kendisi onları Doğu’nun tehlikeleri arasında saymış olsa da herhangi bir mekan, tarikat ya da milletle bağlantılı olduklarını açıkça ortaya koymadığı gibi, onlara herhangi bir dini inanış ya da siyasi amaç da atfetmemiştir. Haşhaşiler, merhametsiz ve işinin ehli katillerdi ve onlara karşı yapılacak savunma da böyle olmalıydı. Gerçekten de 13. yüzyıl civarında Haşhaşi kelimesi Avrupa dillerinde değişik şekillerde, ‘profesyonel kiralık katil’ anlamında kullanılmaya başlamıştı bile.
1348 yılında vefat etmiş olan Floransalı vakanüvis Giovanni Villani, Lucca Prens’inin ‘suikastçılarını’ (i suoi assasini) Pisa’ya, oradaki bazı belalı düşmanlarını öldürmeleri için gönderdiğini anlatır. Bundan da evvel Dante, Inferno’nun 19. kantosunda yaptığı bir göndermede ‘hain suikastçılar’dan bahseder ki 14. yüzyılda onu yorumlayan Francesco Da Buti, o günün okuyucuları için bile hâlâ yabancı ve pek bilinmeyen bu terime; ‘Assasino e colui che uccide altrui per danari’, yani ‘bir suikastçı başkalarını para karşılığında öldüren kimsedir’(2) şeklinde bir açıklama getirir. O dönemden sonra ‘assasin’ kelimesi Avrupa dillerinde, ‘eylemleri bağnazlık ve ihtirastan beslenen, halkça tanınan kimseleri bilhassa gizlice ve haince öldüren kişiler’ anlamında sıkça rastlanan bir isim olmuştur.
Fakat bu her zaman böyle değildi. Sözcük ilk olarak Haçlı Seferleri kayıtlarında, Doğu Akdeniz’de, ‘Dağın Şeyhi’ diye anılan gizemli bir kimse tarafından yönetilen, nefret uyandırıcı inançları ve yaşayışlarıyla dindar Hristiyanlara ve Müslümanlara hiç de benzemeyen alışılmışın dışında bir Müslüman tarikatına verilen isim olarak geçer. Tarikata dair ilk anlatılardan biri, 1175’de İmparator Frederick Barbarossa tarafından Mısır ve Suriye’ye gönderilmiş olan bir elçinin tuttuğu raporlarda görülür:
“Şam, Antakya ve Halep’le çevrelenen bölgede, bir Sarazenler (Ortaçağ’da Avrupalıların Müslümanlara verdikleri ad. E.n.) soyu vardır ki onlara kendi dillerinde ‘Heyssesini’ ve Romalıların dilinde ‘segnors du montana’ denir. Bu ırkın insanları kanunsuz yaşarlar; Sarazenlerin kurallarına karşın domuz eti yerler, anne ve kız kardeşleri de dahil olmak üzere ayrım yapmadan bütün kadınlardan faydalanırlar. Dağlarda yaşarlar ve iyi korunan kalelerde saklandıklarından ele geçirilmeleri hemen hemen imkansızdır. Toprakları fazla bereketli değildir, bu yüzden yetiştirdikleri büyükbaş hayvanlarla beslenirler. Başlarında, onları hayret verici bir yöntemle öldürme alışkanlığıyla civardaki Hristiyan lordlarına olduğu kadar, uzak yakın tüm Sarazen prenslerine de büyük bir korku salan bir ‘Reis’ bulunur. Bu Reis, dağlarda, çok yüksek duvarlarla çevrili olduğundan çok sıkı korunan, küçük bir kapının dışında içlerine hiç bir yerden girmenin mümkün olmadığı pek çok muhteşem kaleye sahiptir. Bu kalelerde hizmetkarlarının çocukları çok küçükten itibaren yetiştirilir, onlara Latince, Yunanca, Roma dili ve Sarazen dili gibi birçok dil öğretilir. Bu genç adamlara öğretmenleri tarafından, çocukluklarından yetişkinliklerine dek, yaşadıkları toprakların reisinin tüm söz ve emirlerine uymaları gerektiği ve bunu yaptıkları takdirde, yaşayan tüm tanrıların gücüne sahip olan efendilerinin onlara cennetin bütün hazlarını vereceği ve herhangi bir konuda onun iradesine karşı çıkmaları durumundaysa kurtarılamayacakları öğretilir. Dikkat edin, birer çocuk olarak alınışlarından, birini öldürme görevi verilmek üzere Efendi’nin huzuruna çağırılışlarma dek öğretmenleri ya da ustaları dışında kimseyi görmez ve kimseden bir talimat almazlar. Huzuruna çıktıklarında Reis onlara vaat edilen cennetin şartı olarak onun emirlerine uymayı kabul edip etmediklerini sorar. Bunun üzerine onlar da eğitilmiş oldukları üzere, en ufak bir şüphe ya da itiraz etmeden coşkuyla reislerinin ayaklarına kapanıp onun sözünden asla çıkmayacakları cevabını verirler. Onun üzerine de Reis onlara altın birer hançer hediye ederek onları, belirlemiş olduğu kurbanı öldürmeye gönderir.”(3)
Birkaç sene sonra, Tire (Sur) Başpiskoposu William, Haçlıların sefer düzenlediği şehirlerin tarihini anlatan yazılarına tarikatla ilgili kısa bir izahat eklemiştir: “Bir başka adı da Fenike olan Tire Vilayetinde, Tortosa’nın piskoposluk yaptığı bölgede, sıklıkla duyduğumuza göre 60.000 civarında bir nüfus barındıran köylerin bağımlı olduğu on güçlü kaleye sahip bir grup kimse bulunur. Efendi’nin seçilişi kan bağına değil liyakat esasına dayanır. Bilinen bütün soyluluk unvanlarına burun kıvrılarak, bu kimseye ‘Şeyh’ denir. Bu insanları reislerine bağlayan teslimiyet ve itaatkarlık bağları öylesine kuvvetlidir ki, Reis emrettikten sonra ne kadar zorlu ya da tehlikeli olursa olsun büyük bir şevkle üstlenmeyecekleri hiç bir görev yoktur. Eğer bu kimselerin nefret ettiği ya da güvenmediği bir hükümdar varsa, Reis fedailerinden bir ya da birkaçına bir hançer verir. Emri alan kimse, eylemin sonucunda olabilecekleri ya da kaçma ihtimalini bir an olsun düşünmeden derhal görevini tamamlamak için yola koyulur. Fedai, Reis’in kendisine görev vereceği güne dek büyük bir azimle yapılabilecek her işe koşar. Hem bizim insanlarımız hem de Sarazenler onlara Haşhaşiler derler, ki bu ismin kökeni hakkında herhangi bir bilgimiz bulunmamakta.”(4)
1192 senesinde, Haşhaşilerin o güne dek birçok Müslüman hükümdar ve kumandanın canını almış olan hançerleri ilk Haçlı kurbanını seçmişti: Kudüs Latin Krallığı’nın hükümdarı Montferratlı Conrad. Bu suikast Haçlılar üzerinde derin bir iz bırakmış ve III. Haçlı Seferi vakanüvislerinin çoğu, yazılarında, bu dehşet saçan tarikatın müritlerinden, onların tuhaf inanışlarından, korkunç yöntemlerinden ve gözü pek reislerinden bahsetmişlerdir. Alman vakanüvis Lübeckli Arnold onları şöyle anlatır:
“Bu şeyhle ilgili size aktaracaklarım belki biraz saçma görünebilir lakin hepsi son derece güvenilir kimselerin tanıklıklarıyla tasdik edilmiştir. Bu Şeyh, büyüsüyle müritlerinin gözünü öyle bir boyamıştır ki, bu adamlar ona adeta Tanrı’ya tapar gibi taparlar. Keza onların akıllarını ebedi mutluluk vaatleriyle öyle uyuşturmuştur ki bu insanlar ölmeyi yaşamaya tercih ederler. Pek çoğu, onun bir baş hareketi ya da emriyle, paramparça olacaklarını bile bile yüksek bir yerden hiç düşünmeden atlamaya hazırdır. Ona göre müritlerinin en mübarek olanları, ülküleri uğrunda kan dökerken can verenlerdir. Şeyh, böyle bir ölümü göze almış olan fedailerine, bu göreve vakfedilmiş hançerleri kendi elleriyle teslim eder ve verdiği iksirle içine girdikleri müthiş zevk ve hayallerle dolu vecd halinin, amelleri uğrunda can vermelerinin mükafatı olarak ebediyen süreceğinin sözünü verir.”(5)
İlk başta, Avrupalıların tahayyüllünü zorlayan, Haşhaşilerin öldürme yöntemlerinden çok, fanatik bağlılıkları olmuştur. Provanslı bir ozan, karısına, “Üzerimdeki nüfuzunuz, bir Haşhaşi şeyhinin can düşmanlarının üzerine saldığı fedailerinin üzerindeki nüfuzundan kat be kat fazladır” derken, bir diğeriyse “Haşhaşiler şeyhlerine nasıl bir bağlılıkla hizmet etmişse, ben de aşka öyle şaşmaz bir sadakatle hizmet ettim” demiştir. İmzasız bir aşk mektubunun yazarıysa, sevdiği kadını “Emirlerinize itaatimle cennete kavuşmayı ümit eden Haşhaşinizim ben”(6) sözleriyle temin etmektedir. Ancak zamanla, Haşhaşilerin işlediği cinayetlerin yarattığı etki sadakatleriyle anılmalarının önüne geçerek ‘suikastçı’ kelimesinin bugünkü anlamını kazanmasını sağlamıştır.
Haçlıların Doğu Akdeniz’de kalış süreleri uzadıkça, Haşhaşilerle ilgili daha kapsamlı bilgiler elde edilmiş, hatta onlarla tanışıp konuşma fırsatını yakalayan Avrupalılar bile olmuştur. Tapınak Şövalyeleri ve Hospitaliyerler, Haşhaşi kaleleri üzerinde hakimiyet kurabilmeyi başarmış ve onları haraca bağlamışlardır. Surlu William, Dağın Şeyhi’nin nafile bir çabayla Kudüs kralına ittifak teklif ettiğini kaydederken, onun halefinin aktardığı, doğruluğu şüphe götürür bir hikayeye göreyse, Şeyh, 1198 senesinde Ermenistan’dan dönen Champagneli Kont Henri için kalesinde düzenlediği eğlencede, misafirinin, adamlarının ona olan itaatkarlığını görmesi için birkaçına surlardan atlamalarını emretmiş ve ardından konta büyük bir misafirperverlikle herhangi bir ihtiyacı olduğunda adamlarını emrine verme teklifinde bulunarak, kendisine zarar vermiş kimseler varsa sadece onu haberdar etmesi gerektiğini, derhal işlerini bitirebileceğini söylemişti. Nispeten daha akla yatkın olan İngiliz tarihçi Parisli Matthew’in kayıtlarında, Müslüman hükümdarlardan bazılarının ve Dağın Şeyhi’nin, Doğu’nun bağrından kopup gelen Moğollar tehlikesine karşı İngiliz ve Fransızlardan yardım istemek üzere 1238’de Avrupa’ya bir elçi gönderdiklerinden bahsedilir. 1250 senesinde, Aziz Louis Kutsal Topraklar’a düzenlediği Haçlı Seferi sırasında o dönemin Haşhaşi Şeyhi ile görev ve hediye alışverişinde bulunma imkanına sahip olmuştu. Yves De Breton adlı Arapça konuşabilen bir keşiş, Kralın Haşhaşilere gönderdiği elçilere eşlik etmiş ve Haşhaşi reisiyle dini meseleleri görüşmüştü. Anlatısında, yoğun cehalet ve önyargı bulutlarının arasından Haşhaşilerin bağlı olduğu İslam tarikatına dair bilinen öğretileri bile ayırt etmek güçtür(7)
Haçlılar, Haşhaşileri yalnızca Suriye’de bulunan bir tarikat olarak biliyordu ve onların İslam dini içindeki yerleri ya da Müslüman coğrafyasındaki diğer gruplarla olan bağlantılarından haberdar değillerdi. Müslümanlar konusunda en bilgili Haçlı seferi yazıcılarından olan Akka Piskoposu Vitryli James bile 13. yüzyılın başında, tarikatın İran’da kurulmuş olduğu dışında bir bilgi kaydetmemişti.(8) Ancak yüzyılın ikinci yarısında, İran’da doğmuş bu tarikat hakkında yeni ve birinci ağızdan bilgiler ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk kaynak, 1253-1255 yılları arasında Fransa kralı tarafından Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın Karakurum’daki sarayına yollanmış olan Flaman rahip Rubrucklu William olmuştur. William yolunun üzerindeki İran’dan geçerken Hazar Denizi’nin güneyindeki Hazar Dağları’nın bitişiğinde yer alan dağları Haşhaşilerin mesken tuttuğunu kaydetmiştir. Karakurum’a vardığındaysa tebdili kıyafet içindeki kırk kadar Haşhaşi’nin kendisini öldürmek üzere gönderildiği duyumunu almış olan Cengiz Han’ın korunması için alınmış olağanüstü güvenlik önlemleriyle karşılaşmıştır. Buna karşılık Cengiz Han, kardeşini başına getirdiği bir orduyu, hepsini öldürmeleri emriyle Haşhaşilerin topraklarına göndermiştir.(9)
William, İranlı Haşhaşiler için, çoğulu melahide, tekili mülhit olan Arapça sözcükten bozma müliech ya da mulihet sözcüklerini kullanır. ‘Dinden çıkmış, sapkın’ gibi anlamlara gelen bu sözcük, çoğunlukla ehlisünnet dışı tarikatlar ve bilhassa da Haşhaşilerin bağlı olduğu İsmaili Mezhebi için kullanılmıştır. Haşhaşilerin adına, bir kez daha yolu 1273’de İran’dan geçmiş olan çok daha meşhur bir gezginin, Marco Polo’nun seyahatnamelerinde rastlanır ve Polo, uzun bir süre tarikatın merkezi olmuş Alamut Kalesi’ni ve vadisini şöyle tasvir eder:
“Kendi dillerinde Şeyh’e ‘Alaaddin’ deniyordu. İki dağ arasındaki bir vadinin çevresini kapattırmış ve burayı her çeşit meyvenin yetiştiği, şimdiye dek görülmemiş güzellikteki ve büyüklükteki bir bahçeye çevirtmişti. Buranın içerisinde, göz kamaştırıcı tezhipler ve resimlerle süslenmiş, akla hayale sığmayan bir zarafette kameriyeler ve saraylar bulunuyor; sütten, baldan, şaraptan ve sudan ırmaklar çağıldıyordu. Bülbül gibi şakıyan, çalgılarından şahane ezgiler dökülen dünya güzeli kadınlar ve genç kızlar, cazibeli danslar ederek etrafta dolanmaktaydı. Şeyh, müritlerinin sahiden Cennet’te olduklarına inanmalarını istiyordu, bu yüzden de burayı Hz. Muhammed’in, ırmaklarından gürül gürül bal, şarap, süt ve sular akan, birbirinden güzel hurilerle dolu Cennet tasvirlerine uygun olarak düzenlemişti. Gerçekten de o bölgede yaşayan Sarazenler buranın Cennet’in ta kendisi olduğuna inanmaktaydı! Şeyh’in Haşhaşi fedaisi olarak seçtikleri dışında hiç kimse bu bahçeye alınmıyordu. Bahçenin girişine, tüm dünyaya karşı direnebilecek kadar sağlam bir kale inşa edilmişti ve başka hiçbir yerden buraya giriş yoktu. Sarayında maiyeti altına aldığı, yaşları on iki ila yirmi arasında değişen, asker olmaya iştahlı gençlere tıpkı Hz. Muhammed gibi Cennet hikayeleri anlatıyor ve bu gençler de Şeyh’e Sarazenlerin Hz. Muhammed’e inandığı gibi inanıyorlardı. Sonra da kendilerine iksirinden içirerek derin bir uykuya dalmalarını sağladığı bu gençleri dörderli, altışarlı hatta onlu gruplar halinde bahçeye taşıtıyor, böylece gençler gözlerini açtıklarında kendilerini bu cennet bahçesinde buluyorlardı. Uyanınca kendilerini bir anda buluverdikleri bu göz kamaştırıcı yerin gerçekten de Cennet olduğunu zannediyorlardı. Etraflarını saran kadınlar ve genç kızlar, bu delikanlıların gençliğin ateşiyle yanan kalplerini öyle hoş ediyordu ki burayı bırakıp gitmek akıllarına bile gelmiyordu.”
Bizim Yaşlı Adam dediğimiz bu Efendi, alabildiğine ihtişamlı ve büyük bir saray inşa ettirerek vadi halkının sıradan insanlarını, kendisinin yüce bir peygamber olduğuna iyiden iyiye inandırmıştı. Fedailerinden birini göreve yollayacağı zaman yine bahsi geçen iksirle onu uyutup çıktığı cennetten hiç de aşağı kalır bir yanı olmayan sarayına taşıtıyordu. Efendi’nin huzuruna çıkarılan fedai, gerçek bir peygamberin karşısında olduğunun inancıyla ona büyük bir hürmetle secde ediyordu. Daha sonra Şeyh fedaisine nereden geldiğini soruyor ve o da Cennet’ten geldiğini ve buranın tıpkı Hz. Muhammed’in anlattığı gibi bir yer olduğunu söylüyordu. Bu sözler de elbette etraflarında bulunan ve henüz bahçeye kabul edilmemiş kişilerin isteklerini kamçılıyordu.
Şeyh, bir hükümdarın katlini emredeceği zaman fedaiye şöyle diyordu: “Gidip şunu, şunu öldüresin. Döndüğünde meleklerim seni Cennet’e taşıyacaklardır. Şayet ölürsen bile, seni alıp Cennet’e kavuşturmaları için meleklerimi göndereceğim.” Böylece onları öyle bir inandırıyordu ki Şeyh’in Cennet’ine geri dönebilme arzusuyla yanıp tutuşan fedailerin göze alamayacağı hiçbir tehlike yoktu. Bu sayede Şeyh, her kimin ortadan kaldırılmasını isterse fedailerini onun üzerine salabilirdi. Elindeki bu güç sayesinde etraftaki hükümdarlara saldığı korku, kendileriyle barış halinde kaldığı sürece onları Şeyh’e haraç vermeye razı gelmek durumunda bırakıyordu.
Ayrıca eklemeliyim ki Efendi’nin emrinde, onun yöntemlerini kendisiyle tıpatıp aynı tarzda uygulayan başka kimseler de bulunuyordu. Bu kimselerden biri Şam’a, bir diğeri ise Kürdistan’a yollanmıştı.(10)
Marco Polo (ya da onun yazıcısı), İran İsmaililerinden Haşhaşiler, onların efendilerindense ‘Yaşlı Adam’ diye bahsederek, Avrupalıların da artık aşina olduğu terimleri kullanmışlardır. Lakin Haşhaşiler İran’dan değil Suriye’den gelmişlerdi. Arap ve İranlıların kaynaklarında ‘Haşhaşi’ isminin yalnızca Suriye’deki İsmaililer için kullanılan yerel bir ad olduğu ve İran ya da başka ülkelerde bulunan İsmaililerin asla bu isimle çağrılmadığı açıkça belirtilmiştir.(11) Ayrıca ‘Dağın Şeyhi’ (Şeyhül Cebel) ifadesi de Suriye kökenlidir. İsmaililerin, şeflerini Yaşlı Adam, Ata ya da Müslümanlar arasında yaygın hürmet ifadeleri olan Arapçadaki ‘Şeyh’ ve Farsçadaki ‘Pir’ kelimeleriyle anmış olmaları gayet doğaldır. Ancak ‘Dağın Şeyhi’ tabirinin o döneme ait hiçbir Arapça metinde gün ışığına çıkmaması itibariyle yalnızca Suriye’de ve muhtemelen de Haçlılar arasında kullanılmış olduğu söylenebilir.
Bu tabirler zamanla tarikatın hem Suriye hem de İran kolları için kullanılır hale gelmiştir. Yarım yüzyıl kadar sonra, Pordenonelu Odenon’un benzer bir üslupla devamını getirdiği Marco Polo’nun seyahatnamesi, Suriyeli Haşhaşilerin Avrupalıların zihinlerinde yarattığı tesiri daha da derinleştirmiştir. Anlatılan Cennet bahçeleri hikayeleri, fedailerin gözü kara adanmışlıklarıyla kılık değiştirme ve cinayet işlemedeki olağanüstü maharetleri ve Dağın Şeyhi adı verilen gizemli lider karakteri, Avrupa yazınında seyahatname ve vakayinamelerden şiire, romana ve mitolojiye kadar geniş bir alanda yankı bulmuştur.
Haşhaşiler siyasette de etkili olmuştur. Oldukça erken tarihlerden itibaren Avrupa’da işlenen bazı siyasi cinayetler ve bu yöndeki teşebbüslerde Dağın Şeyhi’nin parmağının olduğu saptanmıştır. Rivayete göre, 1158 senesinde Frederik Barbarossa’nın Milano’yu kuşattığı sırada ordugahında bir Haşhaşi yakalanmış; 1195’de ise Arslan Yürekli Richard Chinon’dayken sayıları on beşi bulan sözde Haşhaşi fedaisi tutuklanmış ve Fransa Kralı tarafından Kral Richard’ı öldürmek üzere gönderildiklerini itiraf etmişlerdi. Çok geçmeden bu tip olaylara sıkça rastlanır olmuş ve birçok hükümdar Şeyh’le işbirliği içinde olmakla ve azılı düşmanlarını ortadan kaldırabilmek için onun fedailerini kullanmakla itham edilmiştir. Bu suçlamaların asılsız olduğu nerdeyse şüphesizdir. Zira Batı Avrupa’da düzenlenen komplo ve entrikalardan Suriye ya da İran’daki Haşhaşi liderlerinin hiçbir çıkarı olmadığı gibi, Avrupalıların da öldürme sanatında harici bir yardıma başvurmaya ihtiyacı yoktu. 14. yüzyıla gelindiğinde Haşhaşi (assasin) sözcüğü artık bu isimdeki tarikatla ilişkilendirilmez olmuş ve tamamen ‘suikastçı’ anlamında kullanılmaya başlamıştır.
Ancak tarikata yönelik ilgi devam etmiş, Batı’da Haşhaşilerin tarihine yönelik ilk ilmi araştırma denemesi Denis Lebey de Batilly tarafından yapılarak 1603 senesinde Lyon’da yayımlanmıştır. Bu tarih bilhassa önemlidir. Rönesans döneminin pagan ahlakı, cinayetin siyasi bir araç olarak kullanımını yeniden hayata geçirmiş, din savaşlarıysa onu kutsal görev mertebesine taşımıştır. Devletin siyasi ve dini otoritesini tek elde toplayan monarşilerin ortaya çıkışı, suikastçılığı makbul olduğu kadar tesirli de bir yöntem haline getirmiştir. Prensler ve piskoposlar, dini ya da siyasi düşmanlarını ortadan kaldırmak amacıyla suikastçılar kiralama yoluna gitmiş ve bunu da şiddetin saf mantığına ideolojik kılıflar uyduracak kuramcıların ortaya çıkışı izlemiştir.
Lebey De Batilly’nin amacı son derece mütevaziydi: Fransızcaya yeni girmiş bu sözcüğün tarihi kökenlerini açıklayabilmek. Çalışması yalnızca Hristiyan kaynaklarına dayalı olduğundan 13. yüzyılda Avrupa coğrafyasında bilinenlerin bir adım bile ötesine geçememişti, ancak yeni deliller olmadan da yeni kavrayışlara ulaşmak pekala mümkündü. Bu, hele ki Nassaulu William’ın İspanya Kralı’nın kiraladığı tetikçi tarafından vuruluşuna, Fransa Kralı III. Henry’nin Dominiken bir keşiş tarafından bıçaklanışına ve İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in kutsanmış suikastçıların elinden zor kurtuluşuna tanıklık etmiş bir nesle hiç de zor gelmemiş olmalı.
Haşhaşilerin kökenlerinin ve kimliklerinin gizemini çözmeye yönelik ilk önemli gelişme Aydınlanma Çağı’nın başlarında, 1697 senesinde Bartholome d’Herbelot’un ‘Bibliotheque Orientale’ adlı muazzam eserinin basılmasıyla kaydedilmiştir. Bu çığır açıcı çalışmada dönemin Avrupa’sına ait şarkiyat ilminin İslam dinine, edebiyatına ve tarihine dair ulaşabildiği bilgilerin neredeyse tamamı gözler önüne serilmiştir. Bu eserde ilk defa Batılı bir alim, dogmatik olmayan sorgulayıcı bir bakışla, o dönem Avrupa’da pek azı bilinen İslam kaynaklarından faydalanarak İran ve Suriye Haşhaşilerini İslam tarihi içerisinde daha kapsamlı bir bağlamda konumlandırmaya çalışmıştır. Haşhaşilerin, Sünnilerle çatışmaları İslam’daki en büyük hizipleşmelerden olan Şii mezhebinden ayrılmış muhalif İsmaili Tarikatı’na bağlı bir kol olduklarını ortaya koymuştur. İsmaili Tarikatı’nın liderleri, İsmail bin Cafer’in torunları olduklarını iddia ederek soylarını Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma ve damadı Hz. Ali vasıtasıyla da Hz. Muhammed’e dayandırıyorlardı. 18. yüzyıl boyunca başka tarihçiler ve şarkiyatçılar da meseleyi ele almış ve Haşhaşilerin tarihi, inanışları ve İsmaililerle olan bağlantılarını detaylandırma çalışmalarında bulunmuştur. Kimi yazarlar da Arapça olduğu düşünülse de halihazırda hiçbir Arapça metinde rastlanmamış olan Haşhaşi sözcüğünün kökenlerini açıklama çabasına girmiştir. Ancak kelimenin etimolojisine dair ortaya konan sonuçlar pek de ikna edici olmamıştır.
19. yüzyılın başında, Haşhaşilere olan ilgide yeni bir patlama yaşanmıştır. Fransız Devrimi ve sonrasında yaşanan olaylar, suikast ve cinayete olan ilgiyi yeniden canlandırmış; Napolyon’un Mısır ve Suriye seferleri neticesinde İslam coğrafyasıyla kurulan yeni ve daha yakın ilişkiler İslami araştırmalar için yeni olanaklar doğurmuştur. Kamuoyunda uyanan merakın giderilmesine yönelik bazı kapsamlı olmayan çalışmaların ardından dönemin en yetkin Arapça alimi Silvestre de Sacy meseleyi ele almış ve 19 Mayıs 1809 tarihinde Institute de France’de Haşhaşiler Hanedanı ve Haşhaşi isminin etimolojisiyle ilgili bir bildiri sunmuştur.(12)
Silvestre de Sacy’nin bildirisi Haşhaşi araştırmalarında bir dönüm noktası olmuştur. Sacy, kendinden önceki alimlerin faydalanmış olduğu az sayıda İslami kaynakla yetinmeyerek Paris’teki Bibliotheque Nationale’de bulunan ve o güne dek Batılı alimlerin habersiz olduğu pek çok önemli Arapça Haçlı Seferi kayıtlarını da içeren zengin Arapça elyazmaları koleksiyonuna el atmış ve sonucunda ortaya koyduğu tahliller, kendisinden önce Avrupalı araştırmacılarca elde edilmiş sonuçların yerini almıştır. Bu incelemenin en önemli bölümü şüphesiz, Sacy’nin Haşhaşi kelimesinin kökenleri konusunda artık içinden çıkılamaz bir hal almış olan araştırmalara son noktayı koyan açıklamaları olmuştur. Bu konuda o güne dek yaratılmış kuramları bir bir inceleyip geçersizliklerini kanıtladıktan sonra, tarikatın isminin Arapçadaki haşhaş kelimesinden geldiği sonucunu ortaya koymuş ve sözcüğün Haçlı Seferi kayıtlarında rastlanan asssasini, assissini, heyssisini ve benzer kullanımlarının da Arapçadaki çoğul formları olan Haşhaşiyün ve haşşaşin kelimelerinden esinlenildiğini öne sürmüştür. Bu çıkarımları doğrulamak amacıyla tarikatın üyelerinin Haşhaşi ismiyle anıldığı ancak hiçbir yerinde Haşhaş diye isimlendirilmediği bir dizi Arapça metni delil olarak göstermiştir. O dönemden sonra gün ışığına çıkan yeni metinlerde de kelimenin Haşhaşi olarak geçtiği görülürken Haşhaş şeklindeki kullanımına rastlanmamasıyla Sacy’nin açıklamasının bu kısmı bir kenara bırakılmış ve kelimenin Avrupa dillerindeki türevlerinin Arapçadaki Haşhaşi ve Haşhaşin sözcüklerinden doğduğu kanısı benimsenmiş gibi görülmektedir.
Bu tashih bir kez daha, kelimenin etimolojisinden bağımsız olarak anlamı meselesini gündeme getirmektedir. Haşhaş kelimesi Arapçada, ‘ot’, bilhassa da ‘kuru ot ve hayvan yemi’ manalarına gelmektedir. Sonraları kelimenin anlamı Ortaçağ Müslümanlarınca uyuşturucu özellikleri bilinen hintkeneviriyle özdeşleştirilmiştir. Daha modern bir kelime olan ‘haşşaş’ ise ‘haşhaş kullanıcısı’ anlamında kullanılmaktadır. Silvestre de Sacy, sonradan pek çok yazar tarafından da dile getirilmiş olan Haşhaşilere adlarının haşhaş kullanma alışkanlıkları yüzünden verildiği kanısını hiçbir zaman tam olarak benimsememişse de bu ismin, Şeyhin fedailerine görevlerini başarıyla tamamlayabilmeleri karşılığında vaat ettiği cenneti tattırabilmek için onlara gizliden haşhaş içirmesiyle alakalı olabileceğine değinmiştir. Bu açıklamayı da Marco Polo’nun seyahatnamelerinde ve diğer Doğu ve Batı kaynaklarında bahsi geçen uyuşturucu etkisi altındaki fedailerin götürüldüğü Cennet Bahçeleri hikayesiyle temellendirmiştir.
Erken dönemlerde ortaya çıkmış ve geniş bir coğrafyada anlatılmış olmasına rağmen bu hikaye neredeyse tamamen gerçek dışıdır. Haşhaşın kullanım alanları ve tesiri o dönemde de bir sır değildi ve ne İsmaililerin yazarları ne de aklı başında Sünni yazarlar müritler arasında haşhaş kullanıldığına dair bir beyanda bulunmamışlardır. Haşhaşi ismi Suriye coğrafyasına özgüdür ve muhtemelen de zamanla halk arasında her yöne çekilebilecek bir kelime haline gelmiştir. Her halükarda ismi üne kavuşturan hikaye değil, aksine hikayeyi üne kavuşturan bu isim olmuştur. Öne sürülen çeşitli izahatlardan en akla yatkın olanı, bunun tarikat üyelerinin eylemlerine bir açıklama getirebilme çabası yerine, alaycı bir yaklaşımla onların vahşi inanışlarını ve abartılı tavırlarını küçümsemeye yönelik kullanılan bir ifade olduğuydu. Bilhassa da Batılı araştırmacılar için bu türden hikayeler, başka türlü izah edebilmenin mümkün gözükmediği bir davranışa mantıki açıklamalar getirebilmeyi kolaylaştırmış olabilir.
Silvestre de Sacy’nin bildirisi meseleye ilişkin daha kapsamlı bir dizi çalışmaya önayak olmuştur. Kuşkusuz bunlar arasında en fazla rağbet görmüş olanı, Avusturyalı şarkiyatçı Joseph von Hammer’ın, 1818’de Stuttgart’ta Almanca olarak basılmış ve 1833’de Fransızcaya; 1835’deyse İngilizceye çevrilmiş olan Haşhaşiler Tarihi adlı eseridir. Bu eser Doğulu kaynaklara dayandırılmış olmasına rağmen o gün için ‘gizli cemaatlerin saçtığı tehlikelerden din istismarının ulaşabileceği korkutucu boyutlara ve dizginsiz ihtirasların yaratabileceği dehşet ortamına...’ karşı bir uyarı olarak hazırlanmış bir risale niteliği taşımaktaydı. Sacy’e göre Haşhaşiler, katıksız bir itikat ve sert bir ahlaki anlayışın ardına saklanarak din ve ahlakın altını kazan bir sahtekarlar ve aldanmışlar birliği; hançerlerinin ucunda büyük halkların hükümdarlarının can verdiği bir katiller ordusu olmanın yanında çok büyük bir güce de sahipti, çünkü ruhani ve dünyevi iktidarın merkezi olan Halifelik, ilk günden beri can düşmanı olan bu haydut inini dağıtıp, kendisi de bu yıkımın enkazı altında kalana dek geçen üç asırlık bir zaman dilimi boyunca çok büyük bir korku salmışlardı.
Okuyucularının bu noktayı kaçırma ihtimaline karşın Hammer, Haşhaşileri; Tapınak Şövalyeleriyle, Cizvitlerle, İllüminati’yle, Masonlarla ve Fransız Milli Meclisi’nin kral katilleriyle mukayese etmiştir:
“Tıpkı Batı’da devrimci toplulukların Masonlar arasından çıkmaları gibi, Doğu’da da Haşhaşilerin çıktığı kaynak İsmaililerdir... Asya’da II. Hasan’ın saltanat dönemine benzer bir şekilde, aydınlanmacıların salt vaaz aracılığıyla halkları hükümdarlarının koruyucu egemenliğinden ve dini hayatlarıyla olan kuvvetli bağlarından koparabileceklerine dair çılgınca fikirleri, Fransız Devrimi’nin tesiriyle birlikte en kanlı hadiselere zemin hazırlamıştır. (13)
Hammer’ın eseri hatırı sayılı bir etki yarattığı gibi bir buçuk asra yakın bir süre Batı’nın zihnindeki yaygın Haşhaşiler kavrayışının kaynağı olmuştur. Bu sırada özellikle de Suriye ve İran İsmaililerinin tarihlerini konu alan Arapça ve Farsça metinlerin gün ışığına çıkarılıp çevrildiği ve işlenerek açıklığa kavuşturulduğu Fransa başta olmak üzere ilmi araştırmalarda gelişme kaydedilmiştir. Bu gelişmelerin en önemlileri arasında iki İranlı Moğol dönemi tarihçisinin, Cüveyni ve Reşidüddin’in eserleri sayılabilir; her iki tarihçi de Alamut kaynaklı İsmaili el yazmalarına ulaşmış ve onlardan faydalanarak Kuzey İran’daki İsmaili emirliğine dair ilk bütünlüklü açıklamaları ortaya koyabilmişlerdir.
Yeni türden dokümanların ortaya çıkışı önemli bir adımın atılabilmesine imkan sağlamıştır. İslam kaynaklarından faydalanılması, Ortaçağ Avrupa’sı kayıtlarından derlenen bilgileri yeni boyutlara taşımıştır, ancak bu kaynaklar bile çoğunlukla Batılı vakanüvislere ve seyyahlara oranla meseleye daha vakıf olsalar da İsmaililerin öğretilerine ve amaçlarına yaklaşımları daha ziyade düşmanca olan Sünnilere aitti. Şimdi nihayet, tarihte ilk kez İsmaililerin görüşlerini birinci ağızdan aktaran bilgiler gün ışığına çıkarılıyordu. 18. yüzyıl seyyahları Orta Suriye’nin bazı köylerinde halen varlıklarını sürdüren İsmaililere rastladıklarını kaydetmişlerdi. 1810 senesinde Fransa’nın Halep Konsolosu Rousseau, Silvestre de Sacy’nin teşvikiyle, kendi döneminde Suriye’de yaşayan İsmailileri, coğrafi, tarihi ve dini bilgiler ışığında anlattığı bir çalışmasını yayımlamıştır.(14) Kaynaklar belirtilmemiş olmakla birlikte yerel ve sözlü kaynaklara başvurulmuş olduğu görülebilmektedir. Silvestre de Sacy de bizzat bir dizi açıklayıcı not temin etmiştir. Rousseau, bu tarz yerli kaynaklara ulaşarak, bizzat İsmaililerin anlattığı bilgileri kendi kıtasına taşıyan ilk Avrupalı olmuştur. 1812’de, Suriye’deki en önemli İsmaili araştırma merkezlerinden biri olan Masyafta eline geçen İsmaililere dair bir kitaptan derlediği alıntıları yayımlamıştır. Doyurucu tarihi bilgiler içermemekle birlikte bu eser tarikatın dini öğretilerine az da olsa ışık tutabilmeyi başarmıştır. Suriye’deki bazı diğer metinler de daha sonra basılmak üzere Paris’e ulaştırılmıştır. 19. yüzyıl boyunca birkaç Amerikalı ve Avrupalı gezgin Suriye’deki Haşhaşi köylerine ziyaretlerde bulunmuş, buralardaki kalıntılar ve köy sakinleri üzerine özet raporlar hazırlamışlardır.
Heybetli Alamut Kalesi’nin kalıntılarının halen bulunmakta olduğu İran’daysa pek fazla bilgiye ulaşılamamıştır. 1833 senesinde Albay W. Monteith isminde bir İngiliz subayı, Journal of The Royal Geographic Society’de, bir seyahatinde Alamut Vadisi’nin girişine kadar ilerleyebildiğini ancak kaleye ulaşma ve kaleyi teşhis edebilme şansına sahip olamadığını anlatır. Bu amaca ulaşabilen kişi 1838’de aynı dergide bir anı yazısı yayımlanan Yarbay Justin Sheil olmuştur. Stewart isimli bir İngiliz subayın birkaç sene sonra kaleyi ziyaret etmesinin ardından Alamut Kalesi’nin keşfine yeniden başlanmasına dek neredeyse bir asırlık bir zaman dilimi geçmiştir.(15)
Ancak İran’daki İsmaililerin tarihteki ihtişamlarını yeniden hatırlara getirebilecek tek şey kalıntılar değildi. 1811’de Halep Konsolosu Rousseau İran’a seyahati sırasında İsmaililere dair soruşturmalar yaparken, ülkede halen İsmail’in soyundan gelen bir imama sadakatle bağlı pek çok kimsenin olduğunu öğrenmesiyle şaşkınlığa uğramıştı. İmamın adı Şah Halilullah idi ve kendisi Tahran ile İsfahan arasında kalan Kum yakınlarındaki Kehk köyünde ikamet etmekteydi. Rousseau şöyle anlatıyor: “Eklemeliyim ki Şah Halillullah, kendisine bahşedilmiş mucizevi güçler atfeden ve onu hediyeleriyle durmadan zenginleştirerek halife unvanıyla yücelten müritleri tarafından adeta bir tanrı gibi görülüyor. Hindistan’a kadar yayılmış olan İsmaililerden müritler, İmam’ın hayır dualarını duyabilmek ve karşılığında getirdikleri muhteşem hediyeleri ona sunabilmek için ta Ganj ve İndüs kıyılarından kalkıp düzenli olarak Kehk’e geliyorlar.”(16)
1825 yılında İngiliz seyyah J.B. Fraser da İran’da halen yaşamakta olan İsmaililerin varlığını ve artık onun emriyle cinayet işlemeyi bırakmış olsalar da şeyhlerine olan bağlılıklarının aynen devam ettiğini onaylamıştır: “İlk ortaya çıktıkları zamanlardaki dehşetengiz ve derin coşkunluklarını kaybetmiş olsalar da kalanlar bugün bile Şeyh’e gözü kapalı iman etmeyi sürdürmekte.”(17)
Tarikatın Hindistan’da da ‘evliyalarına gönülden bağlı’ müritleri bulunmaktaydı. Önceki liderleri Şah Halilullah birkaç sene evvel (tam olarak 1817) Yezd’de eyalet yönetimine karşı ayaklanmış isyancılar tarafından katledilmiş, daha sonra oğullarından biri onun dini yetkinliğinin mertebesine ulaşabilmiş ve tarikat içerisinde aynı hürmetle karşılanarak lider olarak benimsenmiştir.
Bir sonraki bilgi temini son derece farklı bir kaynaktan gerçekleştirilmiştir. Aralık 1850’de Bombay mahkemelerinde alışılmışın dışında bir cinayet davası görülmüştü. Ait oldukları dini cemaatin içerisinde ortaya çıkmış bir fikir ayrılığı sonucunda dört adam güpegündüz pusuya düşürülüp katledilmişti. Davada on dokuz kişi yargılanmış ve dört kişi idama mahkum edilerek asılmıştı. Cinayetin maktulleri de katilleri de ‘Hocalar’ adı verilen, Bombay ve Hindistan’ın bazı bölümlerinde çoğunlukla ticaretle geçimini sürdürmekte olan on binlerce müritlik bir cemaate sahip mahalli bir Müslüman tarikatının üyeleriydi.
Hadise, yirmi yılı aşkın bir süredir devam etmekte olan bir ihtilafın sonucunda vuku bulmuştu. İhtilafın başlangıcı, bir grup hocanın İran’da bulunan tarikat liderine rutin ödemelerini yapmayı reddettiği 1827 senesine uzanıyordu. Bu lider, 1817 senesinde katledilen Şah Halilullah’ın yerine geçmiş olan oğluydu. 1818’de İran Şahı onu Mahallat ve Kum’un idarecisi olarak atamış ve kendisine Ağa Han unvanını vermiştir. Bundan sonra kendisi ve onun soyundan gelenler genellikle bu unvanla anılmıştır.
Hindistan’daki bir grup müridinin ani bir kararla dini vazifeleri olarak paylarına düşen ödemeyi yapmayı reddetmeleri karşısında Ağa Han, onları hizaya getirebilmeleri için İran’dan Bombay’a bir heyet yollamıştır. Bu heyetle birlikte, Bombaylı müritlerin sadakatlerini yeniden kazanmak amacıyla onlara bizzat sert bir nutuk çekecek olan Ağa Han’ın büyükannesi de yola koyulmuştur.
Hocaların büyük bölümü liderlerine sadık kalmış olmakla birlikte küçük bir grup Ağa Han’ın otoritesini tanımamakta ve hocaların hanla herhangi bir bağlantısının olduğunu reddetmekte diretmiştir. Bunun sonucunda ortaya çıkan çatışmalar cemaat içinde güçlü yankılar uyandırmış ve 1850 cinayetleriyle birlikte doruğa ulaşmıştır.
Bu esnada Ağa Han da şaha karşı başlattığı isyanın başarısız olması üzerine İran’ı terk etmiş ve kısa bir süre Afganistan’da kaldıktan sonra Hindistan’a sığınmıştır. Afganistan ve Sind’de İngiltere hesabına verdiği hizmetler sayesinde İngilizlerin minnetini kazanmıştır. Önce Sind’de, ardından da Kalküta’da kaldıktan sonra nihayet Bombay’ı mesken tutmuş ve burada kendisini Hocalar Cemaatinin lideri olarak kabul ettirmiştir. Buna rağmen halen kanuni mekanizmaları kullanarak onun egemenliğini benimsemeyen muhalifleri de yok değildi. Bazı öncü eylemleri takiben 1866 Nisan’ında cemaatten ayrılan bir grup, Bombay Yüce Divanı’na bazı bilgiler ve bir dilekçe sunarak Ağa Han’ın Hocalar Cemaati’ne ait emanet mülklerin idaresinden ve cemaatin iç işlerine karışmaktan men edilmesi talebinde bulundu.
Dava, Yüce Divan Başkanı Sir Joseph Arnould tarafından yürütülüyordu. Tanıkların dinlenmesi yirmi beş gün sürdü ve Bombay Barosu’nun neredeyse tamamı davaya iştirak etti. Her iki taraf da tafsilatlı bir biçimde delillendirilmiş ve geniş çapta araştırılmış belgeler sunmuştu ve mahkemenin soruşturmaları tarihten soyağaçlarına; teolojiden hukuka kadar geniş bir alanı kapsamaktaydı. Çok sayıda tanığın yanı sıra, Ağa Han da mahkeme önünde bizzat ifade vermiş ve soyağacına dair deliller sunmuştu. 12 Kasım 1866 günü Sir Joseph Arnold kararını açıklamıştır: ‘Bombaylı Hocalar, dinen Şii mezhebinin bir kolu olan İsmaililere bağlı olan Hindistan’daki daha büyük bir Hocalar Cemaati’nin bir parçasıdır; ataları aslen Hindu olan bu tarikatın müritleri sonradan Şii İsmaililerinin inancını benimsemiş ve geçmişten bugüne korunan İsmaili İmamlarına olan ruhani bağlılıklarını sürdürmüşlerdir. Dört yüz yıl kadar önce İran’dan gelen bir İsmaili misyonerinin etkisiyle mezheplerini değiştirmişler ve sonuncuları Ağa Han olan İsmaili İmamları hanedanının ruhani otoritesine bağlı kalmışlardır. Bu imamlar Alamut Şeyhleri’nin soylarından gelmektedirler ve bunun üzerinden de Mısır’daki Fatımi Halifesi ve dolayısıyla nihayet Hz Muhammed’le aralarında kan bağı bulunduğunu iddia etmişlerdir. Taraftarları Ortaçağ’da Haşhaşiler ismiyle nam salmıştır.”
Arnould’un zengin tarihi kanıtlar ve argümanlarla desteklenen kararı, Hocalar’ın Haşhaşiler’in torunları olan İsmaililerin kurduğu bir cemaat; Ağa Han’ın da Alamut İmamlarının torunu sıfatıyla İsmaililerin manevi lideri olduğunu hukuken tescillemiştir. Cemaat hakkında detaylı bilgiler ilk kez 1899 tarihli Gazetteer of the Bombay Presidency’de sunulmuştur.(18)
Arnould’un kararı aynı zamanda dünyanın farklı yerlerinde bulunan ve Ağa Han’ı liderleri olarak tanımayan başka İsmaili cemaatlerinin de varlığına dikkatleri çekmiştir. Bu cemaatler genellikle her anlamda ulaşılması güç olan ücra yerlerde küçük azınlıklar halinde konuşlanmış, inanışlarını ve yazılı eserlerini ölümleri pahasına gizli tutmayı ilke edinmişlerdir. Yine de söz konusu yazılı eserlerin bir kısmı elyazmaları halinde alimlerin eline ulaşmıştır. İlk başlarda kaynakların tamamı, Ortaçağ’da olduğu gibi modern zamanlarda da İsmaililere dair Batı ilgisinin önde gelen coğrafyası olan Suriye’den elde edilmişse de sonraları geniş bir coğrafyayı kaplayan farklı farklı yerlerden bilgi akışı sağlanmıştır. 1903 senesinde Caprotti adlı bir İtalyan tüccar Yemen’deki San’a şehrinden, Milano’daki Ambrosiana Kütüphanesi’nde bulunan birkaç adet derlemenin ilk dizisi olan altmış kadar Arapça elyazması metni de beraberinde getirmişti. Yapılan incelemelerde, bu metinlerin aralarında İsmaililerin öğretilerini konu alan ve Arabistan’ın güneyindeki bazı bölgelerde yaşamakta olan İsmaililere ait alışmalara rastlanmıştır. Bu çalışmaların bazı bölümleri gizli şifrelerle kaleme alınmıştı.(19) Avrupa’nın öbür ucunda, Rus alimler ellerindeki Suriye menşeli İsmaili kaynaklarını incelediklerinde imparatorluklarının sınırları dahilinde İsmaililerin yaşadıklarını keşfetmişler ve 1902’de Kont Alexis Bobrinskoy, İsmaililerin Rusya’nın Orta Asya’daki bölgelerindeki örgütlenmeleri ve faaliyetlerini konu alan bir anlatı yayımlamıştır. Yakın tarihlerde, A. Polovtsev adlı bir sömürge valisi de Farsça kaleme alınmış İsmaililere ait bir din kitabını ele geçirmiş, eser Rusya Bilimler Akademisi’ndeki Asya Müzesi’ne konmuştur. Bunu izleyen bir diğer nüsha daha olmuş, 1914 ve 1918 yılları arasında I.I. Zarubin ve A.A. Semyonov adlı şarkiyatçılar tarafından Amu-Derya Nehri’nin yukarı kesimlerinde kalan Şugnan’dan getirilen bir İsmaili elyazmaları koleksiyonu müzenin arşivine katılmıştır. Bunlar ve peşi sıra elde edilen başka elyazmalarıyla birlikte Rus araştırmacılar Pamir ve bitişiğindeki Badakşan’ın Afgan sınırları civarında yaşayan İsmaililerin dini literatürlerini ve inanışlarını inceleme olanağına kavuşmuştur.(20)
Bu dönemden itibaren İsmaili araştırmalarında hızlı ve önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bilhassa da tarikatın Hindistan’da bulunan zengin kütüphaneleri sayesinde daha pek çok İsmaili metnine ulaşılmış, bizzat İsmaililerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli ülkelerde çok sayıda bilim adamı tarafından detaylı araştırmalar gerçekleştirilmiştir. Yalnız kayıp literatürün temini tarih alanında hayal kırıklığı yaratmıştır. Gün ışığına çıkarılabilen eserlerin tamamına yakını din ve dinle alakalı meseleleri ele alan kitaplar olmakla birlikte hem sayıca az hem de içerik açısından yetersizdi, ki bu belki de tarikatın Ortaçağ tarihçilerinin tek başlarına kavrayabilip kaleme alabilecekleri bir siyasi ve coğrafi odaktan yoksun bir azınlık cemaati oluşunun kaçınılmaz sonucuydu. Yalnızca Alamut Emirliği’nin kendilerine ait vakayinamelere sahip olduğu söylenebilir, lakin bunlar bile İsmaili değil Sünni tarihçiler tarafından muhafaza edilmiştir. İsmaili literatürü tarihsel içerik bakımından zayıf olsa da tarihi açıdan su götürmez bir değere sahiptir. Tarih anlatıcılığına katkısıysa yok denecek kadar azdır; belki İran Haşhaşilerine dair birkaç metin ve Suriye’deki kardeşleri hakkında yazılmış daha da azından öteye gitmez. Öte yandan eldeki eserler, hareketin dini altyapısının kavranabilmesine paha biçilmez katkıda bulunmuş, İsmaililerin İslam dini içerisindeki; Haşhaşilerin ise İsmaililerin bir kolu olarak inanış ve gayelerinin dini ve tarihi açıdan taşıdığı öneme dair yeni bir kavrayış imkanı sunmuştur. Böylece ortaya çıkan Haşhaşiler tablosu, gerek Ortaçağ seyyahları tarafından Doğu’dan taşınmış tüyler ürpertici rivayetler ve fantezilerle, gerekse 19. yüzyıl şarkiyatçılarının maksatları anlayıp açıklamaktan ziyade yalanlayıp kınamak olan Ortodoks Müslüman ilahiyatçıların ve tarihçilerin kaleminden çıkma elyazmalarından hareketle çizmiş oldukları düşmanca ve çarpık tablodan kökten bir farklılık arz etmiştir. Haşhaşiler artık, ne düzenbaz bir liderin uyuşturucu etkisi altına alarak yönlendirdiği bir nihilist teröristler çetesi ne de bir maharetli katiller topluluğu olarak görülüyordu. Ancak bu, onlara olan ilginin azalmasına sebep olmamıştır.
Notlar
1 Brocardus, Directorium ad passagium faciendum, RHC, E, Documents Armeniens II, Paris, 1906, s. 496497.
2 Villani, Cronica, IX, s. 290-291; Dante, Inferno, XIX, s. 49-50; akt. Vocabulario della Lingua Italiano, ‘assassino’ maddesi.
3 Stasburg vicedominus’u Ferhard’ın raporu (muhtemelen, editörün de belirttiği gibi, Burchard’la karıştırılmış), Alman vakanüvis Lübeckli Arnold tarafından (Chronicon Slavorum, VII, 8, ed. W. Wattenbach, Deutschlands Geschichtsquellen, Stuttgart-Berlin, 1907, II. s. 240) aktarılmıştır.
4 William of Tyre, Historia Rerum in Partibus Transmarinis Gestarum, XX, s. 31, ed. J.P Migne, Patrologia, CCI, Paris, 1903, s. 810-811; karş. E.A. Babcock ve A.C. Krey’in İngilizce çevirisi, A History of Deeds Done Beyond the Sea, II, New York 1943, s. 391
5 Chronicon, IV, s .16, ed. Wattenbach, s. 178-179
6 F.M Chambers, “The Troubadors and the Assassins” , Modern Language Notes, LXIV, 1949, s. 245-251. Olschki, muhtemelen Dante’nin gençliğinde yazmış olduğu bir sonesinde, şairin, aşığına olan sadakatini, Haşhaşi’nin Dağın Şeyhi’ne ya da din adamının Allah’a bağlılığından daha kuvvetli olarak tasvir ettiği bir pasajı (Storia, s. 215) kaydetmiştir.
7 Cont. William of Tyre, XXIV, s. 27, ed. Mügne, Patrologia, CCI, s. 958-959; Matthew of Paris, Chronica Majora, ed. H.R Luard, Rerum Britannicarum Medii Aevi Scriptores, 57, III, Londra, 1876, s. 488-489; Joinville, Historie de Saint Louis, Bölüm LXXXIX, Historiens et Chroniqueurs du Moyen Age, ed. A. Pauphilet, Paris, 1952, s. 307-310.
8 Nowell, 515, Fransızca çevirisini Collection des Memoires Relatifs l’Historie de France (XXII, s. 47 vd.) adlı eserden aktarırken; Latince metin Historia Orientalis (I,1062), Bongars’ın Gesta Dei per Francos (Hanover, 1611) adlı eserinden aktarılmaktadır.
9 The Journey of William of Rubruck to the Eastern Parts of the World 1253-1255 (çev. Ve ed. W.W Rockhill, Londra, 1900, s. 118, 222); The Texts and Versions of John de Plano Carpini and William de Rubruquis, ed. C.R. Beazley, Londra, 1993, s. 170, 216, 324. Başka rivayetlerde, dört yüz suikastçıdan bahsedilmektedir.
10 The Book of Ser Marco Polo, çev. ve ed. Sir Henry Yule, 3. Baskı, gözden geçiren: Henri Cordier, I, Londra 1903, Bölüm XXIII ve XXIV, s. 139-143.
11 İbn Müyesser, Annales d’Egypte, ed. H. Masse, Kahi re, 1919, s. 68; elBündari, İmadüddin’den özetleyerek, Histoire des Seldjoucides de l’Iraq, M. Th. Hotsma, Recueil de Textes Relatifs a l’Histoire des Seldjoucides, I. Leiden, 1889, s. 195; Kitabür’r reddi ale’l Mülhidin, ed. Muhammed Taki Danişpezhuh, Revue de la Faculte des Lettres, Universite de Tbariz, XVII/3, h. 1344, s. 312. Marco Polo’nun anlatısının kimi uyarlamalarında tam olarak assassin kelimesine rastlanmamaktadır bile.
12 “Memoire sur la dynastie des Assassins...”, Memoires de l’Institut Royal, IV, 1818, s. 1-85 (Memoires d’Histoire et de Litterature Orientales, Paris, 1818, s. 322403)
13 J. Von Hammer, Geschichte der Assassinen aus Morgenlandischen Quellen, Stuttgart 1818; İngilizce çevirisi: The History of the Assasins, çev. O.C Wood, Londra, 1835, s. 1-2, 217-218.
14 “Memoire sur les Ismaelis et les Nosairis de la Syrie, Addresse a M. Silvestre de Sacy par M. Rousseau...” Cahier, XLII, Annales de Voyages, XIV, Paris, 18091810, s. 271 vd.; daha fazla bilgi için, Lewis, “Sources...”, s. 477-479.
15 W. Monteith, “ Journal of a Journey through Azerbijan and the Shores of the Caspian”, J.R Geog. S., III, 1833, s. 15 vd.; J. Shiel, Itinerary from Tehran to Alamut and Khurramabad in May 1837”, a.g.e., VII, 1838, s. 430434. Daha fazla bilgi için bkz. Lockhart, “Hassan-i Sabbah and the Assassins” , BSOAS, V, 1928-1930, S. 689-696; W.Ivanow, “Alamut” Geographical Journal, LXXVII, 1931, s. 38-45; Freya Stark, The Valleys of The Assassins, Londra, 1934; W. Ivanow, “ Some Ismaili Strongholds in Persia”, IC, XII, 1938, S. 383392; keza, Alamut and Lamasar, Tahran, 1960; P. Willey, The Castles of the Assassins, Londra 1963; L. Lockhart ve M. G. S. Hodgson, “Alamut” maddesi, EI (2); Menuçehr Sütüdeh, “Kal’a-i Alamut” Ferheng-i İran zemin, III. H. 1334, s. 5-21.
16 Annales de Voyages, XIV, 1818, s. 279; akt. St. Guyard, Un Grand Maitre des Assassins... JA’dan ayrı basım, Paris 1877, s. 57-58.
17 J.B Fraser, Narrative of a Journey into Khorassan, Londra, 1825, s. 376-377.
18 . Bu hadiselerin tam anlatımı, Zawahir Noorally’nin Nisan 1964 tarihinde Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne sunmuş olduğu The First Agha Khan and the British 1838-1868... başlıklı yüksek lisans tezinde yer almaktadır. 1867’de Bombay’da yayımlanmış olan Arnould kararı, A.S Picklay’in History of the Ismailis (Bombay, 1940, s. 113-170) adlı çalışmasında yeniden yer almıştır.
19 E. Griffini, “Die Jüngste Ambrosianische Sammlung Arabischer Handschriften” ZMDF, 69, 1915, s. 63 vd.
20 W. Ivanow, “Notes sur l’Umumu’l Kitab’ des Ismaeliens de l’Asie Centrale’, REI, 1932, s. 418. vd.; V. Minorsky, “Shugnan” maddesi, El(2); A. Bobrinskoy, Sekta Isma’iliya v Russkikh i Bukharrskikh Predelakh, Moskova, 1902. Yakın tarihte Sovyetler’in Pamir’e düzenlediği seferin özeti için bkz. A.E Bertel, “ Otcet O Rabote Pamirskoy Ekspeditsii...”, Izvestya Akad. Nauk Tadzhiksoy SSR, 1962, s. 11-26
ALAMUT KALESİ, Bernard Lewis, Nokta Kitap Yayınları, 2012/2,