Klaus Schmidt
Nevali Çori - Veba Vadisi’nde
“Veba Vadisi” şeklinde çevrilebilen ürkütücü *Nevali Çori ismi, insanın sırtından soğuk terler dökülmesine neden oluyor. Çor* kelimesi ile “karaölüm”den daha çok, belirgin bir domates hastalığı kastedilmekte. Burada bilim adına keşfedilen, sebze ile ilgili yer isminin çağrıştırdığı kadar dramatikti.
Her şey 1979 yılı sonbaharında genç bir arkeoloğun Fırat’ın Türkiye’deki orta bölgesinde yüzey araştırması yapmasıyla başladı. Yeni başlamış Lidar Höyük kazılarının başkanı Harald Hauptmann’nın görev vermesi üzerine Hans Georg Gebel, Tunç Çağı höyüğünün yakın çevresinde başka arkeolojik yerleşmelerin olup olmadığını anlamak için araştırmalara girişir.
Gebel, yüzey araştırmasına yürüyerek başladığı için, en ıssız yol ve patikaları kullanmak zorunda kalmıştır. Zorlu bir günün ardından yorgun argın şekilde Fırat’ın bir yan vadisinde hiç dikkati çekmeyen, yüzeyde hiç azımsanamayacak sayıda, aralarında dilgi parçaları ve küçük ok uçları ve çakmaktaşlarının olduğu buluntulara rastlar. Yüzey araştırma alanındaki başka hiçbir buluntu yeri burayla karşılaştırılabilecek özelliklere sahip değildir. Gebel buranın bir ilk Neolitik Çağ yerleşmesi olması gerektiğini hemen anlar. Ona eşlik eden çoban, aslında vadinin tümü için verilmiş, sadece o bölgede yaşayanların kullandığı ve hiçbir haritada olmayan “Nevali Çori” ismini söyler. Böylece Gebel “No. 40” buluntu yerine bir de ek olarak “Nevali Çori” ismini verir, çünkü kısa bir süre sonra vadinin içinde, çoğu Paleolitik Çağ‘a tarihlenen başka buluntu yerleri de saptanacaktır.
Tesadüf eseri o dönemde Lidar’ı ziyaret ettiğimden dolayı, birkaç gün yüzey araştırmasına eşlik edebilme şansına sahip oldum. Böylelikle Gebel’in keşfinden sonra burayı ilk gören şanslı kişilerden oldum. Bu ziyaretten aklımda kalan, yağmurlu bulanık o sonbahar günü ve hiç kimsenin yaşamadığı, sadece dar keçi patikalarından ulaşılabilen, sis bulutlarıyla kaplı, biraz ürkütücü, neredeyse mistik bir izlenim uyandıran, şimdiye kadar bilinmeyen gizemli bir yerleşmeyi içinde barındıran o yer kalmıştı. Ve her şey hissedildiği gibiydi: Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ‘a ait büyük Nevali Çori yerleşmesinin keşfi, Yakındoğu Neolitik tarihini büyük oranda değiştirdi. O zamanlar bu yerle buluşmamın hayatımdaki bir dönüm noktası olduğunu söylemek hiç kuşkusuz bir abartı olurdu, ancak ben ve Hans Georg, karşımızda gerçekleştirilmeye bekleyen büyük bir ödev karşısında olduğumuzu hissettik. Yollarımız gerçi ayrıldı, ama bir anlamda da paralel kaldı. Hans Georg bilimsel çalışmaları için kendisine Ürdün’de yer edindi ve orada en ünlü Taş Çağı uzmanı oldu. 1986-1992 yıllarında Basta’da gerçekleştirdiği kazılar sonrasında, kazısı halen devam eden gizemlerle dolu bir Neolitik Çağ yerleşmesi olan Baja’da çalışmalara başladı. Petra Bölgesi’ndeki şaşırtıcı kayalıkların içine gizlenmiş, sadece dar bir geçitten ulaşılabilen burası, yerleşmenin neden burada kurulduğu gibi pek çok soruyu da içinde barındırıyordu. Ancak bu konumuz dışındaki bir hikaye. Benim mesleki geleceğim ise Fırat’ta idi, gelin yeniden oraya dönelim.
Nevali Çori’nin keşfinden birkaç yıl geçtikten sonra, Urfa Müzesi Müdürü Adnan Mısır ve Harald Hauptmann tarafından 1983 yılında Nevali Çori’de kazılara başlandı. Ben ise, önce arazi sorumlusu, daha sonra ise küçük buluntu belgelenmesi çalışmalarıyla bütün kazı çalışmalarına katılma şansı elde etmiştim. Burası bir daha hiçbir zaman geri dönüşü olamayacak bir şekilde 1991-1992 kışında Atatürk Barajı‘nın suları altında kaldı.
İlk kazı sezonları oldukça zor geçmişti. İlk yıllarda sadece dört haftalığına kazı izni verildiği için, bu süre içinde güneşin doğuşundan batışına kadar hiç ara vermeden çalıştık. Kazı yerinin uzakta oluşu her gün bir saatlik yürüyüşü gerekli kılıyordu. Bu nedenle sabah 04.00’te yola koyulup akşam 20.00’de geri dönülüyordu. Kazı sonunda neredeyse ekibin tümü sakallı vahşi insanlara dönüşüyordu; boş zaman çok az olduğu için sadece mutlaka gerekli olan vücut bakımı gerçekleştiriliyordu; tıraş olma ve benzeri diğer kültürel ihtiyaçları yerine getirmeye zaman kalmıyordu.
1989 ve daha sonraki yıllarda kazı ekibi, kazı yerinin yakınlarında kamp yeri kurmuştu. Böylece zahmetli günlük yürüyüşlere gerek kalmamıştı. Uyku tulumunda, sabahın ilk ışıkları daha doğmadan, yakındaki köyden acele adımlarla kamp yerine gelen işçilerin ayak seslerini duyana kadar uyku tulumlarında kalabiliyorduk. Acelece hazırlanmış kahvaltı sonrasında, kısa bir süre içinde işçilerle kazı yerine gitmek için yola koyuluyorduk. Artık bundan sonra kamptaki ikmal malzemelerinin iyi organize edilmesi gerekiyordu. Bu da çok iyi işliyordu ve memleketten gelen postayı okurken, 1835-1839 yılları arasında subay olarak Türkiye’de bulunan Helmut von Moltke’nin Briefen über Zustande und Begebenheiten in der Türkei (Türkiye’deki Olaylar ve Durumlarla ilgili Mektuplar) isimli kitabında yazdıkları aklıma geliyor:
....
Kampa geri dönelim! “Veba Vadisi”ndeki zahmetli çalışmalar meyvelerini vermişti. Nevali Çori kazı sonuçlan dikkati çekmenin de ötesindeydi. Bu sonuçlarla Çayönü‘nden tanıdığımız Yukarı Mezopotamya ilk Neolitiği resmine sadece bazı alanlarda eklemeler yapılabilmişti. Çayönü‘nde gördüğümüz etrafı boş büyük taş yapılar ortaya çıkartılmıştı: Ancak Nevali Çori tipi Kanal Evler o dönemde Çayönü‘nde bilinmiyordu ve küçük buluntu tipolojisi de o zamana kadar Çayönü ve bölgenin diğer ünlü yerleşmelerindekiyle benzerlik göstermiyordu. Bu nedenle 1987 yılından itibaren Nevali Çori, olağanüstü buluntularıyla araştırma tarihinde kendine çok özel bir yer edinmiştir.
“Roma Mezarı” Nevali Çori’nin kuzey sınınnda ortaya çıkan çok sayıdaki büyük taş levhayı arkeolojik söylemle “Roma mezarı” olarak adlandırıyorduk. Bu ismin geçici bir isim olduğunu herkes biliyordu. Hangi halka ait olursa olsun, Roma mezarlarının ya da Roma Dönemi’ne ait mezarların, hatta M.Ö. I. bine ya da daha sonrasına ait mezarlann Türkiye’de Fırat Bölgesi’nde nasıl olabileceğini, doğrusunu söylersek, büyük oranda Taş Çağı uzmanlarından oluşan kazı ekibinden hiç kimse bilmiyordu. Yıllar geçmesine rağmen hepimiz, Peter Benedict’in Göbekli Tepe’sindeki sözde mezarlığında olduğu gibi, orada ne olup bittiğini anlayamamıştık. O büyük taş levhaların herhangi bir şekilde ilk Neolitiğe ait olabileceğini düşümüzde bile göremeyeceğimiz için, o alanı önce kazı çalışmaları dışında tuttuk. Ölçümleri yapmak için kullanılan alet, en büyük taş bloğu coğrafi yönlendirmede referans noktası olarak kullanmaktaydı ve bu amaçla kaya bloğun üzerine sürekli kalacak çarpraz bir işaret bırakmıştı.
Bu garip şeye dikkati çeken ilk kişi olma unvanını elde etmek istemiyorum, ama 1987 yılı kazı sezonunda Harald Hauptmann’a bu alanda kazı yapma fikrimi açıklamıştım. Bu nedenle ilk kampanyalar sırasında dışarıda tutulan H 11 kazı karesinde böylece çalışmalar başlatıldı.
Daha çalışmanın ilk başlarında sürprizle karşılaşmıştık. Ölçüm için işaret koyulan taşın devrilebilecek kadar yan yatması nedeniyle, diğer yatay levhaların tersine bu taşı kaldırmamız gerekiyordu. Taşı kaldırdığımızda, o zamana kadar gözlerden uzak kalan alt yüzünde yatay bir kabartma bandı gördük. “Levha” da tahmin ettiğimizden çok daha büyüktü. Dar tarafındaki açıkça görülebilen bozulmuş yüzey dışında, diğer yüzünün özenle yontulduğu anlaşılan taş, diktörgen biçimliydi. Önce topraktaki yüzünde fark ettiğimiz kabartma bandının bir benzerinin, o zamana kadar hiç kimsenin fark etmediği yüzeydeki “hava koşullarına açık tarafında” da tüm aşınmalara rağmen var olduğunu gördük.
Daha sonra ise olaylar peş peşe gelişti. Toprak yüzeyindeki kabartmalı taşı hiçbir zaman kesin bir şekilde tarihleyemeyeceğimiz konusundaki ilk baştaki karamsarlığımızın yerini daha sonraki saatlerde büyük bir keşfin çoşkusu aldı. Taşın çarpraz olarak toprak yüzeyinde durduğu yerde, ayın boyutlarda dört köşe bir başka parça daha vardı. Böylesine bir keşfin büyüsüne kapılan biz arkeologlar yerine işçiler insiyatifi ele aldılar. Kısa bir süre önce zahmetle kazı alanının kenarına getirilen birkaç yüz kilo ağırlığındaki taş bloğu geri getirip toprağın içinde dikey duran taşın üstüne yerleştirdiler; iki parça eksiksiz bir şekilde birleşiyordu.
Üstünde kabartma bantlar ve ölçüm noktası işaretlerinin olduğu sözüm ona kaya bloğu, baş kısmı yıkılmış, alt bölümü sütun halinde yani özgün yerinde olan, diktörtgen biçimli uzun bir dikilitaşa “dönüşmüştü”. Bu buluntunun Neolitik tabakaya ait olduğu kesindi. Kazıların ilerlemesinden sonra, bantların aşağıya doğru devam ettiği ve daha sonra ise açı yapan kol şeklinde belirginleştiği görülüyordu. Ön tarafın dar yüzünde, diğer elin V biçimindeki devamı çıkınca, söz konusu bu yorumu hiç kuşku duymadan devam ettirebiliyorduk. Dikilitaş kesinlikle insan biçimini almaktaydı. Sadece kafası eksikti, ama artık anlaşıldığı üzere o parça uzun zaman önce tahrip edilmişti; çünkü taşın kırılan yüzeylerinde, sadece yüzyıllar hatta binyıllar içinde oluşabilecek bir korozyon, aşınma söz konusuydu. Ön tarafın dar yüzünde yukarıdan aşağıya doğru birbirine paralel inen bantların anatomik anlamı ise tespit edilememiştir. Görünüşe göre bunlar, Katolik rahiplerin taşıdığı papaz atkısı şeklindeki elbise parçası biçiminde olmalıydı. Bantlar, “karının” üstündeki ellerin biraz yukarısında bitmekteydi. Göğüs kısmında ise bantlar V biçimde bağlanmıştı; bu da bunların boğaza sarıldığı ve daha sonra ise vücudun iki tarafından aşağıya doğru sarkıtıldığı elbise parçalarını akla getirmekteydi.
Kazının ilerleyen aşamalarında, bu dikilitaşın, kare planlı bir yapının kuzeyindeki merkezi dikilitaş olduğu ortaya çıktı. Onun güneydeki “ikizi” ise tümüyle tahrip edilmişti, ama en azından tabana dikildiği yerdeki çukurluk, bu dikilitaşın varlığını kesinlikle ispatlamaktaydı. Tabanda başka bir sürpriz bizi bekliyordu: Bu Çayönü’nden bildiğimiz tarzdaki bir terrazzo tabandı. Çayönü’nde üstünde beyaz çizgilerin geçtiği kırmızı taban rengi dışında her şey aynıydı. Buradaki taban ise kireç grisiydi.
Üst yüzeyleri artık görülmeye başlayan taş levhalanın ise binanın iç duvarlarına bitişik yapılmış seki benzeri örtme levhaları olduğu ve bunların diğer küçük dikilitaşlarla bölünmüş olduğu görüldü. Ancak bunların hepsinin sadece alt kısmı geriye kalmıştı. Bu resim tahribatından sadece bir tanesi kısmen geriye kalmıştı. Gerçi üç parçaya bölünmüş de olsa bütün parçaları mevcuttu. Kolları, elleri ve uzun atkımsı bandı çok iyi korunagelmişti ve sonunda nihayet bir kafa görebilmiştik. ilginç dikilitaşın gövdesinde olduğu gibi kafası da oldukça stilize edilmişti (basitleştirilmişti). T biçimiyle çarpraz pozisyonda ince gövdenin üstüne oturtulmuştu. Arka yüzü, anatomik ölçülere uygun bir şekilde kafatasından daha uzundu.
Dikilitaşı yapanlar acaba kimi tasarlamak istemişlerdi? Nevali Çori’deki keşifler öylesine önemli, öylesine çeşitli ve çok sayıdaydı, ki onların anlamları üzerine düşünmeye zaman kalmıyordu. En azından önümüzde Çayönü’nden tanıdığımız Terrazzo Yapısı‘nın bir “benzeri” durmaktaydı. Ancak Nevali Çori’deki Terrazzo Yapısı’nın planı tam olarak korunagelmişti; Çayönü’nde ise bina, açılan büyük bir çukur nedeniyle kısmen tahrip olmuştu. Dikilitaş ise Çayönü’nde hiç bulunmamıştı; ancak artık Çayönü’ndeki yapının ortasında çok büyük olasılıkla iki dikilitaşın olduğunu ve bunların betimleri tahrip edenler tarafından yok edildiğini göz önüne getirebiliriz.
Harald Hauptmann tarafından rekonstrüksiyon çizimiyle yayımlanan, üç farklı evreye ayrılmış Nevali Çori yapısı, bu ilk Neolitik yapının, görüldüğü üzere oturma amaçlı değil de büyük bir ihtimalle kült amaçlı yapıldığını, bize Çayönü buluntusunun ortaya koyduğundan çok daha iyi bir şekilde göstermekteydi.
Çayönü sadece Nevali Çori yapısının daha iyi korunagelmiş olması ve burada bulunan dikilitaşlarla aşılmamıştır. Nevali Çori yapısı, keşfiyle özel bir görüngüyü borçlu olduğumuz bir sürprizi daha banndırmaktaydı. Atatürk Barajı’nın su toplama alanındaki Nevali Çori, 1991-92 kışında sular altında kaldı. Terrazzo Yapısını sonraki kuşaklara aktarabilmek için Harald Hauptmann son kazı sezonunda, daha sonra başka bir yerde yeniden dikilebilmesi için, yapının bütün taşlarını başka bir yere taşıma kararı aldı. Bu çok zor iş, Murat Akman’nın olağanüstü çalışmasıyla gerçekleştirildi. Daha sonra yapının orijinaline uygun bir şekilde yeniden inşası için her taş numaralandırılmış ve bir plan üzerinde işaretlenmişti. Ve işte bu çalışmalar sırasında şaşırtıcı bir olay gerçekleşti: Yapının doğu duvarında üstü örtülmüş çok sayıda kireçtaşı heykel bulunmaktaydı. Şimdiye kadar bu tür buluntular hiçbir yerde bulunmamıştı. Nevali Çori’nin keşfinden önce Neolitik Çağ’dan sadece birkaç santim büyüklüğünde kemik, taş ya da kilden figürinler bilinmekteydi. Sadece Ayn Gazal ve Eriha’dan bilinen tahtaya benzer düz alçı heykellerin büyüklükleri ise, açıkçası daha farklı bir yüksekliğe, yani en fazla 1 m’ye kadar ulaşıyordu. Buna karşın Nevali Çori, taştan yapılma çok sayıda büyük boyutta örnekler sunuyordu bize.
Heykel buluntularının ortaya çıkış durumları, bize, bunların buraya büyük, oranda bir tür “gömüte” konur gibi yerleştirildiğini ve diğer buluntu yerlerinden de bildiğimiz gibi, yapının doğu yüzünün ise tercih edilen, bir gömme yeri olduğunu akla getirmekteydi.
Terrazzo Yapısı‘nın en son yapı evresinde insan biçimli (?) bir torso -(başsız, elsiz ve ayaksız gövde heykeli -ç.n.) ve gagası bir insan yüzüne yerleştirilmiş bir kuş heykeli bulunmuştu. Doğaldan daha büyük olan, kafasının üstünde bir yılan dolaşan, yüzü, yapının iç mekanına bakan saçsız bir baş, duvarla kapatılmıştı.
Terrazzo Yapısı’nda orta yapı evresinden pelikanı andıran bir kuş heykeli, kafasından geriye bir şey kalmamış bir başka kuşun gövdesi, bir insan kafası ve onun kuşumsu gövdesi -en azından ilk yorumlara göre-ve garip bir nesneye ait kafa ve gövde parçaları ve gagası bir insan yüzüyle biten, bu nedenle de kuş-insan diye adlandırılan figüre ait kuş gövdesi ve kuş kafasına ait diğer parçalar çıkmıştı.
En eski yapı evresinden ise çok az kalıntı geriye kalmış ve önemli bir buluntuya rastlanmamıştı. Bir tek büyük heykel ve yüzü korunagel-miş doğal büyüklükteki bir insan kafası ise Terrazzo Yapısı‘ndan değil, bizlerin bilimsel konuşmalarda daha rahat anlaşılabilmesi için “Ev 13” numarasını verdiğimiz, yerleşmedeki alışılagelmiş kanal evlerden çıkmıştı.
Nevali Çori’nin sanat tarihi açısından değeri, Üst Paleolitik mağara resimlerinin anlamından daha az değildir. Buluntuların Heidelberg’te değerlendirilmesi sürecinde ortaya çıkan sonuçlarla bilimsel bir şaşkınlık kendini yavaş yavaş göstermeye başlamıştı.
Totem direklerinin gölgesinde? Nevali Çori buluntularının-Heidelberg Üniversitesi Tarihöncesi ve Öntarih Enstitüsü Uruk-Warka Salonu’nda küçük bir sergi ile gösterilmesi için 1995 yazında hazırlıklara başlandı. Tabii ki bu sergi, orijinalleri Urfa Müzesi’nde korunan buluntularla değil, Mainz’daki Römisch-Germanisch Merkez Müzesi restoratörlerinin kazı çalışmaları sırasında Urfa ’da çıkardıkların kopyalardan olacaktı. Ben bu sergi hazırlık çalışmalarını yürütmek için seçilen şanslı kişiler arasındaydım. Bu eşi benzeri olmayan buluntular üzerinde, bunlar alınmış kalıplar dahi olsalar, çalışabilmeyi bir onur olarak kabul ettim. Görevim, vitrinlerdeki eserlerin kısa ve anlaşılabilir metinlerini yazmaktı. Bu iş sanıldığından çok daha zordu. Her parçayı kazıdan tanıyor olmama rağmen, her nesne için birkaç saat çalışmak durumunda kalıyordum; çünkü nesnelere ikinci, üçüncü bakışımda şaşırtıcı yeni ayrıntılar fark ediyordum. Her heykelin yeniden ele alınması ve her yönden incelenmesi gerekiyordu. Kireçtaşından yapılma orijinalleriyle bu işin yapılması, ağırlıkları nedeniyle atletik bir meydan okumaya dönüşebilirdi ve bu kadar güç gerektiren bir işin yapılması ise imkânsızdı. Fakat önümüzdeki polyester kopyaların içi boş olduğundan bunlar oldukça hafifti. Orijinalleri yüzlerce kilo ağırlığında olan bu eserleri böylece plastik bir oyun topu gibi hareket ettirebiliyordunuz.
Zahmetlerimizin karşılığını oldukça verimli bir şekilde almıştık, çünkü bu kalıplarla yapılan incelemelerden daha önceden imkânsız olan gözlemler yapılabiliyor ve bazı parçalar birbirlerine uyuyordu. Bu durum hiç beklenmeyen bir başarıydı. Bu beklenmeyen başarının aslında daha sonra çok sürpriz olmadığı ortaya çıkacaktı, çünkü Murat henüz kazı sırasında, daha önce değindiğimiz insan kuş kafası karışımı heykel parçalarını birleştirmeyi başarmıştı. Her ne olursa olsun, o zamana kadar tek tek değerlendirilen Ev 7'den çıkardığımız üç heykel parçasını, tanımlamalarını yapmak için elime alıp incelediğimde birbirlerine uyduğunu ve bunların totem direği benzeri bir betimli sütunun parçası olduklarını görmüştüm. Nevali Çori buluntularının eşi benzeri yoktu ve bu sonuç ise bir anlamda çalışmalarımızı yüceltmişti.
Yukarıda bahsedilen, kafası olmayan kuş, insan kafası ve kuş gövdesi karışımı nesnenin üstüne uydu, daha farklı yöne bakan ve ikinci bir insan kafasına ait parçanın arkasında ise bir saç örgüsünü andıran küçük bir parça daha yerleştirilecekti. Böylece ortaya sonuç olarak bir kuştan, iki insan kafasından ve açıkça insan anatomisine uymayan bir gövdeden oluşan betimli bir sütun çıkmaktaydı. Kuş bu parçanın üst bitiş kısmını oluşturuyordu, çünkü boyundaki kopma yüzeyi başka bir figürü taşıyacak kadar geniş değildi. Bu parça aşağıya doğru, günümüze kadar gelmemiş bir de alt bölüme sahip olmalıydı. Ölçüleri açısından bakıldığında ise, aynı buluntu alanında ortaya çıkartılan diğer bir parçanın da, eğer aradaki bağlantı kısmı biliniyor olsaydı, büyük olasılıkla bu heykele eklenebileceğini söyleyebiliriz. Bu parça karşılıklı duran iki kuşa ait ayak ve kuyruklan gösteriyordu. Bu parçanın da aşağıya doğru ne kadar uzun olduğu bilinmemekte. Böylelikle genel olarak totem direği benzeri tavsirli bir sütunu düşünebiliriz. İnsan gövdesi olmayan bir bedenin üstünde yükselen iki insan kafasını kavrayan bir kuşun betimlendiği bu eserin yorumlanması o kadar kolay olmasa gerek.
Kuş-insan kafalarının betimli sütun ile bir araya getirilmesi, Ev 13’ten çıkan büyük kafanın yorumlanmasında da yol gösterici oldu. Uzaktan etkileyici görüntü veren sütun benzeri nesnenin, büyük oranda parçalanmış olmasına rağmen büyük bir kuşu betimlediği anlaşılmaktaydı. Arka tarafta bant şeklinde yapılmış kanatlar ve öne doğru çıkıntı yapan göğüs kısmı iyi korunagelmiş bu parçanın da kafa bölümü ele geçmemiştir. Ve burada da kuşun insan kafasını kavradığı belli olmakta. Bu konudaki tahminleri, Nevali Çori’de de olan, ayrıntılarını daha önce belirttiğimiz tüm Ön Asya Neolitiğinin karakteristik özelliği olan kafatası kültü ile ilişkilendirmek doğru olmayan bir spekülasyon olur. Kuşların insan bilincinde önemli bir konumda olduğu ortada. Eğer kuşların doğaları gereği biz insanların erişemeyeceği sınırlara (artık sadece çok büyük teknik donanımla gerçekleştirilebilen) ulaşabileceklerini kabul edersek, insan bilincinde yaratabileceği etkiler konusunda çok büyük hayaller kurmamıza gerek kalmamaktadır.
Nevali Çori sahip olduğu büyük heykeller ve betimli dikilitaşlarıyla o zamana kadar Ön Asya ilk Neolitiği için geçerli olan görüşleri aşmış ve büyük oranda Ön Asya ilk Neolitiğini geliştirmiştir. Önümüzde çok daha fazla ve çeşitli buluntu ve buluntu grupları olmasına rağmen, Taş Çağı Şamanizmi için önem taşıyan ve daha sonra tekrar yeniden ele alacağımız bir buluntuyu anlatmak istiyoruz: Neredeyse çeyreği geriye kalmış, kireçtaşından yapılma desenli tabak, tek olduğu için dışarıda tutulmuştur. İç kısmında ağız tarafında yoğun is izleri olmasa, normalde bezeksiz kaplar grubuna yerleştirilebilecek bu buluntu, bir taş kandil ya da tütsü kabı olarak yorumlanabilir. Ön yüzünde elleri havada koca göbeği ve ayrık bacakları olan iki insan figürü görülmekte. Bu iki figür yine aynı şekilde koca göbekli, aynı pozisyonda duran, ama insan değil de bir, kaplumbağayı andıran başka bir figürü sınırlamakta. (en üstteki ilk resme bkz.) Bu sahne sağ ve solda diğer başka figürlerle devam etmekte, ancak ne yazık ki kırılmış olduğu için tam olarak neleri betimledikleri saptanamamıştır. Hiç kuşkusuz her tarafı betimlerle dolu, eldeki parçaya göre üzerinde dans sahneleri betimlenmiş bir tabak söz konusuydu.
Burada çok fazla ayrıntısına girmek istemediğim, küçük boyutlu figürinlerde dikkati çeken, betimlenen motiflerin yapıldıkları malzemeye göre -kil ve kireçtaşı- farklı özellikler taşımalarıydı. Kil figürünlerde iki temaya ağırlık veriliyordu: Ayakta duran, kemerine (?) kadar çıplak olan ve büyük bir ihtimalle ereksiyon halindeki bir erkek (buna bilimsel söylemde verilen isim ise....) ile oturan bir kadını betimlemektedir. Kilden hayvan figürinleri ise neredeyse yok denecek kadar azdır.
Kireçtaşı figürinlerde ise durum çok daha farklıdır. Bu grup içindeki figürlerin çoğunluğu hayvanları betimlemekle beraber, belirli bir türün öne çıkıp çıkmadığını söylemek ise çok güçtür. Buluntuların pek çoğu tek parçadır ve yinelenen betimlere pek rastlanmamaktadır. En çok dikkati çeken ise, megalitik, yani çok büyük taşlardan yapılma, el ve ayakları olan T başlı dikilitaşların birkaç santimetre büyüklüğünde minyatürlerinin yapılmış olmasıdır. Bu bağlamda öne çıkarılması gereken buluntu ise, benzerini Nahal Hemar’dan tanıdığımız doğal büyüklükteki maske tipinin minyatür olarak yapılmış kopyasıdır.
Nevali Çori’deki buluntulann mekansal dağılımı üzerine yapılan araştırma, yerleşmede çok seyrek görülen ok ucu tipinin, öncelikle kült törenlerinin yapıldığı tahmin edilen Terrazzo Yapısı‘nda, özellikle de buranın doğusundaki açık alanda çıkması, belki de en önemli sonuçlardan biridir. Bu hiç tipik olmayan ok uçları, belki başka buluntu yerlerinde çok daha fazla sayıda ele geçmektedir, ama Nevali Çori’de oransal olarak daha azdır. Acaba, uzak bölgelerden insanların buraya gelmesinin nedenlerinden biri Terrazzo Yapısı’nın etrafındaki bu buluntular mıydı? Küçük ok uçları bir tür “hediyelik” eşya mıydı? Ve acaba Terrazzo Yapısı belki de uzaktan görünebilecek bir şekilde totem direkleriyle mi çevrilmişti? Kuzey Amerika’nın kuzeybatı kıyısında yaşayan yerliler totem direklerini kesinlikle yaşadıkları köyün içine yapmaktaydılar. Evlerin önüne dikilen bu direkler, üzerindeki betimlerle mitolojik olayları ve köy sakinlerinin soylarını anlatmaktaydı. Acaba Nevali Çori’de de benzeri ahşap direkler var mıydı ve buradaki kireçtaşından dikili örnekleri, Terrazzo Yapısı‘nın sekilerindeki parçaları, kontrollü bir şekilde “ortadan kaldırıldı mı" ya da başka bir şekilde söylersek, çok özel görkemli örnekler olduğu için acaba özenle buradan alındı mı? Arkeolog Kenyon’nun, Natuf tabakaları içinde (M.Ö. 12.-11. yüzyıl) bulduğu iki kaidenin totem direkleri olduğunu tahmin etmesini hatırlayalım. Acaba bu tür totem direklerinin, benzer yerleşmelerin envanterinde yer alması doğal mıydı? Ya da sadece çok az yerleşmede bulunmaktaydı ve bu nedenle de insanları uzak bölgelerden bunlara çekmek için yapılan kültürel bir etkinlik miydi? Bu sorulara kanıtlanabilecek cevaplar vermek çok zor, ama bu buluntular sayesinde Yukan Mezopotamya’daki ilk Neolitik yerleşim tarihinin birdenbire, daha önceden hiç kimsenin bilmediği yeni yüzler ve renklere sahip olduğunu da unutmayalım.
Yeni buluntuların içeriği, daha önceden kesinlikle formüle edemeyeceğim yığınla soruyu ve araştırma konusunu barındırmaktaydı. En azından kendi mesleki hayatımın daha farklı yönlerde gelişmesinde bu keşifler benim için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Nevali, Çori’nin büyük heykeller ve totem direklerinin bulunduğu tek yer olmadığı tahmin ediliyordu. Acaba, belki de şimdiye kadar çok daha önemli yerler gözden kaçmış olabilir mi?
Yukarı Mezopotamya ilk Neolitik Çağ arkeolojik dağılım haritaları, Nevali Çori kazısına kadar tek tük buluntu yeri göstermekteydi. Çok büyük bölgeler henüz araştırılmamıştı. 1979 yılında Nevali Çori’nin bir ilk Neolitik Çağ buluntu yeri olarak keşfinden, “Roma mezarlarının” doğru bir şekilde değerlendirilmesine kadar birçok yıl geçti. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’ın (PPN) bütün dönemleri Eriha’nın araştırılmasına kadar hiç bilinmemekteydi ve o döneme kadar çanak çömleği olmayan Neolitik yerleşme, arkeolojik araştırmanın kategorilerinde yer almamaktaydı. Kendi kişisel araştırma planımda ise bu arka plan bilgileriye, bugün şöylece formüle edebileceğim soru oluşmaya başlıyordu: Acaba Yukarı Mezopotamya ilk Neolitik yerleşmelerinin birbirlerine yakınlığı ne kadardı ve Nevali Çori’nin komşu yerleşmeleri ne kadar uzaklıktaydı? İç yapıları birbirine benzeyen, köy benzeri yerleşmeler miydi bunlar ya da bir yerleşim hiyerarşisine işaret eden önemli yerleşmeler var mıydı? Ve acaba Nevali Çori, tahmin edilen bu ilk Neolitik yerleşim sisteminde nasıl bir yere sahipti?
Kesin olan, Fırat ve Dicle arasındaki geniş bölgede daha bilinmeyen yerleşmelerin olduğuydu. Ama buna rağmen 1994 yılında hiç beklenmedik bir şekilde, bu bölgede, bizleri Göbekli Tepe’ye biraz daha yaklaştıracak bir yerde Çanak Çömleksiz yeni bir yerleşmenin bulunduğu haberi geldi. Burası Urfa’nın hemen yakınlarındaki Gürcütepe yerleşmesiydi.
Kaynak: Klaus Schmidt, Göbekli Tepe
* ÇOR: Kürtçe sözcük: 1- bj. kırıcı bir hayvan hastalığı, kıran, sığır vebası. 2- mec. beddua anlamında kullanılır. * çorê bixwe, çor têkevî malê. * çor ketin : hayvaların bu hastalığa yakalanması. * çor xwarin : zıkkım yemek, (beddua) 3- sülün, zoo. phasianus colchicus. çorpor. https://tr.glosbe.com/ku/tr/%C3%A7or
Neval(i) = NEWAL: erd/m 1. vadi, koyak 2. dere (iki dağ arasındaki uzun çukur) 3. dere https://tr.glosbe.com/ku/tr/newal
Newali: Vadili olan https://tr.glosbe.com/ku/tr/newal%C3%AE
Yazar bu ve diğer benzeri sözcüklerin Kürtçe olduğunu kitabında belirtmemiş.
ayrıca bkz.
"Eldeki parçaya göre üzerinde dans sahneleri betimlenmiş bir tabak söz konusuydu." Bu buluntu; bir taş kandil ya da tütsü kabı olarak yorumlanabilir, diyor Schmidt. |
Nevali Çori - Veba Vadisi’nde
“Veba Vadisi” şeklinde çevrilebilen ürkütücü *Nevali Çori ismi, insanın sırtından soğuk terler dökülmesine neden oluyor. Çor* kelimesi ile “karaölüm”den daha çok, belirgin bir domates hastalığı kastedilmekte. Burada bilim adına keşfedilen, sebze ile ilgili yer isminin çağrıştırdığı kadar dramatikti.
Her şey 1979 yılı sonbaharında genç bir arkeoloğun Fırat’ın Türkiye’deki orta bölgesinde yüzey araştırması yapmasıyla başladı. Yeni başlamış Lidar Höyük kazılarının başkanı Harald Hauptmann’nın görev vermesi üzerine Hans Georg Gebel, Tunç Çağı höyüğünün yakın çevresinde başka arkeolojik yerleşmelerin olup olmadığını anlamak için araştırmalara girişir.
Gebel, yüzey araştırmasına yürüyerek başladığı için, en ıssız yol ve patikaları kullanmak zorunda kalmıştır. Zorlu bir günün ardından yorgun argın şekilde Fırat’ın bir yan vadisinde hiç dikkati çekmeyen, yüzeyde hiç azımsanamayacak sayıda, aralarında dilgi parçaları ve küçük ok uçları ve çakmaktaşlarının olduğu buluntulara rastlar. Yüzey araştırma alanındaki başka hiçbir buluntu yeri burayla karşılaştırılabilecek özelliklere sahip değildir. Gebel buranın bir ilk Neolitik Çağ yerleşmesi olması gerektiğini hemen anlar. Ona eşlik eden çoban, aslında vadinin tümü için verilmiş, sadece o bölgede yaşayanların kullandığı ve hiçbir haritada olmayan “Nevali Çori” ismini söyler. Böylece Gebel “No. 40” buluntu yerine bir de ek olarak “Nevali Çori” ismini verir, çünkü kısa bir süre sonra vadinin içinde, çoğu Paleolitik Çağ‘a tarihlenen başka buluntu yerleri de saptanacaktır.
Kaynak: Klaus Schmidt / Göbekli Tepe, En Eski Tapınağı Yapanlar |
Nevali Çori’nin keşfinden birkaç yıl geçtikten sonra, Urfa Müzesi Müdürü Adnan Mısır ve Harald Hauptmann tarafından 1983 yılında Nevali Çori’de kazılara başlandı. Ben ise, önce arazi sorumlusu, daha sonra ise küçük buluntu belgelenmesi çalışmalarıyla bütün kazı çalışmalarına katılma şansı elde etmiştim. Burası bir daha hiçbir zaman geri dönüşü olamayacak bir şekilde 1991-1992 kışında Atatürk Barajı‘nın suları altında kaldı.
İlk kazı sezonları oldukça zor geçmişti. İlk yıllarda sadece dört haftalığına kazı izni verildiği için, bu süre içinde güneşin doğuşundan batışına kadar hiç ara vermeden çalıştık. Kazı yerinin uzakta oluşu her gün bir saatlik yürüyüşü gerekli kılıyordu. Bu nedenle sabah 04.00’te yola koyulup akşam 20.00’de geri dönülüyordu. Kazı sonunda neredeyse ekibin tümü sakallı vahşi insanlara dönüşüyordu; boş zaman çok az olduğu için sadece mutlaka gerekli olan vücut bakımı gerçekleştiriliyordu; tıraş olma ve benzeri diğer kültürel ihtiyaçları yerine getirmeye zaman kalmıyordu.
1989 ve daha sonraki yıllarda kazı ekibi, kazı yerinin yakınlarında kamp yeri kurmuştu. Böylece zahmetli günlük yürüyüşlere gerek kalmamıştı. Uyku tulumunda, sabahın ilk ışıkları daha doğmadan, yakındaki köyden acele adımlarla kamp yerine gelen işçilerin ayak seslerini duyana kadar uyku tulumlarında kalabiliyorduk. Acelece hazırlanmış kahvaltı sonrasında, kısa bir süre içinde işçilerle kazı yerine gitmek için yola koyuluyorduk. Artık bundan sonra kamptaki ikmal malzemelerinin iyi organize edilmesi gerekiyordu. Bu da çok iyi işliyordu ve memleketten gelen postayı okurken, 1835-1839 yılları arasında subay olarak Türkiye’de bulunan Helmut von Moltke’nin Briefen über Zustande und Begebenheiten in der Türkei (Türkiye’deki Olaylar ve Durumlarla ilgili Mektuplar) isimli kitabında yazdıkları aklıma geliyor:
“Fırat’ın kıyısında en çok keyif aldığım şey gazetem Augsburger Allgemeine Zeitung’u düzenli olarak okumak. Gazeteyi her iki haftada bir İstanbul’dan gelen Tatarlar getiriyor. Bu nedenle gazeteler 21 ya da 28 gün öncesinin olabiliyor. Birdenbire kendimi dağların ve denizlerin ötesindeki Avrupa‘da buluyorum”.Ben ise Nevali Çori’de Frank eyalet gazetesini okuyabiliyordum… Tatar postacıların ortadan kalkmasından sonra trenin, uçağın, uzay roketlerinin olduğu 20. yüzyılın sonunda, memleketimin bana ulaşması 14 gün sürüyordu. İşte ilerleme diye ben buna derim.
....
Kampa geri dönelim! “Veba Vadisi”ndeki zahmetli çalışmalar meyvelerini vermişti. Nevali Çori kazı sonuçlan dikkati çekmenin de ötesindeydi. Bu sonuçlarla Çayönü‘nden tanıdığımız Yukarı Mezopotamya ilk Neolitiği resmine sadece bazı alanlarda eklemeler yapılabilmişti. Çayönü‘nde gördüğümüz etrafı boş büyük taş yapılar ortaya çıkartılmıştı: Ancak Nevali Çori tipi Kanal Evler o dönemde Çayönü‘nde bilinmiyordu ve küçük buluntu tipolojisi de o zamana kadar Çayönü ve bölgenin diğer ünlü yerleşmelerindekiyle benzerlik göstermiyordu. Bu nedenle 1987 yılından itibaren Nevali Çori, olağanüstü buluntularıyla araştırma tarihinde kendine çok özel bir yer edinmiştir.
Nevali Çori'de tapınak olduğu düşünülen alan.. |
“Roma Mezarı” Nevali Çori’nin kuzey sınınnda ortaya çıkan çok sayıdaki büyük taş levhayı arkeolojik söylemle “Roma mezarı” olarak adlandırıyorduk. Bu ismin geçici bir isim olduğunu herkes biliyordu. Hangi halka ait olursa olsun, Roma mezarlarının ya da Roma Dönemi’ne ait mezarların, hatta M.Ö. I. bine ya da daha sonrasına ait mezarlann Türkiye’de Fırat Bölgesi’nde nasıl olabileceğini, doğrusunu söylersek, büyük oranda Taş Çağı uzmanlarından oluşan kazı ekibinden hiç kimse bilmiyordu. Yıllar geçmesine rağmen hepimiz, Peter Benedict’in Göbekli Tepe’sindeki sözde mezarlığında olduğu gibi, orada ne olup bittiğini anlayamamıştık. O büyük taş levhaların herhangi bir şekilde ilk Neolitiğe ait olabileceğini düşümüzde bile göremeyeceğimiz için, o alanı önce kazı çalışmaları dışında tuttuk. Ölçümleri yapmak için kullanılan alet, en büyük taş bloğu coğrafi yönlendirmede referans noktası olarak kullanmaktaydı ve bu amaçla kaya bloğun üzerine sürekli kalacak çarpraz bir işaret bırakmıştı.
Bu garip şeye dikkati çeken ilk kişi olma unvanını elde etmek istemiyorum, ama 1987 yılı kazı sezonunda Harald Hauptmann’a bu alanda kazı yapma fikrimi açıklamıştım. Bu nedenle ilk kampanyalar sırasında dışarıda tutulan H 11 kazı karesinde böylece çalışmalar başlatıldı.
Daha çalışmanın ilk başlarında sürprizle karşılaşmıştık. Ölçüm için işaret koyulan taşın devrilebilecek kadar yan yatması nedeniyle, diğer yatay levhaların tersine bu taşı kaldırmamız gerekiyordu. Taşı kaldırdığımızda, o zamana kadar gözlerden uzak kalan alt yüzünde yatay bir kabartma bandı gördük. “Levha” da tahmin ettiğimizden çok daha büyüktü. Dar tarafındaki açıkça görülebilen bozulmuş yüzey dışında, diğer yüzünün özenle yontulduğu anlaşılan taş, diktörgen biçimliydi. Önce topraktaki yüzünde fark ettiğimiz kabartma bandının bir benzerinin, o zamana kadar hiç kimsenin fark etmediği yüzeydeki “hava koşullarına açık tarafında” da tüm aşınmalara rağmen var olduğunu gördük.
Daha sonra ise olaylar peş peşe gelişti. Toprak yüzeyindeki kabartmalı taşı hiçbir zaman kesin bir şekilde tarihleyemeyeceğimiz konusundaki ilk baştaki karamsarlığımızın yerini daha sonraki saatlerde büyük bir keşfin çoşkusu aldı. Taşın çarpraz olarak toprak yüzeyinde durduğu yerde, ayın boyutlarda dört köşe bir başka parça daha vardı. Böylesine bir keşfin büyüsüne kapılan biz arkeologlar yerine işçiler insiyatifi ele aldılar. Kısa bir süre önce zahmetle kazı alanının kenarına getirilen birkaç yüz kilo ağırlığındaki taş bloğu geri getirip toprağın içinde dikey duran taşın üstüne yerleştirdiler; iki parça eksiksiz bir şekilde birleşiyordu.
Üstünde kabartma bantlar ve ölçüm noktası işaretlerinin olduğu sözüm ona kaya bloğu, baş kısmı yıkılmış, alt bölümü sütun halinde yani özgün yerinde olan, diktörtgen biçimli uzun bir dikilitaşa “dönüşmüştü”. Bu buluntunun Neolitik tabakaya ait olduğu kesindi. Kazıların ilerlemesinden sonra, bantların aşağıya doğru devam ettiği ve daha sonra ise açı yapan kol şeklinde belirginleştiği görülüyordu. Ön tarafın dar yüzünde, diğer elin V biçimindeki devamı çıkınca, söz konusu bu yorumu hiç kuşku duymadan devam ettirebiliyorduk. Dikilitaş kesinlikle insan biçimini almaktaydı. Sadece kafası eksikti, ama artık anlaşıldığı üzere o parça uzun zaman önce tahrip edilmişti; çünkü taşın kırılan yüzeylerinde, sadece yüzyıllar hatta binyıllar içinde oluşabilecek bir korozyon, aşınma söz konusuydu. Ön tarafın dar yüzünde yukarıdan aşağıya doğru birbirine paralel inen bantların anatomik anlamı ise tespit edilememiştir. Görünüşe göre bunlar, Katolik rahiplerin taşıdığı papaz atkısı şeklindeki elbise parçası biçiminde olmalıydı. Bantlar, “karının” üstündeki ellerin biraz yukarısında bitmekteydi. Göğüs kısmında ise bantlar V biçimde bağlanmıştı; bu da bunların boğaza sarıldığı ve daha sonra ise vücudun iki tarafından aşağıya doğru sarkıtıldığı elbise parçalarını akla getirmekteydi.
Kazının ilerleyen aşamalarında, bu dikilitaşın, kare planlı bir yapının kuzeyindeki merkezi dikilitaş olduğu ortaya çıktı. Onun güneydeki “ikizi” ise tümüyle tahrip edilmişti, ama en azından tabana dikildiği yerdeki çukurluk, bu dikilitaşın varlığını kesinlikle ispatlamaktaydı. Tabanda başka bir sürpriz bizi bekliyordu: Bu Çayönü’nden bildiğimiz tarzdaki bir terrazzo tabandı. Çayönü’nde üstünde beyaz çizgilerin geçtiği kırmızı taban rengi dışında her şey aynıydı. Buradaki taban ise kireç grisiydi.
Üst yüzeyleri artık görülmeye başlayan taş levhalanın ise binanın iç duvarlarına bitişik yapılmış seki benzeri örtme levhaları olduğu ve bunların diğer küçük dikilitaşlarla bölünmüş olduğu görüldü. Ancak bunların hepsinin sadece alt kısmı geriye kalmıştı. Bu resim tahribatından sadece bir tanesi kısmen geriye kalmıştı. Gerçi üç parçaya bölünmüş de olsa bütün parçaları mevcuttu. Kolları, elleri ve uzun atkımsı bandı çok iyi korunagelmişti ve sonunda nihayet bir kafa görebilmiştik. ilginç dikilitaşın gövdesinde olduğu gibi kafası da oldukça stilize edilmişti (basitleştirilmişti). T biçimiyle çarpraz pozisyonda ince gövdenin üstüne oturtulmuştu. Arka yüzü, anatomik ölçülere uygun bir şekilde kafatasından daha uzundu.
Dikilitaşı yapanlar acaba kimi tasarlamak istemişlerdi? Nevali Çori’deki keşifler öylesine önemli, öylesine çeşitli ve çok sayıdaydı, ki onların anlamları üzerine düşünmeye zaman kalmıyordu. En azından önümüzde Çayönü’nden tanıdığımız Terrazzo Yapısı‘nın bir “benzeri” durmaktaydı. Ancak Nevali Çori’deki Terrazzo Yapısı’nın planı tam olarak korunagelmişti; Çayönü’nde ise bina, açılan büyük bir çukur nedeniyle kısmen tahrip olmuştu. Dikilitaş ise Çayönü’nde hiç bulunmamıştı; ancak artık Çayönü’ndeki yapının ortasında çok büyük olasılıkla iki dikilitaşın olduğunu ve bunların betimleri tahrip edenler tarafından yok edildiğini göz önüne getirebiliriz.
Harald Hauptmann tarafından rekonstrüksiyon çizimiyle yayımlanan, üç farklı evreye ayrılmış Nevali Çori yapısı, bu ilk Neolitik yapının, görüldüğü üzere oturma amaçlı değil de büyük bir ihtimalle kült amaçlı yapıldığını, bize Çayönü buluntusunun ortaya koyduğundan çok daha iyi bir şekilde göstermekteydi.
Çayönü sadece Nevali Çori yapısının daha iyi korunagelmiş olması ve burada bulunan dikilitaşlarla aşılmamıştır. Nevali Çori yapısı, keşfiyle özel bir görüngüyü borçlu olduğumuz bir sürprizi daha banndırmaktaydı. Atatürk Barajı’nın su toplama alanındaki Nevali Çori, 1991-92 kışında sular altında kaldı. Terrazzo Yapısını sonraki kuşaklara aktarabilmek için Harald Hauptmann son kazı sezonunda, daha sonra başka bir yerde yeniden dikilebilmesi için, yapının bütün taşlarını başka bir yere taşıma kararı aldı. Bu çok zor iş, Murat Akman’nın olağanüstü çalışmasıyla gerçekleştirildi. Daha sonra yapının orijinaline uygun bir şekilde yeniden inşası için her taş numaralandırılmış ve bir plan üzerinde işaretlenmişti. Ve işte bu çalışmalar sırasında şaşırtıcı bir olay gerçekleşti: Yapının doğu duvarında üstü örtülmüş çok sayıda kireçtaşı heykel bulunmaktaydı. Şimdiye kadar bu tür buluntular hiçbir yerde bulunmamıştı. Nevali Çori’nin keşfinden önce Neolitik Çağ’dan sadece birkaç santim büyüklüğünde kemik, taş ya da kilden figürinler bilinmekteydi. Sadece Ayn Gazal ve Eriha’dan bilinen tahtaya benzer düz alçı heykellerin büyüklükleri ise, açıkçası daha farklı bir yüksekliğe, yani en fazla 1 m’ye kadar ulaşıyordu. Buna karşın Nevali Çori, taştan yapılma çok sayıda büyük boyutta örnekler sunuyordu bize.
Heykel buluntularının ortaya çıkış durumları, bize, bunların buraya büyük, oranda bir tür “gömüte” konur gibi yerleştirildiğini ve diğer buluntu yerlerinden de bildiğimiz gibi, yapının doğu yüzünün ise tercih edilen, bir gömme yeri olduğunu akla getirmekteydi.
Terrazzo Yapısı‘nın en son yapı evresinde insan biçimli (?) bir torso -(başsız, elsiz ve ayaksız gövde heykeli -ç.n.) ve gagası bir insan yüzüne yerleştirilmiş bir kuş heykeli bulunmuştu. Doğaldan daha büyük olan, kafasının üstünde bir yılan dolaşan, yüzü, yapının iç mekanına bakan saçsız bir baş, duvarla kapatılmıştı.
Terrazzo Yapısı’nda orta yapı evresinden pelikanı andıran bir kuş heykeli, kafasından geriye bir şey kalmamış bir başka kuşun gövdesi, bir insan kafası ve onun kuşumsu gövdesi -en azından ilk yorumlara göre-ve garip bir nesneye ait kafa ve gövde parçaları ve gagası bir insan yüzüyle biten, bu nedenle de kuş-insan diye adlandırılan figüre ait kuş gövdesi ve kuş kafasına ait diğer parçalar çıkmıştı.
En eski yapı evresinden ise çok az kalıntı geriye kalmış ve önemli bir buluntuya rastlanmamıştı. Bir tek büyük heykel ve yüzü korunagel-miş doğal büyüklükteki bir insan kafası ise Terrazzo Yapısı‘ndan değil, bizlerin bilimsel konuşmalarda daha rahat anlaşılabilmesi için “Ev 13” numarasını verdiğimiz, yerleşmedeki alışılagelmiş kanal evlerden çıkmıştı.
Nevali Çori’nin sanat tarihi açısından değeri, Üst Paleolitik mağara resimlerinin anlamından daha az değildir. Buluntuların Heidelberg’te değerlendirilmesi sürecinde ortaya çıkan sonuçlarla bilimsel bir şaşkınlık kendini yavaş yavaş göstermeye başlamıştı.
Totem direklerinin gölgesinde? Nevali Çori buluntularının-Heidelberg Üniversitesi Tarihöncesi ve Öntarih Enstitüsü Uruk-Warka Salonu’nda küçük bir sergi ile gösterilmesi için 1995 yazında hazırlıklara başlandı. Tabii ki bu sergi, orijinalleri Urfa Müzesi’nde korunan buluntularla değil, Mainz’daki Römisch-Germanisch Merkez Müzesi restoratörlerinin kazı çalışmaları sırasında Urfa ’da çıkardıkların kopyalardan olacaktı. Ben bu sergi hazırlık çalışmalarını yürütmek için seçilen şanslı kişiler arasındaydım. Bu eşi benzeri olmayan buluntular üzerinde, bunlar alınmış kalıplar dahi olsalar, çalışabilmeyi bir onur olarak kabul ettim. Görevim, vitrinlerdeki eserlerin kısa ve anlaşılabilir metinlerini yazmaktı. Bu iş sanıldığından çok daha zordu. Her parçayı kazıdan tanıyor olmama rağmen, her nesne için birkaç saat çalışmak durumunda kalıyordum; çünkü nesnelere ikinci, üçüncü bakışımda şaşırtıcı yeni ayrıntılar fark ediyordum. Her heykelin yeniden ele alınması ve her yönden incelenmesi gerekiyordu. Kireçtaşından yapılma orijinalleriyle bu işin yapılması, ağırlıkları nedeniyle atletik bir meydan okumaya dönüşebilirdi ve bu kadar güç gerektiren bir işin yapılması ise imkânsızdı. Fakat önümüzdeki polyester kopyaların içi boş olduğundan bunlar oldukça hafifti. Orijinalleri yüzlerce kilo ağırlığında olan bu eserleri böylece plastik bir oyun topu gibi hareket ettirebiliyordunuz.
Zahmetlerimizin karşılığını oldukça verimli bir şekilde almıştık, çünkü bu kalıplarla yapılan incelemelerden daha önceden imkânsız olan gözlemler yapılabiliyor ve bazı parçalar birbirlerine uyuyordu. Bu durum hiç beklenmeyen bir başarıydı. Bu beklenmeyen başarının aslında daha sonra çok sürpriz olmadığı ortaya çıkacaktı, çünkü Murat henüz kazı sırasında, daha önce değindiğimiz insan kuş kafası karışımı heykel parçalarını birleştirmeyi başarmıştı. Her ne olursa olsun, o zamana kadar tek tek değerlendirilen Ev 7'den çıkardığımız üç heykel parçasını, tanımlamalarını yapmak için elime alıp incelediğimde birbirlerine uyduğunu ve bunların totem direği benzeri bir betimli sütunun parçası olduklarını görmüştüm. Nevali Çori buluntularının eşi benzeri yoktu ve bu sonuç ise bir anlamda çalışmalarımızı yüceltmişti.
Yukarıda bahsedilen, kafası olmayan kuş, insan kafası ve kuş gövdesi karışımı nesnenin üstüne uydu, daha farklı yöne bakan ve ikinci bir insan kafasına ait parçanın arkasında ise bir saç örgüsünü andıran küçük bir parça daha yerleştirilecekti. Böylece ortaya sonuç olarak bir kuştan, iki insan kafasından ve açıkça insan anatomisine uymayan bir gövdeden oluşan betimli bir sütun çıkmaktaydı. Kuş bu parçanın üst bitiş kısmını oluşturuyordu, çünkü boyundaki kopma yüzeyi başka bir figürü taşıyacak kadar geniş değildi. Bu parça aşağıya doğru, günümüze kadar gelmemiş bir de alt bölüme sahip olmalıydı. Ölçüleri açısından bakıldığında ise, aynı buluntu alanında ortaya çıkartılan diğer bir parçanın da, eğer aradaki bağlantı kısmı biliniyor olsaydı, büyük olasılıkla bu heykele eklenebileceğini söyleyebiliriz. Bu parça karşılıklı duran iki kuşa ait ayak ve kuyruklan gösteriyordu. Bu parçanın da aşağıya doğru ne kadar uzun olduğu bilinmemekte. Böylelikle genel olarak totem direği benzeri tavsirli bir sütunu düşünebiliriz. İnsan gövdesi olmayan bir bedenin üstünde yükselen iki insan kafasını kavrayan bir kuşun betimlendiği bu eserin yorumlanması o kadar kolay olmasa gerek.
Kuş-insan kafalarının betimli sütun ile bir araya getirilmesi, Ev 13’ten çıkan büyük kafanın yorumlanmasında da yol gösterici oldu. Uzaktan etkileyici görüntü veren sütun benzeri nesnenin, büyük oranda parçalanmış olmasına rağmen büyük bir kuşu betimlediği anlaşılmaktaydı. Arka tarafta bant şeklinde yapılmış kanatlar ve öne doğru çıkıntı yapan göğüs kısmı iyi korunagelmiş bu parçanın da kafa bölümü ele geçmemiştir. Ve burada da kuşun insan kafasını kavradığı belli olmakta. Bu konudaki tahminleri, Nevali Çori’de de olan, ayrıntılarını daha önce belirttiğimiz tüm Ön Asya Neolitiğinin karakteristik özelliği olan kafatası kültü ile ilişkilendirmek doğru olmayan bir spekülasyon olur. Kuşların insan bilincinde önemli bir konumda olduğu ortada. Eğer kuşların doğaları gereği biz insanların erişemeyeceği sınırlara (artık sadece çok büyük teknik donanımla gerçekleştirilebilen) ulaşabileceklerini kabul edersek, insan bilincinde yaratabileceği etkiler konusunda çok büyük hayaller kurmamıza gerek kalmamaktadır.
Nevali Çori sahip olduğu büyük heykeller ve betimli dikilitaşlarıyla o zamana kadar Ön Asya ilk Neolitiği için geçerli olan görüşleri aşmış ve büyük oranda Ön Asya ilk Neolitiğini geliştirmiştir. Önümüzde çok daha fazla ve çeşitli buluntu ve buluntu grupları olmasına rağmen, Taş Çağı Şamanizmi için önem taşıyan ve daha sonra tekrar yeniden ele alacağımız bir buluntuyu anlatmak istiyoruz: Neredeyse çeyreği geriye kalmış, kireçtaşından yapılma desenli tabak, tek olduğu için dışarıda tutulmuştur. İç kısmında ağız tarafında yoğun is izleri olmasa, normalde bezeksiz kaplar grubuna yerleştirilebilecek bu buluntu, bir taş kandil ya da tütsü kabı olarak yorumlanabilir. Ön yüzünde elleri havada koca göbeği ve ayrık bacakları olan iki insan figürü görülmekte. Bu iki figür yine aynı şekilde koca göbekli, aynı pozisyonda duran, ama insan değil de bir, kaplumbağayı andıran başka bir figürü sınırlamakta. (en üstteki ilk resme bkz.) Bu sahne sağ ve solda diğer başka figürlerle devam etmekte, ancak ne yazık ki kırılmış olduğu için tam olarak neleri betimledikleri saptanamamıştır. Hiç kuşkusuz her tarafı betimlerle dolu, eldeki parçaya göre üzerinde dans sahneleri betimlenmiş bir tabak söz konusuydu.
Burada çok fazla ayrıntısına girmek istemediğim, küçük boyutlu figürinlerde dikkati çeken, betimlenen motiflerin yapıldıkları malzemeye göre -kil ve kireçtaşı- farklı özellikler taşımalarıydı. Kil figürünlerde iki temaya ağırlık veriliyordu: Ayakta duran, kemerine (?) kadar çıplak olan ve büyük bir ihtimalle ereksiyon halindeki bir erkek (buna bilimsel söylemde verilen isim ise....) ile oturan bir kadını betimlemektedir. Kilden hayvan figürinleri ise neredeyse yok denecek kadar azdır.
Kireçtaşı figürinlerde ise durum çok daha farklıdır. Bu grup içindeki figürlerin çoğunluğu hayvanları betimlemekle beraber, belirli bir türün öne çıkıp çıkmadığını söylemek ise çok güçtür. Buluntuların pek çoğu tek parçadır ve yinelenen betimlere pek rastlanmamaktadır. En çok dikkati çeken ise, megalitik, yani çok büyük taşlardan yapılma, el ve ayakları olan T başlı dikilitaşların birkaç santimetre büyüklüğünde minyatürlerinin yapılmış olmasıdır. Bu bağlamda öne çıkarılması gereken buluntu ise, benzerini Nahal Hemar’dan tanıdığımız doğal büyüklükteki maske tipinin minyatür olarak yapılmış kopyasıdır.
Nevali Çori’deki buluntulann mekansal dağılımı üzerine yapılan araştırma, yerleşmede çok seyrek görülen ok ucu tipinin, öncelikle kült törenlerinin yapıldığı tahmin edilen Terrazzo Yapısı‘nda, özellikle de buranın doğusundaki açık alanda çıkması, belki de en önemli sonuçlardan biridir. Bu hiç tipik olmayan ok uçları, belki başka buluntu yerlerinde çok daha fazla sayıda ele geçmektedir, ama Nevali Çori’de oransal olarak daha azdır. Acaba, uzak bölgelerden insanların buraya gelmesinin nedenlerinden biri Terrazzo Yapısı’nın etrafındaki bu buluntular mıydı? Küçük ok uçları bir tür “hediyelik” eşya mıydı? Ve acaba Terrazzo Yapısı belki de uzaktan görünebilecek bir şekilde totem direkleriyle mi çevrilmişti? Kuzey Amerika’nın kuzeybatı kıyısında yaşayan yerliler totem direklerini kesinlikle yaşadıkları köyün içine yapmaktaydılar. Evlerin önüne dikilen bu direkler, üzerindeki betimlerle mitolojik olayları ve köy sakinlerinin soylarını anlatmaktaydı. Acaba Nevali Çori’de de benzeri ahşap direkler var mıydı ve buradaki kireçtaşından dikili örnekleri, Terrazzo Yapısı‘nın sekilerindeki parçaları, kontrollü bir şekilde “ortadan kaldırıldı mı" ya da başka bir şekilde söylersek, çok özel görkemli örnekler olduğu için acaba özenle buradan alındı mı? Arkeolog Kenyon’nun, Natuf tabakaları içinde (M.Ö. 12.-11. yüzyıl) bulduğu iki kaidenin totem direkleri olduğunu tahmin etmesini hatırlayalım. Acaba bu tür totem direklerinin, benzer yerleşmelerin envanterinde yer alması doğal mıydı? Ya da sadece çok az yerleşmede bulunmaktaydı ve bu nedenle de insanları uzak bölgelerden bunlara çekmek için yapılan kültürel bir etkinlik miydi? Bu sorulara kanıtlanabilecek cevaplar vermek çok zor, ama bu buluntular sayesinde Yukan Mezopotamya’daki ilk Neolitik yerleşim tarihinin birdenbire, daha önceden hiç kimsenin bilmediği yeni yüzler ve renklere sahip olduğunu da unutmayalım.
Yeni buluntuların içeriği, daha önceden kesinlikle formüle edemeyeceğim yığınla soruyu ve araştırma konusunu barındırmaktaydı. En azından kendi mesleki hayatımın daha farklı yönlerde gelişmesinde bu keşifler benim için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Nevali, Çori’nin büyük heykeller ve totem direklerinin bulunduğu tek yer olmadığı tahmin ediliyordu. Acaba, belki de şimdiye kadar çok daha önemli yerler gözden kaçmış olabilir mi?
Sol Nevali Çori, Sağ Göbekli Tepe Benzer heykelimsi sütunlar |
Yukarı Mezopotamya ilk Neolitik Çağ arkeolojik dağılım haritaları, Nevali Çori kazısına kadar tek tük buluntu yeri göstermekteydi. Çok büyük bölgeler henüz araştırılmamıştı. 1979 yılında Nevali Çori’nin bir ilk Neolitik Çağ buluntu yeri olarak keşfinden, “Roma mezarlarının” doğru bir şekilde değerlendirilmesine kadar birçok yıl geçti. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’ın (PPN) bütün dönemleri Eriha’nın araştırılmasına kadar hiç bilinmemekteydi ve o döneme kadar çanak çömleği olmayan Neolitik yerleşme, arkeolojik araştırmanın kategorilerinde yer almamaktaydı. Kendi kişisel araştırma planımda ise bu arka plan bilgileriye, bugün şöylece formüle edebileceğim soru oluşmaya başlıyordu: Acaba Yukarı Mezopotamya ilk Neolitik yerleşmelerinin birbirlerine yakınlığı ne kadardı ve Nevali Çori’nin komşu yerleşmeleri ne kadar uzaklıktaydı? İç yapıları birbirine benzeyen, köy benzeri yerleşmeler miydi bunlar ya da bir yerleşim hiyerarşisine işaret eden önemli yerleşmeler var mıydı? Ve acaba Nevali Çori, tahmin edilen bu ilk Neolitik yerleşim sisteminde nasıl bir yere sahipti?
Kesin olan, Fırat ve Dicle arasındaki geniş bölgede daha bilinmeyen yerleşmelerin olduğuydu. Ama buna rağmen 1994 yılında hiç beklenmedik bir şekilde, bu bölgede, bizleri Göbekli Tepe’ye biraz daha yaklaştıracak bir yerde Çanak Çömleksiz yeni bir yerleşmenin bulunduğu haberi geldi. Burası Urfa’nın hemen yakınlarındaki Gürcütepe yerleşmesiydi.
Kaynak: Klaus Schmidt, Göbekli Tepe
* ÇOR: Kürtçe sözcük: 1- bj. kırıcı bir hayvan hastalığı, kıran, sığır vebası. 2- mec. beddua anlamında kullanılır. * çorê bixwe, çor têkevî malê. * çor ketin : hayvaların bu hastalığa yakalanması. * çor xwarin : zıkkım yemek, (beddua) 3- sülün, zoo. phasianus colchicus. çorpor. https://tr.glosbe.com/ku/tr/%C3%A7or
Neval(i) = NEWAL: erd/m 1. vadi, koyak 2. dere (iki dağ arasındaki uzun çukur) 3. dere https://tr.glosbe.com/ku/tr/newal
Newali: Vadili olan https://tr.glosbe.com/ku/tr/newal%C3%AE
Yazar bu ve diğer benzeri sözcüklerin Kürtçe olduğunu kitabında belirtmemiş.
ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=0q0dRicL5eY (Nevali Çori'yi anlatıyor)
https://www.tf.uni-kiel.de/matwis/amat/iss/kap_a/advanced/ta_1_2g.html (görseller vb. )
DİĞER bloglarıma da bkz.
"MAYA MOR RASTGELE KARŞILAŞMALAR" TEFRİKA ROMAN
https://tefrika-mayamor.blogspot.com/
TARİH EĞİTİMİ
https://tarihegitimi.blogspot.com/
ANLATI, ÖYKÜ, OYUN
https://babillkulesi.blogspot.com/
https://www.tf.uni-kiel.de/matwis/amat/iss/kap_a/advanced/ta_1_2g.html (görseller vb. )
DİĞER bloglarıma da bkz.
"MAYA MOR RASTGELE KARŞILAŞMALAR" TEFRİKA ROMAN
https://tefrika-mayamor.blogspot.com/
TARİH EĞİTİMİ
https://tarihegitimi.blogspot.com/
ANLATI, ÖYKÜ, OYUN
https://babillkulesi.blogspot.com/