CHP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CHP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Ekim 2021 Çarşamba
25 Aralık 2019 Çarşamba
28 Haziran 2017 Çarşamba
Atatürk’ün Nutuk’u Üzerine
1927
Belge-Kaynak
CHP
Erik Jan Zürcher
Historiography
M.Kemal Atatürk
Makale
Modern Türkiye Tarihi
Mustafa Kemal
Nutuk
söylev
Tarih ve Tarihçilik
Rohat Fatih
Comment
Erik Jan Zürcher
2004, Önsöz Tarihi
Siyaset Adamı Tarihçi Olunca
1927 yılının Ekim ayında, Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında verdiği söylev, toplam 35 saat 33 dakika sürmüş ve altı güne yayılmıştır.
Bu makalede, modern Türkiye tarihi ve tarihyazımında Nutuk’un oynadığı rolü incelemek istiyorum. Bu konu şahsım için özellikle büyük bir önem taşımaktadır, zira araştırmalarım süresince, gerek 1978-1984 arasında, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin İstiklâl Savaşı’nda oynadığı rol hakkında, gerekse 1984-1989 arasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalefet partisi hakkında yaptığım çalışmalarda yazdıklarım sıklıkla Atatürk’ün Nutuk'ta 1918-1927 arasındaki dönem üzerine yazdıkları ile doğrudan bir yüzleşme ve düzeltme ilişkisi içindeydi.
Atatürk, 1927 yılının baharında, aynı yılın güz aylarında yapacağı konuşmanın hazırlıklarına başladı. Kendi yazışmalarına ilaveten, arşiv dosyalarının da en önemlilerini Çankaya’ya getirtti. Öncelikle kullanacağı arşiv malzemesini seçiyor, bunu takiben birkaç saat boyunca, çıkardığı notları, sırayla görevi devralan sekreterlere dikte ettiriyordu. Günün çalışmaları, sık sık yakın çalışma arkadaşlarının beğenisine sunuluyor, neredeyse her akşam konuklar gün ağarıncaya dek yemek, içmek ve konuşmak -daha doğrusu yemek, içmek ve dinlemek- için konuta çağırılıyorlardı. Bu durumda, cumhurbaşkanının 1919 yılı sonrası Türk tarihi hakkında dev bir hitabe hazırlamakta olduğunun herkes tarafından bilinen bir sır haline gelmiş olması şaşırtıcı değil.
Haziran ayının ortalarında, son dört sene içindeki ikinci kalp krizini geçiren Atatürk, işlerine ara vermek zorunda kaldı. İki haftalık zorunlu bir istirahat döneminden sonra ay sonunda İstanbul’a geçti (ki bu, Mayıs 1919’daki ayrılışından sonra İstanbul’a ilk dönüşüydü). Dolmabahçe Sarayı’na yerleşerek, Nutuk için son hazırlıklarına başladı. Tüm bu hazırlıkların sonunda Atatürk’ün 1923’te kendi kurduğu ve dönemin tek partisi olan Birinci CHP Kurultayındaki altı günlük söylevi ortaya çıktı. 15 ile 20 Ekim tarihleri arasında her gün sabah ve öğleden sonra ortalama üçer saat olmak üzere partiye hitap etti. 1925 baharında muhalefet basınının susturulmasından beri tamamen iktidar tarafından yönetilmekte olan gazeteler, her gün özetler yayımlayarak, cumhurbaşkanının sözlerine geniş yer verdi.
Söylevin resmi konusu, 1919’da İstiklâl Savaşı’nın başından 1927’ye kadar, yeni Türkiye’nin kuruluşunun tarihiydi. Aslında anlatılanlar, 1924’ü 1925’e bağlayan yılbaşı aralığında sona eriyordu. Nutuk’ta 1925-1927 arası döneme ayrılmış olan yer, tüm metnin yaklaşık yüzde bir buçuğundan ibaret. Yazın çalışmalarını bölmek zorunda kalmasaydı, Atatürk’ün bu döneme daha fazla yer ayırmış olacağı düşünülebilir; fakat kanımca, söylevin (bilahare tartışacak olduğum) gerçek hedefleri göz önüne alındığında bu pek muhtemel görünmüyor.
Kurultaydan kısa süre sonra söylevin ilk baskısı, ilginç bir şekilde, Türk Tayyare Cemiyeti himayesinde gerçekleştirildi. İki ciltlik bu lüks baskının metinleri İstanbul’da, haritalarla çizimleri ise Viyana’da basılmıştı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda çıkan halk baskısı ise Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 50 bin kopya basılarak dağıtılmıştı. Bu sayının boyutlarını anlamak için, dönemin Türkiye’sinde halkın sadece yüzde 10,6’sının okuma-yazma bildiğini (kadın-erkek ve şehir-köy oranları arasında da büyük farklar vardı), yani potansiyel okuyucu sayısının tahmini 1,4 milyon kişi olduğunu göz önüne almak gerekir. Basım sayısının yüksekliği, TC idaresinin bu metne verdiği önemi de gösteriyor.
Müteakip yıllarda, hepsi 1928’de kabul edilen Latin alfabesinde olmak üzere, orijinal metnin üç baskısı daha yayımlanmıştır: 1934 ve 1938’in Kültür Bakanlığı yayınlarını, Millî Eğitim Bakanlığı adına Türk Devrim Tarihi Enstitüsü’nün 1950 (I. Bölüm), 1952 (2. Bölüm) ve 1959’daki (3. Bölüm) yayınları izlemiştir. Bu son baskı 1973 yılına kadar on üç defa tekrar basılmıştır. 1938 yılında tek cilt olarak (ki buna belgeler 1927’de Türk Tayyare Cemiyeti’nin dahil edilmemişti), popüler ve devletin büyük para yardımıyla çıkan baskı hariç hepsi, iki cilt metin ve bir cilt belgeden müteşekkildi.
Orijinal Osmanlıca baskıların yanısıra, 1963’ten beri, Türk Dil Kurumu tarafından Söylev adıyla en az altı kez daha basılmıştır. “Söylev” kelimesi gibi metnin geri kalanı da yeni Türkçeye çevrildi. 1973-1975 yıllarında da yeni bir diğer modernizasyon, belgeler olmaksızın, iki cilt halinde yayımlandı. Bu baskı, on yıl önce yayımlandığında fazla yapay bir öztürkçe kullandığı düşünülen Türk Dil Kurumu Söylev'ine bir tepki olarak çıktı. Bu sefer daha doğal bir modern Türkçe kullanımına özen gösterildi.
Günümüz Türkiye’sinde metnin orijinalini anlayabilecek çok az sayıda insan olması, bu “modern” baskılara ihtiyaç doğuruyor. Atatürk’ün kullandığı geç dönem Osmanlıca, gerek metnin kendisinde görülebildiği kadarıyla, gerekse dış kaynaklardan alınan bilgilere göre, Namık Kemal’in üslûbundan büyük etkiler taşıyor. Her ne kadar 1860’lar için Namık Kemal’in dili şaşırtıcı derecede sarih olsa da, sözcüklerin seçimi ve dizimi, Arapçadan alınmış öğelerle doluydu. Türkiye’de otuzlu yıllardan beri dura kalka devam eden dil devrimi o kadar etkili oldu ki, günümüzde Türkler özel eğitimden geçmeden bu metni anlayamazlar. Resmi olarak dildeki bu sürece “sadeleştirme” ya da “özleştirme” dense de, günümüzde daha sıklıkla kullanılan terim “Türkçeye çevrilmiş”tir. Bu da günümüz Türklerinin kendilerini, imparatorluğun dilinden bile ne kadar uzak gördüklerinin bir işareti. Sadeleştirme ve özleştirme ile uğraşanların, Türkiye koşullarında kendilerine ne kadar özgürlük tanıyabildikleri ilginç bir araştırmaya konu olabilir.
İyice basitleştirilmiş bir baskı, Milliyet gazetesi tarafından çocuk kitabı olarak çıkartıldı. Nutuk, zaman zaman çizgi roman haline de getirildi.
Nutuk daha 1928-29 yıllarında çevrilerek Almanca, İngilizce ve Fransızca basıldı. Üç tercüme de Leipzig’deki Koehler Yayınevi tarafından yayımlandı. Dr. Paul Roth tarafından Türkçeden yapılan Almanca tercüme gayet kalitelidir. Almancaya yapılan edilen iki çeviri ise yanlışlarla dolu ve güvenilir değil. Buna rağmen İngilizce çeviri, 1962 ve 1973 yıllarında Millî Eğitim Bakanlığı’nca hiçbir değiştirme yapılmadan yeniden basıldı. 1929-1934 yıllarında Moskova’da ise dört ciltlik bir Rusça tercüme basıldı.
Bu kadar ilgi görüp Türk tarihinin yazılmasında bu kadar büyük bir rol oynayan bu metnin hâlâ bilimsel bir baskısının yapılmamış olması ilginçtir. Atatürk’ün düzeltmelerini de içeren Nutuk elyazmaları, Atatürk’ün ölümünün ardından önce Ziraat Bankası’nda bir kasaya, sonra da Genelkurmay’ın ATAŞE arşivine kaldırılmıştır. Ne yazık ki bu, tüm Türk arşivleri arasında en ulaşılamaz olanıdır. Türk tarihyazımında herhalde en büyük eksiklik, elyazmalarına, eldeki arşivlere ve Atatürk’ün çevresindekilerin tanıklıklarına dayanılarak derlenmiş, açıklayıcı notlar da içeren eleştirel bir Nutuk basımıdır.
Nutuk, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinin yazılmasında çok büyük bir rol oynamıştır.
Türkiye’deki lise ve üniversite ders kitapları, kimi zaman değişik sözcüklerle, kimi zamansa doğrudan olmak üzere sık sık Nutuk’tan alıntı yapar. Popüler ve hattâ bilimsel tarihyazımında da daima temelde Nutuk takip edilir. Bu sadece Türkiye’deki çalışmalar için değil, Avrupa ve Amerika’dakiler için de geçerlidir.
Şüphesiz, Atatürk’ün sözlerinin nesnel gerçekler olarak kabul edilmiş olmasında, modern Türkiye’nin kurtarıcısı ve kurucusu olarak sahip olduğu büyük prestijin de payı vardır; fakat buna ilaveten, Atatürk’ün anlatısını kontrol etmek için elimizde ne kadar kaynak bulunduğu sorusunu unutmamak gerekir.
Bu durumda, Ortadoğu’da pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de modern bir tarihçi için durum pek parlak değildir. Bilindiği gibi, Türkiye’deki arşivlerin kısıtlayıcı tutumları yıllardır tartışma konusu olmuştur. 1989’da, dış baskıların da etkisiyle daha liberal bir rejimin göreve başlamasıyla, Başbakanlık Arşivi’nin elli yıldan eski, kataloglanmış ve Türk devletine zarar vermeyecek içerikteki bölümleri kullanıma açıldı. Bu arşiv, Kurtuluş Savaşı veya Türkiye Cumhuriyeti gibi Nutuk’ta sözü geçen konuların arşivlerinden ziyade, Osmanlı merkez idaresinin arşivlerini barındırıyor. Nutuk konuları için gerekli olanlar ise, Genelkurmay, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü ve Cumhurbaşkanlığı arşivleri. Bu arşivlere girmek hâlâ sorunlu görünse de, zaman zaman güvenlik ihlalleri olmuyor değil: Bir süre önce Cumhurbaşkanlığı arşivlerinin bir görevlisi, bu arşive dahil edilmiş olan “Atatürk Arşivi”nin fotokopilerini siyasi bir gazeteye satmıştı.
Sadece yabancılar değil, Türkler de bu durumda dönemin tarihi için yurtdışındaki arşivlere başvuruyorlar. Bu arşivler ise Türkiye arşivlerinin yerini tam olarak tutamıyor. Özellikle Nutuk’ta da izleri görülebilen, Müdafaa-i Hukuk hareketi içerisindeki çekişmeler konusunda dışarıdaki arşivler uygun değil.
Lise ve üniversitelerde zorunlu ders olarak okutulan “İnkılap Tarihi”ne verilen öneme rağmen, İstiklâl Savaşı tarihine dair belgelerin, kaynak oluşturma amacıyla, sistemli bir şekilde yayımlanması Türkiye'de inatla ihmal ediliyor.
Bu konuda Türk basını, sadece sansüre uğramadığı Ekim 1923 - Mart 1925 arasında kullanılabilir. Bu oldukça kısa dönem içerisinde, daha Jön Türkler döneminde tamamen gelişmiş olan Türk basını, etkin ve eleştirel idi.
Geriye kalan, Atatürk’ün çağdaşlarının ve çalışma arkadaşlarının tanıklıkları. Bu kişilerin çoğu hatıralarını yayımladılarsa da, bu neredeyse istisnasız olarak ellili yıllarda Türkiye siyasetinin liberalleşmesinin ve çok partili sisteme geçişin ardından gerçekleşti. Kurtuluş hareketinin önemli şahsiyetlerinden sadece Halide Edip Adıvar (Atatürk’ün oynadığı rol hakkında çok da eleştirel olan) hatıralarını yayımladı ki (1928 ve 1930’da, kuşkusuz Nutuk’a bir tepki olarak), bunlar da zaten İngilizce basılarak, bir nesil sonrasına kadar Türkiye’de yayımlanamadı. Sonuçta, Atatürk’ün tarih yorumu bir nesil boyunca herhangi bir itirazla karşılaşmadan, tüm çevreleri etkisi altına aldı.
Kırk yıldır giderek artan sayıda, farklı bir görünüm sunan hatıralar yayımlandıkça, Nutuk’un da “resmi tarihyazımı”na, yani enstitüleri, kongreleri ve ders kitaplarıyla bütün bir tarih endüstrisine etkisi asgari düzeyde kalmıştır.
Peki Nutuk nasıl bir metindir ve hangi amaçla yazılmıştır?
Atatürk’ün kendi sözleriyle amacı, “büyük bir milletin istiklalini nasıl kazandığını... millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmak.”
Burada tarihyazımının sözkonusu iddiası, gerek Türkiye’de, gerekse yurtdışında genellikle kabul görüyor. Daha önce de belirtildiği gibi, Atatürk’ün Nutuk’ta belirlediği tarih yorumu, ana hatlarıyla takip ediliyor. Türkiye’de, özellikle yetmişli yıllarda, Nutuk’un özellikleri ve değeri sıklıkla tartışma konusu oldu. Fakat tartışılan, metnin öncelikli olarak tarihyazımı ya da önemli bir tarihsel kaynak olarak görülmesinin icap etmesi; yani Atatürk’ün siyasetçi olarak bulunduğu konumda tarih yazmasının mı, yoksa bu görevi gelecek nesillere bırakmasının mı daha doğru olduğuydu.
Kimi yorumlarda, olaylı 1925-1927 yıllarının Atatürk tarafından sembolik olarak izole edilip geleceğin yolunun çizilmesiyle, Nutuk’un siyasi bir yönü de bulunduğu, en azından siyasi bir manifesto olduğu kabul edilmiştir. Genel tartışmalarda bu boyuta pek ilgi gösterilmemiş ve her halükârda, Türk tarihçilerinin gözünde, metnin güvenilirliği bu nedenle bir zarar görmemiştir. Bu bağlamda sık sık Nutuk’un orijinal belgelerden yola çıkılarak yazıldığı belirtilse de, bu belgelerin Atatürk tarafından seçilmiş belgeler olması konusuna değinilmemiştir.
Bana göre bu yaklaşımla, Nutuk’un özü anlaşılamamaktadır. Nutuk’tan hemen önceki yıllar sadece bir dizi önemli kültürel ve sosyal reformla değil, aynı zamanda her türlü siyasi muhalefetin bastırılmasıyla da tanımlanmaktadır.
CHP içinde, otoriter bir çizgide radikal sosyal ve kültürel reform taraftarları ile ılımlı liberal kanat arasındaki gerilim, 1924 yılında millî mücadelenin liderlerinden birkaçının partiden koparak, resmi muhalefet olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmalarına yol açtı. Şubat 1925’te birkaç Doğu ilinde çıkan Kürt ayaklanması, Atatürk liderliğindeki radikal kanada, sıkıyönetim ilân ederek, Takrir-i Sükûn Yasası’nın kabul edilmesiyle her türlü muhalefeti susturma fırsatı verdi. Kürt ayaklanması bastırıldı, fakat aynı zamanda muhalefet partisi de kapatıldı ve muhalif basının sesi kesildi.
1926 yazında Atatürk’ün canına kasteden bir suikast girişiminin ortaya çıkarılması (ki yönetimin bunu bir süre öncesinden haber almış olması muhtemeldir), tüm olası rakiplerin iktidardan uzaklaştırılması için bir fırsat yarattı. İzmir ve Ankara’da gerçekleştirilen iki göstermelik mahkemede, 1918’deki Jön Türk liderlerinin hayatta kalanları ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın liderleri komploya suç ortaklığı yapmakla suçlandılar. Jön Türk liderleri idam edildilerse de, eski TCF liderlerinin İstiklâl Savaşı kahramanları olarak halk arasında, özellikle de orduda prestiji o kadar yüksekti ki, buna bir de etkileyici savunmaları eklenince, mahkûm edilmeleri imkânsız hale geldi. On yıla mahkum edilen tek TCF lideri, eski TCF başkanı ve Atatürk’ün millî bağımsızlık hareketindeki baş rakibi Hüseyin Rauf Orbay’dı. Orbay 1926 itibariyle Londra’da bulunduğu için gıyabında yargılanmıştı. Kendisini, oradan meclis başkanına yolladığı iki açık mektupla savundu. Bu mektuplarda, yönetimin davranışını ve İstiklâl Mahkemeleri’ni gayri kanuni olarak tanımlayarak, suçlanan meclis üyelerinin çoğunun dokunulmazlık sahibi olmalarına dikkat çekiyordu. Bu mektupların kopyaları, Orbay tarafından tüm önde gelen gazete yönetimlerine de gönderilmişti.
Atatürk 1927 başlarında Nutuk’u hazırlamaya giriştiğinde, bu olaylar sadece birkaç ay önce gerçekleşmişti ve paşaların konumları ile davranışları kamuoyunda güncelliğini korumaktaydı. İnanıyorum ki, Nutuk, her şeyden önce Atatürk’ün 1925’teki muhalefeti bastırma ve 1926’daki siyasi temizliği haklı çıkarma çabasıdır. Bunun için seçilen araç, yakın Türk tarihinin yeniden yazılmasıdır.
Metnin tamamında muhalefet liderlerinin eleştirilmesine ve İstiklâl Savaşı’ndaki rollerinin küçümsenmesine rastlarız. Rauf Orbay ve yandaşı paşalar Kâzım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy, Refet Bele ve Cafer Tayyar Eğilmez, metnin pek çok yerinde tekrar tekrar eleştiri, suçlama ve alaylara hedef olur. Buna ilaveten, metnin son yüzde yirmilik bölümü ise neredeyse tamamen cumhuriyetin ilânını izleyen dönemde milliyetçi hareket içinde meydana gelen hizipleşmeye ve siyasi bir muhalefetin oluşmasına ayrılmış. Bu süreç, Rauf Orbay’ın başının altından çıkan karanlık bir komplo olarak anlatılıyor. Bu bağlamda, Nutuk’un 1925’te sona ermesi de anlam kazanmaktadır. Ne de olsa, artık 1925’ten itibaren muhalefetin sesi susturulmuştur.
Nutuk’un, kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından tartışmalı bulunan bir siyasi baskının savunulmasına yönelik bir çalışma olduğunun görülmesi gerekliliği, beraberinde, gerçeğin çeşitli noktalarda bir hayli çarpıtılmış bir resmini sunduğu ihtimalini de getiriyor.
Son on iki yılda yapmış olduğum araştırmalar ışığında, Nutuk’un hangi açılardan gerçek olayların çarpıtılmış bir görünümünü sunduğunu düşündüğümü özetlemeye çalışayım. Ayrıntılardaki çeşitli noktalardan ziyade, metnin, üç değişik konuda aslında varolmayan bir devamlılığı öne sürerek, dönem tarihine bakışın açık veya örtülü bir şekilde çarpıtılmasına yol açan kısımları önem taşımaktadır.
Nutuk, Atatürk’ün Anadolu’ya çıkışıyla başlar. “1335 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım”,(1) ilk sözleridir. Ardından, o dönemdeki Osmanlı İmparatorluğu’nun genel durumunu tarif eder; çökmüş ve umutsuz, işgalcilere ve imparatorluğun parçalanmasına karşı ayaklanan ötede beride birkaç yerel gruptan fazlası yok. Bu durum, gerçeği birkaç noktada çarpıtmaktadır. Bölgesel direniş hareketleri, muhtemelen Atatürk’ün Anadolu’ya çıkışını da sağlamış olan İttihad ve Terakki tarafından kurulmuş ve yönetilmekte olan merkezi bir organizasyonun ürünü olup Atatürk katıldığında direniş altı aydır devam etmekteydi. Atatürk, bu nitelikli direniş grubunu, kendi teşkilâtının başına geçmeye çalışan bir alay gaspçı olarak resmediyor. Gerçekte ise Atatürk, onların kurdukları teşkilâtları yavaş yavaş kendi eline geçirecekti. Bu anlattığı biçimiyle, 1918 öncesi ve sonrası arasındaki devamlılık bir hayli karmaşıklaşıyor.
Tüm metin boyunca Atatürk, bağımsızlık hareketinin, aynı zamanda yeni bir Türk devleti doğrultusunda bilinçli bir gelişme olduğu izlenimini veriyor. Koşullar altında sadece parça parça açıklayabilmiş olduğu belirli bir plan, bir “millî sır” çerçevesinde çalıştığını söylüyor. Planlarını (saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilânı, Ankara’nın başkent olması, halifeliğin kaldırılması) gerçekleştirdikçe, dar görüşlü yandaşlarının saf değiştirmeye başladıkları söyleniyor. Burada karşımıza çıkan bir başka yanıltma, Millî Mücadele’nin İstanbul’un işgal altında olduğu bir dönemde oluştuğunun ve Osmanlı’nın (bir bölümünün) devamı amacını güttüğünün gözardı edilmesidir. Hareket üyelerinin büyük bir çoğunluğu, şüphesiz, Allah, padişah ve vatan için çarpıştıklarını düşünüyordu. Sakarya’daki son zafer ertesinde dağıtılan savaş madalyalarının Osmanlı madalyaları olmaları ve padişahın doğum gününün tüm Kurtuluş Savaşı süresince Ankara’da kutlanması bu bağlamda çok anlamlıdır. Atatürk’ün daha işin başında yeni bir devlet kurmayı hedeflediğine dair elimizde hiçbir kanıt bulunmamaktadır.
Çarpıtılan üçüncü önemli nokta ise, 1919-1922 arasındaki Müdafaa-i Hukuk hareketiyle, 1927’de kurulan CHP arasında varolduğu öne sürülen devamlılık. 1923’te, Atatürk karşıtı hiçbir rakibin katılamadığı seçimlerin ardından, seçilmiş meclisin üyeleri hem CHP’yi kurdular, hem de yeni partinin, millî direniş hareketinden geriye kalan, maddi olan veya olmayan her şeyi devralmasını kararlaştırdılar. CHP’nin millî hareketle tamamen özdeşleşmesi, Atatürk’ün, 1924’te millî hareketin mirasının cumhurbaşkanı çevresindeki bazı radikal gruplar tarafından sahiplenilmesini kabul etmeyerek partiden ayrılan eski İstiklâl Savaşı liderlerini komplocu vatan düşmanları olarak gösterebilmesine imkân tanıdı.
Nutuk, hem metnin kendisi açısından hem de 1919 sonrası tarihin CHP kurultayına resmi bir rapor olarak sunuluşu olmasıyla, hitabenin yapıldığı yer açısından büyük önem taşıyor. Kurultay da Nutuk’u bu kapsamda kabul ederek, Kurtuluş Savaşı’nı partinin yetkisi dahiline alıyordu. 1927 kurultayı resmi kaynaklarda daima CHP’nin ikinci kurultayı olarak anılır, zira 1919’da Sivas’ta millî direniş hareketinin kuruluş toplantısı (Sivas Kongresi) tarihsel ilk parti kurultayı olarak kabul edilmektedir.
Nutuk’un şüpheli bir tarihsel kaynak olduğu bütün bu noktaların tamamının, Atatürk’ün ve eski savaş arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ile bu iki taraf arasındaki ilişkilerle doğrudan ilişkili olması, metnin savunmacı özelliğini tekrar tespit eden ilginç bir husus.
Yukarıda yazdıklarımla, Nutuk’un her ne kadar tarihyazımı özellikleri taşısa da, temelde hitabenin şekil ve içeriğinin, aslında Atatürk’ün siyasetçi kişiliği tarafından belirlendiğini düşündüğümü yeterince açıkladığımı umuyorum. Bir siyaset adamı, tarihçi olmuştur. Bununla beraber, bu konularla ilgileniyorsak, benim gibi Nutuk’un tarihsel özelliklerini sorgulayan bir tarihçinin, Türkiye’de akademik olduğu kadar, siyasi bir tartışmanın da içine girdiğinin farkında olmalıyız.
Türkiye sürekli bir kimlik bunalımı içinde olan bir ülke. Tüm modern çağ boyunca Osmanlı İmparatorluğu, İslâm ve Ortadoğu kültürel mirasının en önde gelen bağımsız savunucusuydu. 19. yüzyıldan başlayarak ülke Batılı dünya sistemine giderek daha fazla dahil olmaya başladı. Geçtiğimiz yüzyılın başından ve özellikle de yirmili yılların ortalarından itibaren ise, birbirini takip eden Jön Türk rejimleri nedeniyle, yeniden Avrupa’ya doğru siyasi ve daha da önemlisi kültürel bir yönelim sözkonusu oldu. Bu yönelim, yönetimin pozitivist ideallerini paylaşmayan halk çoğunluğu tarafından destek görmedi. Cumhuriyet reformları için halk harekete geçirilirken, yönetim ile halk arasındaki uçurumun aşılmasında Atatürk’ün kahraman kimliği büyük rol oynadı. 1945’te demokrasiye geçildiğinden beri Türkiye’nin siyasi gelişiminin, politikanın ancak belirli kurallar çerçevesinde uygulanarak yetkin olabileceği yönünde bir temel fikir birliği gelişmediği için frenlendiği gözlemlenebilir. Bu durumda Atatürk’ün kimliği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş miti, Türk devleti ve gerek sol gerek sağ her türlü yönetim için bağlayıcı ve stabilize edici unsurlar olarak büyük önem taşımaktadır.
Türk tarihyazımı büyük ölçüde Türk toplumundaki sınıfsal, etnik ve dinsel ayrılıkların zararsız hale getirilmesi için bir alettir. Bu nedenle, Atatürk’ün oynadığı role dair eleştirel yaklaşımlar, ağırlıkla aşırı uçlarda bir siyasi gündeme sahip gruplarda bulunur. Modern Türkiye tarihi üzerinde çalışan tarihçiler, Türklerin geçmişlerine gerçekçi bir gözle bakmalarının sonuçta herkese faydası olacağını düşünse bile, Atatürk’ün kendisinin ve söylediklerinin güncel hayattaki rolü konusunda daima bilinçli olmalıdırlar. Bu da 1927’de bir siyasetçinin tarihçi rolünü, 1992’de ise bir tarihçinin siyasetçi rolünü üstlenmesini gerektirebilir.
1 Nutuk, sadeleştiren Bedi Yazıcı. İstanbul: Süray Sürekli Yayınları AŞ, 1995 (Yazım hataları alıntıda mevcuttur - ç.n.).
ERIK JAN ZÜRCHER, SAVAŞ, DEVRİM VE ULUSLAŞMA, TÜRKİYE TARİHİNDE GEÇİŞ DÖNEMİ: 1908-1928
ÇEVİREN ERGUN AYDINOĞLU, İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 1. Baskı İstanbul, Ocak 2005, 1. Bölüm içinde.
siyahlar bana aittir. DK
ayrıca bkz.
Tarihyazımı/Historiografi üzerine : https://tr.wikipedia.org/wiki/Tarihyaz%C4%B1m%C4%B1
2004, Önsöz Tarihi
Osmanlıca basım https://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Nutuk_1927_Osmanl%C4%B1ca_Bas%C4%B1m.jpg |
1927 yılının Ekim ayında, Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında verdiği söylev, toplam 35 saat 33 dakika sürmüş ve altı güne yayılmıştır.
Bu makalede, modern Türkiye tarihi ve tarihyazımında Nutuk’un oynadığı rolü incelemek istiyorum. Bu konu şahsım için özellikle büyük bir önem taşımaktadır, zira araştırmalarım süresince, gerek 1978-1984 arasında, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin İstiklâl Savaşı’nda oynadığı rol hakkında, gerekse 1984-1989 arasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalefet partisi hakkında yaptığım çalışmalarda yazdıklarım sıklıkla Atatürk’ün Nutuk'ta 1918-1927 arasındaki dönem üzerine yazdıkları ile doğrudan bir yüzleşme ve düzeltme ilişkisi içindeydi.
Atatürk, 1927 yılının baharında, aynı yılın güz aylarında yapacağı konuşmanın hazırlıklarına başladı. Kendi yazışmalarına ilaveten, arşiv dosyalarının da en önemlilerini Çankaya’ya getirtti. Öncelikle kullanacağı arşiv malzemesini seçiyor, bunu takiben birkaç saat boyunca, çıkardığı notları, sırayla görevi devralan sekreterlere dikte ettiriyordu. Günün çalışmaları, sık sık yakın çalışma arkadaşlarının beğenisine sunuluyor, neredeyse her akşam konuklar gün ağarıncaya dek yemek, içmek ve konuşmak -daha doğrusu yemek, içmek ve dinlemek- için konuta çağırılıyorlardı. Bu durumda, cumhurbaşkanının 1919 yılı sonrası Türk tarihi hakkında dev bir hitabe hazırlamakta olduğunun herkes tarafından bilinen bir sır haline gelmiş olması şaşırtıcı değil.
Haziran ayının ortalarında, son dört sene içindeki ikinci kalp krizini geçiren Atatürk, işlerine ara vermek zorunda kaldı. İki haftalık zorunlu bir istirahat döneminden sonra ay sonunda İstanbul’a geçti (ki bu, Mayıs 1919’daki ayrılışından sonra İstanbul’a ilk dönüşüydü). Dolmabahçe Sarayı’na yerleşerek, Nutuk için son hazırlıklarına başladı. Tüm bu hazırlıkların sonunda Atatürk’ün 1923’te kendi kurduğu ve dönemin tek partisi olan Birinci CHP Kurultayındaki altı günlük söylevi ortaya çıktı. 15 ile 20 Ekim tarihleri arasında her gün sabah ve öğleden sonra ortalama üçer saat olmak üzere partiye hitap etti. 1925 baharında muhalefet basınının susturulmasından beri tamamen iktidar tarafından yönetilmekte olan gazeteler, her gün özetler yayımlayarak, cumhurbaşkanının sözlerine geniş yer verdi.
Söylevin resmi konusu, 1919’da İstiklâl Savaşı’nın başından 1927’ye kadar, yeni Türkiye’nin kuruluşunun tarihiydi. Aslında anlatılanlar, 1924’ü 1925’e bağlayan yılbaşı aralığında sona eriyordu. Nutuk’ta 1925-1927 arası döneme ayrılmış olan yer, tüm metnin yaklaşık yüzde bir buçuğundan ibaret. Yazın çalışmalarını bölmek zorunda kalmasaydı, Atatürk’ün bu döneme daha fazla yer ayırmış olacağı düşünülebilir; fakat kanımca, söylevin (bilahare tartışacak olduğum) gerçek hedefleri göz önüne alındığında bu pek muhtemel görünmüyor.
Kurultaydan kısa süre sonra söylevin ilk baskısı, ilginç bir şekilde, Türk Tayyare Cemiyeti himayesinde gerçekleştirildi. İki ciltlik bu lüks baskının metinleri İstanbul’da, haritalarla çizimleri ise Viyana’da basılmıştı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda çıkan halk baskısı ise Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 50 bin kopya basılarak dağıtılmıştı. Bu sayının boyutlarını anlamak için, dönemin Türkiye’sinde halkın sadece yüzde 10,6’sının okuma-yazma bildiğini (kadın-erkek ve şehir-köy oranları arasında da büyük farklar vardı), yani potansiyel okuyucu sayısının tahmini 1,4 milyon kişi olduğunu göz önüne almak gerekir. Basım sayısının yüksekliği, TC idaresinin bu metne verdiği önemi de gösteriyor.
Müteakip yıllarda, hepsi 1928’de kabul edilen Latin alfabesinde olmak üzere, orijinal metnin üç baskısı daha yayımlanmıştır: 1934 ve 1938’in Kültür Bakanlığı yayınlarını, Millî Eğitim Bakanlığı adına Türk Devrim Tarihi Enstitüsü’nün 1950 (I. Bölüm), 1952 (2. Bölüm) ve 1959’daki (3. Bölüm) yayınları izlemiştir. Bu son baskı 1973 yılına kadar on üç defa tekrar basılmıştır. 1938 yılında tek cilt olarak (ki buna belgeler 1927’de Türk Tayyare Cemiyeti’nin dahil edilmemişti), popüler ve devletin büyük para yardımıyla çıkan baskı hariç hepsi, iki cilt metin ve bir cilt belgeden müteşekkildi.
Orijinal Osmanlıca baskıların yanısıra, 1963’ten beri, Türk Dil Kurumu tarafından Söylev adıyla en az altı kez daha basılmıştır. “Söylev” kelimesi gibi metnin geri kalanı da yeni Türkçeye çevrildi. 1973-1975 yıllarında da yeni bir diğer modernizasyon, belgeler olmaksızın, iki cilt halinde yayımlandı. Bu baskı, on yıl önce yayımlandığında fazla yapay bir öztürkçe kullandığı düşünülen Türk Dil Kurumu Söylev'ine bir tepki olarak çıktı. Bu sefer daha doğal bir modern Türkçe kullanımına özen gösterildi.
Günümüz Türkiye’sinde metnin orijinalini anlayabilecek çok az sayıda insan olması, bu “modern” baskılara ihtiyaç doğuruyor. Atatürk’ün kullandığı geç dönem Osmanlıca, gerek metnin kendisinde görülebildiği kadarıyla, gerekse dış kaynaklardan alınan bilgilere göre, Namık Kemal’in üslûbundan büyük etkiler taşıyor. Her ne kadar 1860’lar için Namık Kemal’in dili şaşırtıcı derecede sarih olsa da, sözcüklerin seçimi ve dizimi, Arapçadan alınmış öğelerle doluydu. Türkiye’de otuzlu yıllardan beri dura kalka devam eden dil devrimi o kadar etkili oldu ki, günümüzde Türkler özel eğitimden geçmeden bu metni anlayamazlar. Resmi olarak dildeki bu sürece “sadeleştirme” ya da “özleştirme” dense de, günümüzde daha sıklıkla kullanılan terim “Türkçeye çevrilmiş”tir. Bu da günümüz Türklerinin kendilerini, imparatorluğun dilinden bile ne kadar uzak gördüklerinin bir işareti. Sadeleştirme ve özleştirme ile uğraşanların, Türkiye koşullarında kendilerine ne kadar özgürlük tanıyabildikleri ilginç bir araştırmaya konu olabilir.
İyice basitleştirilmiş bir baskı, Milliyet gazetesi tarafından çocuk kitabı olarak çıkartıldı. Nutuk, zaman zaman çizgi roman haline de getirildi.
Nutuk daha 1928-29 yıllarında çevrilerek Almanca, İngilizce ve Fransızca basıldı. Üç tercüme de Leipzig’deki Koehler Yayınevi tarafından yayımlandı. Dr. Paul Roth tarafından Türkçeden yapılan Almanca tercüme gayet kalitelidir. Almancaya yapılan edilen iki çeviri ise yanlışlarla dolu ve güvenilir değil. Buna rağmen İngilizce çeviri, 1962 ve 1973 yıllarında Millî Eğitim Bakanlığı’nca hiçbir değiştirme yapılmadan yeniden basıldı. 1929-1934 yıllarında Moskova’da ise dört ciltlik bir Rusça tercüme basıldı.
Bu kadar ilgi görüp Türk tarihinin yazılmasında bu kadar büyük bir rol oynayan bu metnin hâlâ bilimsel bir baskısının yapılmamış olması ilginçtir. Atatürk’ün düzeltmelerini de içeren Nutuk elyazmaları, Atatürk’ün ölümünün ardından önce Ziraat Bankası’nda bir kasaya, sonra da Genelkurmay’ın ATAŞE arşivine kaldırılmıştır. Ne yazık ki bu, tüm Türk arşivleri arasında en ulaşılamaz olanıdır. Türk tarihyazımında herhalde en büyük eksiklik, elyazmalarına, eldeki arşivlere ve Atatürk’ün çevresindekilerin tanıklıklarına dayanılarak derlenmiş, açıklayıcı notlar da içeren eleştirel bir Nutuk basımıdır.
Nutuk, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinin yazılmasında çok büyük bir rol oynamıştır.
Türkiye’deki lise ve üniversite ders kitapları, kimi zaman değişik sözcüklerle, kimi zamansa doğrudan olmak üzere sık sık Nutuk’tan alıntı yapar. Popüler ve hattâ bilimsel tarihyazımında da daima temelde Nutuk takip edilir. Bu sadece Türkiye’deki çalışmalar için değil, Avrupa ve Amerika’dakiler için de geçerlidir.
Şüphesiz, Atatürk’ün sözlerinin nesnel gerçekler olarak kabul edilmiş olmasında, modern Türkiye’nin kurtarıcısı ve kurucusu olarak sahip olduğu büyük prestijin de payı vardır; fakat buna ilaveten, Atatürk’ün anlatısını kontrol etmek için elimizde ne kadar kaynak bulunduğu sorusunu unutmamak gerekir.
Bu durumda, Ortadoğu’da pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de modern bir tarihçi için durum pek parlak değildir. Bilindiği gibi, Türkiye’deki arşivlerin kısıtlayıcı tutumları yıllardır tartışma konusu olmuştur. 1989’da, dış baskıların da etkisiyle daha liberal bir rejimin göreve başlamasıyla, Başbakanlık Arşivi’nin elli yıldan eski, kataloglanmış ve Türk devletine zarar vermeyecek içerikteki bölümleri kullanıma açıldı. Bu arşiv, Kurtuluş Savaşı veya Türkiye Cumhuriyeti gibi Nutuk’ta sözü geçen konuların arşivlerinden ziyade, Osmanlı merkez idaresinin arşivlerini barındırıyor. Nutuk konuları için gerekli olanlar ise, Genelkurmay, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü ve Cumhurbaşkanlığı arşivleri. Bu arşivlere girmek hâlâ sorunlu görünse de, zaman zaman güvenlik ihlalleri olmuyor değil: Bir süre önce Cumhurbaşkanlığı arşivlerinin bir görevlisi, bu arşive dahil edilmiş olan “Atatürk Arşivi”nin fotokopilerini siyasi bir gazeteye satmıştı.
Sadece yabancılar değil, Türkler de bu durumda dönemin tarihi için yurtdışındaki arşivlere başvuruyorlar. Bu arşivler ise Türkiye arşivlerinin yerini tam olarak tutamıyor. Özellikle Nutuk’ta da izleri görülebilen, Müdafaa-i Hukuk hareketi içerisindeki çekişmeler konusunda dışarıdaki arşivler uygun değil.
Lise ve üniversitelerde zorunlu ders olarak okutulan “İnkılap Tarihi”ne verilen öneme rağmen, İstiklâl Savaşı tarihine dair belgelerin, kaynak oluşturma amacıyla, sistemli bir şekilde yayımlanması Türkiye'de inatla ihmal ediliyor.
Bu konuda Türk basını, sadece sansüre uğramadığı Ekim 1923 - Mart 1925 arasında kullanılabilir. Bu oldukça kısa dönem içerisinde, daha Jön Türkler döneminde tamamen gelişmiş olan Türk basını, etkin ve eleştirel idi.
Geriye kalan, Atatürk’ün çağdaşlarının ve çalışma arkadaşlarının tanıklıkları. Bu kişilerin çoğu hatıralarını yayımladılarsa da, bu neredeyse istisnasız olarak ellili yıllarda Türkiye siyasetinin liberalleşmesinin ve çok partili sisteme geçişin ardından gerçekleşti. Kurtuluş hareketinin önemli şahsiyetlerinden sadece Halide Edip Adıvar (Atatürk’ün oynadığı rol hakkında çok da eleştirel olan) hatıralarını yayımladı ki (1928 ve 1930’da, kuşkusuz Nutuk’a bir tepki olarak), bunlar da zaten İngilizce basılarak, bir nesil sonrasına kadar Türkiye’de yayımlanamadı. Sonuçta, Atatürk’ün tarih yorumu bir nesil boyunca herhangi bir itirazla karşılaşmadan, tüm çevreleri etkisi altına aldı.
Kırk yıldır giderek artan sayıda, farklı bir görünüm sunan hatıralar yayımlandıkça, Nutuk’un da “resmi tarihyazımı”na, yani enstitüleri, kongreleri ve ders kitaplarıyla bütün bir tarih endüstrisine etkisi asgari düzeyde kalmıştır.
Peki Nutuk nasıl bir metindir ve hangi amaçla yazılmıştır?
Atatürk’ün kendi sözleriyle amacı, “büyük bir milletin istiklalini nasıl kazandığını... millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmak.”
Burada tarihyazımının sözkonusu iddiası, gerek Türkiye’de, gerekse yurtdışında genellikle kabul görüyor. Daha önce de belirtildiği gibi, Atatürk’ün Nutuk’ta belirlediği tarih yorumu, ana hatlarıyla takip ediliyor. Türkiye’de, özellikle yetmişli yıllarda, Nutuk’un özellikleri ve değeri sıklıkla tartışma konusu oldu. Fakat tartışılan, metnin öncelikli olarak tarihyazımı ya da önemli bir tarihsel kaynak olarak görülmesinin icap etmesi; yani Atatürk’ün siyasetçi olarak bulunduğu konumda tarih yazmasının mı, yoksa bu görevi gelecek nesillere bırakmasının mı daha doğru olduğuydu.
Kimi yorumlarda, olaylı 1925-1927 yıllarının Atatürk tarafından sembolik olarak izole edilip geleceğin yolunun çizilmesiyle, Nutuk’un siyasi bir yönü de bulunduğu, en azından siyasi bir manifesto olduğu kabul edilmiştir. Genel tartışmalarda bu boyuta pek ilgi gösterilmemiş ve her halükârda, Türk tarihçilerinin gözünde, metnin güvenilirliği bu nedenle bir zarar görmemiştir. Bu bağlamda sık sık Nutuk’un orijinal belgelerden yola çıkılarak yazıldığı belirtilse de, bu belgelerin Atatürk tarafından seçilmiş belgeler olması konusuna değinilmemiştir.
Bana göre bu yaklaşımla, Nutuk’un özü anlaşılamamaktadır. Nutuk’tan hemen önceki yıllar sadece bir dizi önemli kültürel ve sosyal reformla değil, aynı zamanda her türlü siyasi muhalefetin bastırılmasıyla da tanımlanmaktadır.
CHP içinde, otoriter bir çizgide radikal sosyal ve kültürel reform taraftarları ile ılımlı liberal kanat arasındaki gerilim, 1924 yılında millî mücadelenin liderlerinden birkaçının partiden koparak, resmi muhalefet olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmalarına yol açtı. Şubat 1925’te birkaç Doğu ilinde çıkan Kürt ayaklanması, Atatürk liderliğindeki radikal kanada, sıkıyönetim ilân ederek, Takrir-i Sükûn Yasası’nın kabul edilmesiyle her türlü muhalefeti susturma fırsatı verdi. Kürt ayaklanması bastırıldı, fakat aynı zamanda muhalefet partisi de kapatıldı ve muhalif basının sesi kesildi.
1926 yazında Atatürk’ün canına kasteden bir suikast girişiminin ortaya çıkarılması (ki yönetimin bunu bir süre öncesinden haber almış olması muhtemeldir), tüm olası rakiplerin iktidardan uzaklaştırılması için bir fırsat yarattı. İzmir ve Ankara’da gerçekleştirilen iki göstermelik mahkemede, 1918’deki Jön Türk liderlerinin hayatta kalanları ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın liderleri komploya suç ortaklığı yapmakla suçlandılar. Jön Türk liderleri idam edildilerse de, eski TCF liderlerinin İstiklâl Savaşı kahramanları olarak halk arasında, özellikle de orduda prestiji o kadar yüksekti ki, buna bir de etkileyici savunmaları eklenince, mahkûm edilmeleri imkânsız hale geldi. On yıla mahkum edilen tek TCF lideri, eski TCF başkanı ve Atatürk’ün millî bağımsızlık hareketindeki baş rakibi Hüseyin Rauf Orbay’dı. Orbay 1926 itibariyle Londra’da bulunduğu için gıyabında yargılanmıştı. Kendisini, oradan meclis başkanına yolladığı iki açık mektupla savundu. Bu mektuplarda, yönetimin davranışını ve İstiklâl Mahkemeleri’ni gayri kanuni olarak tanımlayarak, suçlanan meclis üyelerinin çoğunun dokunulmazlık sahibi olmalarına dikkat çekiyordu. Bu mektupların kopyaları, Orbay tarafından tüm önde gelen gazete yönetimlerine de gönderilmişti.
Atatürk 1927 başlarında Nutuk’u hazırlamaya giriştiğinde, bu olaylar sadece birkaç ay önce gerçekleşmişti ve paşaların konumları ile davranışları kamuoyunda güncelliğini korumaktaydı. İnanıyorum ki, Nutuk, her şeyden önce Atatürk’ün 1925’teki muhalefeti bastırma ve 1926’daki siyasi temizliği haklı çıkarma çabasıdır. Bunun için seçilen araç, yakın Türk tarihinin yeniden yazılmasıdır.
Metnin tamamında muhalefet liderlerinin eleştirilmesine ve İstiklâl Savaşı’ndaki rollerinin küçümsenmesine rastlarız. Rauf Orbay ve yandaşı paşalar Kâzım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy, Refet Bele ve Cafer Tayyar Eğilmez, metnin pek çok yerinde tekrar tekrar eleştiri, suçlama ve alaylara hedef olur. Buna ilaveten, metnin son yüzde yirmilik bölümü ise neredeyse tamamen cumhuriyetin ilânını izleyen dönemde milliyetçi hareket içinde meydana gelen hizipleşmeye ve siyasi bir muhalefetin oluşmasına ayrılmış. Bu süreç, Rauf Orbay’ın başının altından çıkan karanlık bir komplo olarak anlatılıyor. Bu bağlamda, Nutuk’un 1925’te sona ermesi de anlam kazanmaktadır. Ne de olsa, artık 1925’ten itibaren muhalefetin sesi susturulmuştur.
Nutuk’un, kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından tartışmalı bulunan bir siyasi baskının savunulmasına yönelik bir çalışma olduğunun görülmesi gerekliliği, beraberinde, gerçeğin çeşitli noktalarda bir hayli çarpıtılmış bir resmini sunduğu ihtimalini de getiriyor.
Son on iki yılda yapmış olduğum araştırmalar ışığında, Nutuk’un hangi açılardan gerçek olayların çarpıtılmış bir görünümünü sunduğunu düşündüğümü özetlemeye çalışayım. Ayrıntılardaki çeşitli noktalardan ziyade, metnin, üç değişik konuda aslında varolmayan bir devamlılığı öne sürerek, dönem tarihine bakışın açık veya örtülü bir şekilde çarpıtılmasına yol açan kısımları önem taşımaktadır.
Nutuk, Atatürk’ün Anadolu’ya çıkışıyla başlar. “1335 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım”,(1) ilk sözleridir. Ardından, o dönemdeki Osmanlı İmparatorluğu’nun genel durumunu tarif eder; çökmüş ve umutsuz, işgalcilere ve imparatorluğun parçalanmasına karşı ayaklanan ötede beride birkaç yerel gruptan fazlası yok. Bu durum, gerçeği birkaç noktada çarpıtmaktadır. Bölgesel direniş hareketleri, muhtemelen Atatürk’ün Anadolu’ya çıkışını da sağlamış olan İttihad ve Terakki tarafından kurulmuş ve yönetilmekte olan merkezi bir organizasyonun ürünü olup Atatürk katıldığında direniş altı aydır devam etmekteydi. Atatürk, bu nitelikli direniş grubunu, kendi teşkilâtının başına geçmeye çalışan bir alay gaspçı olarak resmediyor. Gerçekte ise Atatürk, onların kurdukları teşkilâtları yavaş yavaş kendi eline geçirecekti. Bu anlattığı biçimiyle, 1918 öncesi ve sonrası arasındaki devamlılık bir hayli karmaşıklaşıyor.
Tüm metin boyunca Atatürk, bağımsızlık hareketinin, aynı zamanda yeni bir Türk devleti doğrultusunda bilinçli bir gelişme olduğu izlenimini veriyor. Koşullar altında sadece parça parça açıklayabilmiş olduğu belirli bir plan, bir “millî sır” çerçevesinde çalıştığını söylüyor. Planlarını (saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilânı, Ankara’nın başkent olması, halifeliğin kaldırılması) gerçekleştirdikçe, dar görüşlü yandaşlarının saf değiştirmeye başladıkları söyleniyor. Burada karşımıza çıkan bir başka yanıltma, Millî Mücadele’nin İstanbul’un işgal altında olduğu bir dönemde oluştuğunun ve Osmanlı’nın (bir bölümünün) devamı amacını güttüğünün gözardı edilmesidir. Hareket üyelerinin büyük bir çoğunluğu, şüphesiz, Allah, padişah ve vatan için çarpıştıklarını düşünüyordu. Sakarya’daki son zafer ertesinde dağıtılan savaş madalyalarının Osmanlı madalyaları olmaları ve padişahın doğum gününün tüm Kurtuluş Savaşı süresince Ankara’da kutlanması bu bağlamda çok anlamlıdır. Atatürk’ün daha işin başında yeni bir devlet kurmayı hedeflediğine dair elimizde hiçbir kanıt bulunmamaktadır.
Çarpıtılan üçüncü önemli nokta ise, 1919-1922 arasındaki Müdafaa-i Hukuk hareketiyle, 1927’de kurulan CHP arasında varolduğu öne sürülen devamlılık. 1923’te, Atatürk karşıtı hiçbir rakibin katılamadığı seçimlerin ardından, seçilmiş meclisin üyeleri hem CHP’yi kurdular, hem de yeni partinin, millî direniş hareketinden geriye kalan, maddi olan veya olmayan her şeyi devralmasını kararlaştırdılar. CHP’nin millî hareketle tamamen özdeşleşmesi, Atatürk’ün, 1924’te millî hareketin mirasının cumhurbaşkanı çevresindeki bazı radikal gruplar tarafından sahiplenilmesini kabul etmeyerek partiden ayrılan eski İstiklâl Savaşı liderlerini komplocu vatan düşmanları olarak gösterebilmesine imkân tanıdı.
Nutuk, hem metnin kendisi açısından hem de 1919 sonrası tarihin CHP kurultayına resmi bir rapor olarak sunuluşu olmasıyla, hitabenin yapıldığı yer açısından büyük önem taşıyor. Kurultay da Nutuk’u bu kapsamda kabul ederek, Kurtuluş Savaşı’nı partinin yetkisi dahiline alıyordu. 1927 kurultayı resmi kaynaklarda daima CHP’nin ikinci kurultayı olarak anılır, zira 1919’da Sivas’ta millî direniş hareketinin kuruluş toplantısı (Sivas Kongresi) tarihsel ilk parti kurultayı olarak kabul edilmektedir.
Nutuk’un şüpheli bir tarihsel kaynak olduğu bütün bu noktaların tamamının, Atatürk’ün ve eski savaş arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ile bu iki taraf arasındaki ilişkilerle doğrudan ilişkili olması, metnin savunmacı özelliğini tekrar tespit eden ilginç bir husus.
Yukarıda yazdıklarımla, Nutuk’un her ne kadar tarihyazımı özellikleri taşısa da, temelde hitabenin şekil ve içeriğinin, aslında Atatürk’ün siyasetçi kişiliği tarafından belirlendiğini düşündüğümü yeterince açıkladığımı umuyorum. Bir siyaset adamı, tarihçi olmuştur. Bununla beraber, bu konularla ilgileniyorsak, benim gibi Nutuk’un tarihsel özelliklerini sorgulayan bir tarihçinin, Türkiye’de akademik olduğu kadar, siyasi bir tartışmanın da içine girdiğinin farkında olmalıyız.
Türkiye sürekli bir kimlik bunalımı içinde olan bir ülke. Tüm modern çağ boyunca Osmanlı İmparatorluğu, İslâm ve Ortadoğu kültürel mirasının en önde gelen bağımsız savunucusuydu. 19. yüzyıldan başlayarak ülke Batılı dünya sistemine giderek daha fazla dahil olmaya başladı. Geçtiğimiz yüzyılın başından ve özellikle de yirmili yılların ortalarından itibaren ise, birbirini takip eden Jön Türk rejimleri nedeniyle, yeniden Avrupa’ya doğru siyasi ve daha da önemlisi kültürel bir yönelim sözkonusu oldu. Bu yönelim, yönetimin pozitivist ideallerini paylaşmayan halk çoğunluğu tarafından destek görmedi. Cumhuriyet reformları için halk harekete geçirilirken, yönetim ile halk arasındaki uçurumun aşılmasında Atatürk’ün kahraman kimliği büyük rol oynadı. 1945’te demokrasiye geçildiğinden beri Türkiye’nin siyasi gelişiminin, politikanın ancak belirli kurallar çerçevesinde uygulanarak yetkin olabileceği yönünde bir temel fikir birliği gelişmediği için frenlendiği gözlemlenebilir. Bu durumda Atatürk’ün kimliği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş miti, Türk devleti ve gerek sol gerek sağ her türlü yönetim için bağlayıcı ve stabilize edici unsurlar olarak büyük önem taşımaktadır.
Türk tarihyazımı büyük ölçüde Türk toplumundaki sınıfsal, etnik ve dinsel ayrılıkların zararsız hale getirilmesi için bir alettir. Bu nedenle, Atatürk’ün oynadığı role dair eleştirel yaklaşımlar, ağırlıkla aşırı uçlarda bir siyasi gündeme sahip gruplarda bulunur. Modern Türkiye tarihi üzerinde çalışan tarihçiler, Türklerin geçmişlerine gerçekçi bir gözle bakmalarının sonuçta herkese faydası olacağını düşünse bile, Atatürk’ün kendisinin ve söylediklerinin güncel hayattaki rolü konusunda daima bilinçli olmalıdırlar. Bu da 1927’de bir siyasetçinin tarihçi rolünü, 1992’de ise bir tarihçinin siyasetçi rolünü üstlenmesini gerektirebilir.
Hollandacadan çeviren | MELİS BEHLİL
.....................1 Nutuk, sadeleştiren Bedi Yazıcı. İstanbul: Süray Sürekli Yayınları AŞ, 1995 (Yazım hataları alıntıda mevcuttur - ç.n.).
ERIK JAN ZÜRCHER, SAVAŞ, DEVRİM VE ULUSLAŞMA, TÜRKİYE TARİHİNDE GEÇİŞ DÖNEMİ: 1908-1928
ÇEVİREN ERGUN AYDINOĞLU, İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 1. Baskı İstanbul, Ocak 2005, 1. Bölüm içinde.
siyahlar bana aittir. DK
ayrıca bkz.
Tarihyazımı/Historiografi üzerine : https://tr.wikipedia.org/wiki/Tarihyaz%C4%B1m%C4%B1
18 Mart 2017 Cumartesi
Türkiye'de Tek Partili Dönem (1923-1946)
Türkiye Cumhuriyeti'nde tek parti dönemi Osmanlı hanedanının sürgün edilmesinden sonra ilan edilen cumhuriyet rejimi ile başlar (1923). MKP (Milli Kalkınma Partisi) kuruluncaya dek 1923-1946 yılları arasında CHP ülkenin tek partisiydi. DP (Demokrat Parti) karşısında 1946'da yapılan ilk çok partili seçimi kazanan CHP bunda 4 yıl sonra Demokrat Parti'ye iktidarı bıraktı (1950). Bu yıldan günümüze dek CHP bir daha tek başına iktidar olamadı.
Tek partili dönemde Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, çok partili demokrasiye geçebilmek için CHP'ye karşı olacak muhalefet partilerinin kurulmasını istemişti. 1930 senesinde Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) kuruldu fakat kurucusu tarafından kapatıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) 1924 yılında Kâzım Karabekir tarafınca kurulud fakat üyelerinin 1925'te patlak veren Şeyh Said İsyanı'na karışmalarının öğrenilmesinden sonra kapatıldı. Mustafa Kemal cumhuriyetin kuruluşundan sonra halk oyuyla cumhurbaşkanı olmamıştır, partisine karşı muhalif bir parti dahi tutunamamıştır.
Tek Partili Dönemin Politikası: Demokrasi
Türkiye'de tek partili yönetimin, günümüzdeki anlayış ve tanımı çerçevesinde demokrasiye sığmadığı çok açıktır, tek partili rejimin özgürlük ve insan haklarına saygı kriterleri açısından çokça eleştiriye maruz kalmıştır.
Orta ve Doğu Avrupa sol ve sağ diktatörlerin baskısı altındaydı. İtalya'da Mussolini, Almanya'da Hitler, İspanya'da Franko'nun ülkelerini faşist yönetimleri; Sovyet Rusya'daysa Stalin'in komünist bir yönetimi vardı. İsviçre, Fransa ve Belçikta'da kadınların en temel insani haklarından biri olan siyasala haklarından yoksun halde bulunuyorlardı. Türkiye kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk ülkeydi ancak Türk kadınları oy kullanacak bir seçime gidememiştir.
Tek partili dönemde Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, çok partili demokrasiye geçebilmek için CHP'ye karşı olacak muhalefet partilerinin kurulmasını istemişti. 1930 senesinde Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) kuruldu fakat kurucusu tarafından kapatıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) 1924 yılında Kâzım Karabekir tarafınca kurulud fakat üyelerinin 1925'te patlak veren Şeyh Said İsyanı'na karışmalarının öğrenilmesinden sonra kapatıldı. Mustafa Kemal cumhuriyetin kuruluşundan sonra halk oyuyla cumhurbaşkanı olmamıştır, partisine karşı muhalif bir parti dahi tutunamamıştır.
Tek Partili Dönemin Politikası: Demokrasi
Türkiye'de tek partili yönetimin, günümüzdeki anlayış ve tanımı çerçevesinde demokrasiye sığmadığı çok açıktır, tek partili rejimin özgürlük ve insan haklarına saygı kriterleri açısından çokça eleştiriye maruz kalmıştır.
Orta ve Doğu Avrupa sol ve sağ diktatörlerin baskısı altındaydı. İtalya'da Mussolini, Almanya'da Hitler, İspanya'da Franko'nun ülkelerini faşist yönetimleri; Sovyet Rusya'daysa Stalin'in komünist bir yönetimi vardı. İsviçre, Fransa ve Belçikta'da kadınların en temel insani haklarından biri olan siyasala haklarından yoksun halde bulunuyorlardı. Türkiye kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk ülkeydi ancak Türk kadınları oy kullanacak bir seçime gidememiştir.
loading...
loading...
29 Mart 2009 Pazar
Cumhuriyet Halk Partisi (1992)-Türkiye'de siyasi partiler tarihi
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu, İsmet İnönü ve Bülent Ecevit'in genel başkanlığını yaptığı, 12 Eylül Darbesi'nin ardından kapatılan Cumhuriyet Halk Partisi'nin adıyla; darbe öncesinde düzenlenen son kurultaydaki 1538 delegeden 1338'inin katılımı ve oy birliği ile 9 Eylül 1992'de kurulan Türk siyasi partisi. CHP, 1980 Darbesi sonrasında kapatılan siyasi partilerin aynı ad, rumuz, amblem, rozet ve benzeri işaretleri kullanarak yeniden açılabilmesine izin veren 19 Haziran 1992 tarih ve 3821 sayılı yasaya dayanarak kurulmuştur.
Konu başlıkları
Konu başlıkları
1 Tarihçesi
1.1 Açılmadan önceki dönem
1.2 Kuruluş sonrası gelişmeler
1.3 Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yle birleşmesi
1.4 Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında kaldığı dönem
1.5 Ana muhalefet partisi oluşu
1.6 22 Temmuz 2007 Seçimlerinin ardından
2 Cumhuriyet Halk Partisi ve seçimler
2.1 Milletvekili genel seçimleri
2.2 Yerel seçimler
3 Genel Başkanları
4 Kaynakça ve dipnot
Tarihçesi
Açılmadan önceki dönem
12 Eylül Askeri yönetimi ülkedeki tüm siyasi faaliyetleri yasaklamıştı.Büyük gözaltılar,siyasi davalar yaşandı.Bu arada yeni anayasanın hazırlıkları da sürüyordu.nihayet 7 Kasım 1982'de anayasa halkoyuna sunuldu ve %91.3 oyla anayasa kabul edildi.Aynı oylamayla MGK ve Devlet Başkanı Kenan Evren de 7.cumhurbaşkanlığına seçildi.Seçimlerin 6 Kasım 1983'te yapılacağı açıklandı ve 1983 ortalarında siyasi faaliyetler serbest bırakıldı ancak MGK işleri sıkı tutuyordu.Partiler kurulurken MGK'ya kurucuları veto etme yetkisi verildi.
Bu yüzden kapatılan CHP'nin tabanına hitap eden Erdal İnönü'nün kurduğu SODEP seçimlere katılamadı.Öte yandan Adalet Partisi'nin ardılı olarak kurulan Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi de vetolardan nasibini almıştı.Seçimlere Turgut Özal'ın başında bulunduğu ANAP,Necdet Calp'in başında bulunduğu Halkçı Parti ve Turgut Sunalp'in Milliyetçi Demokrasi Partisi katıldı.6 Kasım 1983 seçimleri sonucunda ANAP %45 oy alarak tek başına iktidara geldi ve Turgut Özal yeni hükümeti kurdu.(ANAP:212,HP:117,MDP:71 ) CHP seçmenine seslenen Halkçı Parti %30 oy almıştı.
Bu yüzden kapatılan CHP'nin tabanına hitap eden Erdal İnönü'nün kurduğu SODEP seçimlere katılamadı.Öte yandan Adalet Partisi'nin ardılı olarak kurulan Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi de vetolardan nasibini almıştı.Seçimlere Turgut Özal'ın başında bulunduğu ANAP,Necdet Calp'in başında bulunduğu Halkçı Parti ve Turgut Sunalp'in Milliyetçi Demokrasi Partisi katıldı.6 Kasım 1983 seçimleri sonucunda ANAP %45 oy alarak tek başına iktidara geldi ve Turgut Özal yeni hükümeti kurdu.(ANAP:212,HP:117,MDP:71 ) CHP seçmenine seslenen Halkçı Parti %30 oy almıştı.
24 Mart 1984 yerel seçimlerini de ANAP kazandı.Bu defa SODEP ve DYP'de seçimlere katıldı.SODEP,ANAP'ın ardından ikinci sırayı aldı.CHP oylarının SODEP'te toplanacağı anlaşılıyordu. [6] 13 Nisan 1984'te toplanan SODEP 1.Küçük Kurultayı'nda Genel Başkan Erdal İnönü solda tek çatının şart olduğunu söyledi.Temmuz ayında SODEP lideri İnönü ve HP lideri Necdet Calp birleşme konusunda prensipte anlaştıklarını açıkladılar.1985 Haziran ayında Aydın Güven Gürkan Halkçı Parti genel başkanı seçildi ve birleşmeden yana olduğunu açıkladı.Hatta Gürkan birleşmeye 1985 yılında son CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in eşi Rahşan Ecevit tarafından kurulan Demokratik Sol Parti'nin de dahil olmasını istedi ancak ret cevabı aldı.
26 Eylül 1985'te Gürkan ve İnönü SODEP-HP birleşme protokolünü imzaladılar ve yeni partinin adını Sosyaldemokrat Halkçı Parti olarak açıkladılar.HP kurultay toplanarak partinin adı SHP olarak değiştirildi.Ardından toplanan SODEP kurultayında parti feshedildi ve SHP'ye katıldı.30 Mayıs 1986'da SHP 1.Kurultay toplandı ve Erdal İnönü genel başkan seçildi.İnönü daha sonra 26 Eylül 1986'da yapılan araseçimlerde milletvekili seçilerek TBMM'ye girdi.SHP bu seçimlerde %22 oy almıştır.
26 Eylül 1985'te Gürkan ve İnönü SODEP-HP birleşme protokolünü imzaladılar ve yeni partinin adını Sosyaldemokrat Halkçı Parti olarak açıkladılar.HP kurultay toplanarak partinin adı SHP olarak değiştirildi.Ardından toplanan SODEP kurultayında parti feshedildi ve SHP'ye katıldı.30 Mayıs 1986'da SHP 1.Kurultay toplandı ve Erdal İnönü genel başkan seçildi.İnönü daha sonra 26 Eylül 1986'da yapılan araseçimlerde milletvekili seçilerek TBMM'ye girdi.SHP bu seçimlerde %22 oy almıştır.
6 Eylül 1987'de ANAP iktidarı 12 Eylül idaresince getirilen siyasi yasakların kaldırılması için referanduma gitti. Kılpayı bir farkla yasakların kaldırılması kabul edildi.(EVET:%50.1,HAYIR:%49.8) Başbakan Turgut Özal daha bu sonuç ortaya çıkmadan önce Kasım ayında erken seçime gidileceğini açıkladı.13 Eylül'de Bülent Ecevit DSP'nin başına geçti. Süleyman Demirel de DYP başkanlığını devraldı.
29 Kasım 1987 genel seçimlerinde ANAP ikinci kez tek başına iktidara geldi,oy oranı düşmüştü ama çoğunluğu yine de kazanabilmişti.ANAP bu seçimlerde %36 oy alarak 292 milletvekili kazandı.SHP %24 ile 99 ,DYP ise %19 oyla 59 milletvekilliği kazandı. [8] Bülent Ecevit'in başına geçtiği DSP %8.5 oy almış ancak %10 barajını aşamayarak meclis dışında kalmıştı.Aynı şekilde MÇP ve RP'de TBMM dışında kaldı. Ecevit bu sonucun ardından bir süre siyasetten çekildi.
25 Haziran 1988'de Erdal İnönü SHP genel başkanlığına yeniden seçildi. Ancak partiye Deniz Baykal grubu hakim oldu. Deniz Baykal SHP genel sekreteri seçildi. 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde SHP kazandı.SHP;İstanbul,Ankara ve İzmir belediye başkanlıklarıyla 39 ilin belediye başkanlığını kazanmıştı ayrıca il genel meclisi seçimlerinde %28.8 oy almayı başarmıştı. [9] SHP ve DYP ANAP iktidarının meşruiyetini kaybettiğini halıkn desteğini yitirdiğini ve bu nedenle genel seçimlerin yenilenmesi gerektiğini savunmaya başladılar. Turgut Özal 9 Kasım 1989'da Kenan Evren'den boşalan cumhurbaşkanlığına SHP ve DYP'nin muhalefetine rağmen seçildi. 12 Aralık 1990'da İnönü ile Demirel buluştu, ortak bildiri imzalayarak erken seçim istediler. Bu arada SHP içinde İnönü-Baykal mücadelesi yaşanıyordu. Eylül 1990'da Genel Başkan Erdal İnönü ile anlaşmazlığa düşen Genel Sekreter Deniz Baykal bu görevinden istifa etti. 29 Eylül 1990'daki SHP 6.Olağanüstü Kurultayında Erdal İnönü ve Deniz Baykal karşı karşıya geldi. Ancak İnönü 504 oyla genel başkanlık seçimini kazandı.Deniz Baykal ise 405 oy aldı.SHP Genel Sekreterliği'ne Hikmet Çetin seçildi. Ancak parti içinde Baykal'ın muhalefeti bitmedi. Haziran 1991'deki olağan kurultayda İnönü-Baykal bir defa daha karşı karşıya geldi. Ancak bu kez de kazanan İnönü oldu,üçüncü tur oylamada İnönü 534,Baykal 451 oy aldı. SHP'nin 44 kişilik parti meclisine Baykal listesinden 15,İnönü listesinden ise 28 kişi seçildi. Hikmet Çetin Tekrar genel sekreter seçildi.
Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından ANAP içinde de iktidar mücadelesi yaşanıyordu. Mesut Yılmaz Haziran 1991'de ANAP genel başkanı seçildi ve parti Ekim'de erken seçimlere gidilmesini kararlaştırdı.
20 Ekim 1991 seçimlerini DYP kazandı.(DYP:178,ANAP:115, SHP:88,RP:62,DSP:7) [10]
DYP %27 oy almıştı,SHP %20 oy alabilmiş ve üçüncü sıraya gerilemişti, 1989 yerel seçimlerinde elde edilen başarı bu defa çok uzaktaydı.Bu en fazla parti içi muhalefetin işine yarayacaktı. SHP seçimlere Halkın Emek Partisi (HEP) ile birlikte katıldı.Seçimlerden sonra TBMM açılışında Kürt kökenli milletvekillerinin Kürtçe yemin etmeye kalkışması ortalığı karıştırdı. 21 Mart 1992 Nevruz Bayramı'nda çıkan olaylar sonucunda da SHP içindeki HEP kökenliler partiden istifa ettiler. HEP hakkında kapatma davası açılınca DEP kuruldu ancak her ikiside daha donra kapatıldı.(11 Mayıs 1994'te HEP ve DEP mensupları HADEP'i kurdular)
Hükümeti kurma görevi DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel'e verildi.Demirel DYP-SHP koalisyon hükümetini 20 Kasım 1991'de kurdu.SHP Genel Başkanı Erdal İnönü Başbakan Yardımcılığı görevini almıştı.
25-26 Ocak 1992'deki 7.Olağanüstü Kurultay öncesinde Deniz Baykal ve İsmail Cem birlikte Yeni Sol adlı bir kitap yayımladıladılar.SHP'nin yeniden yapılandırılmasını öngördüler.7.Olağanüstü Kurultayda İnönü ,Baykal'ı bir kez daha yendi ve genel başkanlığa seçildi.
Kuruluş sonrası gelişmeler
Haziran 1992'de 12 Eylül rejiminin ürünü eski siyasi partilerin aynı adla tekrar açılmasını engelleyen yasa kaldırıldı.Eski partilerin açılabilmesi sağlandı.Bu karar en fazla CHP tabanını etkiledi.3 Mayıs 1992'de CHP'nin hayatta olan son Genel yönetim Kurulu üyeleri bir bildiri yayımladılar.Cumhuriyet Halk Partisi yeniden açılıyordu.Bildirinin altında imzası bulunanlar şu isimlerdir: Erol Tuncer, Hayrettin Uysal, Altan Öymen, Metin Somuncu, Metin Tüzün, Erdoğan Bakkalbaşı, Coşkun Karagözoğlu, Orhan Akbulut, Avni Gürsoy, Güler Gürpınar, Mehmet Gümüşlü, Hayri Öner, Celal Doğan, Nebil Oktay, Nail Atlı, Mehmet Dedeoğlu, Çetin Bozkurt, Hüseyin Doğan, İlyas Kılıç, İsmet Atalay, Orhan Vural.
CHP tabanı bu bildiriyle hareketlendi,12 Eylül öncesi gençlik kolları bir araya geldi.Cumhuriyet Halk Partisi'nin doğum tarihi de belirlenmişti:9 Eylül 1992
9 Eylül 1992'de CHP 25.kurultayı 1980 öncesinde son kurultaya katılan delegelerle toplandı.Parti tekrar açılmıştı.Deniz Baykal ve Erol Tuncer'in girdiği genel başkanlık yarışını 679 oyla Deniz Baykal kazandı.Tuncer 425 oy alabildi.Böylece Deniz Baykal; Atatürk,İnönü ve Ecevit'ten sonra dördüncü CHP genel başkanı oluyordu.CHP'nin maksadı diğer iki sol partiyi de bünyesine alarak tek güç haline gelmekti ancak SHP Genel Başkanı İnönü birleşmenin SHP'de olmasını istiyordu,Ecevit ise işbirliğine yanaşmıyor ve DSP ile yola devam edeceğini açıklıyordu.Erdal İnönü de SHP'de birleşelim dedi. 15 Mart 1993'de ilk parti meclisinde genel sekreterliğe Ertuğrul Günay seçildi. Genel başkan yardımcıları İsmail Cem, Erol Çevikçe, Hasan Fehmi Güneş,Adnan Keskin, İstemihan Talay, Ali Topuz'du.İlk etapta 21 milletvekili SHP ve DSP'den ayrılarak anayasanın parti değiştirme engelini aşmak için Bütünleşme Partisi ni kurdular ve bu partinin daha sonra CHP'ye katılmasıyla CHP,TBMM'de grup kurmayı başardı.
9 Eylül 1992'de, 1979'da toplanan son kurultay delegelerinin büyük çoğunluğunun katılımı ve oybirliği ile tekrar açılan parti, kurucusu ve ilk genel başkanı Atatürk'ün vasiyeti ile tasarruf haklarını CHP'ye terkettiği, Türkiye İş Bankası'nın bir bölüm hissesinin de sahibidir. CHP'nin tasarruf hakkına sahip olduğu %28,1'lik orandaki bu banka hisselerinin kazancı Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'na aktarılmaktadır.
CHP tabanı bu bildiriyle hareketlendi,12 Eylül öncesi gençlik kolları bir araya geldi.Cumhuriyet Halk Partisi'nin doğum tarihi de belirlenmişti:9 Eylül 1992
9 Eylül 1992'de CHP 25.kurultayı 1980 öncesinde son kurultaya katılan delegelerle toplandı.Parti tekrar açılmıştı.Deniz Baykal ve Erol Tuncer'in girdiği genel başkanlık yarışını 679 oyla Deniz Baykal kazandı.Tuncer 425 oy alabildi.Böylece Deniz Baykal; Atatürk,İnönü ve Ecevit'ten sonra dördüncü CHP genel başkanı oluyordu.CHP'nin maksadı diğer iki sol partiyi de bünyesine alarak tek güç haline gelmekti ancak SHP Genel Başkanı İnönü birleşmenin SHP'de olmasını istiyordu,Ecevit ise işbirliğine yanaşmıyor ve DSP ile yola devam edeceğini açıklıyordu.Erdal İnönü de SHP'de birleşelim dedi. 15 Mart 1993'de ilk parti meclisinde genel sekreterliğe Ertuğrul Günay seçildi. Genel başkan yardımcıları İsmail Cem, Erol Çevikçe, Hasan Fehmi Güneş,Adnan Keskin, İstemihan Talay, Ali Topuz'du.İlk etapta 21 milletvekili SHP ve DSP'den ayrılarak anayasanın parti değiştirme engelini aşmak için Bütünleşme Partisi ni kurdular ve bu partinin daha sonra CHP'ye katılmasıyla CHP,TBMM'de grup kurmayı başardı.
9 Eylül 1992'de, 1979'da toplanan son kurultay delegelerinin büyük çoğunluğunun katılımı ve oybirliği ile tekrar açılan parti, kurucusu ve ilk genel başkanı Atatürk'ün vasiyeti ile tasarruf haklarını CHP'ye terkettiği, Türkiye İş Bankası'nın bir bölüm hissesinin de sahibidir. CHP'nin tasarruf hakkına sahip olduğu %28,1'lik orandaki bu banka hisselerinin kazancı Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'na aktarılmaktadır.
1993 yılı Türkiye açısından oldukça önemli olayların yaşandığı bir yıl oldu.24 Ocak 1993 günü Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu öldürüldü.Suikast uzun yıllar boyunca karanlıkta kaldı.Ancak siyasette bütün taşları yerinden oynatacak gelişme Nisan ayında yaşandı.17 Nisan 1993'te Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etti.Cumhurbaşkanının kim olacağı merakla beklenmekteydi.DYP Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel cumhurbaşkanlığına aday oldu ve 16 Mayıs 1993'te yapılan üçüncü tur oylamada koalisyon ortağı SHP'nin desteğiyle dokuzuncu cumhurbaşkanlığına seçildi.CHP bu seçimlerde İsmail Cem'i aday göstermiştir.Bu gelişmeyle DYP-SHP hükümeti de sona ermiş bulunuyordu.3 Haziran 1993'te Tansu Çiller,DYP Genel Başkanı seçildi.6 Haziran'da ise SHP Genel Başkanı İnönü Eylül ayındaki kurultayda siyaseti bırakacağını açıkladı.25 Haziran'da 1991'de kurulan DYP-SHP hükümeti Tansu Çiller başbakanlığında tekrar göreve geldi.2 Temmuz 1993'te yaşanan sivas olayları ve 37 aydının Madımak Oteli'nde yakılarak katledilmesi ülkeyi iyice gerdi.SHP olaylara karşı ilgisiz kalmakla suçlanmaktaydı.Eylül ayındaki kurultayda Murat Karayalçın, SHP'nin başına geçti.
Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yle birleşmesi
26 Mart 1994 yerel seçimlerine aynı kulvardaki SHP,DSP ve CHP ayrı ayrı girdi. Sonuç tek kelimeyle hüsrandı. Çünkü 3 sol partide toplam ancak %25 oy alabilmişti. Bir önceki seçimde kazanılan büyük kentler Refah Partisi'ne teslim edilmişti. [12] CHP bu seçimlerde sadece %4.7 oranında oy alabildi. Sol oylar gitgide eriyordu ve birleşmekten başka çare yoktu. 18 Şubat 1995'te toplanan kurultayda 1003 delege birleşmenin CHP, 635 delege de SHP çatısı altında olması yönünde oy kullandı. Bunun üzerine hemen toplanan SHP Kurultayı'nda 121'e karşı 508 oy ile parti feshedildi ve CHP'ye katılım kararı alındı. Hikmet Çetin oybirliğiyle CHP Genel Başkanı seçildi. Çetin, CHP'nin 5. Genel Başkanı oldu. Birleşme sürecinde CHP Genel Sekreteri Ertuğrul Günay, partiden istifa etti, yerine Adnan Keskin getirildi. Birleşmeden sonra 25 Şubat'ta yapılan seçimde Adnan Keskin Genel Sekreter oldu.
9 Eylül 1995'deki kurultayda ise Deniz Baykal genel başkanlığa tekrar seçildi .30 Ekim'de DYP ve CHP bir koalisyon hükümeti kurdu. Bu hükümette CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak yer aldı. TBMM seçimlerin 24 Aralık 1995'te yenilenmesi kararı aldı. CHP bu seçimde kılpayı %10 barajını aşarak TBMM'ye girdi. Seçimlerin galibi ise Necmettin Erbakan'ın başında bulunduğu Refah Partisi olmuştu. RP %21.3 oyla 158 milletvekili kazanmıştı. (DYP:135,ANAP:132,DSP:76,CHP:49).CHP %10.71 oyla ancak 49 milletvekili elde edebilmişti. Diğer tarafta DSP %14.64 oy almıştı. Seçimlerden sonra öncelikle Mesut Yılmaz başbakanlığında ANAP-DYP koalisyonu kuruldu ancak hükümetin güvenoylaması Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilip iptal edilince başbakanlık görevini alan Necmettin Erbakan Haziran 1996'da DYP ile Refahyol koalisyonunu kurdu. RP rejim karşıtı güçlere cesaret verici uygulamalar yönelince 28 Şubat 1997'de hükümet MGK'da uyarıldı. Haziran 1997'de de Erbakan istifa etti. RP daha sonra kapatıldı.
9 Eylül 1995'deki kurultayda ise Deniz Baykal genel başkanlığa tekrar seçildi .30 Ekim'de DYP ve CHP bir koalisyon hükümeti kurdu. Bu hükümette CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak yer aldı. TBMM seçimlerin 24 Aralık 1995'te yenilenmesi kararı aldı. CHP bu seçimde kılpayı %10 barajını aşarak TBMM'ye girdi. Seçimlerin galibi ise Necmettin Erbakan'ın başında bulunduğu Refah Partisi olmuştu. RP %21.3 oyla 158 milletvekili kazanmıştı. (DYP:135,ANAP:132,DSP:76,CHP:49).CHP %10.71 oyla ancak 49 milletvekili elde edebilmişti. Diğer tarafta DSP %14.64 oy almıştı. Seçimlerden sonra öncelikle Mesut Yılmaz başbakanlığında ANAP-DYP koalisyonu kuruldu ancak hükümetin güvenoylaması Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilip iptal edilince başbakanlık görevini alan Necmettin Erbakan Haziran 1996'da DYP ile Refahyol koalisyonunu kurdu. RP rejim karşıtı güçlere cesaret verici uygulamalar yönelince 28 Şubat 1997'de hükümet MGK'da uyarıldı. Haziran 1997'de de Erbakan istifa etti. RP daha sonra kapatıldı.
ANAP-DSP-DTP koalisyonu kuruldu. CHP bu koalisyona dışarıdan destek verdi. Ancak 1998 Kasım ayında Türkbank ihalesi yolsuzluğuna Başbakan Mesut Yılmaz'ın adı karışınca CHP hükümete gensoru verdi ve koalisyon düşürüldü. Uzun süren hükümet çalışmaları sonucunda DYP,DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit başbakanlığında kurulacak bir azınlık hükümetine destek vereceğini açıkladı ve Ecevit 11 Ocak 1999'da 21 yıl sonra tekrar başbakan oldu. Başbakanlığı sırasında yıllardır Türkiye'de kan döken terör örgütü PKK'nın başı Abdullah Öcalan Kenya'da yakalanarak Türkiye'ye getirildi. Bu olay soldaki DSP'ye seçimlere gidilirken büyük prestij sağladı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında kaldığı dönem
18 Nisan 1999 günü yapılan seçimlerde Bülent Ecevit'in DSP'si %22.18 oy alarak 136 milletvekili kazandı ve birinci parti oldu. ( MHP:129, FP:111, ANAP:86, DYP:85,BĞM:3). [14] Sol oyların bu şekilde DSP'de toplanması CHP'yi askeri darbeler dönemi dışında ilk defa meclis dışına itti. CHP %8.71 oy almış ancak %10 barajını geçemediği için TBMM dışında kalmıştı. Seçimlerden sonra koalisyon pazarlıkları başladı ve 28 Mayıs 1999'da Bülent Ecevit başbakanlığında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti kuruldu.
Deniz Baykal seçim yenilgisinden kendisinin sorumlu olduğunu belirterek 22 Nisan 1999'da genel başkanlıktan istifa etti. 22 Mayıs 1999'da toplanan IX.Olağanüstü kurultayda Altan Öymen genel başkanlığa seçildi. Haziran ayındaki X.Olağanüstü Kurultay parti meclisi seçimleri içindi. Tarhan Erdem genel sekreter seçildi.
Deniz Baykal'ın CHP ile ayrılığı kısa sürdü. Bir yıl sonra 30 Eylül 2000 tarihinde toplanan XI.Olağanüstü kurultayda Baykal genel başkanlığa döndü . CHP genel sekreterliğine ise Önder Sav seçildi.
CHP ,TBMM dışında olmasına rağmen iktidardaki koalisyona karşı muhalefetini sürdürdü. Özellikle Şubat 2001 krizinden hükümeti sorumlu tutarak muhalefetini şiddetlendirdi. 2002 yılı Mayıs ayında koalisyonun başbakanı Ecevit rahatsızlandı. Ekonomik gidişat zaten krizler nedeniyle iyi değildi. Ekonomi 2001 krizinden sonra ABD'den gelen iktisatçı Kemal Derviş'e teslim edilmişti. Başbakanın sağlık durumunun bozulması koalisyonda sarsıntıya neden oldu. Yaz aylarında koalisyon ortağı MHP ,kendisinin bulunmadığı hükümet modelleri konuşulmaya başlanınca 3 Kasım 2002'de erken seçime gidilmesini talep etti. Koalisyonun büyük ortağı DSP'de ise Ecevit'in rahatsızlığından kaynaklanan iktidar mücadelesi partiyi böldü.DSP grubunun yarısı partiden ayrılarak İsmail Cem genel başkanlığında Yeni Türkiye Partisi'ni kurdu. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş önceleri YTP içinde siyaset yapacağının sinyallerini versede Ağustos ayında CHP'ye katıldı. TBMM Ağustos ayında toplanarak hem 3 Kasım'da erken seçim kararı aldı hem de Avrupa Birliği uyum yasalarını çıkardı. CHP 3 Kasım seçimlerine umutlu gidiyordu.Kemal Derviş'in partiye katılımı ivme kazandırdı. Öte yandan Türk-İş başkanı Bayram Meral, sanatçı Zülfü Livaneli, İlahiyatçı Prof.DrYaşar Nuri Öztürk de partiye katıldılar ve milletvekili adayı oldular.
Ana muhalefet partisi oluşu
3 Kasım 2002 genel seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan'ın başında olduğu Ak Parti tek başına iktidara geldi. Ak Parti seçimlerde %34.4 oyla 363 milletvekilliği kazandı. CHP %19.39'la 178 milletvekilinde kaldı. Geri kalan üyelikleri bağımsızlar kazandı. Diğer partilerin hiçbiri %10 barajını aşamadı. [15] TBMM yanlızca iki partiden oluşuyordu. (Aralık ayında seçim kurulu Siirt ilindeki seçimleri iptal etti ve 1 Ak Parti,1 CHP,1 de bağımısız 3 milletvekilinin üyeliği düştü. 9 Mart 2003'te Siirt'te seçimler yenilendi ve 3 milletvekilliğini de Ak Parti kazandı.) İktidardaki Ak Parti'nin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan milletvekili seçilmekten yasaklı olduğu için hükümeti Ak Parti Kayseri milletvekili Abdullah Gül kurdu.Tayyip Erdoğan'ın siyasi yasağının kalkması için mecliste yapılan anayasa değişikliğine CHP destek verdi.Erdoğan 9 Mart'ta Siirt'ten milletvekili seçilerek 15 Mart'ta başbakanlık koltuğuna oturdu.
Ana muhalefetteki CHP ile iktidardaki Ak Parti arasındaki ilk ciddi tartışma 1 Mart günü tezkere oylamasında ortaya çıktı.ABD,Irak'ı işgal etmek niyetindeydi ve bu yüzden Türkiye topraklarını kullanmak istiyordu.CHP buna şiddetle karşı çıktı,Ak Parti içinde de ciddi bir muhalefet vardı.1 Mart günü CHP ve Ak Parti'li bir grup milletvekilinin oylarıyla hükümet tezkeresi reddedildi.
2003 yılı Ekim ayında yapılan 30.Kurultayda Baykal ve ekibi tekrar seçildiler. Tüzük değişikliği sert tartışmalara sebep olsa da kabul edildi.Kemal Derviş parti meclisine girdi.28 Mart 2004 yerel seçimlerinde CHP başarılı olamadı. Ak Parti %41 oy alırken CHP sadece % 18 oy almıştı. İllerin büyük çoğunluğunda belediye başkanlıklarını Ak Parti kazandı. Yıllardır CHP'nin kalesi olarak nitelendirilen bölgelerde bile iktidar partisi kazanmıştı. Gerçi 1999 yerel seçimlerine göre CHP%13 olan oyunu %18'e çıkarmıştı [16] ama Baykal'a karşı muhalefet oldukça gergindi. Muhalefetin başında ise İstanbul Şişli ilçe belediye başkanlığına %65 oy alarak seçilen Mustafa Sarıgül bulunuyordu. Sarıgül CHP'yi iktidara taşıyacağı söylemiyle Anadolu'yu dolaşmaya başladı. Elbette bu eylem genel merkezi rahatsız etti ve genel başkan Deniz Baykal 3 Temmuz 2004'te XII.Olağanüstü kurultayı topladı,delegelerden güvenoyu istedi.781 oyla güvenoyu alan Baykal, Sarıgül'e karşı güçlenmişti. Ayrıca 24 Ekim 2004'te Yeni Türkiye Partisi kendisini feshetti ve CHP'ye katıldı. Sarıgül ise muhalefetini sürdürdü.CHP adına mitingler ve toplantılara devam etti. Bunun üzerine yönetim Sarıgül'ü disiplin kuruluna sevketti. Kurul Sarıgül'ün ihracını 7'ye karşı 8 oyla reddetti. Genel Başkan Deniz Baykal kararın rüşvetle alındığını belirterek 29 Ocak 2005'te Olağanüstü Kurultayı toplayacağını söyledi. Kurultay öncesinde üç isim başkanlığa aday olarak ortaya çıktı: Baykal,Sarıgül ve Livaneli. Daha sonra Livaneli adaylıktan çekildi. Baykal ve Sarıgül'ün hesaplaştığı 13.Olağanüstü Kurultay çok gergin geçti. Büyük kavgalar çıktı,yaralanmalar yaşandı. Baykal ve Sarıgül arasında çok şiddetli tartışmalar yaşandı. Sonuçta Baykal 674 oyla güven tazeledi. Kurultay sonrası partiden istifalar oldu ancak meclis grubunun büyük kısmı partide kaldı. İstifa eden milletvekillerinin bir kısmı bağımsız kalırken bir kısmı da SHP'ye geçti. 19-20 Kasım 2005'te toplanan 31.Olağan Kurultayda Deniz Baykal 1158 oyun tamamını alarak genel başkanlığına devam etti.
CHP iç çalkantılar yaşarken bir yandan da Ak Parti iktidarına karşı da sert muhalefet yapıyordu.Özellikle Avrupa Birliği'ne verilen tavizler,yanlış ekonomik ve sosyal politikalar,yapılan özelleştirmeler,kadrolaşma ve laiklik konularında iktidarla büyük tartışmalar yaşandı.Deniz Baykal ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında gerek TBMM'de gerekse diğer platformlarda büyük çekişme vardı.2006 yılı sonunda seçimlerin yenilenmesi konusunda CHP çaba gösterse de Ak Parti buna yanaşmadı.CHP 2007 Nisan ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan'ın adaylığına şidettle karşı çıkmaktaydı.CHP bu yolda bütün anayasal hakların kullanılacağını belirtti. 24 Nisan 2007 günü AKP cumhurbaşkanı olarak Abdullah Gül'ü belirleyince CHP bu konuda uzlaşılmadığı için TBMM'de yapılacak seçimi Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğini açıkladı. 27 Nisan 2007 günkü oylamada 367 milletvekili bulunmayınca CHP mahkemeye başvurdu ve Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs 2007 günü CHP'yi haklı görerek 11.cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylamasını iptal etti. Bu gelişmeler üzerine cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda taktik değiştiren AKP, ANAVATAN ile uzlaşarak erken seçime gidilmesi ve cumhurbaşkanını 5+5 yıllığına halkın seçmesi gibi değişiklikleri kabul etti. Deniz Baykal ise erken seçim kararını desteklemesine rağmen, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini onaylamadığını belirterek yeni meclisin yeni cumhurbaşkanını seçmesi yönünde taleplerde bulundu.Genel seçimlerin 22 Temmuz 2007'de yapılması kesinleştikten sonra solda güçbirliği arayışları hızlandı ve 17 Mayıs 2007 günü CHP ve DSP Genel Başkanları Deniz Baykal ve Zeki Sezer seçimde güçbirliği yapacaklarını açıkladılar.8 Haziran 2007'de Yaşar Okuyan'ın Genel Başkanı olduğu Hürriyet ve Değişim Partisi,CHP'ye katılacağını açıkladı,ancak katılım gerçekleşemedi.
22 Temmuz 2007 Seçimlerinin ardından
Bu koşullar altında gidilen 22 Temmuz 2007 seçimlerinde CHP umduğunu bulamadı.Partinin oyları %20.88 olmuştu.Buna karşın iktidardaki AKP oyların %46.58’ini almış ve 341 milletvekili kazanmıştı.CHP’nin kazandığı milletvekili sayısı 112 idi ve bunların 13’ü DSP’li isimlerdi,ayrılmaları ile CHP yeni döneme 99 milletvekili ile başladı.(AKP:341,CHP:112,MHP:71,DTP:20,Bğm:6) [17]
Basın ve parti içi muhalefet bu sonuçlardan dolayı Deniz Baykal’a sert eleştirilerde bulundular, ancak seçimlerden iki gün sonra gazetecilerin karşısına geçen Deniz Baykal istifa etmeyeceğini açıkladı.
Basın ve parti içi muhalefet bu sonuçlardan dolayı Deniz Baykal’a sert eleştirilerde bulundular, ancak seçimlerden iki gün sonra gazetecilerin karşısına geçen Deniz Baykal istifa etmeyeceğini açıkladı.
Ülkeyi 22 Temmuz seçimlerine taşıyan cumhurbaşkanlığı sorunu devam ediyordu. Seçimden güçlenmiş bir biçimde çıkan AKP, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül adı üzerinde bir defa daha karar kıldı. MHP’nin oylamalara katılacağını açıklaması ile de 367 sorunu çözüldü. CHP’nin boykot ettiği oylamaların üçüncüsünde, 28 Ağustos 2007’de AKP Kayseri milletvekili Abdullah Gül, Türkiye Cumhuriyeti’nin 11.cumhurbaşkanlığına seçildi.CHP yeni cumhurbaşkanı ile zorunlu haller dışında temaslarının olmayacağını açıkladı.9 Eylül 2007'de CHP'nin 84.kuruluş yıldönümü çok büyük bir gösteri ile kutlandı. Genel Başkanı Deniz Baykal 170 bin partili ile birlikte Anıtkabir'e çıktı.
Mart 2008’de yapılacak olan CHP 32.olağan kurultay öncesi bir önceki dönemin grup başkanvekili, Samsun milletvekili Haluk Koç genel başkan adaylığını açıkladı.
2008 yılının Ocak ayında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından gündeme getirilen üniversitelerde türban serbestisi önerisine muhalefet partilerinden MHP destek verdi. Ancak CHP şiddetle karşı çıktı. Anayasa değişikliği Şubat ayı başlarında Meclis'ten geçerken CHP, Anayasa Mahkemesi'ne başvuracağını belirtti.
26-27 Nisan 2008'de, Ankara'da yapılan 32.Olağan Kurultay'da aday adaylarından hiçbiri aday olabilmek için gerekli olan 253 imzayı toplayamayınca 1016 delegenin imzası ile seçimlere tek aday olarak giren Deniz Baykal Genel Başkanlık seçiminde 1105 oyun 1021'ini alarak onuncu defa CHP Genel Başkanı seçilmeyi başardı.
2009 yerel seçimlerine gidilirken SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın partisinin genel başkanlığından ayrılarak 5 Aralık 2008 günü CHP'ye katıldı ve partinin Ankara Büyükşehir Belediye başkan adayı olarak ilan edildi.
21 Aralık 2008 tarihinde Ankara'da toplanan CHP 14. Olağanüstü Kurultayı'nda program ve tüzük değişiklikleri ele alındı. 1994'ten bu yana kullanılan parti programı değiştirildi.