Kayı boyunun yerleştikleri Söğüt ve çevresinde süratle büyük bir kuvvet haline gelmesinde milli ve tarihi şuurun büyük rolü oldu. Selçukluların bir uç beyi olan Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Gazi onlara karşı her zaman hürmetkar ve itaatkar davrandılar. Osman Gazi, Selçuklu sultanından beylik menşuru, sancak
Hoşgörü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hoşgörü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Şubat 2022 Çarşamba
Hoşgörü ile yönetilen bir beylik
Ahmet Şimşirgil
Bayram Cigerli
bayramcigerli.blogspot.com
beylik
Hoşgörü
Kayılar
Osmanlılar
Tarih
Tarih Konu Anlatım
Tarih Notları
Yönetmek
Rohat Fatih
Comment
Kayı boyunun yerleştikleri Söğüt ve çevresinde süratle büyük bir kuvvet haline gelmesinde milli ve tarihi şuurun büyük rolü oldu. Selçukluların bir uç beyi olan Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Gazi onlara karşı her zaman hürmetkar ve itaatkar davrandılar. Osman Gazi, Selçuklu sultanından beylik menşuru, sancak
21 Temmuz 2017 Cuma
Butros, Hoşgörülmek İstemiyordu
Amin Maalouf
Devlet-Millet-Milliyetçilik-Kimlik
Doğu Sorunu
Enver Paşa
Hoşgörü
İttihat ve Terakki Cemiyeti
jön türkler
Mustafa Kemal
Osmanlı Tarihi
Pan-Türkizm
Yolların Başlangıcı
Rohat Fatih
Comment
Amin Maalouf
JönTürkler ayaklanmasından bir yıl, Abdülhamit'in düşüşünden de ancak üç ay sonra…
Onu en çok kızdıran şey, tüm yönetimde, valisinden en küçük yazmanına kadar bütün yerel görevlilerin uygulamalarında, hala eski yönetim alışkanlıklarının geçerli olmasıydı. Ama bunların bir günde, sadece bir kararnamenin yayımlanmasıyla değişebileceğini düşünmek için de çok saf olmak gerekirdi. Onu üzen başka bir şey de -ki çok daha ciddi, çok daha acı veren bu konudan açıkça söz edemiyordu Butros- onun için en temel konulardan birinde hiçbir düzenleme yapılmadığını, yapılma umudunun da olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlamasıydı.
Bu konu, "İmparatorluğun azınlıkları" konusuydu. Doğu sorunuyla ilgili Tarih kitaplarına öykünerek biçimlendirdiğim bu başlık, aslında işin özünü anlatmıyor. Çünkü işin özü, azınlıkların haklarını tanımlamak değil; konuyu böyle dile getirmeye başladınız mı, o iğrenç hoşgörü mantığına, zafer kazananların yenilenlere 'bahşettiği' o küçümser tavırlı koruma mantığına giriveriyorsunuz.
Butros, hoşgörülmek istemiyordu; ve ben, onun torunu, ben de istemiyorum. Sahibi olduğum aitlikleri yadsımak zorunda bırakılmadan tüm yurttaş ayrıcalıklarının tanınmasını istiyorum ısrarla; devredilmesi olanaksız hakkım bu benim ve beni bundan yoksun bırakacak toplumlara, gururla sırt çeviriyorum.
Butros'un ilgilendiği şey -ilgilenmek fiili burada biraz zayıf kalıyor; tüm heyecanlarını, tüm düşüncelerini, tüm eylemlerini belirleyen şey desem daha doğru olur- onun gibi Hıristiyan ve Arapça konuşan bir azınlık topluluğu içinde doğmuş birinin, çağdaşlaşmış bir Osmanlı İmparatorluğu içinde, bir yaşam boyu doğumunun bedelini ödemek zorunda kalmadan tam bir yurttaş konumuna sahip olup olamayacağıydı.
Kimi belirtiler, Jön Türkler devriminin tam da bu yönde gittiğini düşünmesine neden oluyordu. İlk andan başlayarak devrimi alkışlayan, zaman zaman etkin biçimde ona katılan bütün azınlıklar, bu "tüm toplulukların özgür insanları", ister istemez onunla aynı umutları besliyor olmalıydılar.
Ama kısa zamanda kaygı verici olaylar da meydana gelmeye başlamıştı. Örneğin, şu genel seçimler;* bir özgürlük ve demokrasi başlangıcı olması gerekirken, dalaverelerle, hilelerle lekelendi; devrimci subaylara ve İttihat ve Terakki'ye yandaş milletvekili sayısını olabildiğince artırmak için her türlü yola başvuruldu. Bu milletvekilleri, imparatorluğun tüm uluslarının vekilleriydiler ama "birlikçiler" her oylamada iki klana ayrılıyor, bir yanda Türkler, bir yanda Türk olmayanlar toplanıyordu.
Aynı bölünme, yönetici ekipte de gözlendi. Azınlıklar, "yerli olmayanlar" ve masonlar, yavaş yavaş yönetimden uzaklaştırıldılar; onların yerini, Adriyatik'ten Çin sınırlarına dek uzanan, tek uluslu, tek dilli, tek başkanlı, yeni bir Türk İmparatorluğu düşleri kuran Enver Paşa'nın yönettiği, aşırı ulusçu bir grup aldı. Aynı Enver değil miydi bu, Selanik'te, Olympia Palas'ın balkonundan halka seslendiğinde, artık İmparatorlukta ne Müslüman, ne Yahudi, ne Rum, ne Bulgar, ne Romen, ne Sırp kalmayacağını söyleyen; "Çünkü hepimiz kardeşiz ve aynı mavi ufkun altında, hepimiz Osmanlı olmaktan gurur duyuyoruz" diyen?
Bir zamanlar, bu güzel sözleri alkışlayanlar: "Ağzından dökülenleri dinlerken yalnızca duymak istediklerimizi mi duyduk acaba?" diye soruyorlardı şimdi kendi kendilerine. Enver'in ortadan kalkmasını istediği "Rum", "Sırp", "Bulgar", "Müslüman", "Yahudi" gibi tanımlar arasında "Türk" sözcüğünün yer almamasını anlamlı bulmaya başlıyorlardı. Ve bu subayın amacının, özgürlük ve eşitlik bahanesi altında, İmparatorluğun çeşitli halklarına o güne dek tanınmış özel hakları geri almak olup olmadığını düşünmeye başlıyorlardı.
Belli ki, ortada çok ağır bir yanlış anlama vardı. Ve dedemin yazgısını olduğu kadar, içinde doğduğu İmparatorluğun yazgısını da etkileyecekti bu yanlış anlama. Butros bir yurtseverdi; tumturaklı bir edayla kılıcını selamladığı subaysa bir ulusçuydu. İnsanlar, çoğu zaman bu iki tavrı birbirine yaklaştırırlar ve ulusçuluğu, yurtseverliğin güçlendirilmiş bir biçimi gibi görürler. O zamanlar -büyük olasılıkla başka dönemlerde de böyle olmuştur- gerçek bambaşkaydı: Ulusçuluk, yurtseverliğin tam tersiydi. Yurtseverler, içinde değişik diller konuşan, değişik dinsel inançları olan, ama geniş ve çağdaş bir yurdu kurma istemiyle bir araya gelmiş çok sayıda halkın bir arada yaşayacağı ve Batı'nın yücelttiği ilkelere, Doğulu ruhların incelikli bilgeliğini esinleyecek bir imparatorluğun hayallerini kuruyorlardı. Ulusçulara gelince, çoğunluğu oluşturan etnik grubun üyesiyseler salt egemenlik, azınlıktaysalar ayrılıkçılık düşleri kuruyorlardı; bugünün sefil Doğusu, onların yan yana gelen düşlerinden doğan canavardır işte.
Benim, bu kadar geç gelip bunları söylemem bir marifet sayılmaz; Tarih, getirip sayısız anlamlı olay sermiş burnumun dibine! Ama dedemin zamanında bile, başkaldıran subayların doğurduğu umutlar, aydan aya azalmıştı; kısa süre sonra da bütünüyle silinip süpürülecekti:
Enver, ülkesini Almanların ve Avusturyalıların yanında Birinci Dünya Savaşı'na sokacak, eğer yenilirse; Rusya'nın elinden Kafkasya'daki topraklarıyla genellikle Türkistan adıyla anılan Türkçe konuşulan eyaletlerini alma düşleri kuracak, ne var ki yenilen ve dağılan, Osmanlı İmparatorluğu olacaktı. Boyun eğmez subay, bu kez gidip hizmetlerini önce Lenin'e sunacak, daha sonra Kızıl Ordu'ya saldıracak ve onun kurşunlarıyla Buhara yakınlarında, 1922 yılında, kırk bir yaşında ölecekti.
Dedem, bu adamla artık ilgilenmiyordu. Ölümünden haberiolup olmadığını bile bilmiyorum. O dönemde Dağ'**da pek söz edilmemişti bundan. Birkaç yıl önce olsa Doğu halkları arasında bir destana dönüşebilecek böylesi bir 'cephede ölüm', önemsiz bir olay haline gelmişti. Anlı şanlı 1908 isyancılarının anısı, o zamana dek İmparatorluğun yaşadığı olaylarda küçük bir rol oynamış başka bir Türk subayının, Kemal Atatürk'ün yükselişiyle gölgelenmişti artık.
Butros, onun yaptıklarından da heyecanlanıp coşacak, giderek gereğinden fazla bile kaptıracaktı kendini bu coşkuya; yalnızca kılıcını selamlamak için bir şiir yazmakla yetinmeyecek, onuruna güzel bir de çılgınlık yapacaktı. Bir çılgınlık daha... Ama bu sonuncusu unutulmaz bir çılgınlık olacaktı. Zamanı gelince döneceğim bu konuya.
*Şubat 1912'de yapılan meclis seçimini kastediyor. Sopalı Seçim olarak bilinir. DK
** Lübnan Dağı. Gerçekte Lübnan'ı kastediyor. DK
Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 139-142
6 Temmuz 2017 Perşembe
Etnisite, Ulus, Etnik Temizlik
çok etnili
çokkültürlülük
Devlet-Millet-Milliyetçilik-Kimlik
etnik temizlik
etnisite
Hoşgörü
Irkçılık-Nefret Söylemi
Michael Mann
sınıfkırım
siyasikırım
soykırım
ulus
Rohat Fatih
Comment
Michael Mann
Etnik yapı nesnel değildir. Etnik gruplar normal olarak ortak kültürü ve ortak soyu paylaşan gruplar olarak tanımlanır. Ama kültür muğlak bir şeydir ve soy genellikle kurmacadır. Ortak kültür din ya da dilin paylaşılması gibi görece kesin bir niteliğe işaret edebilir. Ama sadece bir yaşam tarzının paylaşılması anlamına da gelebilir ki bu yaşam tarzı kesin olarak tanımlanamaz. Kabile ya da soydan (bunlara mikro-etnik diyeceğim) büyük her grup için kan bağı efsaneden ibarettir. Gelecekte DNA analizleri kullanılarak görece hareketsiz nüfusların somut bir ortak geçmişe sahip olduğu ortaya çıkarılabilir, ama etnik ortaklık iddiasındaki büyük gruplardan çoğunda ters yönde sonuçlara ulaşılacaktır.
Kendilerini Sırp, Alman ya da İskoç olarak tanımlayan halklar gerçekte hareket halinde olan ve komşularıyla evlilik ilişkileri kuran çok sayıda küçük soy gruplarından oluşur. Büyük grupların ortaklık iddiaları aslında sayısız soy grubunun toplamına dayanır. Bu kitapta, biyoloji ya da akrabalık dışındaki sosyal ilişkilerle oluşturulmuş makro-etnisiteler tartışmaya açılıyor. Burada ele alınan etnik çatışmaların hiçbiri doğal ya da ilk çağdan kalma değildir. Hem bu etnik yapılar hem de çatışmalar toplumsal olarak yaratılmıştır.
Bu çatışmalar farklı farklı şekillerde yaratılır. Ortak dil Almanları birleştirmekte önemli, ama Sırpları birleştirmekte önemsizdir (Hırvatlar ve Boşnaklarla aynı dili paylaşırlar). Din Sırplar için önemlidir (Ortodoks Hıristiyan olmaları onları Hırvatlardan, Boşnaklardan ve Arnavutlardan ayırır) ama Almanlar için önemsizdir (kimisi Katolik kimisi Protestandır). Medeniyet ve ırk teorileri Avrupalılara ortak bir medenilik hissi vermiş, ayrıca sömürgelerdeki tebaanın aksine beyaz olma duygusu kazandırmıştır. Ekonomik tahakküm ya da bağımlılık kimlik oluşturabilir, askeri güç de öyle. Emperyal fatihler çoğu zaman tek bir halk ya da kabileye ait gruplara belli roller atfederek makro-etnisiteler yaratmışlardır. Son olarak belirtmek gerek: Bağımsız bir devlet ya da eyalet olarak ortak bir siyasi tarih her zaman önemlidir - örneğin İngilizlerden dinsel ya da dilsel olarak ayrılmayan, ama ayrı bir siyasi tarihi olan İskoçlar. Bu çeşitlilik karşısında etnisiteleri öznel olarak, kendilerinin ve/veya komşularının kullandığı terimler çerçevesinde tanımlamak daha emniyetlidir.
Etnik grup, kendisini tanımlarken ortak soy ve kültürü paylaştığını iddia eden ya da başkalarınca böyle tanımlanan bir gruptur. Etnik temizlik de böyle bir grubun üyelerinin, kendilerine ait olarak tanımladıkları bir mahalden başka bir grubu çıkarmasıdır. Ulus, aynı zamanda siyasi bilinci olan, belli bir toprak parçasında ortak siyasi hakları olduğunu iddia eden yine böyle bir gruptur. Bu grubun kendi bağımsız devletini kurduğu yerde ulus-devlet ortaya çıkar. Her özbilinçli ulus, ulus-devlete sahip değildir ya da ulus-devlet kurmayı arzulamaz. Bazıları daha geniş bir çok-etnili devlette yerel özerklik ya da değişmez haklar talep eder.
Etnik gruplar birbirine çok farklı şekillerde muamele eder, bu muamelelerin çoğu da kansızdır. Küresel haber medyasının kaydettiği ilerleme sebebiyle az sayıdaki toplu katliam zihinlerimize kazınmış bulunuyor. Ama çok şükür ki toplu katliamlar aslında nadirdir. Afrika kıtası Batı medyasında sadece çok kötü haberlerle malzeme olmaktadır. Ama Afrika’daki vakaların çok azı cinai etnik temizlik içerir - bu kıtada bütün devletler çok-etnilidir. Fearon ve Laitin (1996), Afrika’daki çok-etnili bölgelerin yüzde birinden azında ciddi etnik şiddet yaşandığını tahmin etmektedir. Tablo 1.1 etnik ilişkilerde şiddet ve temizlik derecelerini gösteriyor. Bu tablo cinai etnik temizlik ile kansız etnik temizliği birbirinden ayırmamızı, ayrıca etnik temizlik amacı taşımayan kitlesel şiddet ve öldürme vakalarını ayırt etmemizi sağlıyor. Sadece sivillerin şiddet yoluyla temizlenmesini içeren bu tabloda savaş kurallarının genel olarak meşru kıldığı toplu katliamlar hesaba katılmıyor.
[*]Tablo 1.1’in iki boyutu var: Bir grup belli bir bölgeden ne ölçüde çıkarılmış (temizlenmiş) ve bu amaçla ne ölçüde şiddet kullanılmıştır? Etnik gruplar kültürel olarak tanımlandığından, kişiler fiziken dışarı atılmasa bile kültürleri kaybolunca çıkarılmış olacaklarını unutmamak gerek. İnsanlar kültürel kimliklerini değiştirebilirler. Ama etnik temizlik teriminin normaldeki algılanışını es geçerek salt kültürel imha vakalarını da eklemeyeceğim, onun yerine bu tür vakaları kastettiğim yerlerde temizlik kelimesini tırnak içine alacağım - bu tabloda da öyle yaptım. Ama temizlik ve “temizlik”in alabileceği çeşitli biçimleri birbirinden ayırmak önemlidir.
Tablo 1.1’deki terimler bu kitabın tamamında kullanılacaktır. Tablonun birinci satırı önemli ölçüde şiddet içermeyen politikalarla başlıyor. 1. satır 1. sütun etnik farklara karşı ideal tavrı, yani eşit muameleyi ve tüm etnik gruplara saygı göstermeyi -çokkültürlülüğü- içeriyor. Bazı çokkültürlü devletler etnisiteyi tümden görmezden geliyor, herkese etnik kökenlerinden bağımsız olarak aynı muameleyi yapıyor. Bu devletlerin anayasalarında etnik grupların haklarından bahsedilmiyor, ayrıca siyasi partiler ve toplumsal hareketler (kültürel olanlar hariç) etnik kökenler etrafında örgütlenmiyor. Pek çok etnik kökenden göç alan ABD ya da Avustralya gibi ülkelerin ortak ideali budur. Bu göçmen gruplar kendi devletlerini isteyemeyecekleri için mevcut devlete bir tehdit oluşturmuyorlar ve anayasa onların etnik kökenlerini rahatça görmezden gelebiliyor. Bu yüzden ABD ve Avustralya’daki pek çok kişi çokkültürlü bir kültürel ortam ve etnik kökenlere karşı kör bir siyaset istiyorlar. Böylece siyasi ortamları etnik kökenlerden ziyade sınıfa, dine, toplumsal cinsiyete vs. dayanabilecek.
Etnik grupların ayrı toprak parçalarında çoğunluk oluşturduğu ya da kendi devletlerini veya bölgesel özerkliklerini istedikleri, daha fazla tehlike potansiyeli taşıyan durumlarda işler değişiyor. Çokkültürlülük idealleri siyasi arenada etnik kökenler karşısında kör kalmakta güçlük çekiyor. Etnisiteyi görmezden gelmek yerine farklı etnik kökenler için toplu güvenceler yoluyla etnisiteyi açıkça anayasaya ekliyorlar. Bu ekleme konfederatif (günümüz Nijerya’sında olduğu gibi, etnik grupların bir ölçüde bölgesel kontrolü oluyor) ya da oydaşmacı (Belçika’da olduğu gibi, merkezde iktidarı paylaşmaları güvenceye alınabiliyor) yöntemlerle yapılabiliyor. Bu türden güvencelerin amacı tüm büyük grupları devlete bağlamak. Burada sınıf, bölge, toplumsal cinsiyetin vs. yanı sıra etnik kökenleri de dikkate alan bir siyaset var, ama ümit verici bir şekilde etnik uzlaşma siyaseti söz konusu olabiliyor. Pozitif ayrımcılık programları bunun dış gruplara bireysel düzeyde koruma güvencesi sağlayan çok ılımlı, liberal versiyonlarıdır. Hoşgörü çokkültürlülük gerçeğini tanımanın daha zayıf ve yaygın versiyonu. Dış gruba düşmanlık beslediğimiz ama bu duygumuzu bastırmak için çok çaba harcadığımız anlamına geliyor. Ne yazık ki bu ilk politikalar çoğunlukla ideal, gerçek dünyanın dışında yönetim şekilleridir. Etnik ilişkilerin çoğu bu kadar hoşgörü içermez.
Birinci satırın sonraki iki sütunu etnik grupların şiddet olmadan zayıfladığı ya da yok olduğu, rıza yoluyla temizlendiği vakaları içeriyor. Batı Avrupa’nın etnik homojenleşmesinin sonraki evresi böyledir. Fransa ya da İngiltere'de on-dokuzuncu yüzyıl ortasına gelindiğinde, bu devletlerin azınlık dillerini ortadan kaldırmak için pek zor kullanması gerekmemişti. Azınlıklar kendi bölgesel dillerinin -örneğin Brötonca ya da Galce- geriliğini ve çocuklarını modern toplumda başarıdan yoksun bıraktığını kabul etmişti. Benzer şekilde ABD ya da Avustralya’ya göç eden pek çok kişi de İngilizceyi gönüllü olarak benimser, çocuklarına kendi dilini öğretmez ve diğer pek çok etnik kültürel pratiğini de terk eder. Onların soyundan gelenler ancak duygusal bir Almanlık, Slovaklık ya da Gallilik hissini muhafaza edebilirler. Demek ki gönüllü asimilasyon baskın grubun düşmanca eylemleri yoluyla değil pozitif teşviklerle temizlenmiş bir toplum üretir. ABD ya da Avustralya’daki beyaz göçmen grupları, ikbal ve statü peşinde koşarken, toplumsal olarak uyum sağlamaya çalışırken önceki etnik kimliklerini kaybederek Amerikalılar ya da Avustralyalılar haline geldiler. Bu epeyce zararsız ve marjinal bir temizlik şeklidir. Sadece geleneksel kültürlerin korunmasına değer verenler bu temizliğin matemini tutar. Nitekim temizlik sözcüğü (tırnak içine alınsa bile) buraya uygun düşmeyecektir.
İkinci satır şiddetin ilk tırmanışını, kurumsal zor kullanımına dönüşmesini içerir. Ayrımcılık büyük ihtimalle en yaygın politikadır. Dış grubun haklarını sınırlar, ama üyelerinin etnik kimliğini korumasına izin verir. Ayrımcılık tipik olarak seçmeci istihdam, konut bölgelerini kredi verilmeyecek bölgeler olarak işaretlemek, negatif kültürel klişeler yaratmak, kişilerarası davranışlarda hakarette bulunmak ve polis tacizini içerir. Pek çok ülke bazı azınlıklara ayrımcılık yapar. Köleliğin kalkmasından yüz elli, medeni haklar hareketinden elli yıl sonra Afrikalı Amerikalılar hâlâ ayrımcılıkla karşılaşmaktadır. Örneğin ABD’de “siyahken araba kullanmak” diye alayla karışık hakaret niteliğinde bir deyiş vardır, zira polis “çok iyi” bir araba süren siyah adamı durdurur. Bu türden tüm ayrımcılıklar elbette üzücüdür, ama bu tablonun geri kalanındaki muamelelerin yanında hafif kalır.
Ciddi ayrımcılıkta eğitim alma, oy kullanma, kamu görevinde bulunma ya da mülkiyet edinme hakları kısıtlanabilir. Ayrıca baskın grup resmi eğitim dili ve kamusal dil olarak kendi dilini kullanmaları için dış grupları zorlayabilir. Segregasyon (tecrit içeren toplumsal ayrımcılık-yhn) coğrafi bakımdan kısmi temizliktir: dış grup apartheid ya da kölelik koşullarında gettolaştırılır. Segregasyon toptan temizliğin ılımlı biçimlerinden çok daha baskıcı olabilir. Neticede pek çok köle kendisini ezenden kaçmak ister (bu da daha temizlenmiş bir toplum yaratır), ama kaçması zor kullanılarak önlenir. Burada etnik ve sınıfsal siyasetler yan yana devam eder. Apartheid dönemindeki Güney Afrika beyaz topluluk içinde neredeyse normal bir sınıf siyasetine sahipti ve bu politikanın bazı izleri Afrikalı ve melez topluluklara da yayılmıştı, ama bir bütün olarak siyasete ırk ayrımı hakimdi.
Sonraki sütundaki “Kültürel Bastırma” sadece kurumsal zor kullanma yoluyla toptan temizliği içerir. Kamu kurumlan dış grubun kültürünü bastırır ve böylece dış grubun kimliği baskın grubun kimliğine zorla asimile edilir. Dış grubun dili okullarda ve devlet dairelerinde yasaklanabilir, ibadeti engellenebilir, ayırt edilebilir soyisimleri yasayla değiştirilir. Bu bastırmada zor kullanılsa da, genellikle yasal bir zor söz konusudur ve bu politikaya yer yer direnenlerin başını ezmek gerekmedikçe pek fiziksel kuvvet kullanılmaz (alttaki satırın kapsamında kuvvet kullanılır). Bu tip bir bastırma, hele başarılı olmuşsa, etnik temizlikten bile sayılmayabilir. Üzerinden biraz zaman geçtikten sonra, iki grup da yaşananları temizlik olarak hatırlamayabilir - örneğin Gal halkının büyük ölçüde İngilizlerin tanımladığı bir Britanyalı kimliğine asimilasyonu böyle olmuştur. Gal halkı kaybettiği daha büyük kültürel niteliklerden ziyade, koruduklarına inandıkları Gallilikle övünürler genelde. Provanslıların ve Akitanyalıların Fransız kimliğine neredeyse tümden asimilasyonu da başka bir örnektir. Dış grubun üyelerinden pek çoğu bu kötü muameleye tıpkı çok sayıda Mandalının yaptığı gibi dış göçle tepki verebilir. Bu aynı zamanda kısmen zor kullanılarak, kısmen rızayla gerçekleşen bir temizlik biçimidir.
Fiziki şiddet seçmeci kolluk kontrolünde baskının bulunduğu 3. satır’da başlar. “Seçmeci”nin anlamı muhaliflerin hedef alınması, özellikle de 2. satır’daki politikaları protesto edenlerin baskı görmesidir. “Kolluk kontrolü” ise baskının düzenli olarak, rutinleşmiş meşru araçlar yoluyla yasaları uygulayarak gerçekleşmesi anlamına gelir - gerçi sınırlı düzeyde fiziksel şiddet kullanımı da tipik özellikler arasındadır. Birinci sütun özellikle protestoculara yönelik baskıyı barındırırken, İkincisinde dış grubun kimliğinin bir kısmı bastırılmaya çalışılmaktadır. Ayrıca ikinci sütun, baskın gruptan yerleşimcilerin getirilmesini, yerli dış grup üyelerinin yerinden yurdundan edilmesini, ama toplumdan tamamen dışlanmamasını da içermektedir. Onyedinci yüzyıldan itibaren Ulster bölgesinde binlerce Katolik Mandalı çiftçinin zorla başka yere gönderilmesi ve onların yerine İskoç Protestanların yerleştirilmesi iyi bir örnektir. Üçüncü sütun bizi kolluk kontrolünde toptan kültürel bastırma, nüfus mübadeleleri ve kolluk kontrolünde tehcirler ve dış göçler alanına götürür. Bu devlet eliyle geniş temizlik yelpazesinde zor kullanma vardır, ama genellikle fazla şiddet içermez. Şu ana kadar tartışılan politikalar sadece hukukun üstünlüğünü koruduğuna inanan nispeten istikrarlı bir devlete işaret eder.
4. satırda artık ciddi fiziksel şiddet vardır. Birinci sütunda bu şiddet rutin ve düzenli kalmaya devam eder. Genel kolluk kontrolünde baskı protestocuları, isyancıları, asileri ya da teröristleri barındıran gruplara yöneliktir; grubun büyük bir kısmını boyun eğmeye zorlamak amacıyla zalimce resmi cezalandırmaya başvurulur. Bu rutinleşirse devletler uzmanlaşmış paramiliterler istihdam ederler ve bu paramiliterler dış gruplar arasında hayli kötü bir ün edinir - Kazaklar ya da Kraliyet İrlanda Yedek Kuvvetleri gibi. Sonraki iki sütun daha kontrolsüz şiddeti barındırır. Olayların kızışması sonucunda şiddet yoluyla kısmi temizliğe geçilmesi pek çok Avrupa sömürgesinde görüldüğü üzere yerleşim/yerinden etme içerdiği gibi pogromlar, mahalli ayaklanmalar, çeşitli kısa ömürlü şiddet, isyan ve yağma biçimleri, ayrıca karışık gerekçelerle yer yer cinayet ve tecavüz içermektedir: Devlet yetkilileri siyasi gerilimlerin suçunu dış gruplara atmaya çalışır; yerliler yağma, şiddet ve tecavüze başvurur; etnik temizliğin failleri dehşet salarak insanları kaçırmaya çalışır. Bilhassa katliamlar çoğu durumda dış göçe yol açar. Bilinen mağdurlar Yahudiler, Ermeniler ve Çinlilerdir. Olayların daha da kızışması şiddet içerikli tehcir ve dış göçü gündeme getirir, dış grubun kaçmasına yetecek kadar şiddet yaşanır - son yıllarda Yugoslavya’da yaşandığı gibi. Daha ırksal bir temizlik ayrı biyolojik politikalar da içerebilir. Burada evliliği kısıtlayarak ya da cinsel politikalarla üreme önlenir, hattâ işler kızışırsa zorla kısırlaştırmaya ya da kadının dış grup kimliği taşıyan çocuk doğurmasını önlemek için tecavüze başvurulabilir. Biyolojik temizlik bariz sebeplerle kadınlara odaklanır: Annelik kesindir, babalık ise varsayılır.
5. satır’da baskın grubun politikalarının niyet edilmemiş sonucu olan kitlesel ölümün vahşeti içerilmektedir. Birinci sütun politika hatalarını içerir. Çoğu durumda, etnik gruplar uyum sağlayamadıkları çalışma koşullarına mahkûm edilirler ya da devrimciler budalaca politikalarla büyük toplumsal dönüşümler sağlamaya çalışırlar - örneğin Çin’deki Büyük İleri Atılım sırasında istemeden milyonlarca insan öldürülmüştür. Sonuçta politikanın hatalı olduğu anlaşılınca vazgeçilir ve dış grup tamamen yeryüzünden silinmez. Burada suçluları aklamak istemiyorum; çünkü ölü sayısı inanılmaz boyutlarda olabilir. Pek çok büyük hata bir sonraki kategorinin, acımasız politikaların sınırına gelip dayanır. Bu politikalar doğrudan dış grubu öldürmeye yönelik değildir, ama baskın grubun onlar hakkında öyle olumsuz görüşleri vardır ki işlerin gelişimi dış grubun ölümüne yol açsa bile aldırmazlar. Büyük Sıçrama liderliği için bu pek doğru sayılmaz, ama felaket karşısında tepki vermedeki yavaşlığı, mağdurların yaşamı konusunda görece aldırışsız olduğunu gösteriyor. Savaşlar ve iç savaşlar sertlik kategorisinin büyük bir kısmını kaplar, özellikle de ülkenin tahrip edilmesi ya da şehirlerin bombalanmasıyla sivil nüfuslar felakete sürüklenebilmektedir. Buradaki sınır vaka, İspanyolların Karayip adalarını ilk kez sömürgeleştirmesidir. Sömürgeciler yerliler üzerindeki toplu etkilerinin farkına varana kadar yerlilerin neredeyse tamamı ölmüştü, ki bu da tam anlamıyla etnikkırım anlamına gelir.
Etnikkırım bir grubun ve kültürünün istemeden yok edilmesi demektir. Burada genellikle son derece aldırışsız bir tavır söz konusudur, hattâ baskın grup dış grubun yok oluşunu hoş karşılayabilir. Koloni yerleşimcileri ile yerli halklar arasındaki pek çok korkunç karşılaşmanın ana özelliği etnik grup katlidir. Ölümlerin çoğu baskın gruptan dış gruba geçen hastalıklardan kaynaklanmış, rezervasyonlarda yaşayıp korkunç çalışma koşullarına mahkûm olmak da durumu kötüleştirmiştir - bunların amacı öldürmek değildi, ama yerlileri ölüm sınırına getiriyordu. Dördüncü bölümde bu konuya daha ayrıntılı bakacağız.
Son olarak 6. satır sivillerin önceden planlanarak kitlesel olarak öldürülmesini içerir. İbretlik baskı, tarihteki imparatorlukların nispeten kanlı fetih politikalarım kapsıyor - örneğin başka şehirleri itaate zorlamak için koca bir şehir kılıçtan geçirilebiliyordu. Son zamanlardaki askeri mücadelelerde Dresden, Tokyo ve Hiroşima gibi şehirlerin asker sivil ayrımı gözetmeden bombalandığını görüyoruz. Romalılar zaman zaman isyancı halkın onda birini öldürüyorlardı. 1940’lardaki Balkanlarda Alman ordusu gerillaların öldürdüğü her Alman askerine karşılık elli yerli sivili kurşuna diziyordu. İsyancılar ve teröristler genellikle küçük çaplı kanlı olaylar gerçekleştirebilir, gerçi 11 Eylül epeyce büyüktür. Günümüzde tüm ibretlik baskılar teorik bakımdan uluslararası hukuka göre savaş suçu ve insanlığa karşı işlenmiş suç sayılabilmektedir - fakat savaşı kazanan tarafın suçlandığı pek görülmez. İç savaşlarda katledilen sivillerin sayısı genellikle ülkelerarası savaşlardakinden daha fazladır. .
Ondan sonra kısmi temizlik amacıyla işlenen toplu katliamlar geliyor. Zorunlu ihtida çok net bir tercih sunar: “ya ihtida et ya öl.”** Hırvat Katolik Ustaşa kuvvetlerinin İkinci Dünya Savaşı’nda Sırplara söylediği buydu. Kıyım zamanlarında Yahudilere de sık sık bu seçenek sunulmuştu. Dış grubun bazı üyeleri direndikleri için ya da suçlular seçeneklerin gerçekliğini göstermek istediği için öldürülürler. Ama çoğunluğu yaşar, kısmen temizlenir - dinlerini kaybederler ama kültürlerini tamamen kaybetmezler. Yeni bir terim olan siyasikırım genel olarak mağdur edilen ve korkulan grubun tüm liderlerini ya da potansiyel liderlerini öldürme niyetini gösterir (tanımlayan: Harff & Gurr, 1988: 360). Bunun ibretlik baskıyla örtüşmesi mümkündür, ama siyasikırımda temizlik niyeti daha fazladır. Liderleri ve entelektüelleri yok etmenin amacı dış grubun kültürel kimliğini zayıflatmakken, örneğin ibretlik baskıyla bir şehir ürkütülüp itaate zorlansa da kimliğini koruyabilir. Naziler tüm okumuş Polonyalıları öldürerek Polonya kültürel kimliğini yok etmek istemişlerdi. Tıpkı Naziler gibi Burundi Tutsileri de tüm okumuş Hutuları öldürerek Hutu kültürel kimliğini yok etmeye çalışmışlardı.
Tüm bir toplumsal sınıfın kitlesel olarak öldürülmeye çalışılmasını ifade etmek için ben de sınıfkırım terimini ortaya koyuyorum. Zor yoluyla ihtida ya da siyasikırımdan daha kanlı olabildiği için tabloda yannına soykırıma yönelen bir ok koydum, ama tam olarak soykırım kategorisine de almadım. En büyük sınıfkırım suçlusu Kızıl Khmerlerdir; Stalinistler ve Maocular da daha kısa vadeli kırımların failleri olmuşlardır. Mağdur sınıfların iflah olmaz düşmanlar olduğu düşünülmüştü. Sınıfkırım solculara özgü görünmektedir; çünkü ancak onlar karşıt (“sömürücü”) sınıflar olmadan var olabileceklerine inanmışlardı. Kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin sağcı rejimleri kendileri için çalışacak işçilere ve köylülere ihtiyaçları olduğunu hiç unutmazlar. Bu yüzden Endonezya ordusunun ve İslamcı paramiliterlerin 1965-6’da en az 500.000 Endonezyalı komünist sempatizanını toplu olarak katletmesi çok büyük oranda yoksul köylülerin ölümüyle sonuçlanmışsa da, sınıf düşmanından ziyade siyasi düşmana yönelikti - işçileri ya da köylüleri değil, komünistleri öldürüyorlardı. Bunu sınıfkırım olarak değil, siyasikırım olarak adlandırabiliriz. Kızıl Khmerlerinki gibi komünist rejimlerde ve Stalin ile Mao dönemlerinde sınıfkırımı hatalarla ve aldırışsızlıkla iç içe geçmişti. Her üç tip de savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamında görülebilir.
Son olarak 1944’te Polonyalı avukat Raphael Lemkin’in koyduğu adla soykırıma geliyoruz. Birleşmiş Milletler Lemkin’in tanımını düzenleyerek soykırımın etnik, ulusal ya da dini bir grubu yok etmeye yönelik bir suç olduğunu, bu haliyle imhayı hedeflediğini belirtmiştir. Bu tanım hem çok fazla şey hem de çok az şey içerdiği için zaman zaman eleştirilir. “Kısmi” imhanın da soykırım sayıldığı eklenmiştir. Kısmi soykırım ancak coğrafi bakımdan bir anlam taşır. 1851’de California’daki yerleşimciler, Owens Vadisi’nden tüm Kızılderilileri silme girişiminde bulunduğunda yerellik anlamında kısmi soykırım gerçekleştirmişti. Bosnalı Sırp komutanların 1994’te Serebrenica’daki tüm erkekleri ve oğlan çocuklarını öldürme kararı da kısmi soykırım sayılabilir; çünkü yöredeki kadınlar tek başlarına sürdürülebilir bir topluluk halinde ayakta kalamazdı. Fakat cinayetler, yakındaki Prijedor temizliğinde olduğu gibi, şiddet içerikli tehcirle karıştığında, artık yerel soykırım olarak adlandırılamaz gibi görünüyor. Öte yandan soykırım salt etnik grupların ötesine de geçebilir (Andreopoulos, 1994:1. Kısım). Soykırım kasıtlıdır, tüm bir grubu sadece fiziksel olarak değil kültürel olarak da (kiliselerini, kütüphanelerini, müzelerini, sokak isimlerini yok ederek) imha etme amacını taşır. Fakat sadece kültürel temizlik olduğunda buna soykırım değil sadece kültürel baskı adını veriyorum. Soykırım tipik olarak çoğunluk tarafından azınlığa uygulanır, siyasikırım ise tam tersidir.
Bu kitap tablonun en kötü, en koyu tondaki alanına odaklanıyor. Bu alanı toptan cinai etnik temizlik olarak adlandırıyorum. Bitişikteki üç kutu daha açık tonda, çünkü bu sınır bölgelerin bir miktar cinai temizlik de içerebileceğini kabul ediyorum. Bazılarının yaptığı gibi bu kutuların çoğunu soykırım olarak adlandırmıyorum (örn. Jonassohn, 1998; Smith, 1997).
Bu ayrımları yaptığımızda etnik temizliğin iki paradoksal özelliği açığa çıkıyor. Bir taraftan etnik temizlik çoğunlukla gayet yumuşak şekilde yapılmıştır. Cinai temizlik yaygın değildir. Hafif kurumsal zorlamayla desteklenen asimilasyon ağırlıktadır. Öte yandan, en ileri ülkeler geçmişte çok daha fazla etnik grubu barındırmasına rağmen bugün esasen tek etnik gruba sahip olduğundan (yani nüfusun en az yüzde yetmişi kendini tek bir etnik gruba ait olarak tanımladığından), etnik bakımdan temizlenmiştir. O halde iki ana sorunumuz var. Bu temizlik niçin meydana gelmiştir? Niçin sadece birkaç vakada gerçekten canavarlığa dönüşmüştür? Kitabımın cevap vermesi gereken ana tarihsel sorular bunlardır.
*Segregasyon: Farklı etnik grupların sosyal alanda birbirlerinden tecrit edilerek yaşamaları demektir. Apartheid'dan farklı anlamlar içerir. Burada ilgili etnik gruplar yasa gereği, kağıt üzerinde birbirine eşittir ama sosyal ortamda birbirlerinden ayrılmışlardır, "bir arada yaşama" desteklenmez.
**İhtida: Kendi dininden vazgeçmek zorunda kalarak egemenin dininin benimsenmesi. Dönmek.
Koyulaştırmalar, görseller, sözlük bana aittir. DK
http://www.vanderbilt.edu/strategicplan/undergraduate-residential-education/universitycourses-2017/race_place_power.php |
Kendilerini Sırp, Alman ya da İskoç olarak tanımlayan halklar gerçekte hareket halinde olan ve komşularıyla evlilik ilişkileri kuran çok sayıda küçük soy gruplarından oluşur. Büyük grupların ortaklık iddiaları aslında sayısız soy grubunun toplamına dayanır. Bu kitapta, biyoloji ya da akrabalık dışındaki sosyal ilişkilerle oluşturulmuş makro-etnisiteler tartışmaya açılıyor. Burada ele alınan etnik çatışmaların hiçbiri doğal ya da ilk çağdan kalma değildir. Hem bu etnik yapılar hem de çatışmalar toplumsal olarak yaratılmıştır.
Bu çatışmalar farklı farklı şekillerde yaratılır. Ortak dil Almanları birleştirmekte önemli, ama Sırpları birleştirmekte önemsizdir (Hırvatlar ve Boşnaklarla aynı dili paylaşırlar). Din Sırplar için önemlidir (Ortodoks Hıristiyan olmaları onları Hırvatlardan, Boşnaklardan ve Arnavutlardan ayırır) ama Almanlar için önemsizdir (kimisi Katolik kimisi Protestandır). Medeniyet ve ırk teorileri Avrupalılara ortak bir medenilik hissi vermiş, ayrıca sömürgelerdeki tebaanın aksine beyaz olma duygusu kazandırmıştır. Ekonomik tahakküm ya da bağımlılık kimlik oluşturabilir, askeri güç de öyle. Emperyal fatihler çoğu zaman tek bir halk ya da kabileye ait gruplara belli roller atfederek makro-etnisiteler yaratmışlardır. Son olarak belirtmek gerek: Bağımsız bir devlet ya da eyalet olarak ortak bir siyasi tarih her zaman önemlidir - örneğin İngilizlerden dinsel ya da dilsel olarak ayrılmayan, ama ayrı bir siyasi tarihi olan İskoçlar. Bu çeşitlilik karşısında etnisiteleri öznel olarak, kendilerinin ve/veya komşularının kullandığı terimler çerçevesinde tanımlamak daha emniyetlidir.
Etnik grup, kendisini tanımlarken ortak soy ve kültürü paylaştığını iddia eden ya da başkalarınca böyle tanımlanan bir gruptur. Etnik temizlik de böyle bir grubun üyelerinin, kendilerine ait olarak tanımladıkları bir mahalden başka bir grubu çıkarmasıdır. Ulus, aynı zamanda siyasi bilinci olan, belli bir toprak parçasında ortak siyasi hakları olduğunu iddia eden yine böyle bir gruptur. Bu grubun kendi bağımsız devletini kurduğu yerde ulus-devlet ortaya çıkar. Her özbilinçli ulus, ulus-devlete sahip değildir ya da ulus-devlet kurmayı arzulamaz. Bazıları daha geniş bir çok-etnili devlette yerel özerklik ya da değişmez haklar talep eder.
Etnik gruplar birbirine çok farklı şekillerde muamele eder, bu muamelelerin çoğu da kansızdır. Küresel haber medyasının kaydettiği ilerleme sebebiyle az sayıdaki toplu katliam zihinlerimize kazınmış bulunuyor. Ama çok şükür ki toplu katliamlar aslında nadirdir. Afrika kıtası Batı medyasında sadece çok kötü haberlerle malzeme olmaktadır. Ama Afrika’daki vakaların çok azı cinai etnik temizlik içerir - bu kıtada bütün devletler çok-etnilidir. Fearon ve Laitin (1996), Afrika’daki çok-etnili bölgelerin yüzde birinden azında ciddi etnik şiddet yaşandığını tahmin etmektedir. Tablo 1.1 etnik ilişkilerde şiddet ve temizlik derecelerini gösteriyor. Bu tablo cinai etnik temizlik ile kansız etnik temizliği birbirinden ayırmamızı, ayrıca etnik temizlik amacı taşımayan kitlesel şiddet ve öldürme vakalarını ayırt etmemizi sağlıyor. Sadece sivillerin şiddet yoluyla temizlenmesini içeren bu tabloda savaş kurallarının genel olarak meşru kıldığı toplu katliamlar hesaba katılmıyor.
Tablo 1. 1 Gruplararası İlişkilerde Şiddet ve Temizlik Tipleri | |||
Temizlik Tipleri | |||
Şiddet Tipleri | Yok | Kısmi | Toptan |
1. Yok 2. Kurumsal zor kullanımı | 1. Çokkültürcülük/Hoşgörü 2. Oydaşmacılık/Konfedaralizm Ayrımcılık | Kimliklerin kısmi terki, örn: resmi dilin gönüllü olarak benimsenmesiyle 1.Resmi dil kısıtlamaları 2. Segregasyon* | Gönüllü asimilasyon Kültürel bastırma |
3. Kolluk Kontrolünde baskı | Seçmeci kolluk kontrolünde baskı | 1. Dış grubun dilinin ve kültürünün kolluk kontrolünde kısmen bastırılması 2. Dış grubun kolluk kontrolünde yerleştirilmesi/yerinin değiştirilmesi | Koyu Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk |
4. Şiddet içeren baskı | Genelleşmiş kolluk kontrolünde baskı | Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk | 1.Şiddet içerikli tehcir ve göç ettirme 2.Biyolojik kısırlaştırma, zorla evlendirme, bazı tecavüz biçimleri |
5. Planlanmamış kitlesel ölümler 6. Planlanmış toplu katliamlar | Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk Renk | Acımasız savaş, iç savaş, devrimci projeler 1. Zor yoluyla ihtida 2. Siyasikırım 3. Sınıfkırım | Etnikkırım Soykırım |
Not: Koyu tonlu yerler bu kitapta tartışılan cinai temizlik bölgesinin merkezini gösterir. Açık tonlu yerler temizliğin yer yer yaşanabileceği sınır bölgesini gösterir. |
[*]Tablo 1.1’in iki boyutu var: Bir grup belli bir bölgeden ne ölçüde çıkarılmış (temizlenmiş) ve bu amaçla ne ölçüde şiddet kullanılmıştır? Etnik gruplar kültürel olarak tanımlandığından, kişiler fiziken dışarı atılmasa bile kültürleri kaybolunca çıkarılmış olacaklarını unutmamak gerek. İnsanlar kültürel kimliklerini değiştirebilirler. Ama etnik temizlik teriminin normaldeki algılanışını es geçerek salt kültürel imha vakalarını da eklemeyeceğim, onun yerine bu tür vakaları kastettiğim yerlerde temizlik kelimesini tırnak içine alacağım - bu tabloda da öyle yaptım. Ama temizlik ve “temizlik”in alabileceği çeşitli biçimleri birbirinden ayırmak önemlidir.
Tablo 1.1’deki terimler bu kitabın tamamında kullanılacaktır. Tablonun birinci satırı önemli ölçüde şiddet içermeyen politikalarla başlıyor. 1. satır 1. sütun etnik farklara karşı ideal tavrı, yani eşit muameleyi ve tüm etnik gruplara saygı göstermeyi -çokkültürlülüğü- içeriyor. Bazı çokkültürlü devletler etnisiteyi tümden görmezden geliyor, herkese etnik kökenlerinden bağımsız olarak aynı muameleyi yapıyor. Bu devletlerin anayasalarında etnik grupların haklarından bahsedilmiyor, ayrıca siyasi partiler ve toplumsal hareketler (kültürel olanlar hariç) etnik kökenler etrafında örgütlenmiyor. Pek çok etnik kökenden göç alan ABD ya da Avustralya gibi ülkelerin ortak ideali budur. Bu göçmen gruplar kendi devletlerini isteyemeyecekleri için mevcut devlete bir tehdit oluşturmuyorlar ve anayasa onların etnik kökenlerini rahatça görmezden gelebiliyor. Bu yüzden ABD ve Avustralya’daki pek çok kişi çokkültürlü bir kültürel ortam ve etnik kökenlere karşı kör bir siyaset istiyorlar. Böylece siyasi ortamları etnik kökenlerden ziyade sınıfa, dine, toplumsal cinsiyete vs. dayanabilecek.
Etnik grupların ayrı toprak parçalarında çoğunluk oluşturduğu ya da kendi devletlerini veya bölgesel özerkliklerini istedikleri, daha fazla tehlike potansiyeli taşıyan durumlarda işler değişiyor. Çokkültürlülük idealleri siyasi arenada etnik kökenler karşısında kör kalmakta güçlük çekiyor. Etnisiteyi görmezden gelmek yerine farklı etnik kökenler için toplu güvenceler yoluyla etnisiteyi açıkça anayasaya ekliyorlar. Bu ekleme konfederatif (günümüz Nijerya’sında olduğu gibi, etnik grupların bir ölçüde bölgesel kontrolü oluyor) ya da oydaşmacı (Belçika’da olduğu gibi, merkezde iktidarı paylaşmaları güvenceye alınabiliyor) yöntemlerle yapılabiliyor. Bu türden güvencelerin amacı tüm büyük grupları devlete bağlamak. Burada sınıf, bölge, toplumsal cinsiyetin vs. yanı sıra etnik kökenleri de dikkate alan bir siyaset var, ama ümit verici bir şekilde etnik uzlaşma siyaseti söz konusu olabiliyor. Pozitif ayrımcılık programları bunun dış gruplara bireysel düzeyde koruma güvencesi sağlayan çok ılımlı, liberal versiyonlarıdır. Hoşgörü çokkültürlülük gerçeğini tanımanın daha zayıf ve yaygın versiyonu. Dış gruba düşmanlık beslediğimiz ama bu duygumuzu bastırmak için çok çaba harcadığımız anlamına geliyor. Ne yazık ki bu ilk politikalar çoğunlukla ideal, gerçek dünyanın dışında yönetim şekilleridir. Etnik ilişkilerin çoğu bu kadar hoşgörü içermez.
Birinci satırın sonraki iki sütunu etnik grupların şiddet olmadan zayıfladığı ya da yok olduğu, rıza yoluyla temizlendiği vakaları içeriyor. Batı Avrupa’nın etnik homojenleşmesinin sonraki evresi böyledir. Fransa ya da İngiltere'de on-dokuzuncu yüzyıl ortasına gelindiğinde, bu devletlerin azınlık dillerini ortadan kaldırmak için pek zor kullanması gerekmemişti. Azınlıklar kendi bölgesel dillerinin -örneğin Brötonca ya da Galce- geriliğini ve çocuklarını modern toplumda başarıdan yoksun bıraktığını kabul etmişti. Benzer şekilde ABD ya da Avustralya’ya göç eden pek çok kişi de İngilizceyi gönüllü olarak benimser, çocuklarına kendi dilini öğretmez ve diğer pek çok etnik kültürel pratiğini de terk eder. Onların soyundan gelenler ancak duygusal bir Almanlık, Slovaklık ya da Gallilik hissini muhafaza edebilirler. Demek ki gönüllü asimilasyon baskın grubun düşmanca eylemleri yoluyla değil pozitif teşviklerle temizlenmiş bir toplum üretir. ABD ya da Avustralya’daki beyaz göçmen grupları, ikbal ve statü peşinde koşarken, toplumsal olarak uyum sağlamaya çalışırken önceki etnik kimliklerini kaybederek Amerikalılar ya da Avustralyalılar haline geldiler. Bu epeyce zararsız ve marjinal bir temizlik şeklidir. Sadece geleneksel kültürlerin korunmasına değer verenler bu temizliğin matemini tutar. Nitekim temizlik sözcüğü (tırnak içine alınsa bile) buraya uygun düşmeyecektir.
İkinci satır şiddetin ilk tırmanışını, kurumsal zor kullanımına dönüşmesini içerir. Ayrımcılık büyük ihtimalle en yaygın politikadır. Dış grubun haklarını sınırlar, ama üyelerinin etnik kimliğini korumasına izin verir. Ayrımcılık tipik olarak seçmeci istihdam, konut bölgelerini kredi verilmeyecek bölgeler olarak işaretlemek, negatif kültürel klişeler yaratmak, kişilerarası davranışlarda hakarette bulunmak ve polis tacizini içerir. Pek çok ülke bazı azınlıklara ayrımcılık yapar. Köleliğin kalkmasından yüz elli, medeni haklar hareketinden elli yıl sonra Afrikalı Amerikalılar hâlâ ayrımcılıkla karşılaşmaktadır. Örneğin ABD’de “siyahken araba kullanmak” diye alayla karışık hakaret niteliğinde bir deyiş vardır, zira polis “çok iyi” bir araba süren siyah adamı durdurur. Bu türden tüm ayrımcılıklar elbette üzücüdür, ama bu tablonun geri kalanındaki muamelelerin yanında hafif kalır.
http://aconsumingfire.com/?p=60 |
Sonraki sütundaki “Kültürel Bastırma” sadece kurumsal zor kullanma yoluyla toptan temizliği içerir. Kamu kurumlan dış grubun kültürünü bastırır ve böylece dış grubun kimliği baskın grubun kimliğine zorla asimile edilir. Dış grubun dili okullarda ve devlet dairelerinde yasaklanabilir, ibadeti engellenebilir, ayırt edilebilir soyisimleri yasayla değiştirilir. Bu bastırmada zor kullanılsa da, genellikle yasal bir zor söz konusudur ve bu politikaya yer yer direnenlerin başını ezmek gerekmedikçe pek fiziksel kuvvet kullanılmaz (alttaki satırın kapsamında kuvvet kullanılır). Bu tip bir bastırma, hele başarılı olmuşsa, etnik temizlikten bile sayılmayabilir. Üzerinden biraz zaman geçtikten sonra, iki grup da yaşananları temizlik olarak hatırlamayabilir - örneğin Gal halkının büyük ölçüde İngilizlerin tanımladığı bir Britanyalı kimliğine asimilasyonu böyle olmuştur. Gal halkı kaybettiği daha büyük kültürel niteliklerden ziyade, koruduklarına inandıkları Gallilikle övünürler genelde. Provanslıların ve Akitanyalıların Fransız kimliğine neredeyse tümden asimilasyonu da başka bir örnektir. Dış grubun üyelerinden pek çoğu bu kötü muameleye tıpkı çok sayıda Mandalının yaptığı gibi dış göçle tepki verebilir. Bu aynı zamanda kısmen zor kullanılarak, kısmen rızayla gerçekleşen bir temizlik biçimidir.
Fiziki şiddet seçmeci kolluk kontrolünde baskının bulunduğu 3. satır’da başlar. “Seçmeci”nin anlamı muhaliflerin hedef alınması, özellikle de 2. satır’daki politikaları protesto edenlerin baskı görmesidir. “Kolluk kontrolü” ise baskının düzenli olarak, rutinleşmiş meşru araçlar yoluyla yasaları uygulayarak gerçekleşmesi anlamına gelir - gerçi sınırlı düzeyde fiziksel şiddet kullanımı da tipik özellikler arasındadır. Birinci sütun özellikle protestoculara yönelik baskıyı barındırırken, İkincisinde dış grubun kimliğinin bir kısmı bastırılmaya çalışılmaktadır. Ayrıca ikinci sütun, baskın gruptan yerleşimcilerin getirilmesini, yerli dış grup üyelerinin yerinden yurdundan edilmesini, ama toplumdan tamamen dışlanmamasını da içermektedir. Onyedinci yüzyıldan itibaren Ulster bölgesinde binlerce Katolik Mandalı çiftçinin zorla başka yere gönderilmesi ve onların yerine İskoç Protestanların yerleştirilmesi iyi bir örnektir. Üçüncü sütun bizi kolluk kontrolünde toptan kültürel bastırma, nüfus mübadeleleri ve kolluk kontrolünde tehcirler ve dış göçler alanına götürür. Bu devlet eliyle geniş temizlik yelpazesinde zor kullanma vardır, ama genellikle fazla şiddet içermez. Şu ana kadar tartışılan politikalar sadece hukukun üstünlüğünü koruduğuna inanan nispeten istikrarlı bir devlete işaret eder.
4. satırda artık ciddi fiziksel şiddet vardır. Birinci sütunda bu şiddet rutin ve düzenli kalmaya devam eder. Genel kolluk kontrolünde baskı protestocuları, isyancıları, asileri ya da teröristleri barındıran gruplara yöneliktir; grubun büyük bir kısmını boyun eğmeye zorlamak amacıyla zalimce resmi cezalandırmaya başvurulur. Bu rutinleşirse devletler uzmanlaşmış paramiliterler istihdam ederler ve bu paramiliterler dış gruplar arasında hayli kötü bir ün edinir - Kazaklar ya da Kraliyet İrlanda Yedek Kuvvetleri gibi. Sonraki iki sütun daha kontrolsüz şiddeti barındırır. Olayların kızışması sonucunda şiddet yoluyla kısmi temizliğe geçilmesi pek çok Avrupa sömürgesinde görüldüğü üzere yerleşim/yerinden etme içerdiği gibi pogromlar, mahalli ayaklanmalar, çeşitli kısa ömürlü şiddet, isyan ve yağma biçimleri, ayrıca karışık gerekçelerle yer yer cinayet ve tecavüz içermektedir: Devlet yetkilileri siyasi gerilimlerin suçunu dış gruplara atmaya çalışır; yerliler yağma, şiddet ve tecavüze başvurur; etnik temizliğin failleri dehşet salarak insanları kaçırmaya çalışır. Bilhassa katliamlar çoğu durumda dış göçe yol açar. Bilinen mağdurlar Yahudiler, Ermeniler ve Çinlilerdir. Olayların daha da kızışması şiddet içerikli tehcir ve dış göçü gündeme getirir, dış grubun kaçmasına yetecek kadar şiddet yaşanır - son yıllarda Yugoslavya’da yaşandığı gibi. Daha ırksal bir temizlik ayrı biyolojik politikalar da içerebilir. Burada evliliği kısıtlayarak ya da cinsel politikalarla üreme önlenir, hattâ işler kızışırsa zorla kısırlaştırmaya ya da kadının dış grup kimliği taşıyan çocuk doğurmasını önlemek için tecavüze başvurulabilir. Biyolojik temizlik bariz sebeplerle kadınlara odaklanır: Annelik kesindir, babalık ise varsayılır.
5. satır’da baskın grubun politikalarının niyet edilmemiş sonucu olan kitlesel ölümün vahşeti içerilmektedir. Birinci sütun politika hatalarını içerir. Çoğu durumda, etnik gruplar uyum sağlayamadıkları çalışma koşullarına mahkûm edilirler ya da devrimciler budalaca politikalarla büyük toplumsal dönüşümler sağlamaya çalışırlar - örneğin Çin’deki Büyük İleri Atılım sırasında istemeden milyonlarca insan öldürülmüştür. Sonuçta politikanın hatalı olduğu anlaşılınca vazgeçilir ve dış grup tamamen yeryüzünden silinmez. Burada suçluları aklamak istemiyorum; çünkü ölü sayısı inanılmaz boyutlarda olabilir. Pek çok büyük hata bir sonraki kategorinin, acımasız politikaların sınırına gelip dayanır. Bu politikalar doğrudan dış grubu öldürmeye yönelik değildir, ama baskın grubun onlar hakkında öyle olumsuz görüşleri vardır ki işlerin gelişimi dış grubun ölümüne yol açsa bile aldırmazlar. Büyük Sıçrama liderliği için bu pek doğru sayılmaz, ama felaket karşısında tepki vermedeki yavaşlığı, mağdurların yaşamı konusunda görece aldırışsız olduğunu gösteriyor. Savaşlar ve iç savaşlar sertlik kategorisinin büyük bir kısmını kaplar, özellikle de ülkenin tahrip edilmesi ya da şehirlerin bombalanmasıyla sivil nüfuslar felakete sürüklenebilmektedir. Buradaki sınır vaka, İspanyolların Karayip adalarını ilk kez sömürgeleştirmesidir. Sömürgeciler yerliler üzerindeki toplu etkilerinin farkına varana kadar yerlilerin neredeyse tamamı ölmüştü, ki bu da tam anlamıyla etnikkırım anlamına gelir.
Etnikkırım bir grubun ve kültürünün istemeden yok edilmesi demektir. Burada genellikle son derece aldırışsız bir tavır söz konusudur, hattâ baskın grup dış grubun yok oluşunu hoş karşılayabilir. Koloni yerleşimcileri ile yerli halklar arasındaki pek çok korkunç karşılaşmanın ana özelliği etnik grup katlidir. Ölümlerin çoğu baskın gruptan dış gruba geçen hastalıklardan kaynaklanmış, rezervasyonlarda yaşayıp korkunç çalışma koşullarına mahkûm olmak da durumu kötüleştirmiştir - bunların amacı öldürmek değildi, ama yerlileri ölüm sınırına getiriyordu. Dördüncü bölümde bu konuya daha ayrıntılı bakacağız.
Son olarak 6. satır sivillerin önceden planlanarak kitlesel olarak öldürülmesini içerir. İbretlik baskı, tarihteki imparatorlukların nispeten kanlı fetih politikalarım kapsıyor - örneğin başka şehirleri itaate zorlamak için koca bir şehir kılıçtan geçirilebiliyordu. Son zamanlardaki askeri mücadelelerde Dresden, Tokyo ve Hiroşima gibi şehirlerin asker sivil ayrımı gözetmeden bombalandığını görüyoruz. Romalılar zaman zaman isyancı halkın onda birini öldürüyorlardı. 1940’lardaki Balkanlarda Alman ordusu gerillaların öldürdüğü her Alman askerine karşılık elli yerli sivili kurşuna diziyordu. İsyancılar ve teröristler genellikle küçük çaplı kanlı olaylar gerçekleştirebilir, gerçi 11 Eylül epeyce büyüktür. Günümüzde tüm ibretlik baskılar teorik bakımdan uluslararası hukuka göre savaş suçu ve insanlığa karşı işlenmiş suç sayılabilmektedir - fakat savaşı kazanan tarafın suçlandığı pek görülmez. İç savaşlarda katledilen sivillerin sayısı genellikle ülkelerarası savaşlardakinden daha fazladır. .
Ondan sonra kısmi temizlik amacıyla işlenen toplu katliamlar geliyor. Zorunlu ihtida çok net bir tercih sunar: “ya ihtida et ya öl.”** Hırvat Katolik Ustaşa kuvvetlerinin İkinci Dünya Savaşı’nda Sırplara söylediği buydu. Kıyım zamanlarında Yahudilere de sık sık bu seçenek sunulmuştu. Dış grubun bazı üyeleri direndikleri için ya da suçlular seçeneklerin gerçekliğini göstermek istediği için öldürülürler. Ama çoğunluğu yaşar, kısmen temizlenir - dinlerini kaybederler ama kültürlerini tamamen kaybetmezler. Yeni bir terim olan siyasikırım genel olarak mağdur edilen ve korkulan grubun tüm liderlerini ya da potansiyel liderlerini öldürme niyetini gösterir (tanımlayan: Harff & Gurr, 1988: 360). Bunun ibretlik baskıyla örtüşmesi mümkündür, ama siyasikırımda temizlik niyeti daha fazladır. Liderleri ve entelektüelleri yok etmenin amacı dış grubun kültürel kimliğini zayıflatmakken, örneğin ibretlik baskıyla bir şehir ürkütülüp itaate zorlansa da kimliğini koruyabilir. Naziler tüm okumuş Polonyalıları öldürerek Polonya kültürel kimliğini yok etmek istemişlerdi. Tıpkı Naziler gibi Burundi Tutsileri de tüm okumuş Hutuları öldürerek Hutu kültürel kimliğini yok etmeye çalışmışlardı.
Tüm bir toplumsal sınıfın kitlesel olarak öldürülmeye çalışılmasını ifade etmek için ben de sınıfkırım terimini ortaya koyuyorum. Zor yoluyla ihtida ya da siyasikırımdan daha kanlı olabildiği için tabloda yannına soykırıma yönelen bir ok koydum, ama tam olarak soykırım kategorisine de almadım. En büyük sınıfkırım suçlusu Kızıl Khmerlerdir; Stalinistler ve Maocular da daha kısa vadeli kırımların failleri olmuşlardır. Mağdur sınıfların iflah olmaz düşmanlar olduğu düşünülmüştü. Sınıfkırım solculara özgü görünmektedir; çünkü ancak onlar karşıt (“sömürücü”) sınıflar olmadan var olabileceklerine inanmışlardı. Kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin sağcı rejimleri kendileri için çalışacak işçilere ve köylülere ihtiyaçları olduğunu hiç unutmazlar. Bu yüzden Endonezya ordusunun ve İslamcı paramiliterlerin 1965-6’da en az 500.000 Endonezyalı komünist sempatizanını toplu olarak katletmesi çok büyük oranda yoksul köylülerin ölümüyle sonuçlanmışsa da, sınıf düşmanından ziyade siyasi düşmana yönelikti - işçileri ya da köylüleri değil, komünistleri öldürüyorlardı. Bunu sınıfkırım olarak değil, siyasikırım olarak adlandırabiliriz. Kızıl Khmerlerinki gibi komünist rejimlerde ve Stalin ile Mao dönemlerinde sınıfkırımı hatalarla ve aldırışsızlıkla iç içe geçmişti. Her üç tip de savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamında görülebilir.
Son olarak 1944’te Polonyalı avukat Raphael Lemkin’in koyduğu adla soykırıma geliyoruz. Birleşmiş Milletler Lemkin’in tanımını düzenleyerek soykırımın etnik, ulusal ya da dini bir grubu yok etmeye yönelik bir suç olduğunu, bu haliyle imhayı hedeflediğini belirtmiştir. Bu tanım hem çok fazla şey hem de çok az şey içerdiği için zaman zaman eleştirilir. “Kısmi” imhanın da soykırım sayıldığı eklenmiştir. Kısmi soykırım ancak coğrafi bakımdan bir anlam taşır. 1851’de California’daki yerleşimciler, Owens Vadisi’nden tüm Kızılderilileri silme girişiminde bulunduğunda yerellik anlamında kısmi soykırım gerçekleştirmişti. Bosnalı Sırp komutanların 1994’te Serebrenica’daki tüm erkekleri ve oğlan çocuklarını öldürme kararı da kısmi soykırım sayılabilir; çünkü yöredeki kadınlar tek başlarına sürdürülebilir bir topluluk halinde ayakta kalamazdı. Fakat cinayetler, yakındaki Prijedor temizliğinde olduğu gibi, şiddet içerikli tehcirle karıştığında, artık yerel soykırım olarak adlandırılamaz gibi görünüyor. Öte yandan soykırım salt etnik grupların ötesine de geçebilir (Andreopoulos, 1994:1. Kısım). Soykırım kasıtlıdır, tüm bir grubu sadece fiziksel olarak değil kültürel olarak da (kiliselerini, kütüphanelerini, müzelerini, sokak isimlerini yok ederek) imha etme amacını taşır. Fakat sadece kültürel temizlik olduğunda buna soykırım değil sadece kültürel baskı adını veriyorum. Soykırım tipik olarak çoğunluk tarafından azınlığa uygulanır, siyasikırım ise tam tersidir.
Bu kitap tablonun en kötü, en koyu tondaki alanına odaklanıyor. Bu alanı toptan cinai etnik temizlik olarak adlandırıyorum. Bitişikteki üç kutu daha açık tonda, çünkü bu sınır bölgelerin bir miktar cinai temizlik de içerebileceğini kabul ediyorum. Bazılarının yaptığı gibi bu kutuların çoğunu soykırım olarak adlandırmıyorum (örn. Jonassohn, 1998; Smith, 1997).
Bu ayrımları yaptığımızda etnik temizliğin iki paradoksal özelliği açığa çıkıyor. Bir taraftan etnik temizlik çoğunlukla gayet yumuşak şekilde yapılmıştır. Cinai temizlik yaygın değildir. Hafif kurumsal zorlamayla desteklenen asimilasyon ağırlıktadır. Öte yandan, en ileri ülkeler geçmişte çok daha fazla etnik grubu barındırmasına rağmen bugün esasen tek etnik gruba sahip olduğundan (yani nüfusun en az yüzde yetmişi kendini tek bir etnik gruba ait olarak tanımladığından), etnik bakımdan temizlenmiştir. O halde iki ana sorunumuz var. Bu temizlik niçin meydana gelmiştir? Niçin sadece birkaç vakada gerçekten canavarlığa dönüşmüştür? Kitabımın cevap vermesi gereken ana tarihsel sorular bunlardır.
[*] Tablonun orijinali. Okunmadığı için yeniden yaptım. DK Michael Mann, Demokrasinin Karanlık Yüzü Etnik Temizliği Açıklamak, İthaki Yayınları, 2012 |
**İhtida: Kendi dininden vazgeçmek zorunda kalarak egemenin dininin benimsenmesi. Dönmek.
Koyulaştırmalar, görseller, sözlük bana aittir. DK