Kritias Diyalogu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kritias Diyalogu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2016 Perşembe

Atlantis: Kritias Diyalogunda

Atlantis: Kritias Diyalogunda

Platon

Konuşanlar: Timaios, Kritias, Sokrates, Hermokrates

Hayali Atlantis Adasının çizimi. 
https://www.tes.com/lessons/tDoC1ZPIBUaNBQ/atlantis-island
[....]
Kritias - ...

Gerçekten vaktiyle rahiplerin anlattığı, Solon'un da buraya getirdiği şeyleri iyice hatırlayabilir, size de anlatabilirsem, beni dinleyenlerin vazifemi başardığıma karar vereceklerinden emin olabilirim. İşte ben de daha fazla gecikmeden böyle davranacağım.

Her şeyden önce şunu aklımıza getirelim ki, Herakales'in sütunlarının[1] iç tarafında yaşayan kavimlerle dışında yaşayanlar arasında ki savaşın üzerinden dokuz bin yıl geçtiği söyleniyor. 
İşte şimdi size uzun uzadıya bu savaşı anlatacağım. Bu yanda komutayı elinde tutan, savaşın ağırlığını başından sonuna kadar çeken, bizim şehirmiş. Öte yandan da savaşı idare edenler Atlantis adasının krallarıymış. O ada ki, söylendiğimiz gibi, Libya’dan Asya’dan daha büyük olduğu halde, yer depremleri sonunda suya gömülerek, buradan açık denize çıkmak isteyen gemilerin gelmesine engel bir balçık yığınından ibaret kalmış. O zamanlarda yaşayan birçok barbar kavimlere ve bütün Hellen soylarına gelince, onları da sırası geldikçe tanıtacağım; ama önce o zamanki Atinalıları, savaşmak zorunda kaldıkları düşmanları tanıtmak, bunların kuvvetlerini, idare şekillerini anlatmak gerek. Bu işe kendi ilimizi ele alarak başlayalım.

Vaktiyle tanrılar bütün dünyayı kavgasız ve gürültüsüz bir şekilde kendi aralarında paylaşmışlardı. ...

Bu adaletli paylaşımda her bir tanrı kendi hoşuna giden payı aldıktan sonra buraya yerleşmişlerdi. Yerleştikten sonra da kendi mallarını, kendi yetiştirmeleri olan bizleri, çoban nasıl sürülerini beslerse öyle beslediler. ...

Baba bir kardeş oldukları için, aynı babadan aynı tabiatı almış olan, aynı bilgi ve sanat sevgisini paylaşan Hephaistos ve Athena, ortak pay olarak bu yerleri aldılar. Burası erdemle, düşünce için yaratılmış bir yer olduğu için, ona öz mallarıymış gibi sahip oldular. Burada iyi insanlar yaratarak, onlara idare yöntemlerini öğrettiler. ...


[....] [Burada Eski Atina'yı anlatıyor. Bu bölüme yer verilmemiştir. s:13-18]


[Sonra aşağıda yer aldığı şekliyle Atlantis'i anlatıyor. Eksiksiz alınmıştır. s: 19-31]


Bakınız bu uzun hikaye aşağı yukarı nasıl başlıyordu.  Tanrıların kendi aralarındaki toprak seçiminden 'konuşurken, bütün dünyayı küçük büyük parçalara ayırdıklarını, kendi adlarına tapınaklar kurup kurbanlar kesilmesini  adet haline getirdiklerini daha önce söylemiştik. İşte Poseidon da böylece payına düşen Atlantis adasının şimdi size söyleyeceğim bir yerine, ölümlü bir kadından olan çocuklarını yerleştirdi. Denize bakan tarafta, adanın ortasında, boydan boya bir ova uzanıyordu, bu ova bütün ovaların en güzeli, en verimlisi olarak biliniyordu. Ortalarında aşağı yukarı elli stadion[9] uzaklıkta, her yanı orta yükseklikte bir dağ görülüyordu. Bu dağda o kökü topraktan gelme adamlardan biri oturuyordu. Adı Euenor'du, Leukippe adındaki karısıyla yaşıyordu. Bir tek kız çocukları oldu. Kleito gelinlik çağına varınca annesiyle babası öldüler. 


Poseidon bu kızı çok beğendiğinden onunla birleşti, kızın oturduğu tepenin etrafını bir sıra denizden, bir sıra karadan yapılmış ve en büyükleri en küçüklerini içine alan, halkalarla çevirerek ayırdı. Bu halkalardan ikisini denizden, üçünü de karadan vücuda getirdi ve onlara adanın ortasından başlayarak, her taraftan aynı uzaklıkta bir daire şekli verdi; böylece oralara insanların ayak basmasına imkan bırakmamış oluyordu, çünkü o zamanlarda gemiden de gemicilikten de kimsenin haberi yoktu. Ortadaki adayı kendi eliyle güzelleştirdi, bir tanrı olduğu için bunda hiç de zorluk çekmedi. Topraktan biri soğuk, biri sıcak, iki kaynak çıkardı, çeşit çeşit, bol bol yiyecekler yetiştirdi. Beş kere ikiz erkek çocukları oldu, onları büyüttü ve Atlantis adasını on parçaya ayırarak İkizlerden önce doğana anasının eviyle dolaylarındaki toprak parçasını verdi; bu en geniş, eniyi toprak parçasıydı; onu bütün kardeşlerinin üstüne kral olarak getirdi. Ötekilere de idare edecek birçok adam, geniş topraklar bağışlayarak, birer hükümdarlık verdi. Hepsine birer ad taktı. En yaşlıları, Kral Atlas adını aldı; bütün ada ile Atlantikon denilen deniz, adlarını bu ilk kraldan aldılar. 


Kendisinden sonra doğan kardeşinin payına adanın Herakles sütunları tarafından, bugün orada Gadeiros ülkesi denen yere doğru uzanan ucu düşmüştü. Bu hükümdarın adı Hellenlerce Eumelos, yerlilerin dilinde de Gadiros'tu; bu yere verilen ad da herhalde bundan gelmiş olmalı. Poseidon ikinci ikizlerden birine Ampheres, ötekine Evaimon adını verdi. Üçüncü ikizlerden ilk doğan Mneseus, arkasından gelen de Autokhthon adlarını aldılar. Dördüncü ikizlerden ilk dünyaya gelene Elasippos, ikinciye Mestor; beşinci ikizlerden birincisine Azaes, ikincisine de Diaprepes adları verildi. Poseidon'un bütün bu oğulları ve onların çocukarı birçok nesiller boyunca bu memlekette yaşadılar. Daha önce de söylediğim gibi onlar, okyanusun daha birçok adaları üzerinde de hüküm sürüyorlar, ayrıca egemenliklerini bu tarafa, boğazın içlerine, Aigyptos ile Tynhenia'ya kadar yürütüyorlardı.


Atlasların soyu git gide çoğaldı ve egemenliğin şerefini korudu, içlerinden hep en yaşlıları kral oluyordu. Krallık her zaman çocukların en büyüğüne kaldığından, krallıkları nesillerce sürdü. Kendilerinden önce hiçbir kral soyunda görülmeyen, kendilerinden sonra da kolay kolay görülemeyecek olan pek büyük zenginlikler topladılar. Kendi şehirlerinin bütün kaynaklarından faydalandıkları gibi, bütün adanın kaynaklarından da faydalanıyorlardı. Yayılmış olan kuvvetlerinden ötürü, birçok şeyleri dışarıdan alıyorlar, fakat yaşayışları için gerekli olan şeylerin çoğunu kendi adalarında elde ediyorlardı. En başta, ocaklardan çıkarılan, eritilebilen yahut eritilemeyen bütün madenler ve en çok, bugün ancak adı kalan, ama o zamanlar kendi de bilinen bir çeşit maden geliyordu. Adanın birçok yerlerinde çıkarılan oreikhalkon[10] adındaki bu maden, o zaman bilinen madenlerin, altından sonra en değerlisiydi. Bunun gibi ada, dülgerlerin işine yarayan ve ormandan çıkan her şeyi de bol bol yetiştiriyordu. Ada hem de ev ve yaban hayvanlarını yeterince besliyordu. Hatta fil cinsine bile orada bol bol rastlanıyordu; çünkü ada, yalnız bataklıkların, göllerin ve ırmakların kenarında, yahut dağlarda, ovalarda otlayan bütün öteki hayvanlara değil, yaratılışta hayvanların en büyüğü, en doymak bilmeyeni file de bol otlaklar sağlıyordu. Bundan başka, şimdi dünyanın her tarafında çıkan bütün kokulu şeyler, kökler, otlar, ağaçlar, çiçeklerden yahut meyvelerden çıkarılan özler de adada pek güzel yetişiyordu. Ayrıca meyve ağaçlarıyla yemek için kullandığımız, bazılarından un yaptığımız ve çeşitlerine zahire adım verdiğimiz bütün toprak ürünleri de yetiştiriliyordu. Bize içki, yiyecek maddeleri ve kokular veren ağaç türünden meyveleri, zevk ve eğlencemize yarayan o kabuklu, korunması güç meyveyi, akşam yemeklerinden sonra hazımsızlık çekenlerin mide ağrılarını hafifletmek, onlara rahatlık vermek için kullandığımız bütün bu sevilen yemişleri, o zamanlar güneş gören bu kutsal ada, görülmemiş güzellikte, sayısız denecek kadar bol yetiştiriyordu[11]. Ada halkı, topraktan elde ettiği bütün bu zenginliklerle tapınaklar, kral sarayları, limanlar, gemi tezgahları yaptılar. İlin başka yerlerini de aşağıda anlatacağım sırayı güderek güzelleştirdiler.



Eski merkezi[12] kuşatan deniz suları üzerinden köprüler kurarak hem içeriden dışarıya, hem dışarıdan kral sarayına bir yol açmakla işe başladılar. Bu sarayı, daha ilk kuruluşta, tanrılarla atalarının oturdukları yerde vücuda getirmişlerdi. Onu kendinden bir önce gelenden devralan her kral bir kat daha güzelleştirmeye, eski halini geride bıraktırmaya çalışıyordu. O kadar ki her gören, eserlerinin büyüklüğü, güzelliği karşısında şaşıp kalıyordu. 


Denizden dışarıdaki su halkasına kadar üç plethron[13] genişliğinde, yüz ayak derinliğinde ve elli stadion uzunluğunda bir su yolu kazdılar; limanlarda olduğu gibi, en büyük gemilerin bile içeriye girmesine yetecek kadar geniş bir ağız açtılar. Bundan başka, birbirinden denizle ayrılan toprak halkalar arasında,  köprülerin tam karşısına, üç sıra küreklilerin bile geçebileceği su yolları açtılar; toprak halkalar deniz yüzünden epeyce yüksek olduklarından, bu su yollarının üzerini, altından gemilerin geçebileceği yükseklikte örttüler. Su halkalarının en büyüğü, denize bağlı olanı, üç stadion genişliğindeydi, onun arkasındaki toprak halkanın genişliği de o kadardı. İkinci su ve toprak halkalarının genişlikleri ikişer stadion'du; yalnız merkez adasını çeviren su halkasının genişliği bir stadion'du. 


Kral saraylarının bulunduğu adaya gelince, burasının çapı beş stadion'du. Bu ada ile halkaları ve bir plethron genişliğindeki köprünün iki başını çepeçevre taştan bir duvarla çevirdiler. Köprü başlarına ve denizin geçtiği her yere kapılarla kuleler yaptılar. Kendilerine gerekli olan taşları merkez adasının kıyılarında, toprak halkaların iç ve dışının altından çıkarıyorlardı; bu taşların beyazları, karaları, kırmızıları vardı. Taştan çıkarırken toprağın altından, üstleri kendiliğinden kayalıkla örtülü kalan çift havuzlar oydular. Bu yapılardan bazıları tek renkliydi; ötekilerindeyse, çeşitli taşlardan kullanarak göze hoş gidecek çeşitli renkleri birbiriyle örüyor, böylece onlara doğal bir güzellik vermiş oluyorlardı. En dış toprak halkasını çeviren duvarı, sıva yerine, boydan boya tunçla kapladılar; iç toprak halkaların duvarını erimiş kalayla, asıl Akropolis'i çeviren duvarı da ateş parıltılı oreikhalkon'la örttüler. 


Akropolis'in içindeki kral sarayı, şöyle düzenlenmişti: Akropolis'in ortasında Kleito ile Poseidon'a ayrılmış bir tapınak vardı. Bu tapınağa girmek yasaklanmış etrafına altından bir duvar çekilmişti. Vaktiyle Kleito ile Poseidon'dan doğan on sülalenin ilk kralları burada dünyaya gelmişlerdi. 


Bunların her birine, paylarına düşen yerlerden her yıl, mevsim başlarında, buraya kurbanlar getiriliyordu. Poseidon tapınağının kendisi de bir stadion uzunluğunda, üç plethron genişliğinde ve bu boyuta uygun düşecek yükseklikteydi; ama görünüşünde barbar bir hal vardı. Tapınağın dışı, baştan başa gümüşle kaplanmıştı, yalnız akroterionlan'ları[14] altındandı; iç tarafına gelince, baştan başa fildişinden olan tavan altın, gümüş ve oreikhalkon'la süslenmişti; kalan taraflar, duvarlar, sütunlar ve döşemeler oreikhalkon'la örtülmüştü. 


Tapınağın içine altın heykeller dikilmişti. Hele bir savaş arabasının içinde, ayakta, altı kanatlı atı koştururken görülen tanrı heykeli o kadar büyüklü ki, başı tavana değiyordu; sonra, yunus balıkları üzerinde, onun etrafında halkalanan yüz Nereid[15] görülüyordu, çünkü o zaman onların yüz tane oldukları sanılıyordu. Bundan başka, öteki beriki tarafından armağan edilmiş birçok başka heykeller de vardı. Tapınağın etrafında, dışarıda, on kral karısının ve onların soyundan gelenlerin altından heykelleri yükseliyordu; ayrıca krallar tarafından veya şehir ahalisiyle kralların emri altındaki dış illerin ahalisi tarafından armağan edilmiş başka büyük heykeller de vardı. Bundan başka, büyüklüğü ve işçiliğiyle bütün bu düzene uygun düşen bir kurban yeri vardı[16]; bunun gibi  kral sarayı da krallığın büyüklüğüyle tapınağın süslerine uygundu. 


Kaynaklara gelince, soğuk su kaynağı da sıcak su kaynağı da bol bol fışkırıyor, sularının güzel içimiyle, yararlılığıyla halkın ihtiyaçlarını pek iyi karşılıyordu. Bu kaynakların etrafında yapılar yapmışlar, sulara uygun ağaçlar yetiştirmişlerdi. Yanı başlarına da bazısının üstü açık, bazısının, kışın sıcak suyla yıkanabilmek için, üstü kapalı havuzlar yapmışlardı. Krallarla halka ait ayrı ayrı hamamlar, ayrıca kadınlara, atlara ve başka yük hayvanlarına mahsus yıkanma yerleri vardı; bunların her biri kendine göre süslenmişti. Buralarda kullanılan suları Poseidon'un kutsal ormanına akıtıyorlardı. Bu ormanda toprağın iyiliği sayesinde, her cinsten güzel, ulu ağaçlar vardı. Sonra suları oradan, köprülerin yanından geçirdikleri su kemerleriyle dış halkalara kadar götürüyorlardı. Orada birçok tanrılar adına birçok tapınaklar yapılmış, bahçeler, erkekler için gymnasion'lar, atlar için idman alanları meydana getirilmişti. Bu idman alanları iki halka adanın her birinde, ayrı yerlerde yapılmıştı. Bundan başka en büyük adanın ortasında, at yarışları için, bir stadion genişliğinde ve atlara yarışırken bütün halkayı baştan başa dolaşmak imkanını verecek uzunlukta alanlar ayırmışlardı. 


At alanının etrafında, baştan başa, hükümdarın aşağı yukarı bütün muhafızlarını alan kışlalar vardı. En emniyetli muhafızlar, Akropolis'e en yakın, en küçük halkada oturuyorlardı. Bağlılıklarıyla kendilerini ayrıca göstermiş olanlar için, Akropolis'in içinde, kral sarayının çevresinde evler yapılmıştı. Tersaneler üç sıra küreklilerle, bu gemilere gerekli teçhizatla doluydu, hepsi de çok iyi hazırlanmıştı. İşte krallar sarayının çevresi çevresi böylece düzenlenmişti.  

Üç dış limanı geçtikten sonra, deniz kenarından başlayan ve en büyük halkalarla limana olan uzaklığı her dolayda elli stadion olan bir halka duvara rastlanıyordu. Bu duvar, su yolunun denize açılan ağzında kapanıyordu. Baştan başa, sık, birbirine bitişik evlerle örtülüydü. Su yoluyla en büyük liman dünyanın dört bucağından gelen gemilerle, tacirlerle doluydu. Bu kalabalıktan, gece gündüz, her çeşit sesler, uğultular, gürültüler yükseliyordu. 


Şehirle eski saray hakkında duyduklarımı, aşağı yukarı olduğu gibi size anlattım. Şimdi ilin geri kalan yerlerinin durumuyla, nasıl idare edildiklerini anlatmaya çalışmalıyım. Söylendiğine göre, bütün il yüksekti, kıyıları sarptı, yalnız şehrin etrafı çepeçevre düzlüktü. Bu ova denize kadar inen dağlarla çevrilmişti; yüzeyi düz ve düzgündü, bütünü uzunluğunaydı; bir yanı üç bin, merkezi de denizden iki bin stadion'du. Bu parça, adanın bütün uzunluğunca, güneye bakıyordu ve kuzey rüzgarlarından korunmuştu. Buralarını çevreleyen dağların, çokluk, büyüklük, güzellik bakımından, bugünküleri geride bıraktığını övüne övüne söylüyorlardı. Bu dağlarda, ahalisi kalabalık, zengin köyler, bütün evcil ve yaban hayvanlara bol bol ot yetiştiren çayırlar, ırmaklar, göller, her işte kullanılabilecek, her cinsten birçok ağaçlar vardı. 


İşte bu ova, tabiatın ve birçok kralların uzun zaman harcanan emekleri sayesinde şimdi anlatacağım şekli almıştı. Aşağı yukarı düzgün, uzunlama bir dörtgen biçimindeydi; düzgün olmayan yerler çepeçevre bir hendek kazılarak düzeltilmişti. Kazılan bu hendeğin derinliğine, genişliğine, uzunluğuna gelince, bu işin de insan elinden çıktığı düşünülürse, söylenen boyutlarda olabileceğine gerçekten inanmak güçtür. Bununla beraber ben gene duyduklarımı söyleyeyim: Bu hendek bir plethron derinliğinde kazılmıştı, genişliği her yandan bir stadion'du, uzunluğu da bütün ovayı kucakladığından, on bin stadion'a varıyordu. Dağlardan dökülen sular oraya akıyor, ovayı baştan başa dolaşıyor, iki uçtan şehre varıyor, oradan da denize akıtılıyordu, ilin yüksek yerlerinden ovayı düz bir çizgiyle kesen, deniz kenarındaki hendeğe dökülen, aşağı yukarı yüz ayak genişliğinde su yolları iniyordu; bu su yollarının arasındaki uzaklık yüz stadion'du. Bu su yolları, daha küçük ara yollarla birbirine ve şehre bağlanıyor, böylelikle dağlardaki odunların suya bırakılarak indirilmesi, mevsim ürünlerinin gemilerle taşınması mümkün oluyordu. Şunu da söyleyeyim ki her yıl iki ürün alınıyordu, çünkü kışın Zeus'un yağmurlarından, yazın da su yollarından getirilen sulardan faydalanılıyordu. 


Ovanın savaş için verebileceği asker sayısına gelince, her bölgenin bir asker başı vermesi kararlaştırılmıştı. Her bölge on stadion genişliğinde, on stadion uzunluğundaydı. Askerlerin hepsi de altmış bin kadardı. Dağlarla ilin başka yerlerinden toplanacak askerlere gelince, bunlar sayısız denecek kadar çokmuş; oturdukları yer ve köylere göre, bölgeler arasında, asker başlarının emri altına verilmişlermiş. Her altı asker başı savaş için bir savaş arabası getirmek zorundaydı; böylece bu savaş arabalarının hepsi on bini buluyordu. Bundan başka her asker başı, iki atla atlılarını, arabasız koşumlu iki hayvanla küçük kalkanlı bir savaşçıyı, savaşçının gerisinde iki hayvanı idare eden bir arabacıyı, ayrıca iki ağır silahlıyı, iki okçu ile iki sapancıyı, üç taş atıcısıyla üç mızrakçıyı, bin iki yüz geminin tayfasını sağlamak için de dört gemici getirmeyi üzerine almıştı. İşte krallık devletinin askerlik düzeni böyle kurulmuştu. Öteki dokuz ülkeye gelince, bunlardan her birinin kendine göre bir düzeni vardı; bunları burada anlatmak çok uzun sürer. 


Devlet makamlarıyla genel hizmetler, ilk zamanlardan beri şöyle düzenlenmişti: On kraldan her biri, kendi payına düşen topraklarda, kendi şehrinde halka hükmediyor, yasaların çoğunu kendisi koyuyor, dilediği kimseyi cezalandırıyor, dilediğini öldürüyordu. Ama kralların birbirleri üzerindeki nüfuzuyla aralarındaki karşılıklı bağlar, Poseidon'un emirlerine göre düzenleniyordu. Krallar, geleneğe uyarak, ilk kralların adanın ortasına, Poseidon tapınağına diktikleri oreikhalkon'dan sütun üzerine kazılmış yazılara uyarak, böyle davranıyorlardı. Tek ve çift ylllara sırayla aynı saygıyı göstererek, her beş veya altı yılda bir bu tapınakta toplanıyorlardı. Toplantıda hepsini ilgilendiren işleri görüşüyorlar, içlerinden yasaya aykırı davrananlar olursa onu muhakeme ediyorlardı. Karar verecekleri zaman, önce aralarında şöyle ant içiyorlardı: Poseidon tapınağının çevresindeki kutsal yerlerde başı boş boğalar vardı. On hükümdür, tek başlarına, tanrıdan diledikleri kurbanı kendilerine yakalattırmasını dua ediyorlar, sonra, ellerine hiç demirden silah almayarak sopalar, kementlerle boğaları yakalamaya çıkıyorlardı. Yakaladıkları boğayı sütunun yanıma getiriyorlar, hayvanı, üzerindeki yazıları kanıyla sulayacak gibi sütunun üzerinde kesiyorlardı. Sütunun üzeri yasalardan başka, yasalara karşı gelecekler için korkunç lanetlerle doluydu. 


Boğayı adetlerine uygun olarak kurban ettikten sonra,  bütün vücudunu kutsallaştırıyorlar, sonra, bir şarap çanağını doldurarak, bu çanağa birbirinin adına bir kan pıhtısı atıyorlar, kalanını da sütunun her yanını temizledikten sonra ateşe veriyorlardı[17]. Bundan sonra çanaktan altın taşları doldurarak ateşe serpiyorlar, sütunlarda yazılı yasalara göre hüküm vereceklerine, bugüne kadar onlara karşı gelmiş olanları cezalandıracaklarına bugünden sonra kendilerinin de bu yazılı yasalara bilerek karşı gelmeyeceklerine, babalarının yasalarına uygun olmayan emirler vermeyecekleri gibi onlara aykırı emirlere de boyun eğmeyeceklerine yemin ediyorlardı. Her biri hem kendisi, hem sülalesi için böyle ant içtikten sonra tasında kalanı içiyor, tası da tanrının tapınağına armağan ediyordu; bundan sonra yemekle ve başka lüzumlu işlerle uğraşıyorlardı. Karanlık basıp kurban ateşi sönünce her biri mavi renkte çok güzel birer elbise giyiyordu; sonra ant içtikleri yere, kurban ateşinin külleri üzerine oturuyorlar, geceleyin de tapınağın bütün ışıklarını söndürdükten sonra içlerinde yasalara karşı gelmekle suçlu buldukları varsa, hem hüküm giyiyorlar, hem hüküm veriyorlardı. Hüküm verdikten sonra, sabah olunca, hükümleri, altından bir levha üzerine kazıyorlar, elbiseleriyle beraber, hatıra olarak tapınağa armağan ediyorlardı. Bundan başka, her kralın haklarına, vazifelerine dair birçok özel yasalar daha vardı. En önemlileri, birbirlerine karşı silaha sarılmamak, içlerinde kendi devletinde kral soylarından birini yok etmeye kalkışan olursa birbirine yardım etmek için bir araya gelmek, savaş ve öteki işler üzerinde alınacak kararlar için, babaları gibi, bir arada toplanıp görüşmek, ama son sözü Atlas oğluna bırakmaktı. Hiçbir kral kendi soyundan gelen birini, on kralın yarısından çoğu razı olmadıkça, ölüm cezasına çarptıramazdı. 


İşte o zamanlar bu ilin kuvveti, iktidarı o kadar büyüktü; tanrı bu büyük iktidarı, anlattıklarına göre, şu nedenle bize karşı çevirmiş. Birçok nesiller boyunca, tanrıca yaratılışları üstün geldikçe, yasalara boyun eğdiler, kanlarına karışan tanrısal öze bağlı kaldılar. Her yönden doğru, büyük düşünceleri vardı, hayatın bütün olağanlıkları karşısında ve birbirlerine yumuşak, düşünceli davranıyorlardı. Erdemden başka her şeyi küçük gördükleri için de mallarına, mülklerine büyük bir değer vermiyorlar; altın külçelerini, başka zenginliklerini bir yük gibi taşıyorlardı. Zenginliğin zevklerine kapılmıyorlar, her zaman kendilerine hakim kalarak doğru yoldan ayrılmıyorlardı. Ölçülü adamlar oldukları için bütün bu zenginliklerin erdemle birleşik sevgiyle birlikte çoğaldığını, tersine olarak zenginliklere bağlanılıp değer verilince de onların erdemle beraber yok olduğunu açıkça görüyorlardı. Böyle düşündükçe, kendilerindeki tanrısal özü kaybetmedikçe, bütün bu anlattığım zenginliklerin çoğaldığını gördüler. Birçok ölümlülerle sık sık birleşmeleri yüzünden, kendilerindeki tanrısal öz git gide azalıp insanlık özü üstün gelmeye başlayınca, o zaman, içinde yaşadıkları refahı hazmedemeyerek, soysuzlaşmaya başladılar; görmesini bilenlere çirkin göründüler, çünkü en değerli şeylerinin en güzellerini kaybetmişlerdi. Gerçek bahtlılığın ne olduğunu bilmeyenlere de artık birer zorbadan, birer aç gözlüden başka bir şey olmadıkları zaman, büsbütün güzel, büsbütün bahtlı göründüler. Yasalara göre hükmeden, böyle şeyleri çok iyi görebilen tanrıların tanrısı Zeus, işte o zaman bir zamanlar erdemli olan bu soyun bahtsızlığını farkederek, onların aklını başına getirmek, onları uslandırmak için cezalandırmaya karar verdi. Bütün tanrıları, evrenin ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki: (Platon'un metni burada sona eriyor). 

[Kritias diyalogu burada aniden kesiliyor.] 


Dipnotlar

[1] Cebelizadut'la Cebelitarık'ın oluşturduğu geçide ilk çağlarda verilen ad.

[9] Aşağı yukarı altı yüz ayak tutan bir ölçü. 


[10] Ne olduğu pek belli olmayan, altınla karışık bakır yahut pirinç sanılan bir maden. 


[11] Buruda Plüton'un hangi meyveleri saydığını anlamak güçtür. Albert Rivaud bunların belki zeytin, nar, limon olabileceğini söylüyor. Bütün bu cümle A. Rivaud, E. Chambry ve B. Jowett metinlerinde aşağı yukan aynı şekilde tercüme edildiği halde yalnız O. Apelt'in Almanca metninde şöyle çevrilmiştir. 

"Buna beslenmek için muhtaç olduğumuz yumuşak meyveyle kuru meyve katılırdı. Bir de yemek için kullandığımız ve genel olarak sebze adı altında topladığımız bütün meyvelerle, ağaç biçiminde büyüyen yiyecek, içecek ve merhem yağı veren meyveler: sonra yemiş ağaçlarını eğlence ve neşemiz için yaratılmış meyveleriyle... (Yukarıdaki tercüme ile birleşiyor) gelirdi." (Kritias, 115 b, F. MeLeipzig 1922). 
O. Apelt'e göre yumuşak meyvenin üzüm; kuru meyvenin buğday, arpa ve benzeri taneler ağaç biçiminde büyüyen meyvenin Hindistan cevizi: yemiş ağaçları meyvelerinin de elma olması mümkündür. 

[12] Merkez kelimesini Metropolis karşılığı olarak kullandık.  


[13] Aşağı yukarı üç yüz ayak tutan bir ölçü. 


[14] Çatıda, iki yüzeyin birbirini kestiği yer, yahut bir tapınağın cephesine konan heykel kaidesi, yahut da saçak süsü. 

[15] Klasik geleneğe göre Nere'idler elli tanedir. 


[16] Yunanca aslı Bomos olup Fransızların autel dedikleri bu kelimeyi, şimdiye kadar olduğu gibi, mihrap veya mezbah'la tercüme etmektense, tam karşılığı vermemekle beraber kurban yeri şeklinde tercüme etmeyi daha doğru bulduk.


[17] Aslının da belirsiz olduğu anlaşılan bu cümleyi Albert Rivaud, -E. Chambry, Jowett ve Apelt'den ayrılarak şöyle çeviriyor: 
"Boğayı adetlerine göre kurban ettikten sonra, bütün gövdesini kutsallaştırıyorlar, sonra bir çanağı kanıyla doldurarark,  birbirinin üzerine bu kan pıhtısını sürüyorlar ve benzeri..."      (Critias 120, Societe d' Edition "Les Belles,-Lettres", Paris 1925)



Platon, Kritias. Sosyal Yayınlar, İstanbul: 2001
Çevirenler: Erol Güney, Lütfü Ay