hitler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hitler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
28 Temmuz 2022 Perşembe
26 Kasım 2020 Perşembe
23 Haziran 2017 Cuma
Hitler’in İktidar Yolu
1929 Krizi
1933
Alman Komünistleri
Avrupa Tarihi
Chris Harman
Faşizm
Faşizm-Nazizm
hitler
II. Dünya Savaşı
SA
sosyal demokrasi
Wall Street
Rohat Fatih
Comment
Chris Harman
1929 Ekim’inde Wall Street Çöküşü meydana geldiği sırada, Avrupa’nın iki en büyük ülkesinin hükümetlerine İşçi Partisi tipi sosyal demokrat partiler egemendi. Britanya İşçi Partisi’nin Ramsay MacDonald’ı yılın başlarında Liberallerin desteğine dayanan bir azınlık hükümeti kurmuştu; Almanya’da ise Sosyal Demokrat Müller, bir yıl önce ‘ılımlı’ burjuva partileriyle birlikte ‘büyük koalisyon’un başına getirilmişti.
Her iki hükümetin de 1930 yılına gelindiğinde kendilerini yutan krizle nasıl mücadele edecekleri konusunda herhangi bir fikirleri yoktu. Artan işsizlik, sosyal yardım harcamalarının artışı anlamına geliyordu. Azalan sanayi üretimi ise vergi gelirlerinin azalması demekti. Hükümet bütçeleri açık vermeye başladı. Mali istikrarsızlık iki ülkeyi de vurdu – ABD’li bankacılar 1920’lerde Alman ekonomisini destekleyen ‘Dawes Plan’ı kredilerinin geri ödenmesini istediler ve finansçılar sterlinin uluslararası değişim değeri aleyhine kumara başladılar. Ulusal bankaların başkanları, Almanya’da (yönetici sınıfın liberal kesiminin temsilcisi olarak beş yıl önce göreve getirilen) Schacht ve Britanya’da (Baring Bankası ailesinin bir üyesi olan) Montagu Norman; hükümetlerine, işsizlere sosyal yardım sağlayan sigorta fonlarını azaltmalarını söylediler. Hükümetler bu baskı altında dağıldılar. Almanya’da maliye bakanı, bir zamanlar Avusturyalı Marksist iktisatçı ve daha sonra Bağımsız Sosyal Demokrat Rudolf Hilferding, durumla başa çıkamadı ve hükümet 1930 başlarında düştü. Britanya’da MacDonald’ın maliye bakanı Philip Snowden, İşçi Partisi’ni terk ederek ulusal bir hükümette Muhafazakârlara katıldı.
Ekonomik kriz Britanya’da, [bkz. video]Almanya ve ABD’den daha az şiddetliydi. Britanya sanayiinin imparatorluk nedeniyle hâlâ büyük pazarlara ayrıcalıklı bir ulaşımı söz konusuydu. Fiyatlar ücret ve maaşlardan daha hızlı düştü ve kuzeyin, İskoçya’nın ve güney Galler’in eski sanayi bölgelerinde işsizler sıkıntı çekerken, orta sınıf bu durumdan yararlandı bile. Ulusal hükümet kamu sektöründeki işsizlik ödemelerini ve maaşları kıstı; işsizler arasında isyanları, donanmada kısa süreli bir isyanı ve öğretmenler gibi gruplar arasında öfkeyi kışkırttı. Ama krizi kolaylıkla atlattı; morali bozulmuş İşçi Partisi’ne 1931 ve 1935 genel seçimlerinde dayak attı ve Britanya kapitalizminin belli başlı kesimlerini bu krizden çıkmanın bir yolu bulunduğu konusunda ikna etti. 1933 ve 1934 yıllarında Oswald Mosley’in, faşizmin Britanya varyantını desteklemeye hazır olan yönetici sınıfın belirli kesimleri (örneğin gazetesi Daily Mail’in ‘Kara Gömleklilere Hurra!’ diye adice açıklamalar yaptığı Rothermer ailesi) 1936’ya gelindiğinde genellikle bu tutumu terk ettiler.
Almanya’da işler çok farklıydı. İşsizlik Britanya’dakinden yüzde 50 daha fazlaydı ve de orta sınıfın büyük kesimi ileri derecede yoksulluk çekiyordu. Kriz Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist (ya da Nazi) Partisi’ne büyük bir destek dalgası yarattı. Oyları 810.000’lerden 1930’da altı milyonun üzerine ve Temmuz 1932’de de toplam oyların yüzde 37,3’üne yükselerek ikiye katlandı. Ama Naziler yalnızca (ya da esas itibariyle) bir seçmen partisi değildi. Onların örgütlenmelerinin çekirdeğinde, sayıları 1930 sonlarında 100.000 ve 1932 ortalarında 400.000’i bulan paramiliter sokak savaşçıları –SA ya da Nazi Komando Örgütü üyesi/ Kahverengi Gömlekliler– yer alıyordu. Bu silahlı çeteler toplumsal bunalımın sorumlusu olarak suçladıkları, bir uçta sözde ‘Yahudi’ finans kapital, öte yanda sözde ‘Yahudi’, ‘Marksist’ işçi sınıfına karşı mücadeleye kendilerini adamışlardı. Nazizmi ve faşizmi, yerleşik burjuva partilerinden farklı kılan, sokakların kontrolü ve tüm öteki örgütlerin fethedilmesi için savaşmaya hazır olan işte bu silahlı gücün varlığıydı.
Bu türün ilk başarılı örgütlenişi İtalya’da 1920’den sonra Mussolini tarafından yaratılmıştı. Bunun üyeleri, Yahudi karşıtlığından daha ziyade, güçlü bir milliyetçi ideolojiyle birbirlerine bağlıydılar. (1920’lerin ortalarında Roma belediye başkanı gibi kimi üyeleri Yahudiydi ve Yahudi karşıtlığı 1930’ların sonlarında Hitler’le ittifak kuruluncaya kadar faşist ideolojinin bir özelliği değildi.) Ama diğer açılardan Hitler’in izleyeceği yolu Mussolini aydınlatmıştı.
Hitler’in partisi, Fransızların Ruhr’u işgal ettiği ve büyük enflasyonla gelen 1923 kriz yılında ilk kez önem kazandı. Parti, sağ terör örgütleri, Yahudi karşıtı gruplar ve eski Freikorps üyelerinin Bavyera şehri Münih’te bir araya gelen çevresinin merkezi oldu. Ancak Kasım 1923’te şehirde iktidarı ele geçirme girişimi hazin bir şekilde başarısız oldu ve kriz koşulları ortadan kalkınca parti düşüşe geçti. 1927-28’e gelindiği zaman Hitler’in partisi, birkaç bin üyesi ve sürekli kavga eden liderliğiyle oy sandığında marjinal bir güçtü. Daha sonra dünya bunalımının patlak vermesi partiye muazzam bir atılım kazandırdı.
Giderek artan sayıda insan, ‘ılımlı’ burjuva partilerinden Hitler’e akın ettiler, zira kriz sırasında destek olan bu hükümetler, yalnızca işçileri değil fakat kendi orta sınıf destekçilerinin de çoğunu yoksulluğa ve iflasa sürüklüyordu. Örneğin küçük Thalburg kasabasında üç yıl içinde Nazi oyları, diğer burjuva partilerinin aleyhine olarak, 123’ten 4.200’e fırladı.(1)
İtalyan faşistleri gibi Naziler de orta sınıfın bir partisiydi. Hitler iktidara gelmeden önceki üyelerin büyük bir kısmı serbest çalışanlar (yüzde 17,3), beyaz yakalı işçiler (yüzde 20,6) ya da memurlardı (yüzde 6,5). Bütün bu gruplar Nazi Partisi’nde, genel nüfus içinde olduklarından yüzde 50 ve 80 daha fazla temsil ediliyorlardı ve hepsi, bugünkünden farklı olarak, toplumsal olarak çok daha ayrıcalıklı kabul ediliyorlardı. Genel nüfus içindeki oranlarından yaklaşık yüzde 50 daha az oranda da olsa, Nazilere katılan işçiler de oldu.(2) Naziler işçi sınıfından biraz oy aldılar. Ancak bunların çoğu, savaştan hemen sonraki sendikalaşma girişimlerinin kırıldığı ve işçi sınıfı politikası geleneğinin hiç mevcut olmadığı doğu Prusya gibi bölgelerin tarım işçilerinin; orta sınıfın etkisinin en güçlü olduğu küçük kasabalardaki işçilerin ya da atomize olmuş ve Nazi ya da özellikle Nazi Komando Örgütleri’ne üye olmanın sağlayacağı yararların cazibesine kapılmış işsizlerin oylarıydı.(3) Bu durum, örneğin ‘araştırmalar Nazi oylarıyla sınıf arasında yalnızca çok düşük bir korelasyon olduğunu gösteriyor’ diyen, Michael Mann’ın yaptığı gibi, Nazilerin orta sınıf özelliğini inkâr etmenin saçmalığını gösteriyor.(4)
Ama orta sınıflar, niçin solun değilde, Nazilerin cazibesine kapılmıştı? Bu kısmen on yıllar süren anti-sosyalist telkinlerle ilgiliydi. Serbest çalışanlar ya da beyaz yakalı işçiler, bedeniyle çalışan işçilere üstün oldukları inancıyla yetiştirilmişlerdi ve kriz derinleşirken işçi kitlesinden kendilerini ayıran şeye sıkıca tutunmak istiyorlardı. Hükümetlere ve finansçılara duydukları öfke, kendilerinin altındaki işçi kitlesinden duydukları korkuya eşitti. Bununla birlikte bu durum onların pek çoğunun, 1918-1920 devrim döneminde, bir tür sosyalist değişimin kaçınılmaz olduğu düşüncesine razı olmalarını engellememişti.
Bu durumdaki diğer etken, solun kendisinin davranışıydı. Alman Sosyal Demokratları, İtalyan seleflerinin deneyiminden hiçbir şey öğrenmemişlerdi. Bunun yerine, bıktırıncaya kadar (ad nauseam) ‘Almanya İtalya değildir’ diye tekrarlamışlardı. 1927’de Kautsky, bu noktada ısrar ediyor, ileri bir sanayi ülkesinde faşizmin, ‘kapitalist amaçlara hizmet etmeye hazır büyük sayılarda lümpen unsurları yakalamada’ İtalya’daki başarısını asla tekrarlayamayacağını iddia ediyordu.(5) Hilferding, Ocak 1933’te Hitler iktidara geçmeden birkaç gün önce hâlâ aynı mesajı tekrarlıyordu. Alman anayasasına dayanarak, Sosyal Demokratların Nazileri ‘legalite’ alanına zorladıklarını ve Cumhurbaşkanı Hindenburg’un bir önceki yaz hükümet kurma talebini reddetmiş olmasının gösterdiği gibi bunun onların yenilgisine yol açacağını söylüyordu. ‘İtalyan trajedisinden sonra Alman farsı geliyor…” diyor, “bunun faşizmin yıkılışını gösterdiğini’ iddia ediyordu.(6)
Anayasacılık üzerine yapılan vurgu Sosyal Demokrat liderleri, kendileri 1930’da hükümeti terk ettikten sonra ağırlaşan krizde işbaşında olan, birbirini izleyen hükümetlere karşı bir ‘hoşgörü’ politikası izlemeye yöneltmişti. Önce Brüning, sonra von Papen ve son olarak da Schleicher’in liderliğindeki bu hükümetler parlamentoda çoğunluk desteği olmadan yönettiler ve cumhurbaşkanına açık kararnamelere dayandılar. Aldıkları önlemler işçi sınıfının ve alt orta sınıfın koşullarına saldırı niteliğinde oldu –Brüning’in bir kararnamesi ücretlerde yüzde on kesinti getiriyordu– ama ekonominin kötüye gidişini ve onunla birlikte gelen güçlükleri önleyemedi. Sosyal Demokratlar uyguladıkları ‘hoşgörü’ politikasıyla, aslında, sunabilecekleri tek şeyin zorluk ve açlık olduğunu söylüyorlardı. Eski burjuva partilerini terk edenlerin desteğini elde etmeleri için meydanı Nazilere bıraktılar.
Sosyal Demokratlar, önünden çekilerek, Hitler’in işlerini kolaylaştırmış görünüyorlardı. Çeşitli türden savunma örgütleri, sosyalist spor kurumlarından ve gençlik örgütlerinden gelen gençler ve militanlardan oluşan Reichsbanner’i kurdular. Bunun yüz binleri harekete geçirme potansiyeli vardı. Ne ki yalnızca savunma amaçlı olduğunu ve yalnızca hiçbir zaman gelmeyen bir anda, Nazilerin anayasayı delmeleri halinde kullanılabileceğinde ısrar ettiler. Ayrıca Prusya devlet yönetimini ve büyük ve iyi silahlanmış bir polis gücünü kontrol ediyorlardı. Berlin’de 1929’da Komünistlerin yönetimindeki 1 Mayıs gösterilerine ateş açmak için polisi kullandılar ve 25 kişiyi öldürdüler; 1930 ve 1931’de Prusya’nın her yerinde Nazilerin gösterilerini yasakladılar. Ancak onların bu anayasacılığı, 1932 yazında Nazi tehdidi yüksek bir noktaya ulaştığında, onları bu silahı terk etmeye yöneltti. O yılki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi adlarına bir aday çıkarmadılar ve destekleyicilerini yaşlı Hindenburg’a oy vermeye zorladılar ve bu Hindenburg, gizli gizli Hitler’le görüşen von Papen’le anlaşarak Prusya’daki Sosyal Demokrat hükümeti düşüren bir kararname yayınlayarak onlara hizmetlerini ödedi. Sosyal Demokratlar uysal bir şekilde buna boyun eğdiler ve Nazizme karşı en güçlü siper olduğunu söyledikleri şeyi terk ettiler. SA komandoları şimdi açıkça yürüyüşler yapmak, hayatı bu kadar zor yapan koşulları nasıl olsa ortadan kaldıracak dinamik ve çok güçlü bir hareket imajı yaratmak ve muhalefeti sokaklardan uzaklaştırmak için serbest kaldılar. İnsanların o zamana kadar tanıdığı en kötü bunalım karşısında Sosyal Demokratların hareketsizliği kadar büyük bir çelişki olamazdı.
Sosyal Demokrat eylemciler arasındaki şaşkınlık boşuna değildi. Nazizmin Thalburg kasabasındaki yükselişini yazan tarihçinin belirttiği gibi 1933 başında Sosyal Demokratların:
Sosyal Demokratların hareketsizliği meydanı Nazilere bırakmıştı. Ama Naziler basitçe onların seçim desteğinin sırtına binerek iktidara gelemezlerdi. Serbest seçimlerdeki en yüksek oy oranları yüzde 37,1 olmuştu ve 1932’nin Temmuz’uyla Kasım’ı arasında fiilen iki milyon oy kaybetmişlerdi. Hitler şansölye (başbakan) iken ve muhalefetin kitlesel olarak sindirildiği durumda bile, Mart 1933 seçimlerinde oyların yalnızca 43,9’unu almışlardı. 1932 sonlarında Goebbels, günlüğünde, Nazilerin iktidarı ele geçirememesinin saflarda moralsizliğe yol açtığından ve binlercesinin ayrıldığından şikâyet ediyordu.
İktidarı Nazilere veren şey, Alman yönetici sınıfının baş temsilcilerinin bunu ona sunma kararıydı. Büyük iş çevrelerinin kimi kesimleri uzun süredir Nazilere para veriyor ve onları sola ve sendikalara karşı bir denge unsuru olarak görüyordu. Gazete baronu Hugenburg, ‘ilk yıllarda … Hitler’in mali açmazlarını rahatlatmıştı’.(8) 1931 yılına gelindiğinde, Ruhr’un önde gelen sanayicilerinden Fritz Thyssen, ‘keskin bir Nazi destekçisiydi’(9) ve eski ulusal banka şefi Schacht sempatizandı.(10)
Ancak 1932’ye kadar Alman kapitalizminin temel kesimleri, az ya da çok doğrudan kendi kontrolleri altında olan iki partiyi desteklemişlerdi: büyük sanayiciler (savaş öncesi Ulusal Liberal Parti’nin devamı olan) Alman Halk Partisi’ni ve Hugenburg ve büyük toprak sahipleri Alman Ulusal Partisi’ni desteklemişlerdi. Bunlar Nazi partisine güvenmiyorlardı çünkü, onun saflarındaki pek çok yoksullaşmış orta sınıf mensubu –ve liderlerinin bir kısmı– yalnızca işçilerin Marksist örgütlerine saldırmakla kalmıyor fakat aynı zamanda büyük iş çevrelerine yönelik bir ‘ulusal devrim’ çağrısı yapıyorlardı.
Dünya bunalımı kârlarına zarar vermeye başlayınca sermayenin çeşitli kesimlerinin görüşleri değişmeye başladı. Bunlar ayrıca Hitler’in ortaya koyduğu politikaya pek çok açıdan yakındılar. Hitler’i finanse etmeyen ve kendilerinden bağımsız olarak yoksullaşmış orta sınıflar arasında gelişmiş olan bir harekete güven duymayan sanayicilerin çoğunluğu bile, Nazileri kendi amaçları için kullanabileceklerini hissetmeye başladılar. Bir çalışmanın vardığı sonuca göre: Bunalımın artan ciddiyeti üst sınıfın liderlerinin pek çoğunu, Versailles Antlaşması’nın bertaraf edilmesi, savaş tazminatlarının iptal edilmesi ve depresyonun alt edilmesinden önce, emeğin gücünün kırılması gerektiğine ikna etmişti… 1931 yazında büyük iş çevrelerinin liderleri, Weimar Cumhuriyeti’nin, ‘bir onursuzluk sistemi’ olarak nitelenmesini benimsemişler ve ‘ulusal diktatörlüğe’ çağrı yapmışlardı.(11)
Bu tür görüşler, Ruhr’lu sanayiciler, büyük toprak sahipleri ve silahlı kuvvetlerdeki subay kadrolarının büyük çoğunluğunca paylaşılıyordu. Bunlar Hitler’in ortaya koyduğu politikaya da pek çok açıdan yakındılar. Bu yakınlık Hitler, ‘ulusal devrim’ görüşünün en hararetli savunucusu Otto Strasser’i kovunca; Milliyetçi Parti, Halk Partisi ve sanayici ve toprak sahibi gruplarla 1931 Eylül’ünde Harzburg’da bir toplantıya katılıp daha sonra da Ocak 1932’de, ‘Ruhr sanayiinin liderlerine hitap edince’ daha da arttı.(12)
Sanayicilere, Hitler’in onların çıkarlarına zarar vermeyeceği konusunda artan garantiler veriliyordu ve bu arada kimileri onun SA komandolarını işçi hareketini ezmekte yararlı bir araç olarak görüyordu. 1932 sonbaharına gelindiğinde sanayicilerin çoğu, hükümetin istediği politikaları izleyecek ve işçi sınıfı direnişini kıracak kadar güçlü olması için Nazilerin de hükümette yer alması gerektiğine inanmışlardı. Ancak Nazi varlığının tam olarak ne kadar önemli olacağı konusunda hâlâ aralarında bölünmüşlerdi. Çoğunluk temel görevlerin eski burjuva partilerinde, von Papen gibi, güvendikleri politikacıların ellerinde olmasını istiyordu. Yalnızca bir azınlık o sıralar Hitler’in başa geçirilmesinde ısrar ediyordu. Onların tutumu, Hitler’in bir bekçi köpeği gibi mülkiyetlerini koruması ve herhangi bir bekçi köpeği gibi sıkı bir zincir altında tutulması yönündeydi. Ama Hitler bunu kabul etmeyecek ve büyük iş çevrelerinin havası, askeri şef von Schleicher’in hükümetinin ihtiyaçlarını karşılamakta başarısız kalmasıyla değişmeye başlayacaktı. Seçkin sanayicilerin pek çoğu, o arsız konuşmasıyla kendini beğenmiş eski onbaşıya meraklı olmasa da, yalnızca onun burjuva istikrarını yerine getirebilmek için gerekli güçlere egemen olduğunu kabul etmeye başlıyordu. Von Papen’in kendisi, bir bankerin evinde Hitler’le bir toplantı yaptı. Birkaç gün sonra Britanya büyükelçisine, ‘Eğer Hitler hareketi çöker ya da ezilirse, bunun bir felaket olacağını, her şeye rağmen Nazilerin Komünizme karşı elde kalan son siper olduğunu’ söylüyordu.(13)
Hitler’in, Schacht ve Thyssen gibi büyük toprak sahibi ve yerleşik iş çevrelerinden destekçileriyle yüksek askeri komuta kademesi, Hitler’i şansölye olarak atamak suretiyle krizi çözme konusunda Cumhurbaşkanı Hindenburg’a baskı yapmaya başlamışlardı. Von Papen kendi ağırlığını ve ona güvenen ağır sanayi çıkarlarının ağırlığını bu baskıdan yana koydu. Sanayinin hâlâ kuşkuları olan belirli kesimleri vardı ama bu çözüme bir direnç göstermediler ve bir kez Hitler iktidara gelince parlamentodaki konumunu yükseltmek (ve Nazi saflarındaki krizi çözmek) için, gitmek istediği seçimi finanse etmeye oldukça gönüllü oldular.(14) Hitler, Alman büyük iş çevrelerinin kimi kesimlerinin acil siyasal tercihlerine karşı da olsa, orta sınıfların kitlesel hareketini örgütlemeyi başaramamış da olsa, bir şey yapabilecek durumda değildi. Ancak işin sonunda, büyük iş çevreleri, onun iktidara gelmesinin devam eden siyasal istikrarsızlıktan daha iyi – ve kuşkusuz onun çökerek Alman siyasetinin sola kaymasından çok daha iyi, olacağı sonucuna vardılar.
Hitler 31 Ocak 1933’te göreve geldi. Sosyal Demokratların pek çok destekçisi savaşmak istedi. Braunthal, ‘…Alman işçilerinin direnme iradesinin en etkili gösterileri’nden söz eder:
30 Ocak gününün öğleden sonrası ve akşamı Alman şehirlerinde işçilerin kendiliğinden ve şiddetli gösterileri oldu. Ülkenin her tarafındaki fabrikalardan gelen delegeler aynı gün savaş emri beklentisi içinde Berlin’e ulaştılar.(15)
Bununla birlikte SPD liderleri Hitler’in ‘anayasal’ olarak iktidara geldiğine ve SPD taraftarlarının hiçbir şey yapmaması gerektiğine karar verdiler! Günlük gazeteleri Vorwarts, ‘Hükümetin ve onun coup d’etat tehditleri karşısında Sosyal Demokratlar ve Demir Cephesi, sağlam bir şekilde anayasa ve meşruiyet zemininde durmaktadır’ diye kendilerini övdüler.(16) Parti çabalarını, yeni rejime ‘zamansız’ bir direnişi önlemeye harcadı. Sosyal Demokrat Parti’nin sıradan üyelerinin direnme arzusu önceki üç yılda Komünist Parti’nin kullanabileceği bir duyguydu. Ama onun liderleri, 1929’dan ta 1933’e kadar Sosyal Demokrat liderlerden Nazileri durdurabilmek için bir birleşik cepheye katılmalarını talep etmeyi, ya aptallıktan ya da Stalin’e olan riayetten reddettiler. Bu politika hakkında kuşkuları olan bireyler etkili pozisyonlardan uzaklaştırıldılar. En büyük saçmalık 1931 yazında görüldü. Naziler, Prusya’da Sosyal Demokrat hükümeti uzaklaştırmak için bir referandum düzenlediler ve Komünist liderler, Stalin’in emriyle, bunun bir ‘Kızıl Referandum’ olduğunu ilan ettiler ve üyelerine ‘evet’ oyu için kampanya yapmalarını bildirdiler! Nazilere karşı direniş için yüzünü Komünistlere dönmüş, Sosyal Demokrat tabanın önünü kesmek amaçlı bundan daha kapsamlı bir adım düşünülemezdi.
Bu Komünistlerin, kimi zaman iddia edildiği gibi, Nazilerin bir tür müttefiki oldukları anlamına gelmez. Berlin gibi yerlerde Komünist gruplar, Nazileri geri püskürtebilmek için günlerce her şeyi göze alan sokak savaşları verdiler.(17) Ama bunu çok daha geniş bir destek zemininden kopuk olarak yaptılar.
Sosyal Demokratların korkaklığı gibi, Komünist liderlerin divaneliği Hitler işbaşına geldikten sonra da devam etti. İtalya’da olanlardan ders almamışlardı ve Nazilerin iktidardaki herhangi bir burjuva hükümeti gibi hareket edeceğine inandılar. Nazi diktatörlüğünün esasen istikrarsız ve muhtemelen kısa ömürlü olacağında ısrar ettiler.(18) Sloganları ‘Hitler’den sonra, biz’di. Moskova’da parti gazetesi Pravda ‘Alman Komünist Partisi’nin yükselen başarılarından’ söz ediyor; bu arada eski Sol Muhalefetçiler’den şimdi tamamıyla Stalin’in emri altında olan Radek, Izvestia’da, Naziler için, ‘Marne’daki yenilgi gibi bir yenilgi’den söz ediyordu.(19)
Bu bakış açısıyla uyumlu olarak Almanya’daki Komünist eylemcilere, kitleye yönelik broşürlerle ve yeni hükümete yönelik dilekçelerle saldırıyı sürdürmeleri söyleniyordu. Ama Hitlercilik, öteki burjuva hükümetlerinden tam da bu noktada ayrılıyordu çünkü arkasında, işçi sınıfı direnişinin her unsurunu ezmeye hazır, militanları avlayan, işverenlerin sendikalı eylemcileri işten atmasını sağlayan ve rejime muhalif olan merkezleri yok etmek için gizli polisle işbirliği yapan geniş bir destekçi kitlesi vardı. Bir dilekçeyi imzalayan herhangi birisi, SA’larca dövülüyor ve polisçe toplanıyordu.
Birkaç gün içersinde Nazilerin paramiliter güçleri devlet makinesiyle bütünleşti. SA Nazi Komandoları ve polis, işçi sınıfı partilerine eziyet etmek için birlikte çalıştı. Daha sonra, 27 Şubat’ta Naziler, Reichstag’daki bir yangını, Komünist Parti’yi kapatmak, basınını susturmak ve 10.000 kadar üyesini toplama kamplarına sürüklemek için bahane olarak kullandılar.
Sosyal Demokrat liderlerin aptalca korkaklığı sonuna kadar devam etti. Komünistlere yönelik baskının kendilerine dokunmayacağına inandılar ve yeraltı direnişinden söz eden üyelerini partiden attılar. Sendika liderleri, 1 Mayıs’ı bir ‘ulusal emek günü’ne dönüştürmek için Nazilerle işbirliği yapma sözü bile verdiler.
Hitler’in iş başına gelişiyle 1939’da savaşın çıkışına kadar geçen sürede yaklaşık 225.000 kişi, siyasal suçlar nedeniyle hapse mahkûm edildi ve ayrıca ‘bir milyon kadar Alman’ın uzun ya da kısa bir süre, toplama kamplarının işkence ve aşağılamalarının’ kurbanı olduğu tahmin edilmektedir.(20)
Istırap çeken yalnızca işçilerin örgütleri değildi. Komünistlere, Sosyal Demokratlara ve sendikalara yönelik saldırısı için büyük iş çevreleri partilerinin –Ulusal Parti ve Halk Partisi– desteğini kazanmış olan Hitler, onlara yöneldi ve kendilerini feshetmelerini ve bir Nazi tek parti devletini kabul etmelerini sağladı. Her türden örgütün – ne denli saygıdeğer ve orta sınıf da olsa bağımsızlığını yok etmek için devlet terörü uyguladı ve avukat grupları, profesyonel dernekler ve hatta izciler bile acı çekti. Eğer herhangi bir örgüt direniş ortaya koyarsa, siyasi polis –Gestapo– daha aktif olan bazı üyelerini toplama kamplarına gönderiyordu. Korku, totaliter politikalara karşı çıkan her türlü sesi susturdu.
Bununla birlikte, Nazi yönetimi, büyük iş çevreleri ve ordunun subay kadrolarıyla doğrudan anlaşma üzerine kuruluydu. Bunlar, Nazi şiddetinin görece dışında kaldılar ve baskı araçlarının ve bütün siyasal hayatın kontrolü Nazilere terk edilirken, kârlarını ya da askeri kapasitelerini arttırma konusunda özgür bırakıldılar. Bir yıl sonra, Hitler kendi korumaları, MS’leri, ‘ikinci bir devrim’den söz eden ve generalleri ve sanayicileri endişelendiren, SA Nazi Komandoları’nın liderini öldürmede kullanınca bu ittifak, ‘Uzun Bıçaklar Gecesi’nde kanla teyit edildi. Buna karşılık onlar da Hitler’in cumhurbaşkanlığını üstlenmesine ve tüm siyasal iktidarı kendi ellerinde toplamasına izin verdiler.
....
1 W S Allen, The Nazi Seizure of Power: The Experience of a Single German Town, 1930-1935 (Chicago, 1965), s. 292.
2 Nazi üyeliklerinin sınıf ve yaşa göre tam bir dökümü, J Noakes ve G Pridham, Nazizm 1919-1945, Volume 1, The Rise to Power 1919-1934 (Exeter, 1983), s. 84-87.
3 Bakınız, örneğin, M H Kele, Nazis and Workers (North Caroline, 1972), s. 210.
4 M Mann, ‘As the Twentieth Century Ages’, New Left Review, 214 (Kasım-Aralık, 1995), s. 110.
5 K Kautsky, ‘Force and Democracy’, çevirisi D Beetham, Marxists in the Face of Fascism (Manchester, 1983), s. 248.
6 R Hilferding, ‘Between the Decisions’, çevirisi D Beetham, Marxists içinde s. 261.
7 W S Allen, The Nazi Seizure of Power, s. 142.
8 A Schweitzer, Big Business in the Third Reich (Bloomington, 1963), s. 107.
9 J Noakes ve G Pridham, Nazizm, s. 94.
10 Hitler’in iktidara gelişini iş çevrelerinin desteğine borçlu olduğu iddiaları karısında genellikle kuşkucu olan H A Turner tarafında da kabul ediliyor; bakınız H A Turner, German Business and the Rise of Hitler (New York, 1985), s. 243.
11 A Schweitzer, Big Business, s. 95.
12 Bakınız, A Schweitzer, Big Business, s. 96-97, 100. Turner önde gelen Ruhr sanayicilerinin, gazete öykülerinin iddialarının aksine, Hitler’e karşı soğuk durduklarını ileri sürmektedir. Ancak Htler’in etkili iş çevreleri topluluklarına konuştuğunu kabul etmektedir. Bakınız, H A Turner, German Business, s. 172.
13 Aktaran, F L Carsten, Britain and the Weimar Republic (Londra, 1984), s. 270-271.
14 Turner bile olayların gelişmesinin bu anlatımını yalanlayamıyor. Başka kaynaklar için bakınız, I Kershaw (drl.), Why Did Weimar Fall? (Londra, 1990) ve P D Stachura, The Nazi Machtergreifung (Londra, 1983). Bütün tezlerin Marksist açıdan bir genel değerlendirmesi için D Gluckstein’ın mükemmel çalıması The Nazis, Capitalism and the Working Class (Londra, 1999), Bölüm 3’e bakınız.
15 J Braunthal, History of the International, cilt II (Londra, 1966), s. 380.
16 Vorwarts akşam baskısı, 30 Ocak 1933, aktaran, örneğin, E B Wheaton, The Nazi Revolution 1933-85 (New York, 1969), s. 223.
17 E Rosenhaft, Beating the Fascists bunun mükemmel bir öyküsünü sunar.
18 Bakınız A Meson, Communist Resistance in Nazi Germany (Londra, 1986), s. 29.
19 Aktaran, J Braunthal, History of the International, s. 383.
20 A Meson, Communist Resistance, s. 61.
Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, Çeviri: Uygur Kocabaşoğlu, Yordam Yayınları, 2013/3, 6. bölüm içinde.
bkz.
video, İngiltere'de Büyük Bunalım, https://www.youtube.com/watch?v=AmDvLY9f82A
Krizin başlarında, Amerikan Birlik Bankası önündeki kuyruk. |
Her iki hükümetin de 1930 yılına gelindiğinde kendilerini yutan krizle nasıl mücadele edecekleri konusunda herhangi bir fikirleri yoktu. Artan işsizlik, sosyal yardım harcamalarının artışı anlamına geliyordu. Azalan sanayi üretimi ise vergi gelirlerinin azalması demekti. Hükümet bütçeleri açık vermeye başladı. Mali istikrarsızlık iki ülkeyi de vurdu – ABD’li bankacılar 1920’lerde Alman ekonomisini destekleyen ‘Dawes Plan’ı kredilerinin geri ödenmesini istediler ve finansçılar sterlinin uluslararası değişim değeri aleyhine kumara başladılar. Ulusal bankaların başkanları, Almanya’da (yönetici sınıfın liberal kesiminin temsilcisi olarak beş yıl önce göreve getirilen) Schacht ve Britanya’da (Baring Bankası ailesinin bir üyesi olan) Montagu Norman; hükümetlerine, işsizlere sosyal yardım sağlayan sigorta fonlarını azaltmalarını söylediler. Hükümetler bu baskı altında dağıldılar. Almanya’da maliye bakanı, bir zamanlar Avusturyalı Marksist iktisatçı ve daha sonra Bağımsız Sosyal Demokrat Rudolf Hilferding, durumla başa çıkamadı ve hükümet 1930 başlarında düştü. Britanya’da MacDonald’ın maliye bakanı Philip Snowden, İşçi Partisi’ni terk ederek ulusal bir hükümette Muhafazakârlara katıldı.
Ekonomik kriz Britanya’da, [bkz. video]Almanya ve ABD’den daha az şiddetliydi. Britanya sanayiinin imparatorluk nedeniyle hâlâ büyük pazarlara ayrıcalıklı bir ulaşımı söz konusuydu. Fiyatlar ücret ve maaşlardan daha hızlı düştü ve kuzeyin, İskoçya’nın ve güney Galler’in eski sanayi bölgelerinde işsizler sıkıntı çekerken, orta sınıf bu durumdan yararlandı bile. Ulusal hükümet kamu sektöründeki işsizlik ödemelerini ve maaşları kıstı; işsizler arasında isyanları, donanmada kısa süreli bir isyanı ve öğretmenler gibi gruplar arasında öfkeyi kışkırttı. Ama krizi kolaylıkla atlattı; morali bozulmuş İşçi Partisi’ne 1931 ve 1935 genel seçimlerinde dayak attı ve Britanya kapitalizminin belli başlı kesimlerini bu krizden çıkmanın bir yolu bulunduğu konusunda ikna etti. 1933 ve 1934 yıllarında Oswald Mosley’in, faşizmin Britanya varyantını desteklemeye hazır olan yönetici sınıfın belirli kesimleri (örneğin gazetesi Daily Mail’in ‘Kara Gömleklilere Hurra!’ diye adice açıklamalar yaptığı Rothermer ailesi) 1936’ya gelindiğinde genellikle bu tutumu terk ettiler.
Almanya’da işler çok farklıydı. İşsizlik Britanya’dakinden yüzde 50 daha fazlaydı ve de orta sınıfın büyük kesimi ileri derecede yoksulluk çekiyordu. Kriz Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist (ya da Nazi) Partisi’ne büyük bir destek dalgası yarattı. Oyları 810.000’lerden 1930’da altı milyonun üzerine ve Temmuz 1932’de de toplam oyların yüzde 37,3’üne yükselerek ikiye katlandı. Ama Naziler yalnızca (ya da esas itibariyle) bir seçmen partisi değildi. Onların örgütlenmelerinin çekirdeğinde, sayıları 1930 sonlarında 100.000 ve 1932 ortalarında 400.000’i bulan paramiliter sokak savaşçıları –SA ya da Nazi Komando Örgütü üyesi/ Kahverengi Gömlekliler– yer alıyordu. Bu silahlı çeteler toplumsal bunalımın sorumlusu olarak suçladıkları, bir uçta sözde ‘Yahudi’ finans kapital, öte yanda sözde ‘Yahudi’, ‘Marksist’ işçi sınıfına karşı mücadeleye kendilerini adamışlardı. Nazizmi ve faşizmi, yerleşik burjuva partilerinden farklı kılan, sokakların kontrolü ve tüm öteki örgütlerin fethedilmesi için savaşmaya hazır olan işte bu silahlı gücün varlığıydı.
Bu türün ilk başarılı örgütlenişi İtalya’da 1920’den sonra Mussolini tarafından yaratılmıştı. Bunun üyeleri, Yahudi karşıtlığından daha ziyade, güçlü bir milliyetçi ideolojiyle birbirlerine bağlıydılar. (1920’lerin ortalarında Roma belediye başkanı gibi kimi üyeleri Yahudiydi ve Yahudi karşıtlığı 1930’ların sonlarında Hitler’le ittifak kuruluncaya kadar faşist ideolojinin bir özelliği değildi.) Ama diğer açılardan Hitler’in izleyeceği yolu Mussolini aydınlatmıştı.
Hitler’in partisi, Fransızların Ruhr’u işgal ettiği ve büyük enflasyonla gelen 1923 kriz yılında ilk kez önem kazandı. Parti, sağ terör örgütleri, Yahudi karşıtı gruplar ve eski Freikorps üyelerinin Bavyera şehri Münih’te bir araya gelen çevresinin merkezi oldu. Ancak Kasım 1923’te şehirde iktidarı ele geçirme girişimi hazin bir şekilde başarısız oldu ve kriz koşulları ortadan kalkınca parti düşüşe geçti. 1927-28’e gelindiği zaman Hitler’in partisi, birkaç bin üyesi ve sürekli kavga eden liderliğiyle oy sandığında marjinal bir güçtü. Daha sonra dünya bunalımının patlak vermesi partiye muazzam bir atılım kazandırdı.
Giderek artan sayıda insan, ‘ılımlı’ burjuva partilerinden Hitler’e akın ettiler, zira kriz sırasında destek olan bu hükümetler, yalnızca işçileri değil fakat kendi orta sınıf destekçilerinin de çoğunu yoksulluğa ve iflasa sürüklüyordu. Örneğin küçük Thalburg kasabasında üç yıl içinde Nazi oyları, diğer burjuva partilerinin aleyhine olarak, 123’ten 4.200’e fırladı.(1)
İtalyan faşistleri gibi Naziler de orta sınıfın bir partisiydi. Hitler iktidara gelmeden önceki üyelerin büyük bir kısmı serbest çalışanlar (yüzde 17,3), beyaz yakalı işçiler (yüzde 20,6) ya da memurlardı (yüzde 6,5). Bütün bu gruplar Nazi Partisi’nde, genel nüfus içinde olduklarından yüzde 50 ve 80 daha fazla temsil ediliyorlardı ve hepsi, bugünkünden farklı olarak, toplumsal olarak çok daha ayrıcalıklı kabul ediliyorlardı. Genel nüfus içindeki oranlarından yaklaşık yüzde 50 daha az oranda da olsa, Nazilere katılan işçiler de oldu.(2) Naziler işçi sınıfından biraz oy aldılar. Ancak bunların çoğu, savaştan hemen sonraki sendikalaşma girişimlerinin kırıldığı ve işçi sınıfı politikası geleneğinin hiç mevcut olmadığı doğu Prusya gibi bölgelerin tarım işçilerinin; orta sınıfın etkisinin en güçlü olduğu küçük kasabalardaki işçilerin ya da atomize olmuş ve Nazi ya da özellikle Nazi Komando Örgütleri’ne üye olmanın sağlayacağı yararların cazibesine kapılmış işsizlerin oylarıydı.(3) Bu durum, örneğin ‘araştırmalar Nazi oylarıyla sınıf arasında yalnızca çok düşük bir korelasyon olduğunu gösteriyor’ diyen, Michael Mann’ın yaptığı gibi, Nazilerin orta sınıf özelliğini inkâr etmenin saçmalığını gösteriyor.(4)
Ama orta sınıflar, niçin solun değilde, Nazilerin cazibesine kapılmıştı? Bu kısmen on yıllar süren anti-sosyalist telkinlerle ilgiliydi. Serbest çalışanlar ya da beyaz yakalı işçiler, bedeniyle çalışan işçilere üstün oldukları inancıyla yetiştirilmişlerdi ve kriz derinleşirken işçi kitlesinden kendilerini ayıran şeye sıkıca tutunmak istiyorlardı. Hükümetlere ve finansçılara duydukları öfke, kendilerinin altındaki işçi kitlesinden duydukları korkuya eşitti. Bununla birlikte bu durum onların pek çoğunun, 1918-1920 devrim döneminde, bir tür sosyalist değişimin kaçınılmaz olduğu düşüncesine razı olmalarını engellememişti.
Bu durumdaki diğer etken, solun kendisinin davranışıydı. Alman Sosyal Demokratları, İtalyan seleflerinin deneyiminden hiçbir şey öğrenmemişlerdi. Bunun yerine, bıktırıncaya kadar (ad nauseam) ‘Almanya İtalya değildir’ diye tekrarlamışlardı. 1927’de Kautsky, bu noktada ısrar ediyor, ileri bir sanayi ülkesinde faşizmin, ‘kapitalist amaçlara hizmet etmeye hazır büyük sayılarda lümpen unsurları yakalamada’ İtalya’daki başarısını asla tekrarlayamayacağını iddia ediyordu.(5) Hilferding, Ocak 1933’te Hitler iktidara geçmeden birkaç gün önce hâlâ aynı mesajı tekrarlıyordu. Alman anayasasına dayanarak, Sosyal Demokratların Nazileri ‘legalite’ alanına zorladıklarını ve Cumhurbaşkanı Hindenburg’un bir önceki yaz hükümet kurma talebini reddetmiş olmasının gösterdiği gibi bunun onların yenilgisine yol açacağını söylüyordu. ‘İtalyan trajedisinden sonra Alman farsı geliyor…” diyor, “bunun faşizmin yıkılışını gösterdiğini’ iddia ediyordu.(6)
Anayasacılık üzerine yapılan vurgu Sosyal Demokrat liderleri, kendileri 1930’da hükümeti terk ettikten sonra ağırlaşan krizde işbaşında olan, birbirini izleyen hükümetlere karşı bir ‘hoşgörü’ politikası izlemeye yöneltmişti. Önce Brüning, sonra von Papen ve son olarak da Schleicher’in liderliğindeki bu hükümetler parlamentoda çoğunluk desteği olmadan yönettiler ve cumhurbaşkanına açık kararnamelere dayandılar. Aldıkları önlemler işçi sınıfının ve alt orta sınıfın koşullarına saldırı niteliğinde oldu –Brüning’in bir kararnamesi ücretlerde yüzde on kesinti getiriyordu– ama ekonominin kötüye gidişini ve onunla birlikte gelen güçlükleri önleyemedi. Sosyal Demokratlar uyguladıkları ‘hoşgörü’ politikasıyla, aslında, sunabilecekleri tek şeyin zorluk ve açlık olduğunu söylüyorlardı. Eski burjuva partilerini terk edenlerin desteğini elde etmeleri için meydanı Nazilere bıraktılar.
Sosyal Demokratlar, önünden çekilerek, Hitler’in işlerini kolaylaştırmış görünüyorlardı. Çeşitli türden savunma örgütleri, sosyalist spor kurumlarından ve gençlik örgütlerinden gelen gençler ve militanlardan oluşan Reichsbanner’i kurdular. Bunun yüz binleri harekete geçirme potansiyeli vardı. Ne ki yalnızca savunma amaçlı olduğunu ve yalnızca hiçbir zaman gelmeyen bir anda, Nazilerin anayasayı delmeleri halinde kullanılabileceğinde ısrar ettiler. Ayrıca Prusya devlet yönetimini ve büyük ve iyi silahlanmış bir polis gücünü kontrol ediyorlardı. Berlin’de 1929’da Komünistlerin yönetimindeki 1 Mayıs gösterilerine ateş açmak için polisi kullandılar ve 25 kişiyi öldürdüler; 1930 ve 1931’de Prusya’nın her yerinde Nazilerin gösterilerini yasakladılar. Ancak onların bu anayasacılığı, 1932 yazında Nazi tehdidi yüksek bir noktaya ulaştığında, onları bu silahı terk etmeye yöneltti. O yılki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi adlarına bir aday çıkarmadılar ve destekleyicilerini yaşlı Hindenburg’a oy vermeye zorladılar ve bu Hindenburg, gizli gizli Hitler’le görüşen von Papen’le anlaşarak Prusya’daki Sosyal Demokrat hükümeti düşüren bir kararname yayınlayarak onlara hizmetlerini ödedi. Sosyal Demokratlar uysal bir şekilde buna boyun eğdiler ve Nazizme karşı en güçlü siper olduğunu söyledikleri şeyi terk ettiler. SA komandoları şimdi açıkça yürüyüşler yapmak, hayatı bu kadar zor yapan koşulları nasıl olsa ortadan kaldıracak dinamik ve çok güçlü bir hareket imajı yaratmak ve muhalefeti sokaklardan uzaklaştırmak için serbest kaldılar. İnsanların o zamana kadar tanıdığı en kötü bunalım karşısında Sosyal Demokratların hareketsizliği kadar büyük bir çelişki olamazdı.
Sosyal Demokrat eylemciler arasındaki şaşkınlık boşuna değildi. Nazizmin Thalburg kasabasındaki yükselişini yazan tarihçinin belirttiği gibi 1933 başında Sosyal Demokratların:
…pek çokları Nazilerin yönetimi ele geçirmesini bekliyordu. Savaşmayı planlıyorlardı ama artık ne için savaşılacağı o kadar açık değildi. General von Schleicher’in ya da von Papen’in cumhuriyeti için mi? Cumhurbaşkanlığı kararnameleri altında bir demokrasi için mi? Puslu 1933 Ocak’ında Thalburg SPD’si hiçbir toplantı yapmadı, hiçbir konuşmaya destek olmadı. Söyleyecek ne kalmıştı ki?(7)
Sosyal Demokratların hareketsizliği meydanı Nazilere bırakmıştı. Ama Naziler basitçe onların seçim desteğinin sırtına binerek iktidara gelemezlerdi. Serbest seçimlerdeki en yüksek oy oranları yüzde 37,1 olmuştu ve 1932’nin Temmuz’uyla Kasım’ı arasında fiilen iki milyon oy kaybetmişlerdi. Hitler şansölye (başbakan) iken ve muhalefetin kitlesel olarak sindirildiği durumda bile, Mart 1933 seçimlerinde oyların yalnızca 43,9’unu almışlardı. 1932 sonlarında Goebbels, günlüğünde, Nazilerin iktidarı ele geçirememesinin saflarda moralsizliğe yol açtığından ve binlercesinin ayrıldığından şikâyet ediyordu.
İktidarı Nazilere veren şey, Alman yönetici sınıfının baş temsilcilerinin bunu ona sunma kararıydı. Büyük iş çevrelerinin kimi kesimleri uzun süredir Nazilere para veriyor ve onları sola ve sendikalara karşı bir denge unsuru olarak görüyordu. Gazete baronu Hugenburg, ‘ilk yıllarda … Hitler’in mali açmazlarını rahatlatmıştı’.(8) 1931 yılına gelindiğinde, Ruhr’un önde gelen sanayicilerinden Fritz Thyssen, ‘keskin bir Nazi destekçisiydi’(9) ve eski ulusal banka şefi Schacht sempatizandı.(10)
Ancak 1932’ye kadar Alman kapitalizminin temel kesimleri, az ya da çok doğrudan kendi kontrolleri altında olan iki partiyi desteklemişlerdi: büyük sanayiciler (savaş öncesi Ulusal Liberal Parti’nin devamı olan) Alman Halk Partisi’ni ve Hugenburg ve büyük toprak sahipleri Alman Ulusal Partisi’ni desteklemişlerdi. Bunlar Nazi partisine güvenmiyorlardı çünkü, onun saflarındaki pek çok yoksullaşmış orta sınıf mensubu –ve liderlerinin bir kısmı– yalnızca işçilerin Marksist örgütlerine saldırmakla kalmıyor fakat aynı zamanda büyük iş çevrelerine yönelik bir ‘ulusal devrim’ çağrısı yapıyorlardı.
Dünya bunalımı kârlarına zarar vermeye başlayınca sermayenin çeşitli kesimlerinin görüşleri değişmeye başladı. Bunlar ayrıca Hitler’in ortaya koyduğu politikaya pek çok açıdan yakındılar. Hitler’i finanse etmeyen ve kendilerinden bağımsız olarak yoksullaşmış orta sınıflar arasında gelişmiş olan bir harekete güven duymayan sanayicilerin çoğunluğu bile, Nazileri kendi amaçları için kullanabileceklerini hissetmeye başladılar. Bir çalışmanın vardığı sonuca göre: Bunalımın artan ciddiyeti üst sınıfın liderlerinin pek çoğunu, Versailles Antlaşması’nın bertaraf edilmesi, savaş tazminatlarının iptal edilmesi ve depresyonun alt edilmesinden önce, emeğin gücünün kırılması gerektiğine ikna etmişti… 1931 yazında büyük iş çevrelerinin liderleri, Weimar Cumhuriyeti’nin, ‘bir onursuzluk sistemi’ olarak nitelenmesini benimsemişler ve ‘ulusal diktatörlüğe’ çağrı yapmışlardı.(11)
Bu tür görüşler, Ruhr’lu sanayiciler, büyük toprak sahipleri ve silahlı kuvvetlerdeki subay kadrolarının büyük çoğunluğunca paylaşılıyordu. Bunlar Hitler’in ortaya koyduğu politikaya da pek çok açıdan yakındılar. Bu yakınlık Hitler, ‘ulusal devrim’ görüşünün en hararetli savunucusu Otto Strasser’i kovunca; Milliyetçi Parti, Halk Partisi ve sanayici ve toprak sahibi gruplarla 1931 Eylül’ünde Harzburg’da bir toplantıya katılıp daha sonra da Ocak 1932’de, ‘Ruhr sanayiinin liderlerine hitap edince’ daha da arttı.(12)
Sanayicilere, Hitler’in onların çıkarlarına zarar vermeyeceği konusunda artan garantiler veriliyordu ve bu arada kimileri onun SA komandolarını işçi hareketini ezmekte yararlı bir araç olarak görüyordu. 1932 sonbaharına gelindiğinde sanayicilerin çoğu, hükümetin istediği politikaları izleyecek ve işçi sınıfı direnişini kıracak kadar güçlü olması için Nazilerin de hükümette yer alması gerektiğine inanmışlardı. Ancak Nazi varlığının tam olarak ne kadar önemli olacağı konusunda hâlâ aralarında bölünmüşlerdi. Çoğunluk temel görevlerin eski burjuva partilerinde, von Papen gibi, güvendikleri politikacıların ellerinde olmasını istiyordu. Yalnızca bir azınlık o sıralar Hitler’in başa geçirilmesinde ısrar ediyordu. Onların tutumu, Hitler’in bir bekçi köpeği gibi mülkiyetlerini koruması ve herhangi bir bekçi köpeği gibi sıkı bir zincir altında tutulması yönündeydi. Ama Hitler bunu kabul etmeyecek ve büyük iş çevrelerinin havası, askeri şef von Schleicher’in hükümetinin ihtiyaçlarını karşılamakta başarısız kalmasıyla değişmeye başlayacaktı. Seçkin sanayicilerin pek çoğu, o arsız konuşmasıyla kendini beğenmiş eski onbaşıya meraklı olmasa da, yalnızca onun burjuva istikrarını yerine getirebilmek için gerekli güçlere egemen olduğunu kabul etmeye başlıyordu. Von Papen’in kendisi, bir bankerin evinde Hitler’le bir toplantı yaptı. Birkaç gün sonra Britanya büyükelçisine, ‘Eğer Hitler hareketi çöker ya da ezilirse, bunun bir felaket olacağını, her şeye rağmen Nazilerin Komünizme karşı elde kalan son siper olduğunu’ söylüyordu.(13)
Hitler’in, Schacht ve Thyssen gibi büyük toprak sahibi ve yerleşik iş çevrelerinden destekçileriyle yüksek askeri komuta kademesi, Hitler’i şansölye olarak atamak suretiyle krizi çözme konusunda Cumhurbaşkanı Hindenburg’a baskı yapmaya başlamışlardı. Von Papen kendi ağırlığını ve ona güvenen ağır sanayi çıkarlarının ağırlığını bu baskıdan yana koydu. Sanayinin hâlâ kuşkuları olan belirli kesimleri vardı ama bu çözüme bir direnç göstermediler ve bir kez Hitler iktidara gelince parlamentodaki konumunu yükseltmek (ve Nazi saflarındaki krizi çözmek) için, gitmek istediği seçimi finanse etmeye oldukça gönüllü oldular.(14) Hitler, Alman büyük iş çevrelerinin kimi kesimlerinin acil siyasal tercihlerine karşı da olsa, orta sınıfların kitlesel hareketini örgütlemeyi başaramamış da olsa, bir şey yapabilecek durumda değildi. Ancak işin sonunda, büyük iş çevreleri, onun iktidara gelmesinin devam eden siyasal istikrarsızlıktan daha iyi – ve kuşkusuz onun çökerek Alman siyasetinin sola kaymasından çok daha iyi, olacağı sonucuna vardılar.
Hitler 31 Ocak 1933’te göreve geldi. Sosyal Demokratların pek çok destekçisi savaşmak istedi. Braunthal, ‘…Alman işçilerinin direnme iradesinin en etkili gösterileri’nden söz eder:
30 Ocak gününün öğleden sonrası ve akşamı Alman şehirlerinde işçilerin kendiliğinden ve şiddetli gösterileri oldu. Ülkenin her tarafındaki fabrikalardan gelen delegeler aynı gün savaş emri beklentisi içinde Berlin’e ulaştılar.(15)
Bununla birlikte SPD liderleri Hitler’in ‘anayasal’ olarak iktidara geldiğine ve SPD taraftarlarının hiçbir şey yapmaması gerektiğine karar verdiler! Günlük gazeteleri Vorwarts, ‘Hükümetin ve onun coup d’etat tehditleri karşısında Sosyal Demokratlar ve Demir Cephesi, sağlam bir şekilde anayasa ve meşruiyet zemininde durmaktadır’ diye kendilerini övdüler.(16) Parti çabalarını, yeni rejime ‘zamansız’ bir direnişi önlemeye harcadı. Sosyal Demokrat Parti’nin sıradan üyelerinin direnme arzusu önceki üç yılda Komünist Parti’nin kullanabileceği bir duyguydu. Ama onun liderleri, 1929’dan ta 1933’e kadar Sosyal Demokrat liderlerden Nazileri durdurabilmek için bir birleşik cepheye katılmalarını talep etmeyi, ya aptallıktan ya da Stalin’e olan riayetten reddettiler. Bu politika hakkında kuşkuları olan bireyler etkili pozisyonlardan uzaklaştırıldılar. En büyük saçmalık 1931 yazında görüldü. Naziler, Prusya’da Sosyal Demokrat hükümeti uzaklaştırmak için bir referandum düzenlediler ve Komünist liderler, Stalin’in emriyle, bunun bir ‘Kızıl Referandum’ olduğunu ilan ettiler ve üyelerine ‘evet’ oyu için kampanya yapmalarını bildirdiler! Nazilere karşı direniş için yüzünü Komünistlere dönmüş, Sosyal Demokrat tabanın önünü kesmek amaçlı bundan daha kapsamlı bir adım düşünülemezdi.
Bu Komünistlerin, kimi zaman iddia edildiği gibi, Nazilerin bir tür müttefiki oldukları anlamına gelmez. Berlin gibi yerlerde Komünist gruplar, Nazileri geri püskürtebilmek için günlerce her şeyi göze alan sokak savaşları verdiler.(17) Ama bunu çok daha geniş bir destek zemininden kopuk olarak yaptılar.
Sosyal Demokratların korkaklığı gibi, Komünist liderlerin divaneliği Hitler işbaşına geldikten sonra da devam etti. İtalya’da olanlardan ders almamışlardı ve Nazilerin iktidardaki herhangi bir burjuva hükümeti gibi hareket edeceğine inandılar. Nazi diktatörlüğünün esasen istikrarsız ve muhtemelen kısa ömürlü olacağında ısrar ettiler.(18) Sloganları ‘Hitler’den sonra, biz’di. Moskova’da parti gazetesi Pravda ‘Alman Komünist Partisi’nin yükselen başarılarından’ söz ediyor; bu arada eski Sol Muhalefetçiler’den şimdi tamamıyla Stalin’in emri altında olan Radek, Izvestia’da, Naziler için, ‘Marne’daki yenilgi gibi bir yenilgi’den söz ediyordu.(19)
Bu bakış açısıyla uyumlu olarak Almanya’daki Komünist eylemcilere, kitleye yönelik broşürlerle ve yeni hükümete yönelik dilekçelerle saldırıyı sürdürmeleri söyleniyordu. Ama Hitlercilik, öteki burjuva hükümetlerinden tam da bu noktada ayrılıyordu çünkü arkasında, işçi sınıfı direnişinin her unsurunu ezmeye hazır, militanları avlayan, işverenlerin sendikalı eylemcileri işten atmasını sağlayan ve rejime muhalif olan merkezleri yok etmek için gizli polisle işbirliği yapan geniş bir destekçi kitlesi vardı. Bir dilekçeyi imzalayan herhangi birisi, SA’larca dövülüyor ve polisçe toplanıyordu.
Birkaç gün içersinde Nazilerin paramiliter güçleri devlet makinesiyle bütünleşti. SA Nazi Komandoları ve polis, işçi sınıfı partilerine eziyet etmek için birlikte çalıştı. Daha sonra, 27 Şubat’ta Naziler, Reichstag’daki bir yangını, Komünist Parti’yi kapatmak, basınını susturmak ve 10.000 kadar üyesini toplama kamplarına sürüklemek için bahane olarak kullandılar.
Sosyal Demokrat liderlerin aptalca korkaklığı sonuna kadar devam etti. Komünistlere yönelik baskının kendilerine dokunmayacağına inandılar ve yeraltı direnişinden söz eden üyelerini partiden attılar. Sendika liderleri, 1 Mayıs’ı bir ‘ulusal emek günü’ne dönüştürmek için Nazilerle işbirliği yapma sözü bile verdiler.
Hitler’in iş başına gelişiyle 1939’da savaşın çıkışına kadar geçen sürede yaklaşık 225.000 kişi, siyasal suçlar nedeniyle hapse mahkûm edildi ve ayrıca ‘bir milyon kadar Alman’ın uzun ya da kısa bir süre, toplama kamplarının işkence ve aşağılamalarının’ kurbanı olduğu tahmin edilmektedir.(20)
Istırap çeken yalnızca işçilerin örgütleri değildi. Komünistlere, Sosyal Demokratlara ve sendikalara yönelik saldırısı için büyük iş çevreleri partilerinin –Ulusal Parti ve Halk Partisi– desteğini kazanmış olan Hitler, onlara yöneldi ve kendilerini feshetmelerini ve bir Nazi tek parti devletini kabul etmelerini sağladı. Her türden örgütün – ne denli saygıdeğer ve orta sınıf da olsa bağımsızlığını yok etmek için devlet terörü uyguladı ve avukat grupları, profesyonel dernekler ve hatta izciler bile acı çekti. Eğer herhangi bir örgüt direniş ortaya koyarsa, siyasi polis –Gestapo– daha aktif olan bazı üyelerini toplama kamplarına gönderiyordu. Korku, totaliter politikalara karşı çıkan her türlü sesi susturdu.
Bununla birlikte, Nazi yönetimi, büyük iş çevreleri ve ordunun subay kadrolarıyla doğrudan anlaşma üzerine kuruluydu. Bunlar, Nazi şiddetinin görece dışında kaldılar ve baskı araçlarının ve bütün siyasal hayatın kontrolü Nazilere terk edilirken, kârlarını ya da askeri kapasitelerini arttırma konusunda özgür bırakıldılar. Bir yıl sonra, Hitler kendi korumaları, MS’leri, ‘ikinci bir devrim’den söz eden ve generalleri ve sanayicileri endişelendiren, SA Nazi Komandoları’nın liderini öldürmede kullanınca bu ittifak, ‘Uzun Bıçaklar Gecesi’nde kanla teyit edildi. Buna karşılık onlar da Hitler’in cumhurbaşkanlığını üstlenmesine ve tüm siyasal iktidarı kendi ellerinde toplamasına izin verdiler.
....
1 W S Allen, The Nazi Seizure of Power: The Experience of a Single German Town, 1930-1935 (Chicago, 1965), s. 292.
2 Nazi üyeliklerinin sınıf ve yaşa göre tam bir dökümü, J Noakes ve G Pridham, Nazizm 1919-1945, Volume 1, The Rise to Power 1919-1934 (Exeter, 1983), s. 84-87.
3 Bakınız, örneğin, M H Kele, Nazis and Workers (North Caroline, 1972), s. 210.
4 M Mann, ‘As the Twentieth Century Ages’, New Left Review, 214 (Kasım-Aralık, 1995), s. 110.
5 K Kautsky, ‘Force and Democracy’, çevirisi D Beetham, Marxists in the Face of Fascism (Manchester, 1983), s. 248.
6 R Hilferding, ‘Between the Decisions’, çevirisi D Beetham, Marxists içinde s. 261.
7 W S Allen, The Nazi Seizure of Power, s. 142.
8 A Schweitzer, Big Business in the Third Reich (Bloomington, 1963), s. 107.
9 J Noakes ve G Pridham, Nazizm, s. 94.
10 Hitler’in iktidara gelişini iş çevrelerinin desteğine borçlu olduğu iddiaları karısında genellikle kuşkucu olan H A Turner tarafında da kabul ediliyor; bakınız H A Turner, German Business and the Rise of Hitler (New York, 1985), s. 243.
11 A Schweitzer, Big Business, s. 95.
12 Bakınız, A Schweitzer, Big Business, s. 96-97, 100. Turner önde gelen Ruhr sanayicilerinin, gazete öykülerinin iddialarının aksine, Hitler’e karşı soğuk durduklarını ileri sürmektedir. Ancak Htler’in etkili iş çevreleri topluluklarına konuştuğunu kabul etmektedir. Bakınız, H A Turner, German Business, s. 172.
13 Aktaran, F L Carsten, Britain and the Weimar Republic (Londra, 1984), s. 270-271.
14 Turner bile olayların gelişmesinin bu anlatımını yalanlayamıyor. Başka kaynaklar için bakınız, I Kershaw (drl.), Why Did Weimar Fall? (Londra, 1990) ve P D Stachura, The Nazi Machtergreifung (Londra, 1983). Bütün tezlerin Marksist açıdan bir genel değerlendirmesi için D Gluckstein’ın mükemmel çalıması The Nazis, Capitalism and the Working Class (Londra, 1999), Bölüm 3’e bakınız.
15 J Braunthal, History of the International, cilt II (Londra, 1966), s. 380.
16 Vorwarts akşam baskısı, 30 Ocak 1933, aktaran, örneğin, E B Wheaton, The Nazi Revolution 1933-85 (New York, 1969), s. 223.
17 E Rosenhaft, Beating the Fascists bunun mükemmel bir öyküsünü sunar.
18 Bakınız A Meson, Communist Resistance in Nazi Germany (Londra, 1986), s. 29.
19 Aktaran, J Braunthal, History of the International, s. 383.
20 A Meson, Communist Resistance, s. 61.
Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, Çeviri: Uygur Kocabaşoğlu, Yordam Yayınları, 2013/3, 6. bölüm içinde.
bkz.
video, İngiltere'de Büyük Bunalım, https://www.youtube.com/watch?v=AmDvLY9f82A
10 Nisan 2017 Pazartesi
II. Dünya Savaşı’nda Türkiye
İtalya’nın 7 Nisan 1939’da Arnavutluk’u işgal etmesi, tehlikeyi Türkiye’nin güvenlik sahasına taşıdı. On İki Ada’yı elinde bulunduran İtalya’nın Balkanlara doğru yayılma eğilimi, Türkiye’de ciddi endişeye neden oldu. Bu durum Türkiye, İngiltere ve Fransa’yı birbirine yaklaştırdı. Türkiye aynı anda da SSCB ile dostluğunu sürdürmek istiyordu. 23 Ağustos 1939’da Almanya ile SSCB’nin imzaladıkları Dostluk ve Saldırmazlık Paktı’yla Doğu Avrupa’yı aralarında paylaşmaları Türkiye’yi bir yol ayrımına getirdi. SSCB, Türk Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu’nu Moskova’ya davet etti. Saracoğlu’nun amacı Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında imzaya hazır hâle gelmiş olan ittifak ile Türk-Sovyet dostluğu arasında bir bağlantı kurmaktı. SSCB’nin hedefi ise Montrö Sözleşmesi’nin Boğazların geçiş statüsünü kendi lehine değiştirilmesini sağlamak, Boğazlar üzerinde söz ve kontrol sahibi olmaktı. Bu nedenle görüşmeler sonuçsuz kaldı. Sovyetlerle anlaşma mümkün olmayınca Türkiye 19 Ekim 1939’da Ankara’da İngiltere ve Fransa ile üçlü bir ittifak imzaladı. Buna göre bir Avrupa devletinin saldırması ile başlayan ve İngiltere ile Fransa’nın da katılacakları bir savaş Akdeniz’e sıçradığı takdirde Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya yardım edecekti. Bu antlaşmanın Türkiye’ye getirdiği sorumluluklar, İngiltere ve Fransa’nın taahhüt ettiği yardımların yapılmasına bağlandı. Antlaşmaya koyulan bir ek maddeyle Türkiye kendisini SSCB ile savaşa girmek zorunda bırakacak bir yükümlülükten muaf tutuldu.
1941 yılında Almanların Balkanlar’da ilerlemeleri, Yunanistan’ı işgal etmeleri ve Bulgaristan’ın mihver devletleri yanında savaşa girmesi, savaş tehlikesini Türkiye sınırlarına kadar dayandırdı. Bu gelişmeler üzerine Türkiye başta İstanbul olmak üzere bazı şehirlerde sıkı yönetim ilan edip, Trakya’ya asker yığdı ve sınır boyunca güvenlik tedbirleri aldı. Türk Dışişleri ‘’Türkiye, toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına karşı yapılacak her saldırıya silahla karşı koyacaktır.’’ diyerek Türk topraklarına saldırması hâlinde Almanya’ya karşı savaşacağını açıkça belirtti. Adolf Hitler, 1 Mart 1941’de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bir mektup göndererek Almanya’nın Türkiye’ye karşı saldırgan emelleri olmadığını ve Alman ordularının Türk sınırından 60 km. uzakta kalacağını bildirdi. Bu gelişmelerden sonra Almanya, Türkiye ile İngiltere’nin yakınlaşmasını önlemeye çalıştı. 18 Haziran 1941’de Almanya’yla Türkiye arasında bir saldırmazlık paktı imzalandı. 22 Haziran’da Alman ordularının SSCB üzerine saldırıya geçmesiyle Türkiye üzerindeki baskı azaldı.
SSCB 1942 Kasım’ında Alman ilerleyişini Stalingrad’da durdurup savaşta üstün duruma geçtikten sonra, Türkiye’ye karşı sert bir politika izlemeye başladı. Türkiye’nin savaş dışı politikası ilişkileri gerginleştirdi. Almanya’nın yenilgisi, Türkiye üzerindeki Alman tehlikesini kaldırmış ama bunun yerini Sovyet tehlikesi almıştı.
Almanların Kasım 1942’de Stalingrad’da yenilmesinden sonra müttefiklerin Türkiye üzerindeki beklentileri arttı. Churchill’de, 1943 ilkbaharında Türkiye’nin savaşa girmesinin zamanı geldiğine inanıyordu. Ona göre Türkiye’nin savaşa katılması, Almanya’ya karşı Balkanlarda bir cephe açılmasını sağlayacaktı. Stalin ise ‘’Türkiye’nin baharda bizim tarafımızda savaşa katılması için mümkün olan her şeyin yapılması arzu edilir. Hitler ve suç ortaklarının yenilgilerinin hızlandırılması için bu çok önemlidir.’’ Diyerek aynı düşünceyi paylaşıyordu.
Churchill, bu amaca yönelik olarak 30 Ocak 1943’te Adana’ya geldi. Churchill, İsmet İnönü’den Almanlara karşı Balkanlarda olabilecek bir harekâta katılmasını ve Türkiye’deki hava ve deniz üslerinden yararlanılması isteğinde bulundu. Ancak Türkiye, Almanya’nın yenilmesiyle daha da güçlenecek olan Sovyet Rusya’ya güvenmemekteydi. Asıl önemlisi Türk ordusunun savaş araç ve gereçleri, Almanya ile savaşacak düzeyde değildi. İngiltere, konferans sonunda Türkiye’nin askerî ihtiyaçlarının Hükümet savaş ihtimaline karşı ilk aşamada sivil halkı ve şehirleri koruyucu birtakım tedbirler aldı. Bu düşünce ile 15 Kasım 1940’ta İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde geceleri karartma yapılmasına geçildi. Karartma, sokakların aydınlatılmaması ve binalardan dışarıya ışık sızdırılmaması şeklinde uygulandı. Öte yandan büyük bir stratejik önem taşıyan Boğazlar çevresinde bulunan Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, İstanbul, Çanakkale ve Kocaeli’de sıkı yönetim ilan edildi. Bu altı ildeki sıkıyönetim uygulaması II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürmüştür. Aşağıdaki resimde İnönü ve Churchill Adana’da tespit edilerek müttefik devletlerce yapılacak yardımın artırılmasına karar verildi. Böylece Türkiye, müttefiklere yakınlaşmakla beraber savaş dışında kalmayı başardı.
İnönü ve Churchill Adana’da Görüşürlerken |
6 Mayıs 2016 Cuma
Trump and Hitler, an apt comparison?
I'm going to open this post with a quote from Bernie Sanders:
"A nation cannot be called impotent as long as it is able to produce the minds that are necessary to solve the problems crying out for solution. We can measure the greatness of a people by the minds it produces. That, too, is a value, but only when it is recognized as a value. If a nation has the ability to produce great minds a thousand times over, but has no appreciation for the value of these minds and excludes them from its political life, these great minds are of no use."
A powerful quote from a great mind, except actually it's a HITLER QUOTE! Only slightly modified to make you think Bernie might have said it! *EVIL LAUGHTER* Bernie supporters really love HITLER! I've used the power to pluck a quote entirely out of its context, tweak it, and post it to fool you mere cretins who support Senator Sanders!
This is the sort of story I see now repeatedly which, in its many forms, attempts to link Donald Trump, Trump's current voter appeal, or Trump's statements into some sort of Hitler clone. For example:
So although I'm not a "history teacher" I would like to point out that, first, slapping Trump's head on a classic Hitler pose does not a compelling image make. Furthermore I checked - Hitler is not anti-immigrant. Really, he doesn't speak on it often, because immigration was not a major issue for Germany in the 1930s. Hitler did stand in opposition to Communism, violently opposed to it, but that is a far more complex battle than the above text implies. One of the groups the Nazi party opposed in Germany was the German Communist Party, which also was the party that most often matched the Nazis in the late 1930s in seats in the German parliament. So this would be a comparable moment if you actually had in the United States some sort of "Muslim Terrorism Party" that ran against the Republicans and controlled about half the United States House of Representatives regularly.
Which of course also fails as a comparison because the German parliament was nothing like the United States Congress - being based on a Parliamentary model of organization it was closer to the British Parliament. (Variable elections based on the ability of the government to pass legislation versus fixed terms of service.)
This is Hitler - when Hitler was rising to power in the early 1930s he did it on the back of a massive economic implosion (no the recent Great Recession is not the same), and he did it leading a people still psychologically recovering from a humiliating defeat in a war and harnessing a myth that this people had been "stabbed in the back" by their government. Also, as you can see from this genuine speech of Hitler's from 1927 Hitler is obsessed with seeing the world through a racial lens. (Trump panders to racists but I highly doubt you will find he sees the world through a racial lens in any way like what Hitler sees it. Imagine if in ALL of Trump's speeches he argued that the Mexican people were a separate people, a people with inferior blood, based solely on their being Mexican. A sneaky separate people that have oppressed Anglo people around the world for generations. A people with a secret powerful connection to shadowy cabals.) See, it doesn't work, that isn't Trump's appeal.
Because Trump isn't trying to appeal to the prejudices of early 1930s Germans and he wasn't educated on a diet of really crappy anti-Semitic pamphlets while stewing in flophouses trying to be an artist. Hitler wasn't well educated (Trump is comparatively), Hitler came from lower middle class roots shifted to extreme poverty (Trump didn't and isn't), and Germany in the 1930s was dealing with a completely different set of ideological problems than the United States in the mid-2010s.
But I can hear you saying "But we need something truly EVIL to be able to compare to Trump, otherwise how can we make a fast easy set of memes to draw people to what a problem he is." You don't need to dig into the collection of 1930s European Fascists, as people of the United States we've got our own contemporary example of Trump and his dangers right here.
I give you George Wallace, 1960s politician from right here in the United States. I propose he is a perfect stand-in for Trump:
- He's unabashedly racist and you can substitute "Mexican" into many of his speeches where he says "Black" and you'll find good parallels
- He was in favor of segregation as a permanent feature of United States policy and believed strongly in state's rights
- Passionate orator who got crowds riled up and once called upon a crowd to go deal with a group of "pinkos" protesting his rally. (Unlike Trump when the crowd got up to actually kick some ass he calmed them down.)
- His 1968 independent run for the Presidency of the United States has some really eerie similarities to Trump's currently stated politics
- He was also big on lowering taxes to court business to moving to his home state of Georgia (just replace Georgia with "United States" and "north" with "China" and you'll be fine.)
Now I know, who has ever heard of George Wallace as compared with Hitler? You'll have to do more work building up the meme connection between the two, maybe get some late-night television hosts to do a snappy bit on the topic, but America we can make this stick. Let's leave the Germany's their unhappiness and tap into our own rich vein of political assholes when talking about possible evils to compare to Trump.
If nothing else do it for the children, so they can stop being taught that Hitler was some sort of mega-evil monstrosity on par with an ogre or a troll.
Sources: Wikipedia entry on George Wallace
28 Şubat 2013 Perşembe
Rise of Dictators Pop Up Notes
This wonderfully creative lesson has students creating pop up figures of 5 dictators who came to power in the 1920's and 30's before World War II.
Included is a sheet with 5 people to cut out: Adolf Hitler, Joseph Stalin, Francisco Franco, Benito Mussolini, and Hideki Tojo. Students then place these onto an included world map that covers 2 pages of their notebooks with spaces for notes about each person.
A powerpoint comes with this download as well that covers everything students need to know based on Common Core Standards. The powerpoint has a warm up, quotes, pictures, and all relevant information for each dictator. This lesson is amazing for your visual and kinesthetic learners as they are creating a fantastic visual representation of dictators literally rising up out of their notebooks.
A free Preview file is available as well with the pop ups, notes pages, answer key, and 1 sample powerpoint slide. The full download includes the full 14 slide powerpoint with incredible images and quotes like below:
Included is a sheet with 5 people to cut out: Adolf Hitler, Joseph Stalin, Francisco Franco, Benito Mussolini, and Hideki Tojo. Students then place these onto an included world map that covers 2 pages of their notebooks with spaces for notes about each person.
A powerpoint comes with this download as well that covers everything students need to know based on Common Core Standards. The powerpoint has a warm up, quotes, pictures, and all relevant information for each dictator. This lesson is amazing for your visual and kinesthetic learners as they are creating a fantastic visual representation of dictators literally rising up out of their notebooks.
A free Preview file is available as well with the pop ups, notes pages, answer key, and 1 sample powerpoint slide. The full download includes the full 14 slide powerpoint with incredible images and quotes like below:
7 Eylül 2010 Salı
Adolf Hitler (1889 - 1945)
Adolf Hitler, 20 Nisan 1889 yılında Yukarı Avusturya'nın Braunau kasabasında doğdu. Bir gümrük memuru olan Alois Hitler (1837–1903) ve Klara Pölzl (1860-1907) 'ün altı çocuğundan dördüncüsüdür.
İlk tahsilini doğduğu kasabada, orta tahsilini Linz şehrinde yaptı. On üç yaşında tüberkülozdan babasını (Hitler'in memur olmasını isteyen babası Alois Hitler ile arası açılmıştı çünkü kendisi sanatçı olmak istiyordu), on sekiz yaşında (1907) annesini kaybetti. Orta öğrenimini başarısız bitirince ressam olma ümidiyle Viyana Güzel Sanatlar Akademisi sınavına girdi ancak başarısız oldu.
Alman Tarihi derslerinde Akademideki profesörlerin Yahudi olduğu, ve Yahudilere karşı ilk kinin burada oluştuğu anlatılır. Bir başka teze göre ise Hitler'in annesinin ölüm anında gelen doktor bir Yahudiydi. Adolf Hitler annesinin ölümünü kabullenemeyip, bu Yahudi doktoru sorumlu tuttu. Ve bir çok bilim adamlara göre Hitler'in babaannesi Yahudi'dir. Bu yüzden bütün doğduğu yerleri yakmıştır.
1912'de Viyana'dan Münih'e geldi. 1914'de I. Dünya Savaşı çıkınca Hitler, Bavyera ordusuna gönüllü olarak girdi. Alman mağlubiyetinden sonra Hitler, arkadaşı mühendis Feder ve altı kişi tarafından kurulmuş olan Alman İşçi Partisi isimli gizli bir fırkaya katıldı ve kısa sürede bu fırkanın reisi oldu. Fırkanın adını NSDAP (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiter Partei/ Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) olarak değiştirdi ve nüfuzunu arttırdı. Taraftarlarına kısaca "Nazi" ismi verildi. Kendisine de, taraftarları, rehber anlamına gelen "Führer" lakabını verdiler. Parti 25 maddelik bir program hazırladı. Bu programın ilk maddesi Almanya'yı Versay'ın zilletinden kurtarmak idi. Alman vatandaşlığının yalnız Alman kanını taşıyanlara hasredilmesi lazım geleceği programın temel maddelerindendi. Aynı zamanda büyük sermayeyi devleştirmek de yine programın esaslarından birini teşkil eder. Völkischer Beobachter adlı gazeteyi yandaşları çıkarıyordu. Josef Goebbels bu gazetenin tamamen parti bülteni halini almasını sağladı. Gazetede partisinin fikirlerini açıklayan makaleler yayınladı.
1924'de Münih'ten hükümeti devirmek için teşebbüslerde bulundu fakat başarılı olamadı. Bunun üzerine 10 ay hapse mahkum edildi ve bu zaman içinde "Mein Kampf" (Kavgam) isimli bir kitapta fikirlerini yazdı. Şimdilerde bu kitap Almanya'da antisemitizme yol açtığı gerekçesiyle yasaklanmaya çalış çok sıkışıyordu. Bu kitapla birlikte yeni teşebbüslerine de yol gösterdi. 1924 ve 1929 yılları arasında partisi başarısız oldu. Ancak Dünya Ekonomik Krizinden sonra daha fazla oy kazanabildi (1929). 1930 seçimlerinde yüzde 18 oy ile SPD'den sonra ikinci büyük parti oldu. Hitler'in oyları Katoliklerden daha fazla Protestanlardan, şehirlerden daha fazla kırsal bölge ve kasabalardan, işçilerden daha fazla orta ve üst kesimden geldi.
Seçimle işbaşına gelen Adolf Hitler kısa zamanda anayasa değişikliği hakkını elde etti. Hemen ardından diğer partileri yasakladı. Almanya'da aşırı artık gösteren işsizliği savaş hazırlığı için kullanarak, iş sahası oluşturdu. Ülke genelinde büyük otobanlar inşa ettirdi. Batı Avrupa ülkelerini ve Rusya'yı karşısına aldı. Bu cephe genişliği II. Dünya Savaşı'nın sonucunu belirleyen en önemli etken oldu. Savaş sonucunda Almanya'nın yenilgisini gören Adolf Hitler ümitsizliğin iyice artması üzerine 30 Nisan 1945'te Berlin'de karısı Eva Braun'la birlikte aynı anda siyanür hapı içip, önce Eva Braun'u sonrada kendisini bir silah vasıtasıyla vurarak intihar etti. Kendi isteğiyle Führerbunker bahçesinde benzinle cesetleri yakılmıştır. Hitler'in bunu istemesinin sebebinin Sovyet ordusu tarafından yakalanıp teşhir edilmek istememesi olduğu iddia edilmektedir.
Hitler ölmeden önce ikili vasiyetnamesini yazdırmıştır: Siyasi ve Özel Vasiyetname. Hitler'in siyasi vasiyetnamesi bir hınç çığlığıdır. Ona göre; Almanya bütün milletler için bir zehir gibi tehlikeli olan Yahudileri ve Bolşevizm'i kovalamaktan asla vazgeçmemelidir. Almanya'nın geleceğini tartışmasız bu olgu belirleyecektir. Hitler, savaşa girmekte haklı olduğunu savunuyor ve yenilgiden korkak yalancı generalleri sorumlu tutuyordu. Özel Vasiyetinde ise, tüm hayatı boyunca topladığı sanat eserleriyle doğduğu şehir olan Linz'de bir müze kurulmasını istedi. Tüm şahsi mallarını partiye eğer parti kalmamışsa devlete bıraktığını söylüyordu.
İlk tahsilini doğduğu kasabada, orta tahsilini Linz şehrinde yaptı. On üç yaşında tüberkülozdan babasını (Hitler'in memur olmasını isteyen babası Alois Hitler ile arası açılmıştı çünkü kendisi sanatçı olmak istiyordu), on sekiz yaşında (1907) annesini kaybetti. Orta öğrenimini başarısız bitirince ressam olma ümidiyle Viyana Güzel Sanatlar Akademisi sınavına girdi ancak başarısız oldu.
Alman Tarihi derslerinde Akademideki profesörlerin Yahudi olduğu, ve Yahudilere karşı ilk kinin burada oluştuğu anlatılır. Bir başka teze göre ise Hitler'in annesinin ölüm anında gelen doktor bir Yahudiydi. Adolf Hitler annesinin ölümünü kabullenemeyip, bu Yahudi doktoru sorumlu tuttu. Ve bir çok bilim adamlara göre Hitler'in babaannesi Yahudi'dir. Bu yüzden bütün doğduğu yerleri yakmıştır.
1912'de Viyana'dan Münih'e geldi. 1914'de I. Dünya Savaşı çıkınca Hitler, Bavyera ordusuna gönüllü olarak girdi. Alman mağlubiyetinden sonra Hitler, arkadaşı mühendis Feder ve altı kişi tarafından kurulmuş olan Alman İşçi Partisi isimli gizli bir fırkaya katıldı ve kısa sürede bu fırkanın reisi oldu. Fırkanın adını NSDAP (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiter Partei/ Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) olarak değiştirdi ve nüfuzunu arttırdı. Taraftarlarına kısaca "Nazi" ismi verildi. Kendisine de, taraftarları, rehber anlamına gelen "Führer" lakabını verdiler. Parti 25 maddelik bir program hazırladı. Bu programın ilk maddesi Almanya'yı Versay'ın zilletinden kurtarmak idi. Alman vatandaşlığının yalnız Alman kanını taşıyanlara hasredilmesi lazım geleceği programın temel maddelerindendi. Aynı zamanda büyük sermayeyi devleştirmek de yine programın esaslarından birini teşkil eder. Völkischer Beobachter adlı gazeteyi yandaşları çıkarıyordu. Josef Goebbels bu gazetenin tamamen parti bülteni halini almasını sağladı. Gazetede partisinin fikirlerini açıklayan makaleler yayınladı.
1924'de Münih'ten hükümeti devirmek için teşebbüslerde bulundu fakat başarılı olamadı. Bunun üzerine 10 ay hapse mahkum edildi ve bu zaman içinde "Mein Kampf" (Kavgam) isimli bir kitapta fikirlerini yazdı. Şimdilerde bu kitap Almanya'da antisemitizme yol açtığı gerekçesiyle yasaklanmaya çalış çok sıkışıyordu. Bu kitapla birlikte yeni teşebbüslerine de yol gösterdi. 1924 ve 1929 yılları arasında partisi başarısız oldu. Ancak Dünya Ekonomik Krizinden sonra daha fazla oy kazanabildi (1929). 1930 seçimlerinde yüzde 18 oy ile SPD'den sonra ikinci büyük parti oldu. Hitler'in oyları Katoliklerden daha fazla Protestanlardan, şehirlerden daha fazla kırsal bölge ve kasabalardan, işçilerden daha fazla orta ve üst kesimden geldi.
Seçimle işbaşına gelen Adolf Hitler kısa zamanda anayasa değişikliği hakkını elde etti. Hemen ardından diğer partileri yasakladı. Almanya'da aşırı artık gösteren işsizliği savaş hazırlığı için kullanarak, iş sahası oluşturdu. Ülke genelinde büyük otobanlar inşa ettirdi. Batı Avrupa ülkelerini ve Rusya'yı karşısına aldı. Bu cephe genişliği II. Dünya Savaşı'nın sonucunu belirleyen en önemli etken oldu. Savaş sonucunda Almanya'nın yenilgisini gören Adolf Hitler ümitsizliğin iyice artması üzerine 30 Nisan 1945'te Berlin'de karısı Eva Braun'la birlikte aynı anda siyanür hapı içip, önce Eva Braun'u sonrada kendisini bir silah vasıtasıyla vurarak intihar etti. Kendi isteğiyle Führerbunker bahçesinde benzinle cesetleri yakılmıştır. Hitler'in bunu istemesinin sebebinin Sovyet ordusu tarafından yakalanıp teşhir edilmek istememesi olduğu iddia edilmektedir.
Hitler ölmeden önce ikili vasiyetnamesini yazdırmıştır: Siyasi ve Özel Vasiyetname. Hitler'in siyasi vasiyetnamesi bir hınç çığlığıdır. Ona göre; Almanya bütün milletler için bir zehir gibi tehlikeli olan Yahudileri ve Bolşevizm'i kovalamaktan asla vazgeçmemelidir. Almanya'nın geleceğini tartışmasız bu olgu belirleyecektir. Hitler, savaşa girmekte haklı olduğunu savunuyor ve yenilgiden korkak yalancı generalleri sorumlu tutuyordu. Özel Vasiyetinde ise, tüm hayatı boyunca topladığı sanat eserleriyle doğduğu şehir olan Linz'de bir müze kurulmasını istedi. Tüm şahsi mallarını partiye eğer parti kalmamışsa devlete bıraktığını söylüyordu.