Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2017 Salı

Dünyanın En Eski Mutfağı: Eski Mezopotamya'da Yemek Sanatı

Dünyanın En Eski Mutfağı: Eski Mezopotamya'da Yemek Sanatı

 Jean Bottero

Yazıdan mutfağa
Her şeyden önce, eski Mezopotamyalıların her günkü yemeklerini oluşturan besin maddelerinin çok geniş bir listesini yapabilecek durumdayız: Tahılar, değişik bitkiler, meyveler özellikle hurmanın yanı sıra elma, armut, incir, nar, üzüm; soğan ve kök bitkileri; "yermantarı" ve mantar; baharatlar; büyükbaş ve özellikle küçükbaş hayvanların ederi, domuz; hem etleri hem de yumurtaları yenen kümes hayvanları daha sonralan yetiştirilen tavukgiller dışında ve av hayvanları; deniz ve tatlı su balıkları; kaplumbağalar, kabuklu hayvanlar ve böcekler arasından bilineni çekirgeler; süt, "tereyağı" ve diğer hayvansal (domuz yağı, vb.) ve bitkisel yağlar (susamyağı ve zeytinyağı); yemekleri tatlandırmak için kullanılan değişik ağaç şıraları ve arı balı; ayrıca, yemeklere keskin bir tat veren mineral ürünler (tuz, kül?). Bütün bu yerli besinler o kadar çok çeşitliydi ki, bildiğimiz kadarıyla, Mezopotamyalılar, İÖ 3000'li yılların öncesinden başlayarak geniş bir coğrafi alanda çok yoğun ticaret yapmalarına karşın, dışarıdan gıda almaya hiç gerek duymamışlardır.


Mezopotamyalılar kendi ürünleriyle yetiniyorlardı; onları değişik biçimlerde işlemeye, dönüştürmeye ve usulüne göre hazırlamaya çalışıyorlardı. İlkin, onları korumayı biliyorlardı: Tahılların ve fiğlerin (bakla, mercimek) yanı sıra değişik bitki ve meyveleri (özellikle hurma, üzüm ve incir), özellikle de et ve balığı kurutuyorlardı. Belki de, et ve balığı füme yapmayı bile öğrenmişlerdi (?) ya da en azından onları sık sık tuz içinde koruyorlardı ("tuzlanmış" balık, dana, ceylan, vb. etleri). Ayrıca, bazı meyveleri bal içine, bazı balıkları ise genellikle yağ içine koyup korumayı biliyorlardı. "Nuokmâm" (Vietnam balık sosu ç.n.) ya da Nice usulü balık salamurasını andıran, shiqqu adını verdikleri bir salamura yapıyorlar, bunu hem doğrudan yiyorlar, hem de balık, kabuklu hayvan ya da çekirge turşusunda kullanıyorlardı. "Ekşimiş süt" ve taze mayalı peynir hazırlamak için laktik fermantasyon yöntemini kullanıyorlardı. Bu arada şunu da belirtelim ki, bu yöntemlerin bazıları çoktan hazırlama usulü halini almıştı ve bunlar sayesinde söz konusu yemekler hemen tüketmeye hazır hale getirilebiliyordu.

Ayrıca, çok uzun zamandan beri, tahılları işlemeye yönelik eksiksiz bir teknik de geliştirmişlerdi: Tahılları malt haline getiriyorlardı; değirmentaşıyla ("öğütme teknesi"yle) öğütüyor, irmik ve un yapıyor, sonra da elekten geçirip olabildiğince inceltiyorlardı. Malttan, bu ülkenin ulusal içkisi olan bira elde ediliyordu. Şarabı da biliyorlardı; şarap onlara kuzeyden ve kuzeybatıdan geliyordu. Unlardan bulamaç ve hamurlu yiyecekler elde ediliyordu; bunlar ya olduğu gibi tüketiliyor, kurutularak muhafaza ediliyor ya da mayalanıyordu. Bütün bunlar, ekmek yapmaya elverişli olan bu besin maddesinin oldukça değişik biçimler almasını sağlıyordu: Bizim özgün "hamur işlerimizin" bilinmediği bir uygarlıkta, İÖ 3000'li yılların başlangıcından önce, bira gibi, mutfaktan ayrı düşünülemeyen ekmek de üretiliyordu.

Ateşe gelince, eski Mezopotamyalılar ondan çok iyi bir şekilde yararlanmışlardı. Kavurmak ya da kızartmak için besinlerini yalnızca aleve ya da köze tutmuyorlardı; ayrıca, pişirdikleri yemeğin ısısını ayarlamak için, sıcak kül ya da köz üzerine koyulan çömlek kırıkları gibi bazı ara maddeleri de kullanıyorlardı. Ayrıca, bunun için, kilden yapılan dikey silindirlerden yararlanıyorlardı: İçerileri iyice ısıtıldıktan sonra, bunların iç çeperlerinin üzerine pişirilmek üzere mayalanmamış hamur bezeleri yapıştırılıyordu. Bu işlem, günümüzde Doğu'da hâlâ uygulanır; bu fırının adı (tannûr) (tandır, ç.n.) bile eski Mezopotamyalıların kullandıkları fırının adından (tinûru) gelmektedir. İÖ 3000'li yıllların başlarından önce, nemli bir ortamda (pişirirken yemeklerden çıkan buhar) daha yavaş bir pişirme elde edilmesini sağlayan "kubbeli fırın"ları tasarlamışlardı. Mayalanmış değişik hamurları ve ekmeği işte böyle pişirebiliyorlardı. Özellikle, yemek pişirmede ateşin genelleştirmiş ve geliştirmiş gibi göründükleri bir başka kullanımı da, sıvı ortamdaki dolaysız pişirmedir: Belki de yağımsı maddeler (her ne kadar şu an elimizde kesin kanıtlar bulunmasa da) ve özellikle su. Hatta, bunun için özellikle başlıca iki tür kap kullanmışlardı: Biri, tercihen seramikten yapılan "tencere" (diqâru), diğeri ise bronzdan yapılan "kazan" (ruqqu). Daha ilerde iyice göreceğimiz gibi, bunların her biri, büyük bir olasılıkla ayrı bir pişirme düzeni için ayrılmıştır: Belki de, büyük miktarda suyla yemeği kaynatarak pişirmek için "tencere", daha az suyla ve hafif ateşte pişirmek içinse "kazan" kullanılıyordu.

Arkeologlar, yaptıkları kazılarda, çok sayıda, oldukça zengin mutfak takımı kalıntıları bulmuşlardır. Ayrıca, elimizdeki metinlerde her türden mutfak gereçlerinden birçoğunun adı geçmektedir.

Bütün bu veriler, bu eski ülkede yemeklerin hazırlanmasında çok değişik tekniklerin ve neredeyse sınırsız sayıda işlem biçiminin, kısaca gerçek bir aşçılık sanatının kullanıldığını en azından a priori ileri sürmemize olanak tanımaktadır. Diğer yazılı kanıtlar, böyle bir varsayımı büyük ölçüde doğrulayıp daha da pekiştirmektedir. Sözgelimi, küçük bir yergi metninden Mezopotamyalıların "hayvan bağırsaklarını etle doldurmayı" bildiklerini dolaylı olarak öğreniyoruz: O nedenle, insanın aşçılık dehasının en görkemli buluşlarından birine ilişkin önsezinin bu harika Mezopotamyalılarda çoktan var olduğunu söyleyebiliriz: Şarküteri. Bu buluşa ramak kalmıştı...

Ancak, kuşkusuz en ilgi çekici olanı iki sütun halinde düzenlenmiş bir tür ansiklopedidir; Babilliler burada, bir yanda Sümerce diğer yanda Akadca olarak, içinde bulundukları evrenin doğal ya da yapay bütün unsurlarını büyük kategoriler halinde, özenle sıralamışlardır. Sahih kopya her biri yaklaşık 400 bölüme ayrılmış 24 levhadan oluşmaktaydı. Yaklaşık 800 başlıktan oluşan son iki tablet, tastamam "Beslenme" konusuna ayrılmıştı. Ama, yine de eksiklikler yok değildi. Buna benzer diğer "sözlükler" mutfağa ilişkin uygulama ya da kaynakça belgeleri, bu önemli yeme içme sanatı dizinine sözcük ekleyerek onu zenginleştirmektedir; öyle ki, elimizde Gargantua'yı imrendirecek bir "yemek listesi" bulunduğunu düşünüyoruz.

Burada 1820 "peynir" türü olduğu görülmektedir: Her ne kadar, hepsi de, "pek basit" gibi görünen tek bir peynirleştirme (taze hamur) yöntemi kullanmış olsalar da, bu kadar peynir çeşidinin olması, onların kolay tatmin olmayan bir yemek zevkleri olduğunu ve karışık bir teknik kullandıklarını düşündürmektedir. "Çorba" katalogu —sözcüğün geniş anlamıyla çorba denilince suyla pişirilerek elde edilen ve Sümercede tu, Akadcada ummaru adı verilen yemekler anlaşılmaktadır en azından yüz kadar değişik çorba türü içermektedir. Yerel mutfağın başlıca ürünü ve temel besin maddesi olan "ekmekle" ilgili kataloga gelince, yaklaşık 300 ekmek türü bulunmaktadır. Ekmeğin yapısını (şu ya da bu un; mayalanmış ya da mayalanmamış; yağlı, sütlü, biralı; tatlı, şu ya da bu baharatla kokulandırılmış; içi şu ya da bu meyveyle doldurulmuş, vb.) ya da biçimini ("çok büyük"ten "minicik'e kadar her boyda; her kalınlık ve çeşitli uzunlukta; kalp, baş, el, kulak, hatta kadın göğsü gibi, bir bakıma muziplik gösteren şekiller de dahil her tipte!) değiştirmek amacıyla olsun, bu kadar çeşitlilik, yapılması son derece basit olan bir besin maddesi için hem gerçek bir "boğazına düşkünlük" hem de aşırı bir aşçılık imgelemi gerektirmektedir. Yemeklerin görünüşüne verilen önemden söz etmişken şunu da ekleyelim: Mari Sarayı'nda en az elli kadar değişik kalıp bulunmuştur. Bunlar konukların önce gözlerini okşamış, sonra da damaklarını tatlandırmış türlü türlü yemek için kullanılmış olmalı.

Mutfak sorumlusuna Akadcada mubannû, "güzelleştirici" adını veren işte bu estetik kaygısıdır. Sümer dilinde çok özgün olan muhaldim adının nuhatimmu olarak Akadcalaştırılmıştır ne anlama geldiğini bilmiyoruz, ancak gerçek odur ki, İÖ 3000 yılının başlarından itibaren kullanımı kanıtlanmıştır. Sanat olmadan sanatçı olamayacağına göre, biraz önce belirttiklerimize dayanarak şu sonuca varabiliriz: Zenginlik içinde yüzen bu ilginç ve eşine az rastlanır uygarlık konusundaki diğer bilgilerin de doğruladığı gibi, tarihsel çağların başlarından itibaren Mezopotamya'da, oldukça karmaşık ve özenli bir aşçılık tekniği ve sanatı uygulanıyordu.

Katkı malzemesi ve baharat bakımından zengin bir mutfak
Mezopotamya mutfağı konusunda daha ileri gidilebilir; ancak, bu haliyle bile şaşırtıcı olan ve henüz kuşbakışı göz attığımız bu konuyla ilgili olarak, Asurbilimcilerin elinde topu topu iki tarif vardır.

En eskisi İÖ 2000 yılının başlarına aittir, ancak bizlere çok anlaşılır bir biçimde ulaşmamıştır. Çeşitli idari belgelerde aşçılara verildiği kaydedilen malzeme listelerinden ve hazırlanan karışımın adından bu sonuca varabiliyoruz. Adı Akadcada mersu, Sümercede randa kökü itibariyle "yoğurma", "karıştırma" anlamına gelmektedir. Kullanılan malzemeler: Un; una ara ara katılacak su, süt ya da bira, ama daha çok sıvı yağ ya da kimi kez "tereyağı"; içi için bol miktarda hurma ya da diğer kuru meyveler (üzüm, incir, elma) ve çamfistığı (?) gibi malzemeler. Ayrıca, en az dört tane baharat vardı: Çörekotu (?), kimyon (?), kişniş (?) ve en son olarak da şaşırmamak elde değil sarımsak! Bu arada şunu kesin olarak söyleyelim ki, ilkin çok sayıdaki bitki türü gibi birçok somut ve açık verinin açığa kavuşturulması hemen hemen imkânsız ya da tam anlamıyla koşullara bağlı gibi görünmektedir. Biraz önce gördüğümüz ve daha sonraları da çok kez karşılaşacağımız soru işaretleri işte bundan ileri gelmektedir. Tarifimize geri dönelim: Kimi zaman "bal" da ekleniyordu ve öyle görünüyor ki karışımın "yoğurulması" ya da "kanştırılması", tercihen "tencerede" yapdıyordu.

Bu karışım fırında pişirilip en son aşamaya, yani yenilebilir duruma geldiğinde "ekmek" adını alıyordu. Bütün bu işlemler, kendi çapında oldukça iştah açıcı bir karışım olan bir tür keki çağrıştırmaktadır sanki. Ancak işin en ilginç yanı, katkı malzemeleri özellikle dört kokulu baharat ile "ekmek"i nemlendirmek için kullanılan sıvı ya da içini doldurmak için kullanılan meyvelere göre aynı temel formülde yapılacak değişikliklerin gerektirdiği işlemlerin sayısıdır. Nihai damak zevki ne olursa olsun, hiç kimse bu işlemlerin anlaşılması güç, özen gerektiren işlemler olduğunu inkâr edemez.

Daha yeni olan diğer tarif (bununla ilgili tek elyazması, İÖ yaklaşık 400 yılına aittir) konusunda da aynı izlenimi ediniyoruz. Ne var ki, her ne kadar bütün ayrıntılarıyla verilmemiş ve kesinlikle herhangi bir mutfak bağlamına oturtulmamış olsa da, yapılış biçimi bizlere ulaşmıştır. Anlatım biçimimize uyarlamaya çalışırsak, şöyle çevirebiliriz: "Şeytantersi (?), tereotu (?), küsküt (?) ve kimyonu (?) [tane olarak] hep birlikte kavurunuz. [Daha önce doğal] hardalla [demlenerek? kokulandırılmış] altı litre suyu kaynayıncaya kadar ısıtınız, sonra da içine on beş gram salatalık (?) atınız. Karışımı bir litre oluncaya dek kaynattıktan sonra süzünüz. En son olarak da içine pişirilmek üzere kurban edilen hayvanın etini koyunuz." Çok güzel bir anlatım biçimi vardır burada: Apicius'unkine, hatta bizimkilerinkine bile uymaktadır. Burada da, sıvıyı kokulandırmak için aynı anda dört koku kullanılmıştır; hatta bunlardan biri, iki değişik biçimde doğal ve kavrulmuş olarak bulunmaktadır. Bu karışım, diğer üç kokunun da kullanımını gerektirmektedir, ancak epey etkili bir tat vermekten uzaktır. İlk kaynamadan sonra beşinci bir unsur, bir sebze (?) eklenir. İlk hacminin altıda birine varıncaya dek karışım pişirilmeye bırakılır; başka bir deyişle, daha pelte ve daha tatlı olsun diye sıvının çok yoğun bir kıvam alması istenmektedir, ancak aşırı bir titizlik belirtisi daha bu karışım ancak "süzüldükten sonra", yani sadece tadı için ve bu tadı kendisine veren bütün maddelerden arındırıldıktan sonra kullanılacaktır.

Uzun sözün kısası, et ancak bu şekilde hazırlanmış suda haşlanır: Geriye kalan az miktar göz önüne alındığında bu su "haşlama suyu" değil, "sos" görevi görüyordu; "sos", et piştiği sırada daha da koyulaşırken, tadını aldığı ete lezzet katmaktadır. Bizler daha iyisini yapamazdık. Tarifin üslubu bile bizler için yabancı sayılmaz. Ayrıca, gün geçtikçe anlaşılıyor ki, bu tür yemekleri hazırlayan nuhatimmu'lar, üstün nitelikli bir mutfağın hem teknisyenleri hem de sanatçılarıydı.

Şu ana kadar henüz yayımlanmamış yeni bir bulgu, Mezopotamya mutfağını eski olarak nitelemenin kesinlikle abartı olmadığını gösterecek kadar ilginç veriler sağlayacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri'nde, Yale Üniversitesi'nde, çiviyazılı belgelerden oluşan ve uzun süre yayımlanmayı bekleyen bir koleksiyonda, önce ilaç reçeteleri olduğu sanılan, ancak incelendiklerinde sözcüğün tam anlamıyla yemek tarifi derlemeleri olduğu ortaya çıkan 3 tablet yer almaktadır[11]. Akad dilinde yazılı olan bu tabletler, İÖ yaklaşık 1700'lere dayanmaktadır; bunlar bu kadar uzak bir geçmişte öylesine eşsiz zenginlik, incelik ve ustalıkta bir mutfağın varlığını ortaya çıkardılar ki, bu kadar gelişmiş bir mutfağın yaklaşık dört bin yıl önce var olmuş olabileceğini düşünmeye cesaret bile edemezdik.

Kurutulmuş ya da pişirilmiş kilden yapılmış, bu hayranlık uyandıran tabletlerin üçü de diğer bütün tabletlerle aynı üzücü yazgıya uğramıştır ve bozuk bir halde bulunmaktadır. Özellikle en bozulmuş olanı (53 satırdan oluşmaktadır) çok kötü durumdadır; geriye çözülebilecek yalnızca birkaç bölüm kalmıştır. Ancak, bunlar bu tabletin diğer iki tabletle yakın bir ilişkisi olduğu göstermek için yeter de artar bile. Diğer iki tablete gelince, çoğu kez metnin anlaşılmasını engelleyen ve sürekliliğini bozan bazı eksikliklere karşın, bereket versin ki, daha iyi ve daha düzenli bir durumdadır. En iyi korunmuş olanı, 75 satırdan ve 25 formülden oluşmaktadır: Formüllerin 21'i özellikle ete, 4'ü sebzeye dayalıdır. Formüller kısa olup her biri yalnızca 2 da 4 satırdan oluşmaktadır. Formüllerde anlatım çok kısadır, bizde yalnızca temel malzemelerin ve yapılacak işlemlerin belirtildiği, profesyonellere yönelik olarak oldukça özlü bir "meslek" diliyle yazılmış yapıtlardaki anlatım (A. Escoffıer'nin Aşçılık Rehberi gibi) biçemini andırmaktadır. Diğer tablet, daha geniş bir bilgi içermektedir, ancak ne yazık ki, daha fazla zarar görmüştür. Başlangıçta, yaklaşık 200 satır içermekteydi, ancak en iyi şekilde açıklanan, daha doğrusu son derece ayrıntılı olarak verilen tarif sayısı 7'yi geçmiyordu. Bu tariflerin hepsi gerek kümes hayvanı, gerekse uçucu kuş olsun, türlü türlü "kuşların" hazırlanmasıyla ilgiliydi.

Tam bir incelik, ustalık ve sanat
25 tarifli tabletteki bütün tariflerin değişmez esas maddesi su ve yağdır; bu yemekler çoğu kez "tencere içinde", yani uzun süre kaynatılarak pişirilir; ancak en azından iki tarifte bir tür hafif ateşle pişirme (?) için "kazana" başvurulur. İlk 21 tarif ile son 4 tarif arasındaki fark, hepsinin içeriğinde et olmasına karşın hiç et kullanılmadığı sanılan en son tarif hariç son 4 tarifte fazladan bir sebze eklenmesidir. Yemek çeşitlerini belirleyen unsurlar temel malzemeler, pişirme için öngörülen değişik işlemler ve yemeğin görünüşünün yanı sıra özellikle onlara değişik bir lezzet katan çok sayıdaki baharatlardır. En sık, hatta kimi kez miktarı iki kat arttıtılarak kullanılan ve bütün tariflerde sürekli yer alan baharatlar sarımsakgillerdir, özellikle de bu eski "gurmelerin" damak zevklerini oluşturduğunu düşündüğümüz ve çok iyi tanıdığımız sarımsak, soğan ve pırasa üçlüsüdür. Ancak, kimi zaman kesin olarak belirleyemediğimiz başka baharatlar da bulunmaktadır: Hardal (?), kimyon (?), kişniş (?), nane (?) ve servi taneleri, ayrıca sarımsakgillerden olduğu sanılan shuhutinrıu ve samidu ile ne olduğunu tahmin bile edemeyeceğimiz surummu gibi baharatlar. Sıvıyı kalınlaştırmak ve ona bir kıvam vermek için çeşitli hububat ürünleri kullanılıyordu: İrmik, un ve malt haline getirilmiş (tercihen küspe biçiminde) arpa (?). Ayrıca, yine aynı amaçla, sıvıya bazen süt, bira ya da kan katılıyordu. Tuz da kullanılıyordu, ancak görünürde bazı yemekler lezzetlerini sırf kullanılan malzeme ve baharatlardan aldığına göre, tuzun düzenli bir kullanımı yok gibidir.

Her tarif bir başlık taşır (bizimkiler gibi): Bu ad yemeğin içindeki ana malzemeden ya da yemeğin sunuluş biçiminden gelir; bu adın önünde her zaman tür belirtenme öğesi bulunur; bu örnek, sözcüğü sözcüğüne "su", daha doğrusu "haşlama suyu" ya da daha çok "haşlama" (çünkü, belli ki yalnızca sıvısının değil, yemeğin bütün olarak tüketilmesi gerekiyordu), hatta "sos" gibi bir anlama gelmektedir. Burada her şey sıvının son aşamadaki miktarına ve kıvamına bağlıdır, ki bu bizim bilgimizin dışındadır. Böylece, "et haşlaması", "geyik haşlaması", "ceylan haşlaması", "oğlak haşlaması", "kuzu haşlaması", "koyun haşlaması", "güvercin haşlaması", "toru kuşu haşlaması" ve, tablete bakılırsa, "but haşlaması (?)" ile "dalak haşlaması" gibi yemekler vardır. Ayrıca, "küskütlü haşlama", "tuzlu haşlama", "kızıl haşlama", "açık haşlama", "ekşi haşlama (?)" da bulunmaktadır, iki yerde, bu adın yemeğin yabancı kökeninden geldiği sanılmaktadır: Ülkenin kuzey kesiminden gelen "Asur usulü haşlama" ile İran'ın güneybatısında yaşayan komşulardan, Elamlılardan alınan "Elam usulü haşlama". Bu haşlama tarifinin sonunda, yemeğin kaynak dildeki adı bile belirtilmektedir: Zukanda. En son dört tarife gelince, başlık yalnızca temel sebzenin adıyla verilmiştir: Örneğin "şalgam" (Bir yanlışlık yoksa, çevirebildiğimiz tek ad budur).

Öyle görünüyor ki ana malzeme olan ete çoğunlukla —hayvanın tamamı olabilirdi: Bir güvercin, hatta birçok hayvan da olabilirdi: Taru kuşları; ya da çoğu kez belirtilmemiş, kimi zaman da açıkça belirtilmiş bir parça et, bir but (?) ve tercihen dalak, ciğer gibi bazı iç organlar sebzelere ise genellikle her zaman, adı verilmeyen ama meslek sahiplerince bilindiği kabul edilen bu, koyun eti de olabilir bir parça et ekleniyordu. Ancak, bu et parçasının varlığını belirten Akadca yüklem çift anlama gelmektedir: Izzaz yemekte "olması gerekir" ya da "bölünmesi gerekir", "parçalara ayrılması gerekir" gibi anlamlara gelebilir. Ancak birkaç ipucu beni şimdilik birinci anlam üzerinde durmaya itiyor. Sözgelimi, açıkça izzaz yüklemiyle başlayan (ete uygulandığında) birden fazla tarifin sonunda, "bıçağa hazır" ifadesi bulunmaktadır. Bu, aşçının işinin bittiğini ve konuklar tarafından tadına varılmadan önce yemeğin eskiden bizde "kesim görevlisinin" yaptığı gibi "parçalara ayrılması" gerektiğini bildirmekteydi.

Birkaç tarif
Bütün konusunda daha iyi bir fikir verebilmek için bu tariflerden birkaçını verelim şimdi. Bunların en basitlerinden biri: "Et haşlaması. Bunun için et gerekir. Su hazırlanır. Sonra da yağ,... [sözcük kaybolmuştur] , birlikte havanda dövülen pırasa ve sarımsak ile has shuhutinrvu eklenir". İkinci tarif daha zengindir: "Kızıl haşlama. Bu, et gerektirmez. Su hazırlanır. İçine yağ, takım ciğer, ince barsak ve işkembe atılır. Daha sonra, havanda birlikte dövüldükten sonra, tuz, öğütülmüş malt, soğan, samidu, kimyon, kişniş, pırasa ve surummu katılır. Etin ("tencerede") ateşe koyulmadan önce, bunun için ayrılan kan (yemek için kurban edilen hayvanın kanı) içinde uzun süre bekletilmesi gerekir". Bu epey karışık bir iş. Ancak, metin şaşılacak derecede kısa ve özlü bir üslup içermektedir: Yalnızca temel verilere önem vermektedir ve ne miktarlar ne de pişirme zamanı belirtilmiştir. Bütün bunlar, yemeği yapan kişinin isteğine bırakılmıştır. Demek ki o kişinin, bizde denildiği gibi, "işin erbabı" olduğu varsayılmaktadır.

Aşçıların tadı zenginleştirmek amacıyla değişik pişirme tarzlarını kullanmayı bildiklerini gösteren bir başka tarif şudur: "Oğlak haşlaması. Başın, ayakların ve kuyruğun [kaba koyulmadan önce] aleve tutulması gerekir. Bunun için et gerekmektedir. Su hazırlanır. İçine yağ ve, havanda hep birden dövülmüş soğan, samidu, pırasa, sarımsak, kan ve taze peynir (?) koyulur. Ayrıca, eşit miktarda has shuhuünnu eklenir." Adını nihai işlemden aldığı düşünülen ("kırıntılı") bir başka "haşlama" için, kuşkusuz yemeğe koyu bir kıvam versin diye, (ilk?) pişirme bittikten sonra ve "[tencereyi ateşten] çıkarmadan önce, ufalanmış ve elekten geçirilmiş tahıl küspesi kırıntıları serpilir". "Güvercin haşlaması" şu şekilde yapılır: "Güvercinin ikiye ayrılacak şekilde açılması gerekir; ayrıca, et gerekmektedir. Su hazırlanır. İçine tuz, tanelenmiş malt, soğan, samidu, pırasa ve sarımsak atılır. Ancak, [kaba koyulmadan önce] bütün bu otların süt içinde bekletilmesi gerekir. Kesime verilir." "Taru (belki de yabani güvercin, bıldırcın ya da çil keklik; her halükarda küçük bir kuş) haşlaması" tarifi, en uzun tariflerden biridir. Sözü edilen kuşlardan başka, "taze buta (?) ihtiyaç vardır. Su hazırlanır. İçine yağ atılır. Tarru'lar sıkıca bağlanır. Tuz, tanelenmiş malt, soğan, samidu, pırasa ve sarımsak, sütle birlikte havanda dövülür". Tarru'lar "tenceredeki suda" pişirildikten sonra "ufalanır, tencereden alınan haşlama suyuyla birlikte kazanda (hafif ateşte) pişmeye bırakılır. Daha sonra, [son defa kaynatmak üzere] bütün karışım tencerenin içine tekrar dökülür. Yemek, bıçağa hazırdır". En son tarif, bir sebze yemeğiyle ilgilidir. Yemeğin temelini oluşturan ve tuh'u adını taşıyan sebzeyi bilmiyoruz. "But (?) etine [de] gerek var. Su hazırlanır. Tencerenin içine yağ (...), tuz, bira, soğan, roka (?), kişniş, samidu, kimyon ve havuç [olduğu gibi] atılır. Pırasa ve sarımsak, havanda dövdükten sonra tencereye koyulur. Lapa haline gelinceye kadar pişirilir, üzerine kişniş ve shuhutinnu serpilir."

Tariflerin daha ayrıntılı ve daha titiz belirtildiği ve en uzun tablet olan diğer tabletten de söz etmek gerekir. Ancak, bu tariflerin sözdizimi bakımından karmaşık olmasının yanı sıra başka zorluklar da vardır: Eski aşçıları asla iş başındayken görmediğimiz için, becerilerini ve değişik işlemlerin sırasını çok iyi kavrayamıyoruz; bu yüzden tam anlamını bilemediğimiz teknik sözcük ve deyimlerin sayısı, ayrıca metindeki can sıkıcı kopukluklar ve bozukluklar çevirmene ve şifre çözücüsüne büyük bir engel teşkil etmektedir. Metnin şu ya da bu parçasıyla ilgili izlenimim ilkin geçici olmaktan öteye gitmemektedir ve çalışma alışkanlıklarımız gereği, çalışma arkadaşlarımın da görüşünü alıp birkaç kez daha aynı konuyu ele aldıktan sonra ancak daha kesin bir kanıya varabiliyorum. Mesleğimiz bunu gerektirmektedir...

En kısa tarif, üstte söz edilen tariflerden çok farklı değildir. Bu, bilmediğimiz uçucu kuşlardan olan kippu'larla ilgili bir tariftir: "Kippu'lan haşlamak istiyorsanız, onları agarukku'lar [kuşkusuz bu da, tanımlayamadığımız bir başka "kuş" türüdür; tarifi bu tablette Kippu'lardan önce yer almış ya da başka bir yerde daha iyi açıklanmış olmalı] gibi hazırlamanız gerekir. Önce karınları açılır, soğuk suyla yıkandıktan sonra [hafif ya da harlı ateşle pişirmek üzere] kazanın içine yerleştirilir. Sonra kazan [eti, hafif ateşle pişirdikten sonra] ateşten indirilir, içine biraz soğuk su ve sirke katılır. Daha sonra, naneyle tuz [birlikte] ufalanır kippu'lara sürülür. Kazan içindeki sıvı süzgeçten geçirilir (?). Bu sosa nane ekledikten sonra [naneye ve tuza bulamak üzere daha önce çıkarılmış olan] kippu'ları [bir süre daha pişsinler diye] tekrar içine koyulur. Son olarak, biraz daha soğuk su eklenir ve [son kez pişirmek için] bütün karışım bir tencereye koyulur. Yemek, bıçağa hazırdır." Burada büyük bir olasılıkla değişik pişirme tarzlarına göre katkı malzemelerinin birbiri yerine kullanılışı ve ayrıca yemeğin aşama aşama pişirilişi göze çarpmaktadır, ki bunlar, ileri düzeyde bir tekniğin belirtileridir.

Şimdi sırada çok daha uzun bir tarif var (bir öncekinde 11 satır varken, bunda 49 satır vardır). Daha kısa ve özlü bir üslupta yazıldığı ve çok karmaşık olduğu en azından bize öyle geliyor için ve noktalama işaretlerinin olmayışı (çivi yazısındaki noktalama işaretlerini bilmiyoruz) işleri daha da zorlaştırdığı için, hiç olmazsa yeterince açık bir tablo çizebilmek amacıyla —kuşkusuz birçok ayrıntının doğruluğu tartışılabilir tarifi olabildiğince açımlamak en iyisidir: Bilgilerimizin bugünkü haliyle, bu kadar yeni, benzersiz ve beklenmedik bir belgeden daha fazlasını beklemek söz konusu olamaz. Tarifin başlangıcı kaybolmuştur, ancak orada adları verilen "küçük kuşların" hazırlanmasından söz edildiği anlaşılmaktadır. Öyle görünüyor ki, yemek birçok aşamada hazırlanmaktaydı. En önce, parçaların hazırlanması geliyordu: "Baş ve ayaklar çıkarılır. Taşlığı ve iç organları [geri kalanlarla birlikte] çıkarmak için göğsü açılır. Taşlıklar yarılıp ayıklanır. Daha sonra, kuşların göğüsleri yıkanıp sdinir (?)." İlk pişirme şöyle yapılır: "Kazan hazırlandıktan sonra, içine hep birden kuşlar, taşlıklar ve iç organlar yerleştirilir, sonra ateşe koyulur (Su ya da yağ koyulacak mıdır? Bu belirtilmemiştir: Kuşkusuz bu işlem "meslekte" bildik bir işlemdir]. Daha sonra, [hafif ya da harlı ateşle mi olduğu belirtilmeyen ilk pişirmeden sonra] kazan ateşten indirilir." Bunu, ikinci pişirme ya da başka bir deyişle, pişirmenin ikinci aşaması izler: "Tencere soğuk suyla ovularak yıkanır. İçine süt döküldükten sonra ateşe koyulur. Kazanın içindekiler [kuş, taşlık ve iç organlar] alınır ve kurumaya bırakılır. Yenmeyen kısımlar çıkarıldıktan sonra, bütün bunlar tuzlanır ve tencereye atılır, tencere içindeki süte yağ eklemek gerekir. İçine ayrıca, önceden temizlenen sedefotu koyulur. Kaynayınca, tencerenin içine doğranmış (?) pırasa, sarımsak, samidu ve soğan (4 ayrı sarımsakgil türü!) koyulur." Ancak, metinde belirtildiğine göre: "Soğanın ölçüsünü kaçırmamak kaydıyla" "Ve yeniden biraz su katılır." Yemek pişerken yemeğin sunumu için gerekli olan malzemeler hazırlanmalıydı. "Kırık buğday yıkandıktan sonra sütle ıslatdır ve içine, baharat salamurası [shiqqu], samidu, pırasa ve sarımsak koyulup [yeterince] akışkan bir hamur elde edinceye kadar süt ve yağ eklenir. Daha sonra, bu hamur bir süre ateşe (?) tutulur ve iki parçaya bölünür." Burada, metinde ufak tefek birçok bozukluk bulunmaktadır, bu nedenle eksik yerleri, çoğunlukla tahmin yürüterek anlamaya çalışıyoruz.

Sezgilerimize dayanarak, genel hatlarıyla şöyle diyebiliriz: İki hamur parçasından biri, mayasız ekmek yapmaya ayrılmıştır. Kullanılması gereken parça, kabarsın diye (?) (ki bu, ara sıra maya kullanıldığını düşünmemize yol açmaktadır) en önce sütle birlikte bir süre tencerede bekletilir. Daha sonra, sunulmaya hazır hale getirilir: "[Bütün] kuşların sığacağı kadar büyük bir tepsi alınır ve hazırlanan hamurla, kenarlarını biraz taşacak biçimde sıvanır (...). Hepsi ocağın üstüne koyulup pişirilir." Hamurun pişmesi sona erince, tepsi ateşten indirilir, son kez üç ya da dört sanmsakgiltürü ki, bunların arasında kuşkusuz soğan ve sarımsak vardır doğranıp üstüne serpilir. "Bu şekilde hazırlanan hamurun üzerine, pişmiş kuşlar, sonra da iç organlarla taşlıklar yerleştirilir. Hepsinin üzerine sos dökülür. Tepsi, pişmiş hamurdan bir kapakla örtüldükten sonra, sofraya koyulur."

Soylular mutfağı ile halk mutfağı
Hiçbir yoruma gerek yoktur: Şu ya da bu bölümleri kapalı ya da belirsiz olsa bile, metinler çok şey ifade etmektedir. Gerçekten de bir tek parçanın hazırlanması için çok sayıda işlem yapılır, dolayısıyla amaç sırf pişirmek olsaydı ne olursa olsun bu maddeyi ateşe koymak yeterli olurdu. Değişik kapların işlevine uygun olarak birçok pişirme türünün kullanılmasının ve besinlerin, özellikle çoğu kez birden fazla ve kuşkusuz tamamlayıcı olarak kullanılan baharatların (Bazı yemekler ondan fazla baharat gerektiriyor ve bir çoğu çifter çifter kullanılıyordu) birbiriyle eşleştirilmesinin amacı, görünürde karmaşık lezzetlerin ve özel bir tadın elde edilmesidir. Ne ham parçanınkine ne de buna katılan malzemelerin herhangi birine benzeyen, ancak değişik, daha doğrusu hepsinin tadından oluşan üstün bir tat istenmektedir. En son olarak, ağızdan önce göze hitap etsin diye, yemeğin görünüşüne aşırı derecede önem verilir. Bütün bu özellikler, konukların hiç çekinmeden damak zevki diyebileceğimiz bir amaca, aşçıların ise karmaşık ve sınanmış bir tekniğe, bir "mesleğe" ve bir sanata sahip olduklarını ifade eder.

Öyleyse, aşırı incelik ve titizliğiyle eski Romalıların, Çinlilerin, Yakındoğu insanlarının, İtalyanların, daha birkaç kültürün ve bizim mutfağımızı çağrıştıran ve "önemli" diye nitelendirebileceğimiz bir mutfak söz konusudur. Şu farkla ki, bu mutfak yukarıdakilerden 15 yüzyıldan daha fazla eski bir mutfaktır.

Diğer yandan, her ne kadar geriye yalnızca bu üç gösterişsiz tablet kalmışsa, bunlar kuşkusuz büyük bir yıkımın kalıntılarından başka bir şey değildir: Tabletlerde değişik büyük bir olasılıkla yazılı kaynaklar kullanıldığına ilişkin ikirciksiz belirtileri bulabilmek için onları dikkatle okumak yeterlidir. Ancak, bu eski aşçıların diğer et ve sebzeleri, meyveleri, balıkları ve sayısız diyet yemeklerini neden ihmal ettikleri ve yalnızca "25 haşlama" ve on iki kadar kümes hayvanına dayak mutfak konusunda ustalık ve istek gösterdikleri bilinememektedir. Gerçek bir mutfak kaynakçasından geriye yalnızca bunlar kalmıştır. Ancak, Irak toprağından çıkan ve bizi şaşırtmaya devam eden bulgulara, gelecekte de fazlasıyla yenileri eklenecektir! Korunan eski belgelere, gelecekteki kazı ve bulgulara ilişkin rastlantılar günün birinde eksikliklerini gidermemize olanak sağlar mı bilemiyoruz, ancak tarihte bilinen en eski "aşçılık elkitabının" en azından bir ya da iki bölümü toparlanmıştır ve çok saygı uyandıracak kadar eskidir. Bu tür dağınık parçalarının gizine eriştiğimiz mutfak, kuşkusuz dünyanın bilinen en eski büyük mutfağıdır ve eski Mezopotamyalılar da uzak geçmişimizin karanlığında tanınan en eski çeşnicilerdir.

Her şeyi yerli yerince ve eksiksiz olarak açıklamak gerekirse, bu sonucu iki ya da üç yorumla desteklemek gerekir.

Öncelikle, bizim kendi ufkumuzu, düşüncelerimizi, varoluş biçimimizi ve olaylara yaklaşımımızı bu çok eski insanlardan ayıran büyük mesafeyi hiçbir zaman unutmamak gerekir. Bu mutfak tabletlerini kendi mutfak kitaplarımıza baktığımız gözle değerlendirmek tarihe aykırı bir yaklaşımdır. Bizim mutfak kitaplarımız herkes okusun diye yazılmıştır genellikle: Her biri, kendi bilgisini yaymak isteyen bir ustanın eseridir ve her şeyden önce öğretici bir özelliğe sahiptir. Günümüzde herkes okuma bilmektedir ve Apicius, hatta Syracusa'lı Mithekos döneminde bile okur yazar oranı olanaklar günümüze göre daha kısıtlı olmasına karşın yüksekti: iki düzine harf öğrenmek, aşağı yukarı herkesin yapabileceği bir şeydi. Eski Mezopotamya'da, alfabeye değil de, aynı anda resimlere, hecelere ve her biri birçok değişik anlama gelebilen yüzlerce işarete dayalı olan yazı sistemi o kadar karmaşıktı ki, sayıca sınırlı, meslekten bir kesimin ya da seçkin bir topluluğun üstesinden gelebileceği ve uzun yıllar alan bir çalışma ve öğrenme dönemi gerektiriyordu, tıpkı günümüzde avukatlar ve doktorlar gibi. Yazmak, ve dolayısıyla okumak, bir sanattı ve sınırlı sayıdaki "kâtip" için bir uzmanlık alanıydı. "Kâtipler" her şeyden önce kurala uygun olarak hükümet yetkilileri için çalışıyordu ve yazıya dökülen her şey zorunlu olarak onlardan geçiyordu. Kendi nitelikleri gereği, herkes gibi okuma yazma bilmeyen aşçıların, en az kendileri kadar okuma yazma bilmeyen başka aşçılara, yemek yapma konusunda bilgi edinmek dışında her şeyle uğraşan az sayıdaki kâtibe ya da kesinlikle varolmayan "büyük bir kesime" yönelik olarak "kitap" yazmayı düşünmüş olmaları söz konusu olamaz.

Demek ki, ilkin tabletlerimizin öğretici bir yönü olduğu savunulamaz; her şeyden önce, idari ve kuralcı bir nitelikleri vardır. Nasıl ki diğer tabletler (şu an elimizde bulunanlar) sarayda törensel davranışları, tapınakta dinsel törenlerin usul ve sırasını, doktorların ve eczacıların laboratuarlarındaki uygulamalarını, bazı teknisyenlerin geleneksel formüllerini ve yöntemlerini saptayıp kaydetmişse, bu tabletler de üstten gelen bir emirle "mutfakta olup biteni" saptayıp kaydetmek için "yazılmış" olabilirler. Tabletlerimiz, bir mutfak elkitabı'ndan çok bir kodeks ya da, başka bir deyişle, aşçılığa ilişkin bir kurallar kitabı'dır: Sürekli gelişme ve buluşlarla zenginleşen (kaldı ki bugün de öyledir ve öyle olması gerekir) ve yüzyıllardan beri sürüp gelen alışkanlıklara dayanan o zamanın aşçılık uygulamalarının derlemesidir.

Diğer yandan, açıktır ki, bu şekilde yazılı olarak saptanan ve "kurala bağlanan" mutfak her şeyden önce Sarayda (ya da Tapınakta) uygulanan mutfaktır. Çok sayıda hazırlık ve donanımla birlikte birçok malzeme ki, en azından bir kaçının değerli ve pahalı olduğu kesindir gerektiren ve yalnızca gerçek uzmanlarca (nuhatimmular) yapılabilecek olan böylesi bir titizlik ve incelik, bu kadar karmaşık bir teknik, bu ya da öteki dünyanın büyüklerinin hizmetinde olursa ancak ayakta kalabilir. Ülke nüfusunun en büyük kesimini oluşturan ve ağır işler, zorunlu çalışma, borç vb. altında ezilen bu çok düşük gelirli sefil köylülerle "işçilerin" —belgelerimizden anlaşıldığı gibi— tabletlerimizde keşfettiğimiz şatafatlı "haşlamaları" ya da "kuş yemeklerini" hazırlayacak ya da para ödeyip alacak kadar zamanları ve olanakları olduğu kesinlikle düşünülemez. Demek ki, Mezopotamya'da ve eskiden de günümüzde de başka yerlerde olduğu gibi yüksek sınıfa (ve tanrılara) özgü bir soylular mutfağı ile nüfusun çoğunluğuna ait bir halk mutfağı bulunmaktaydı. Biraz önce tanıttığımız ve övdüğümüz soylular mutfağıydı.

Ancak herkes biliyor ki, belli bir toplum ve kültürdeki imgelem ve beğeniler bulaşıcıdır. O halde, eminim ki, "küçük ailelerin en mütevazı kadın aşçıları" onları öyle nitelendirebiliriz, çünkü büyük lokantalardaki ya da büyük evlerdeki mutfak nasıl aşçıbaşılarımızın sorumluluğundaysa, nuhatimmu'ların sorumluluğunda olan soylular mutfağı bir yana, Sümerlerde ve Babillilerde sıradan insanların mutfağı "kadın işiydi" kısıtlı olanakları, küçücük fırınları ve oldukça basit kapkacaklarıyla, nuhatimmu'Iarın Sarayda yaptıkları yemekler kadar çeşitli ve karmaşık olmasa da, onlar kadar lezzetli ve yaratıcılık ürünü yemekler yapmayı biliyorlardı. Mezopotamya halkının birkaç binyıl boyunca geviş getiren zavallı hayvanlar gibi sevimsiz haşlamalarını çiğnemek durumunda kaldıkları şeklindeki meslektaşlarımın inatçı betimlemesini  -çünkü, kim bilir belki de onlar imgelem yetisinden yoksundular ve hayatlarında bir kerecik olsun mutfak işlerine gerektiği gibi bulaşmamışlardı- hiçbir zaman kabul etmedim. Ve bu halkın her günkü yemeklerini, tariflerini ve yemek alışkanlıklarını hiç öğrenmeme ihtimali olsa bile yazı çözülemeyeceği için kabul etmeyeceğim de.

Uzun sözün kısası, Mezopotamya soylular mutfağına ait keşfettiğimiz, söktüğümüz ve okuduğumuz bu tarifleri, açıkça söyleyecek olursak, yapmamız hemen hemen olanaksızdır. İlkin çünkü, birçok teknik terimin ve dolayısıyla bu terimlerin kendilerini kullanan kimselerde çağrıştırdıkları "el becerisinin" hangi anlama geldiğini kesin ve somut olarak bilmiyoruz ve büyük bir olasılıkla hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. Zira, bir hareketi, pek fazla karışık olmasa bile, iyice anlayıp taklit edebilmek için, yapılırken görmek gerekir. Oysa ki, her teknik gibi her mutfak da öncelikle "el becerilerinden" oluşmaktadır. Unutmamak gerekir ki, Milattan önceki yüzyıllardan başlayarak ölüm sessizliğine gömülen eski Mezopotamya uygarlığı, dilleriyle ve yazısıyla birlikte, daha sonra iki binyıl boyunca insan belleğinden tamamen silinmişti ve bu dili ve yazıyı eski durumlarına yeniden kavuşturmak için tümüyle elden geçirmek durumunda kaldık. Geleneklerdeki bu kopmalar, tarihçiler açısından çok büyük bir engeldir. İşte bu yüzdendir ki, bu tariflerde karşımıza çıkan birçok besin ve katkı maddesini, baharatı, işlem ve nesneyi belirleyebilmemiz çoğu kez mümkün olamamıştır. Hatta ve hatta şu ya da bu malzemeyi "ayrıntılara kaçmadan", "bu bir sarımsakgil türüdür!" "bu bir süt ürünü olmalıdır!" şeklinde ifade ettiğimizde hangisinin doğru olduğundan kesinlikle emin değiliz. Oysa herkes bu konuda hemfikirdir her ikisi de süt ürünü olmasına karşın, kaliteli bir beyaz peynir yerine yumuşak bir "munster" (Alsace peyniri) kullanmak ne kadar da korkunç olurdu...

Sonuç olarak, eski Mezopotamyalıları bilinen en eski yemek meraklısı çeşniciler olarak açıkça övmek durumunda kalsak bile, açıktır ki, onların güzel ve nitelikli yemek, lezzet kavramları bizimkilerden çok uzaktı. Kavramlarıyla ilgili iki üç özelliği söyleyecek olursak: Bütün yemeklerine bol bol koydukları yağa (koyun yağı) olan aşırı bağlılıkları; sarımsakgilIere ve özellikle yoğunlaştırılmış olarak birlikte kullandıkları birçok sarımsakgil çeşidine duydukları aşırı istekleri; tuzun diyetlerinde büyük bir olasılıkla ikinci derecede bir rol oynaması ve bir çok başka belirti daha, haklı ya da haksız olarak de gustibus non est disputarıdum! (Zevkler tartışılmaz) bize son derece sevimsiz gibi gelmektedir... O halde, tariflerini tekrar uygulamaya çalışıp oyalanmaya hiç mi hiç niyetim yok. Ve her ne kadar onları, eldeki belgelere dayanarak, iyi yemek yapma sanatının ve önemli bir mutfağın ilk bulucuları ve uygulayıcıları olarak savunsam da, onların aşçılık geleneklerini olduğu gibi alıp bizim geleneklere katmayı hiç kimseye salık vermeyeceğim.

Kaldı ki, bana göre bu gereksizdir: Bu yemekler değiştirilir, uyarlanır, geliştirilir ve zenginleştirilirse belki bizlere de hitab edebilir: Günümüzde "Türk-Arap" yemekleri denilen ve Yunanistan'dan Irak'ın içlerine kadar yapılıp yenilen, sarayları büyüleyen ve yerinde çok büyük bir iştahla yediğimiz işte bu yemeklerdir. Bunların, yüzyıllar boyu geliştirilip yararlanılan özü, büyük bir olaslııkla, eski Sümer ve Babil "aşçıbaşılarına" nuhatimmu'lara kadar uzanmaktadır.

Okuma Önerileri

Antik Mutfaklar
J. André, Apicius. L'art culinaire. De re coquinaria, Paris, Klincksieck, 1965. Apicius'un "Elkitabı"nın çeviri ve yorum içeren en iyi eleştirel baskısı. Aynı yazarın aynı yayıncıda çıkan bir başka kitabı: L'Alimentation et la Cuisine â Rome, 1961. Bu kitap, bu konuda yapılan en zengin ve en sağlam araştırmadır.

Athénee, Les Deipnosophistes, Paris, Belles Lettres, 1956. Bu yapıtta yer alan 15 kitabın ilk ikisi. Metin ve çeviri (İngilizce) eksiksiz olup 1961 'de G. B. Gulick tarafından, Loeb Classical Library'nin (Cambridge, Mass. University Press) kendisine ayırmış olduğu 7 ciltte yayımlanmıştır.

Eski Mezopotamya ve Mutfağı
Jean Bottero (Başlık Almanca olmasına karşın, makaleler Fransızca olarak yazılmıştır), Reallexikon der Assyriobgie, Berlin, (Walter de Gruyter, 1928, 1957'de tekrar gözden geçirilmiştir; "Epices et condiments" ("Gevvürze", III. cilt, s. 340344); "Ail" ("Knoblauch", VI. cilt, s. 3941); "Conservation des aliments" ("Konservierung von Lebensmitteln", a.g.y, s. 191197) ve özellikle "Cuisine" bölümü ("Küche", a.g.y., s. 277298). Ayrıca, "The culinary tablets at Yale" (Joumalofche American Oriental Society'nin 1119 sayfaları, 107/1, 1987).

Kaynak: Eski Yakındoğu, Sümer'den Kutsal Kitap'a, Derleyen: Jean Bottero, Dost Kitabevi, 2005

DİĞER bloglarıma da bkz. 

"MAYA MOR RASTGELE KARŞILAŞMALAR" TEFRİKA ROMAN
https://tefrika-mayamor.blogspot.com/

TARİH EĞİTİMİ
https://tarihegitimi.blogspot.com/

ANLATI, ÖYKÜ, OYUN
https://babillkulesi.blogspot.com/

2 Aralık 2017 Cumartesi

Şeyh Sait Ayaklanması

Şeyh Sait Ayaklanması

Baskın Oran




Fotoğraf, Şeyh Sait yakalandıktan sonra çekilmiş.
https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/f/f4/Sheikh_Said_Efendi_captured.jpg


Cumhuriyetin kuruluşundan 1938 yılına kadar çıkan çok sayıda Kürt ayaklanmalarının ilki ve ondört vilayete yayılması açısından en geniş kapsamlısı olan Şeyh Sait olayı Şubat 1925'te patlak verdi ve Nisan’a kadar sürdü. Ayaklanma, bir rastlantı sonucu yeterince hazırlık yapamadan başlamak zorunda kaldığı halde Diyarbakır'ı bile kuşattı ve ancak Cumhuriyet hükümetinin büyük masraflar yapması ve sonunda asilerin arkasını 1921 Türk-Fransız anlaşmasının 10. Maddesi hükmü sayesinde Fransız demiryolundan asker nakli yaparak çevirmesi sonucu bastırılabildi. Ayaklanmanın yansımaları 1930 Ağrı ayaklanması başta olmak üzere, 1937 yılına kadar sürmüştür.



1925 olayı hakkında iki önemli tartışma vardır:

a. Ayaklanmanın niteliği
b. Ayaklanmada İngiliz parmağı.

İlk tartışmada üç tez çatışır. Birincisi, duruşmalarda bizzat Şeyh Sait tarafından ifade edilen "dinsel hareket" tezidir. Kürtlerin Kurtuluş Savaşına güçlü biçimde katılmasının iki nedeninden birinin Hilafeti kurtarmak olduğu bilinmektedir (diğeri, Ermenistan'ın kurulması korkusudur). Hilafetin 1924'te kaldırılmasından kuvvet alan bu teze, "irtica hareketidir" diyerek dönemin yöneticileri de katılmıştır. Çünkü rejim, başlattığı veya yapacağı reformlara direnci kırmak ve genel olarak muhalefeti susturmak için bu hareketten yararlanacak ve Takrir-i Sükun yasasını çıkartacaktır. Nitekim, en önce tutuklananlar, ayaklanmaya karşı olan komünistlerdir.

İkinci tez, ayaklanmanın feodal ve dolayısıyla gerici nitelikte olduğudur. Buna göre Kemalistler bir burjuva devrimi yapmakta, geri kalmış feodal doğu bölgesi de bu ilerici hare- kete tepki göstermektedir. Türkiye Komünist Partisinin desteklediği ve burjuva devrimlerinin feodal sosyo-ekonomik düzeni ortadan kaldırmaya giriştikleri varsayımı üzerine dayanan bu görüş, Kurtuluş Savaşını eşrafla ittifak yaparak başarıya ulaştıran Kemalistlerin kırsal bölgelerdeki feodal düzene dokunmaya girişememiş oldukları gerçeği göz önünde tutulduğunda zayıf kalmaktadır.

Üçüncü tez, olayı bir Kürt milliyetçilik hareketi olarak görür. Buna göre, olayın yalnızca görünümü dinseldir. Bunun nedeni de, ayaklanmayı asıl örgütleyen ve Kürt bağımsızlığı için çalışan muvazzaf subaylardan oluşan çok gizli Azadi örgütünün (kuruluşu: 1921 sonu veya 1922), Kürt aşiret insanı üzerinde fazla etki yapamayacağını bildiği için hareketin başına halkın dilinden anlayacak bir din adamını geçirmek zorunda kalışıdır. Nitekim bir Nakşibendi olan Şeyh Sait, Azadi lideri Cibranlı Halit Bey'in eniştesidir. Zaten, duruşmalar sırasında mahkeme başkanı da isyanın amacının Kürt bağımsızlığı olduğunu söylemiştir.

İkinci tartışmaya gelince. Doğu ayaklanmasının çıkmasındaki İngiliz rolüne inanılmasının üç dayanağı vardır. Birincisi, Şeyh Sait'in karargahında İngiliz silah şirketlerinin katalogunun bulunmuş olmasıdır. Bu bir şey ifade etmez, çünkü İngiliz silah tacirleri herkese, bu arada İngiltere’nin düşmanlarına bile silah satmışlardır. İkincisi, olaydan kısa süre önce Hakkari'de çıkan 1924 Nasturi ayaklanmasını İngiltere’nin açıkça tahrik etmiş ve desteklemiş olmasıdır. Üçüncüsü, bu sayede İngiltere’nin Musul'a 1926'da sahip olmasının çok kolaylaşmış bulunmasıdır ki, en fazla bu neden ileri sürülmektedir.


Diğer yandan, ayaklanma başlar başlamaz Anadolu'daki İngiliz konsolosluklarının, Londra'ya, isyanın Irak'a müdahale için bahane olarak kullanılmak üzere Ankara tarafından Çıkarılmış olabileceğine ilişkin telgraflar yağdırmaya başladıkları bilinmektedir. Ayrıca, ayaklanmanın çıktığı Genç vilayeti (şimdi Bingöl'e bağlıdır) İngiltere’nin egemen olduğu Irak sınırına çok uzaktır. Yayınlanmış bulunan İngiliz gizli belgeleri arasında böyle bir İngiliz parmağına ilişkin herhangi bir kanıt da bulunamamıştır. Elimizdeki verilere göre, İngiliz parmağı tezinin sonuçtan sebebe gidişin tipik bir örneği olduğuna karar vermek doğru gözükmektedir. Yani, bu tez, işin sonunda isyandan İngiltere’nin büyük yarar sağlamış olmasından kalkarak, isyanın İngiltere tarafından çıkarılmış olması gerektiğine gitmektedir.

Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, resmi ideoloji dışı bir inceleme, 5. Basım, Ankara. Bilgi Y., 1999, s.214-220

21 Kasım 2017 Salı

Uygarlığın İlk Adımları: Neolitik Çağ

Uygarlığın İlk Adımları: Neolitik Çağ

2007 Ocak
Sergi Tanıtım Yazısı
Sergi için üretilen Göbekli Tepe tapınağı maketinden görünüm
Neolitik Dönem: Günümüz Uygarlığının Temel Taşları
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş.’nin üstlendiği bu sergi 2007 yılının Ocak ayı ortalarında Almanya Karlsruhe kenti Badisches Museum’da açılan “İnsanlığın En Eski Anıtları” sergisinin bir devamı niteliğindedir. Yalnızca Anadolu ve Yakındoğu değil, Avrupa da dahil olmak üzere günümüzde dünyaya hâkim olan uygarlığın temel taşlarını içeren, günümüzden önce 14000 ilâ 8000 yılları arasındaki uzun bir süreci yansıtan bu sergi, haklı olarak, beklenenin üzerinde bir ilgi görmüş ve büyük bir heyecan yaratmıştır. Özellikle son yıllarda bu dönemi yansıtan Çayönü, Körtik Tepe, Nevali Çori, Göbekli Tepe, Aşıklı gibi merkezlerde yapılan arkeolojik kazılar, uygarlığın ilk dönemleri ile ilgili bilgilerimizi, yorumlarımızı kökten değiştirecek kadar önemli yeni sonuçlar vermiştir. Bu kazı yerlerinden ortaya çıkan bilgi ve görkemli buluntuların yurt dışında yaratmış olduğu heyecan dalgasının ülkemizde yankı yaptığını söylemek, maalesef olası değildir. Anadolu’nun tarihöncesi kültürleri denince ilk akla gelen, renkli ve görkemli buluntularıyla Çatalhöyük olmaktadır. Ancak Çatalhöyük, burada ele alınan dönemin en son aşamasını temsil etmektedir. Şimdiki sergi ise bizi, Çatalhöyük’ün başlangıcından 4000 daha eskiye götürmekte, Çatalhöyük’ün başlangıcına kadar olan süreyi anlatmakta ve Çatalhöyük’ün başlangıcıyla sona ermektedir. Anadolu’nun en eski uygarlığının görkemi bu sergi ile ülkemizde ilk kez toplu olarak sunulmaktadır.



Anadolu, tarihöncesi dönemden yakın çağlara kadar her dönemde uygarlık tarihinin önemli bir merkezi olmuş, çok sayıda kültürü barındırmıştır. Ancak Anadolu’nun uygarlığın oluşumuna en belirgin katkıyı yaptığı dönem, bu sergiyle yansıtmaya çalıştığımız süreçtir; bu aynı zamanda uygarlık tarihinin en heyecan verici ve renkli dönemlerinden biridir.
Karlsruhe sergisi Güneydoğu Anadolu’da ortaya çıkan kültürün, Orta Anadolu ve Marmara Bölgesi üzerinden Avrupa’ya aktarımını ele almıştır. Bu serginin kurgusu ise Güneydoğu Anadolu’da izlediğimiz köklerin tanıtımı ile sınırlı tutulmuştur. Serginin içeriğinin bu şekilde sınırlı tutulması ile, ülkemizde henüz hiç tanıtılmamış olan “ilkler”i içeren bu dönemi, sıradan buluntularla değil, kültürü oluşturan diğer öğelerle birlikte daha kapsamlı ve çok yönlü olarak tanıtabileceğimizi düşündük. Bu şekilde Güneydoğu Anadolu’da başlayan kültürel sürecin İç ve Kuzeybatı Anadolu bölgelerine yansıması ve bu dönem insanının yaşamını nasıl sürdürdüğü tanıtılmaktadır.
Umarız bu sergi, Anadolu’nun insanlık tarihine yapmış olduğu en büyük katkıya, hak ettiği ilgiyi uyandırabilir.


Uygarlığın İlk Adımları: Neolitik Çağ
Bu sergi, bilim dünyasında “Neolitik Çağ” - “Yeni Taş Devri” olarak adlandırılan ve okul kitaplarımızda “Cilalı Taş Devri” olarak geçen dönemin başlangıç aşamasını tanıtmaktadır. Bu dönemi doğru olarak algılayabilmek için, uygarlık tarihine kısaca bakmakta yarar vardır.


İnsanlığın yüzbinlerce, hatta milyonlarca yılla ölçülen çok uzun bir geçmişi vardır. En eski atalarımızın Afrika’dan ayrıldığı yaklaşık 1.800.000 yıllarından bu yana yalnızca insanın fiziki özellikleri, kültürü, yaşam şekli değil, yaşadığı doğal çevre ortamı da sürekli olarak değişmiş, farklı aşamalardan geçmiştir. Bu değişimi dünyanın çeşitli yerlerinde arkeolojik kazılardan çıkan verilerle izleyebilmekteyiz. Genellikle değişim ya da gelişme yavaş bir süreç içinde gerçekleşmiştir; ancak bazen “sıçrama” olarak adlandırabileceğimiz hızlı değişim dönemleri de vardır. İnsanlığın bu uzun gelişim sürecine geniş bir açıdan baktığımızda, sonuçları bakımından devrim sayılabilecek kadar önemli bu tür sıçrama ya da hızlı değişimlerin oldukça ender olduğunu görürüz. Bu serginin konusu olan Neolitik dönem, bu tür hızlı değişim dönemlerin en önemlilerinden biri, belki de bıraktığı izler bakımından en önemli olanıdır.

Uygarlık tarihinin “kırılma noktaları” olarak da bilinen, hızlı değişimlerin yaşandığı dönemler, toplumun, günlük yaşamından yaşam felsefesine, yararlandığı teknolojiden toplumsal örgütlenme modeline, inançlarından doğal çevresi ile kurduğu ilişkiye kadar her düzeyde değişime yol açan köklü dönüşümlerdir. Halen içinde yaşamakta olduğumuz Endüstri Devrimi süreci, bu tür köklü değişimlerden biri ve en sonuncusudur. Bu tür önemli dönüşümleri, bir anda başlayıp biten olaylar olarak görmek doğru değildir; aynen Endüstri Devrimi’nde olduğu gibi, bu dönüşümler dünyanın belli bir bölgesinde başlar, ancak olgunluğa eriştikten sonra başka coğrafyalara yayılarak, küresel bir model haline gelirler. Bu nedenle ilk ortaya çıktıkları bölge ile, daha sonraları yansıdığı bölgeler arasında zaman farkı vardır.


İnsanlık tarihi her yerde aynı gelişimi göstermemiştir. Bazı bölgelerde gelişim süreci daha hızlı, bazılarında ise daha yavaş olmuş ve hatta en uç bölgelerde zaman saati durmuş gibidir. Bu nedenle, önemli dönüşümlerden isim alan kültür basamakları da farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerini yansıtır. Örneğin kentleşme devrimi olarak adlandırdığımız İlk Tunç Çağı, Mezopotamya’da MÖ 3200 yıllarında görülür. Mezopotamya’dan uzaklaştığımızda o tarihlerde kentleşmeyi değil, bundan önceki kültür basamağının süregeldiğini görürüz. Kentleşme, örneğin Ege dünyasına MÖ 2600’lerde, Batı Avrupa’ya Roma İmparatorluğu ile gelecek, daha uzaklara gittiğimizde ise bu yeni yaşam biçiminin aktarımı MS 16.-17. yüzyıllarda gerçekleşecektir.


Uygarlık tarihine bir bütün olarak bakıldığında geleneksel görüş, en önemli dönüşüm ya da “kırılma noktası”nın, gezginci yaşamdan yerleşik köy yaşantısına, avcılık-toplayıcılıktan besin üretimi-çiftçiliğe geçiş dönemi olduğunu kabul etmektedir. Bu bakış açısının temelinde, köy, tarım ve hayvancılığın başlangıcı, daha sonraki uygarlığın tetikleyicisi olarak görülmüş ve milyonlarca yıllık yaşam biçiminin, Neolitik olarak adlandırılan bu dönemde köklü olarak değişerek yeniden biçimlendirildiği kabul edilmiştir. Tarımın toprağa bağlı yaşama, dolayısıyla köylerin gelişmesine yol açtığı, kalıcı konutların yapımı için de yeni yapım malzemeleri, mimari teknikler, araç-gereçlerin gerektiği, toprağın ekilip biçilmesinin, depolama, mülkiyet, miras, işçilik ve elde edilen ürünün de besin hazırlama, artı-ürün gibi daha önceleri olmayan tanımları doğurduğu, yeni yaşamın gereklerini karşılayabilecek yeni hammaddelere yönelttiği genel olarak kabul edilmiştir. Çiftçi olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni yaşamın sulu aş için gerekli olan ateşe dayanıklı kaplar, depolama yerleri, tahılı besine dönüştürecek teknolojiler geliştirdiği, hayvancılığın ortaya çıkmasıyla başta dokuma olmak üzere hayvan ürünlerinin besine dönüşmesi, saklanan besinlerin fermante edilerek ya da kurutularak başka yiyeceklere dönüşümü ve giderek artı ürünün, işgücünün organizasyonunu zorladığı, ticaretin, ve yönetici sınıf gibi yeni toplum katmanlarının ortaya çıkışı da Neolitik dönemin yarattığı sonuçlar olarak kabul edilegelmiştir. Öngörülen bu sistemin daha sonraları kent, kent devletleri, devlet ve imparatorluğa kadar olan sürecin de altlığını oluşturduğu açıktır.


Yukarıda değindiğimiz Neolitik yaşam tanımı, her ne kadar ileri aşamalarda kent ve devlete dönüşecekse de, genel kabul bunun ilk dönemlerinin, eşitçil bir toplum dokusu olan basit yerleşmeler olduğu şeklindeydi. Bir topluluğun, aynı yerde uzun süre kalarak sabit bir köy kurabilmesi için mutlaka tarım yapması gerektiği de öngörülmekteydi. Bu sergiyle tanıtılan süreç, yukarıda değindiğimiz kabullerin esası ile tam olarak çelişmektedir. Daha önce de değindiğimiz gibi Güneydoğu Anadolu’da son yıllarda yapılan arkeolojik kazıların sonuçları, uygarlık tarihiyle ilgili bilgilerimizi tamamıyla değiştirmiş ve Neolitik olarak tanımladığımız sürecin başlangıç aşamasını, başka bir bakış açısıyla yeniden ele almamız gerektiğini ortaya koymuştur;serginin vurgusu da budur. Her şeyden önce ilk yerleşik toplulukların halen avcı ve toplayıcı oldukları, etkin besin üretiminin ancak ileri aşamalarda ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Daha da çarpıcı olan, halen  avcı-toplayıcı olan bu yerleşimlerde tapınak olarak tanımlayabileceğimiz anıtsal yapıların, görkemli heykel ve kabartmaların, toplumu yönlendirdiği ve öbür dünyayla ilişkiyi sağladığı anlaşılan ruhban ya da yönetici sınıf gibi belirli toplum katmanlarının varlığıdır. Dört binyıl kadar süren bu süreç içinde mimarinin, uzak bölgeler arası mal aktarımının, yeni teknolojilerin geliştiği, ancak çanak çömleksiz dönemin sonu olarak adlandırdığımız MÖ 7000 yıl içinde kelimenin gerçek anlamıyla tarım ve hayvancılığın önem kazandığı ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak önceki yıllarda Neolitik olarak tanımlanan yapılanma, bu sergide anlatılan dönemin en sonuna denk gelmektedir. Bu sergiyle, uygarlık tarihi için yeni bir kavram olan, besin üretimi öncesi yerleşik toplulukların neler yapabildiğinin en çarpıcı örnekleri yansıtılmaktadır.
Göbekli Tepe Uygulaması. Sergiden.

“Neolitik” Adlaması
Bir kültür evresi olarak “Neolitik” adlaması 19. yüzyılda, Taş Devri’nin son aşamalarını temsil eden taş aletlerin işlenişindeki yeni bir teknolojiyi tanımlamak amacıyla ortaya atılmıştır. Zaten “neolitik” sözcüğünün anlamı da “yeni taş”tır. Arkeolojinin emekleme çağı olan o yıllarda, yazı öncesi dönemleri tarihleyebilecek herhangi bir yöntem yoktu. Tarihi bilinmeyen eski kültürleri, kullandıkları teknolojinin niteliğine göre, en basitten en gelişkine göre sıralayarak, “göreli” bir tarihleme yapılırdı. Neolitik adlaması da bu uygulamadan ortaya çıkmıştır. Bugün arkeoloji, arkeometri adı altında topladığımız doğa ve fen bilimlerinin yöntemlerinden yararlanarak geçmiş kültürlerin mutlak yaşını belirleyebilmektedir.
Uzun bir süre boyunca arkeologlar için Neolitik dönem, yerleşik uygarlığın başladığı, tam olarak tanımlanamayan bir süreç olarak görülmüş, fazla ilgi çekmemiştir. Ancak ilk olarak doğa bilimciler, yabani tahılların tarıma alınması, hayvanların evcilleştirilmesi gibi biodünyayı ilgilendiren gelişmelerin bu evrede gerçekleştiğini öngörmüş ve yabanılların nasıl olup günümüzdeki şeklini aldığı ile ilgilenmişlerdir. Bu bağlamda bugün ekmek yaptığımız buğdayın ya da arpa, çavdar gibi tahılların yabanıl atalarından çok farklı niteliklere sahip olduklarını unutmamak gerekir. Her şeyden önce yabani tahılların taneleri, doğal olarak tohumlanabilmeleri için başağa kırılgan bir sap ile bağlıdır, sallanınca kendiliğinden dökülürler. Tarıma alınmış türlerde ise bu özellik, silkelendiği zaman dökülmeyen daha sağlam bir bağlantı ile değişmiştir. Bunun yanı sıra başağın şekli ve diğer morfolojik özelliklerinde de önemli farklar vardır. Evcil koyun, keçi, sığır ve domuz, yabanıl atalarından birçok bakımdan farklıdır; örneğin yabani koyun uzun bacaklı, hızlı koşabilen, yün yerine kıllarla kaplı, iri boynuzlu, yabani sığır ise bugünkünün yaklaşık iki misli büyüklüğünde olan hayvanlardır. Yabanıl türlerden tarıma alınmış ya da evcilleştirilmiş türlere olan dönüşüm için oldukça uzun bir sürenin gerektiği de bilinmektedir. Kuşkusuz bu dönüşüm, kültürel açıdan çiftçiliğin ve dolayısıyla yerleşik yaşamın başlaması anlamını da taşımaktadır. Yerleşik yaşam da, kalıcı konut mimarisinin yanı sıra, mülkiyet, farklı bir toplum düzeni, organize işgücü, besin biriktirme ve bunun dağıtımı gibi farklı bir yaşam biçimini gerektirdiğinden, biolog ve zoologların ardından Neolitik Çağ, toplumbilimcilerin, etnografların ve antropologların ilgisini uyandırmıştır.


Neolitik yaşam olarak tanımlanan çiftçilik yeni aletleri, bu aletlerin yapımı için de yeni teknolojilerin geliştirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Neolitik öncesi avcı toplulukların gereksinimi, taşın yongalanmasıyla elde edilen sivri uçlu ya da keskin kenarlı aletlerdi. Çiftçilerin ise ağaç kesebilmek, tahta yontabilmek, toprağı kazabilmek için darbelere dayanıklı farklı bir alet türüne, tahılları öğütebilmek için yüzeyi pürüzlü taşlara, bitkisel besinleri yiyebilmek için ateşe dayanıklı kap kacağa gereksinimleri vardı. Bu gereksinmeler, taşlara sürtülerek biçim verilmesi ve kilin hamur haline getirilip biçim verildikten sonra fırınlanması gibi yeni teknolojilere yol açmıştır. Bu dönemde en çok rastlanan alet türü, bazen “celt” olarak da adlandırılan yüzeyi parlatılmış yassı taş baltalar olduğundan, arkeolojinin ilk zamanlarında bu dönem “Cilalı Taş Devri” olarak adlandırılmıştır.


18. ve 19. yüzyıllarda, özellikle Avrupa’da yapılan kazılar, Neolitik yaşam biçimi olarak adlandırılan tarımın, hayvancılığın, yerleşik köylerin ve bunlarla bağlantılı teknolojilerin bulunduğu çok sayıda buluntu yerini ortaya çıkarmıştı. Ancak Neolitik yaşamın olmassa olmazları olarak görülen buğday, arpa, çavdar, koyun gibi türlerin yabanıl atalarının Avrupa topraklarında bulunmayışı, ayrıca ortaya çıkartılan yerleşmelerde konut mimarisinin, çömlekçiliğin başlangıç aşamasında değil, gelişkin düzeyde olması, bu kültürün Avrupa’ya başka bölgelerden, gelişimini tamamladıktan sonra aktarılmış olduğunu göstermekteydi. Bunu izleyen soru, Neolitik dönüşümün, tarım, hayvancılık ve yerleşik yaşamın ilk olarak nerede, nasıl ve neden başlamış olduğuydu. Tarım, tahıllardaki küçük tanelerin toplanması ve yenebilecek duruma getirilmesi gibi, avcılığa ve toplayıcılığa göre, çok güç bir beslenme şeklidir. Özellikle yabani tahılların tarla gibi değil, diğer otsularla karışık bulunması, başaklarının bugünkü türlere göre çok daha küçük ve az taneli olması ve bunun da ötesinde tanelerinin toplanırken dökülme özelliğinin bulunması, insanların nasıl olup da bu besin kaynağına yöneldiğini yanıtsız bir soru olarak bırakmıştır. 20. yüzyılın başlarında doğabilimciler bu değişimin ancak kuraklık, doğal çevre koşullarının olumsuz bir ortam yaratmasına bağlamış ve bu nedenle ilk Neolitik kültürlerin, bugün çöl olan bölgelerdeki vahalarda ya da çöllerin içinden geçen büyük akarsuların vadilerinde gerçekleşmiş olabileceklerini önermişlerdi. Bu tür zorluk içinde yaşayan toplulukların çok basit bir yaşamları olduğu ve bu nedenle bunların yaptıkları ilk sabit konutların çok basit kulübelerden ileri gidemeyeceği öngörülmekteydi. Bu nedenle arkeologlar, ilk çiftçi toplulukların izlerinin bulunabilme olasılığına uzun bir süre kuşku ile yaklaşmışlardır.


Arkeologların arasında Neolitik dönemin uygarlık tarihi açısından taşıdığı önemi ilk ve en açık şekilde vurgulayan Gordon Childe olmuştur; Childe bu dönemin önemini vurgulamak için “Neolitik Devrim” adlamasını ortaya koymuş ve o dönemdeki arkeolojik bilgilere göre bu devrimin ancak Fırat, Dicle ve Nil gibi büyük akarsu boylarında gerçekleşip geliştikten sonra, başta Avrupa olmak üzere, dünyanın diğer yerlerine yayıldığı ileri sürmüştü. Bu konuda ikinci büyük atılım Robert J. Braidwood tarafından yapılmış, Braidwood doğa bilimlerinden de yararlanarak, bugün “Doğal Yaşam Bölgesi” olarak tanımladığımız kuramı ortaya çıkarmıştı. Buna göre çiftçilik ancak yukarıda sıraladığımız tahıl ve hayvanların yabanıl atalarının doğal ortamlarında birlikte bulunabildiği, sulama gibi gelişkin bir teknoloji gerektirmeden tarımın yapılabileceği bir bölgede gerçekleşebilirdi. Braidwood doğabilimcilerle birlikte yaptığı bir ön çalışmayla, çiftçiliğin başlayabileceği bölgenin ancak Yakındoğu’nun belirli bir kesiminde olabileceğini ortaya koymuştur. Bu bölgenin tanımı doğuda Zagros, kuzeyde Güneydoğu Toroslar, batıda Amanos ve Lübnan Dağları ile belirlenen ve ağızı güneye dönük bir hilale benzediği için “Bereketli Hilal” olarak tanımlanan bölgenin biraz gerisindeki dağların etek ve eşikleri boyunca uzanan, daha sulak ve bereketli bir coğrafi kuşağı içermektedir. Braidwood, Neolitik kültürün oluşum bölgesine getirdiği yeni tanımın dışında, “Neolitik” adlamasına da karşı çıkmış, teknoloji kökenli bu terimin yerine, beslenme ve yaşamdaki değişimi yansıtan “İlk Tarımcı Köy Toplulukları Dönemi” adlamasını önermiştir.


Gordon Childe ve Robert J. Braidwood’dan bu yana yarım yüzyılı aşkın bir süre geçmiştir. Bu süre içinde, başta Yakındoğu ve Anadolu olmak üzere dünyanın birçok yerinde Neolitik dönemi yansıtan binlerce arkeolojik kazı çalışması yapılmış ve ortaya çıkan sonuçlar farklı açılardan ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir. Ortaya çıkan tablo, Childe ve Braidwood’un dönemindeki hiçbir bilim insanın düşünemeyeceği kadar çeşitlilik göstermektedir. Neolitik dönemin geleneksel tanımının içerdiği çiftçiliğe dayalı köy yaşantısı modelinden farklı “Neolitik” kültürlerin de olduğu, hatta dünyanın çeşitli yerlerinde farklı zamanlarda bu tür kültürlerin gelişebildiği artık bilinmektedir. Örneğin Uzakdoğu’da çanak çömleğin Yakındoğu’dan çok daha eski bir tarihte, Eski Taş Devri içinde başladığı ve ilk tarımın meyve ağacı fideciliğine bağlı olarak geliştiği, Avrasya steplerindeki Neolitik yaşamın ise hemen hemen hiç çanak çömlek kullanmayan, tarım yapmayan ama hayvana bağlı bir göçebe yaşamı olduğu, Doğu Afrika’da çanak çömlek kullanmayan gezginci bir Neolitiğin varlığı gibi farklı bir zaman, tanım ve yaşam biçimlerini görmekteyiz. Aynı şekilde Anadolu yaylalarında tarım ve hayvancılık yapmayan, görkemli ve büyük yerleşmeler kurabilen “Anadolu Neolitiği” de yeni bir açılım olarak ortaya çıkmıştır. Neolitik dönemin farklı tanımları öylesine bir çeşitlilik göstermiştir ki, yaklaşım olarak daha doğru olmasına karşın Braidwood’un adlaması bir yana bırakılmış ve yeni yaşam biçiminin her türlü açılımını içine alan genel bir ad olarak “Neolitik” kullanılmaya devam etmiştir. Dünyanın birçok bölgesinde farklı Neolitik modellerin olmasına karşın, daha sonraki dönemleri etkileyerek küresel hale gelecek olan model, Anadolu-Yakındoğu çıkışlı model olacak, diğer Neolitik modeller bir süre sonra Anadolu-Yakındoğu Neolitik modelinden gelişen kültür tarafından özümsenecektir. Bu sergiyle tanıtılacak olan model, Yakındoğu modelinin bir parçası olmasına karşın, kendine özgü birçok temel özelliği bulunan Güneydoğu Anadolu- Kuzey Suriye modelidir.


Neolitik Dönemin Değişen Tanımları
Yukarıda da kısaca değinildiği gibi, dar anlamıyla Neolitik dönem, beslenme, teknoloji ve yaşamı belirleyen öğelerin yeniden biçimlenme sürecini yansıtmaktadır. Sonuçları bakımından devrim niteliğindeki bu değişimin oldukça uzun bir süre içinde gerçekleştiği, yaklaşık olarak MÖ 12000 yılları ile 6000 yılları arasındaki bir döneme yayıldığı bilinmektedir. Bu sürecin başlangıcı Son Buzul Çağı’nın yarattığı koşulların ortadan kalkması, bugünkü iklim kuşaklarının yerleşmesiyle ilişkilidir. Dünyanın her yerinde insanlar, değişen doğal çevre koşullarına, bildikleri teknoloji ve sosyal alışkanlıklarıyla uyum sağlamışlardır. Ancak Yakındoğu’nun belirli bir bölgesinde bu dönüşüm dünyanın diğer yerlerinden farklı olmuş ve daha sonra tüm dünyayı etkileyecek olan yeni yaşam biçimini ortaya çıkarmıştır. 6000 yıl gibi, oldukça uzun bir zaman dilimini kapsayan bu oluşum sürecini, konunun uzmanları olan arkeologlar Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ, Çanak Çömlekli Neolitik Çağ gibi farklı kültür basamaklarına ayırarak tanımlamaktadırlar. Ancak ilginç olan, bu sürecin ilk aşaması olan Çanak Çömleksiz Neolitik dönemin, sonrakilerden daha görkemli kalıntılara sahip olmasıdır. Bu ilk dönemin görkeminin, anıtsallığının en iyi izlendiği bölge de Güneydoğu Anadolu’dur.


Yakındoğu Neolitik kültürünün oluşum bölgesi olarak tanımladığımız coğrafya güneyde Filistin’den başlayarak İsrail, Suriye, Lübnan, Ürdün, Kuzey Irak, Batı İran, Güneydoğu ve İç Anadolu ve hatta son araştırmalar ışığında Kıbrıs’ı da içine alan çok geniş ve geniş olduğu kadar ekolojik çeşitliliği de olan bir bölgedir.
Tüm bu bölge içinde yaşayan toplulukların birbirleriyle bilgi ve teknoloji paylaşarak 6000 yıl boyunca söz konusu kültürü geliştirdiği ve dönemin sonunda kelimenin tam anlamıyla “çiftçi” durumuna geldikleri anlaşılmaktadır. Bu oluşum, başlangıcından gelişimini tamamlama aşamasına kadar aynı coğrafya içinde kalmış, ancak tam olarak gelişimini tamamladıktan sonra farklı coğrafyalara yayılmıştır.
Jericho (Eriha), Batı Şeria


Daha önce de değinildiği gibi, tahıla dayalı bir yaşam biçiminin, avcılığın ve toplayıcılığın yerini alması çok güç bir dönüşümdür. Bu nedenle bilim insanları bu dönemin ilk basamaklarını doğal çevrenin kısıtlı olduğu, insanların yaşamlarını sürdürmek için tahıl tanelerini toplamak zorunda olacakları kurak ve yarı kurak bölgelerde, özellikle Filistin, İsrail ve Güney Suriye’de aramışlardır. Söz konusu araştırmalar ilk başlarda Filistin çevresinde yoğunlaşmıştır; Güney Filistin’de Natuf ve Kebaran gibi Neolitik dönemin öncülü olabilecek kültürel oluşumlara rastlanması uzun bir süre arkeologların ilgisini Güney Levant olarak tanımladığımız bölgeye odaklamıştır. Bu bağlamda 1952 yılında K. Kenyon tarafından kazılmakta olan Eriha (Jericho) kazılarında, gerçek anlamıyla Neolitik bir yerleşimin bulunması, daha sonraki araştırmaları yönlendiren önemli bir gelişme olmuştur. Eriha kazıları, Neolitik kültürün başlangıcında çanak çömleğin bilinmediği bir evre olduğunu ve daha önemlisi bu evrede öylesine eski bir tarih için görkemli sayılabilecek büyük yapıların bulunduğunu açık olarak ortaya koymuştur. Bugün hâlâ kullanmakta olduğumuz, Neolitik kültürün gelişim basamaklarını yansıtan Çanak Çömleksiz Neolitik A, Çanak Çömleksiz Neolitik B ve Çanak Çömlekli Neolitik ayrımı da ilk kez bu kazıda ortaya atılmıştır. Eriha kazılarıyla hemen hemen aynı yıllarda, R.J. Braidwood ve ekibi Kuzey Irak Zagros bölgesinde, doğabilimcilerle birlikte araştırmalara başlamış ve özellikle Jarmo kazılarıyla ilk kez, çiftçiliğin başlangıç aşamasındaki basit bir köy toplumunu ortaya çıkarmıştır.


Neolitik dönem araştırmalarının başladığı 1948 yılından 1970 yıllarına kadar geçen süre içinde söz konusu bölgelerde yapılan Neolitik dönem kazılarının sayısı 100’ü aşmış, arkeolojik kazı yöntemlerinin gelişmesi, arkeometrinin sağladığı olanaklarla çok farklı konularda geniş bir bilgi birikimi oluşmuştu. Bu bağlamda yakın zamanlara kadar doğal çevre ortamının çok daha zengin olduğu, insanların yaşamlarını tahıl tanesi toplamaya bağlamak zorunda olmadığı Anadolu’nun, ilk çiftçi topluluklarının oluşum bölgesinin dışında kaldığı öngörülmekteydi. Bilim insanları, tarım, hayvancılık ve yerleşik yaşamın ilk olarak Güney Levant olarak tanımlanan Filistin ve çevresinde başladığını ve belirli bir aşamadan sonra bu yeni yaşam biçiminin Kuzey Suriye de dahil olmak üzere Anadolu’ya aktarıldığını düşünmekteydi. Bu nedenle Güneydoğu Anadolu da dahil olmak üzere Anadolu Platosu uzun yıllar Neolitik dönem açısından hemen hemen hiç araştırılmadan kalmıştı. Anadolu’da başlayan ilk Neolitik kazılar olan Urfa Bozova yakınlarındaki Biris Mezarlığı ve Söğüt Tarlası ile Diyarbakır Ergani yakınındaki Çayönü, kuzeydeki farklı bir Neolitik çekirdeğin ilk izlerini daha 1964 yılında vermiş, ancak elde edilen sonuçlar başka kazılarla desteklenmediği için yeterince yankı bulmamıştı.


Aynı süreç içinde Orta Anadolu’da J. Mellaart tarafından kazılmış olan Hacılar ve Çatalhöyük, J. Garstang tarafından kazılan Yumuktepe, D. French tarafından kazılan Can Hasan ile J. Bordaz’ın kazdığı Süberde ve Erbaba da, Neolitik yaşam biçiminin oluşumuyla ilgili süreçte, Anadolu Platosu’nun yerinin tam olarak anlaşılması sağlanamamıştı. Bunlardan özellikle Çatalhöyük görkemli ve şaşırtıcı buluntularıyla her ne kadar ilgiyi çekmişse de, o dönem için geçerli olan kuramlarla bağdaştırılamamıştır. Bu nedenle yakın zamanlara kadar, tarım ve çiftçiliğe dayalı olan yaşam biçiminin Yakındoğu’nun kurak ve yarı kurak bölgelerinde ortaya çıktığı, geliştiği ve daha sonra Anadolu Platosu’na aktarıldığı görüşü kabul edilegelmiştir.


Anadolu Yarımadası’nın Neolitik kültür oluşum süreci içindeki yeri, 1970’li yıllardan sonra, kazı ve araştırmaların artmasıyla tam olarak anlaşılabilmiştir. Fırat ve Dicle nehirleri ile bunlara bağlı kolların üzerinde kurulan baraj gölleri nedeniyle başlayan kurtarma kazıları, yeni birçok Neolitik yerleşimi de ortaya çıkarmıştır. Bunların arasında ilk çarpıcı örnek Urfa bölgesinde H. Hauptmann tarafından kazılmış olan Nevali Çori ile Batman’da M. Rosenberg tarafından kazılan Hallan Çemi’den gelmiş ve bunu izleyen, K. Schmidt tarafından kazılmakta olan Göbekli Tepe, V. Özkaya tarafından kazılmakta olan Körtik Tepe gibi yerleşimler, beklenmedik şaşırtıcı sonuçlar vermişlerdir. Anadolu Platosu’nun Akdeniz Havzası’yla, Neolitik dönemdeki ilişkilerinin daha iyi anlaşılabilmesi Yumuktepe’de kazıların I. Caneva tarafından yeniden başlatılmasıyla sağlanmıştır. Benzer bir gelişme önceleri Orta Anadolu ve hemen ardından İç Batı, Batı ve Kuzeybatı Anadolu’da da gerçekleşmiştir. U. Esin tarafından kazılan Aşıklı Höyük ile D. Baird’in kazmış olduğu Pınarbaşı gibi yerleşimler, Orta Anadolu Platosu’ndaki Neolitik kültürün Güney Levant’taki kadar eski olduğunu, M. Özbaşaran tarafından kazılan Musular, A. Öztan’ın kazmakta olduğu Köşk Höyük ile E. Bıçakçı’nın kazmakta olduğu Tepecik-Çiftlik bu kültürün ileri aşamalardaki gelişimini çarpıcı buluntularla yansıtmıştır. Aynı bölgedeki N. Balkan Atlı tarafından kazılmakta olan Kaletepe’de ortaya çıkan obsidyen işliği, Filistin’e kadar uzanan Neolitik dönem ticaret ağının ne kadar kapsamlı olduğunu göstermiş; Çatalhöyük’te I. Hodder tarafından başlatılmış olan yeni kazılar bu yerleşimin uygarlık tarihi açısından taşıdığı önemi arkeolojinin yeni yöntemlerinden de yararlanarak farklı bir şekilde sergilemiştir. Anadolu Yarımadası’nın daha batısında R. Duru’nun çalışmış olduğu Kuruçay, Höyücek ile Bademağacı ve son yıllarda Ege Bölgesi’nde A. Çilingiroğlu tarafından kazılan Ulucak, Z. Derin tarafından kazılan Yeşilova, H. Sağlamtimur tarafından kazılan Ege Gübre yerleşimleri ve A. Peschlow’un Beşparmak Dağı’ndaki buluntuları ile Kuzeybatı Anadolu’da N. Karul’un kazdığı Aktopraklık, J. Roodenberg’in Ilıpınar, Menteşe ve Barçın kazıları bu yaşam biçiminin batıya yayılım sürecinin izlerini çok açık bir şekilde sergilemiştir.


Anadolu Yarımadası’nın hemen her yerindeki kazıların ortaya çıkardığı sonuçlar öylesine önemlidir ki, bugün bilim dünyası Neolitik kültürün nasıl oluştuğu ile ilgili yüzyılı aşkın bir süredir tartışılan kuramları yeniden gözden geçirmek ve bu dönemi yeniden tanımlamak durumunda kalmıştır. Burada sıraladığımız Hallan Çemi, Nevali Çori, Çayönü, Göbekli Tepe ve Körtik Tepe kazılarında geniş alanlar açılabilmiş olduğu için, ortaya çıkan buluntular ve bunların yansıttığı buluntu düzeni, bilim dünyasının dikkatini bunların üzerinde odaklamıştır; ancak bunların yanı sıra daha sınırlı alanlarda açılmış olan başka Neolitik dönem kazıları da vardır. Bunların arasında Bruce Howe tarafından kazılan Söğüt Tarlası ve Biris Mezarlığı Proto-Neolitik olarak tanımladığımız bu sergiyle tanıtılan Neolitik kültürün öncüsünü vermiş; M. Rosenberg tarafından kazılan Batman yakınlarındaki Demirköy, R. Harris tarafından kazılmış olan Adıyaman-Gritille, J. Roodenberg tarafından kazılmış olan Hayaz Höyük, Adıyaman Müzesi’nin kurtarma kazısı yaptığı Levzin Höyük ve Malatya yakınlarındaki J. Cauvin tarafından kazılmış olan Cafer Höyük, Çanak Çömleksiz Neolitik dönem kültürlerinin çeşitli ayrıntılarını bize zengin buluntularla yansıtmıştır. Aynı şekilde Batman’da Y. Miyake tarafından kazılmakta olan Salat Camii Yanı, Diyarbakır Ergani’de I. Caneva tarafından kazılmış olan Yayvantepe-Tilhuzur, Urfa Bozova çevresinde J. Roodenberg’in kazmış olduğu Kumartepe, Elazığ yakınında U. Esin tarafından kazılmış olan Tepecik ile Malatya yakınındaki İkiz Höyük, İlk Çanak Çömlekli Neolitik dönemi bize tanıtmış; Urfa Birecik çevresinde M. Özbaşaran tarafından kazılan Akarçay Tepe ile M. Özdoğan tarafından kazılan Mezraa-Teleilat, Fırat Havzası’ndaki Neolitik kültürün gelişim aşamalarını bize vermiştir. Bu kazıların yanı sıra bölgede yapılan yüzey araştırmaları, Neolitik dönemin hemen hemen bütün aşamalarının bölgede ne kadar yaygın olduğunu göstermiştir; kazı yapılmadığı halde, yüzey buluntularıyla bilim dünyasında önemli yankı yapmış olan en önemli buluntu yerlerinin arasında, Elazığ Boytepe ile Ergani yakınındaki Papazgölü ve Kurtalan yakınındaki Ain Germ’i sayabiliriz. Gerek bu katalog, gerekse sergi kapsamında; Güneydoğu Anadolu’da şimdiye kadar ortaya çıkmış olan ve uygarlık tarihi açısından yenilerle dolu olan kültürü tam olarak yansıtmaya olanak yoktur. Gene de bu sergi özellikle son yıllarda Güneydoğu Anadolu’daki kazılarda ortaya çıkan ve yüzyılı aşkın bir geçmişi olan Neolitik dönem araştırmalarına yeni bir boyut kazandıracak kadar önemli sonuçları ortaya koymaktadır.


Bu sergide de görüleceği gibi, Güneydoğu Anadolu’daki Neolitik dönemin başlangıç aşaması, yaşam mücadelesi veren, zorluk içinde yaşayan ve yiyecek bir şey bulamadığı için tahılları toplayan insan topluluklarıyla değerlendirilemeyecek kadar gelişkin bir düzeyi yansıtmaktadır. Dört metreyi geçen boyutlarda dikilitaşları kabartmalarla süsleyebilen, en sert taşları biçimlendirerek takı yapabilen, çanak çömlek yapımından önce bakırı ısıtarak işleyebilen bu toplumun bulguları şaşırtıcı olduğu kadar heyecan vericidir. Buradaki toplulukların, Güneydoğu Anadolu coğrafyasının sağladığı zengin doğal çevre ortamının besin üretimine, tahıl ve hayvan evcilleştirmeye gerek kalmadan sabit yerleşmeleri kurabildiğini ve bir üst kültürel düzeye yalnızca avcılık ve toplayıcılıkla eriştiğini görmekteyiz. Bu sergide MÖ 12000 yıldan 6000 yıla kadar olan süreç, seçilmiş bazı buluntular, maketler ve grafik anlatımla yansıtılmaktadır. Tüm bilim dünyasını heyecanlandıran bu bulguların, çok geniş Anadolu coğrafyasında sayısı 10’u geçmeyen kazılardan geldiğini gözardı etmememiz gerekir. Neolitik olarak tanımladığımız yaşam biçiminin görüldüğü, Anadolu’nun güneyinde kalan bölgelerde son yarım yüzyıl içinde gerçekleşmiş olan kazıların sayısı 300’ü geçmiştir. Buna karşılık şimdiye kadar Güneydoğu Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılar iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar az, Türkiye’nin genelinde ise, sondaj niteliğindeki küçük kazılar da dahil olmak üzere 36 tanedir. Gene de ortaya çıkan sonuçlar, bilim dünyasını sarsmış ve günümüz uygarlığının temel taşlarının bu bölgede olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuştur.


Mimari kalıntılarıyla Güneydoğu Anadolu’dan bildiğimiz en eski yerleşim Hallan Çemi’dir. Bunu izleyen Çayönü yerleşimi Neolitik kültürün 3000 yıllık gelişimini tabaka tabaka eksiksiz olarak yansıtmış, Çayönü kazısında açılan alanın genişliği ilk kez yerleşme düzeninin beslenme kadar ilginç bir seyir izlediğini ortaya koymuştur. Çayönü kazılarıyla, barınak niteliğindeki kulübenin, yeni işlevler yüklenmiş konuta nasıl dönüştüğü, yuvarlak planlı bir yapının köşeleri, temelleri, düz dam ve çatısı olan bir yapı haline geliş sürecini tüm aşamalarıyla adım adım görebilmekteyiz. Daha da ilginç olanı, en eski Neolitik yerleşmelerin önceden belirlenmiş plana göre yapılmış olmaları, yerleşim içinde yapı planları ve dağılımları bakımından katı bir şekilde uygulanan bir planın olduğu, ancak bu planın dönem içinde ortaya çıkan gelişmelere göre yeniden düzenlendiği görülmüştür


Çayönü, Nevali Çori ve Göbekli Tepe, ilk Neolitik toplulukların, konutların yanı sıra tapınak olarak adlandırabileceğimiz özel yapılara da sahip olduklarını ortaya koymuştur. Gerek bu tapınakların yapımı ve gerekse bunların barındırdığı dikilitaş, kabartma, heykel, duvar resmi gibi betimlemelerin yalnızca özel seçilmiş sanatkârları değil, çok büyük ve organize bir işgücünü de gerektirdiği açıkça görülmektedir. Söz konusu yerleşmelerde gördüğümüz teknoloji, daha çanak çömleğin yapımından önce madenin kullanılması, kirecin yakılması gibi uygulamalarla şaşırtıcı ve daha önceleri ancak MÖ 3000 uygarlıklarında erişildiği sanılan düzeyi yansıtmaktadır. Çok zengin ve çeşitli betimlemelerin yanı sıra, Neolitik dönemde gelişen inanç sisteminin en çarpıcı göstergelerinin arasında ölü gömme ile ilgili uygulamaları sayabiliriz. Toplu gömülerin yanı sıra gövdelerinden ayrılan kafataslarının bazen bezenerek saklanması, üzerlerine alçı maskeler yapılması ve özellikle Körtik Tepe taş kaplarıyla birlikte gördüğümüz zengin ölü armağanları, o dönemin sanatını, toplumsal düzeyini ve inanç sistemini yansıtmaktadır. Yerleşimlerin çok uzağında, dağlık bölgenin kuzeylerindeki volkanik bölgelerden getirilmiş olan doğal cam-obsidyen ticaretinin eriştiği hacim, günümüz için bile şaşırtıcı miktarlardadır. Halen hiçbir binek hayvanının evcilleştirilmediği bu dönemde dağların ardından elde edilen obsidyen 6000 yıl hiç kesintiye uğramadan yüzlerce kilometre öteye aktarılmış, obsidyenin yanı sıra Kızıldeniz ve Akdeniz kökenli deniz kabukları ve yarı değerli bazı taşlar da bölgeye getirilmiştir. Henüz bu sistemin, artı ürün ve artı değerin oluşmadığı İlk Neolitik Çağ’da nasıl işlediğini tam olarak bilemiyoruz. Ancak Göbekli Tepe betimlemeleriyle giderek daha iyi görmeye başladığımız ve bir anlamda “resim yazısı” olarak da yorumlayabileceğimiz işaret ve sembollerin sayısının artması ve bu sembollere Kuzey Suriye de dahil olmak üzere çok geniş bir alanda birbirlerine benzer şekilde rastlanması, yazı olmasa bile bir aktarım dilinin oluştuğunu düşündürmektedir.

Güneydoğu Anadolu İlk Neolitik Çağ kültürleri, burada kısaca özetlediğimizden çok daha fazla konuyu içermektedir. Bu döneme ait başlayan her kazı, konunun uzmanları olan bizleri şaşırtan beklenmedik sonuçlar vermekte; her kazı döneminin sonunda bütün bildiklerimizi yeniden gözden geçirmekteyiz. Kuşkusuz bu serginin içerdiği kültürlerin uygarlık tarihi için taşıdığı anlamı gösterebilmek için, buradan kaynaklanan Avrupa, Akdeniz, Asya’nın içleri ve Nil boylarına kadar yayılan yansımalarını da unutmamak gerekir. Bu nedenle bu sergi, günümüz uygarlığının temel taşları olarak tanımlanmıştır.


Kaynakça
Braidwood, Robert J.,
1995 Tarih Öncesi İnsan, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.

Hauptmann, H. ve M. Özdoğan,
2007 “Anadolu’da Neolitik Devrim”, C. Lichter (yay.) Vor 12000 Jahren in Anatolien. Die ältesten Monumente der Menschheit. 12000 Yıl Önce Anadolu. İnsanlığın En Eski Anıtları: 404-410. Badisches Landesmuseum, Karlsruhe.

Karul, N. (yay.)
2002 Arkeoatlas I. Doğan&Burda Yayıncılık, İstanbul.

Lichter, C. (yay.)
2007 Vor 12.000 Jahren in Anatolien. Die ältesten Monumente der Menschheit. 12.000 Yıl Önce Anadolu. İnsanlığın En Eski Anıtları. Badisches Landesmuseum, Karlsruhe.

Özdoğan, M.
1999 “The Transition from Sedentary Hunter Gatherers to Agricultural Villages in Anatolia-Some Considerations”, A. Dinçol (yay.) Çağlar Boyunca Anadolu’da Yerleşim ve Konut Uluslararası Sempozyumu (Bildiriler): 311-319. Ege Yayınları, İstanbul.

Özdoğan, M. ve N. Başgelen (yay.)
1999 Neolithic in Turkey. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.

2007   Türkiye’de Neolitik Dönem. Anadolu’da Uygarlığın Doğuşu ve Avrupa’ya Yayılımı. Yeni Kazılar, Yeni Bulgular, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Sey, Y. (yay.)
1999 Tarihten Günümüze Anadolu’da Konut ve Yerleşme. Tepe Mimarlık Kültür Merkezi, İstanbul.




ayrıca bkz.

15 Kasım 2017 Çarşamba

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'nda

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'nda

Savaşın başında bir Alman kartpostalı Türkiye'nin savaşa girdiğini ilan ediyor
 Sol üst köşede padişah V. Mehmet Reşat görülüyor.
https://www.deutsche-schutzgebiete.de/mittelmeer_division_souchon.htm
I. Dünya Savaşı başladığında Osmanlı İmparatorluğu, ölümcül bir darbe yediği Balkan Savaşı'ndan henüz çıkmıştır. Bu savaşta yalnızca Anadolu ile birlikte anavatan addedilen o çok değerli Rumeli kaybedilmemiş, -yine büyük bir yenilgi ile bitmiş olan- 1877-78 savaşından sonra hissedilir hale gelen '"devletin çökmekte olduğu'' endişesi yöneticilerin üzerine bir kâbus gibi çökmüştür.


Dünya Savaşı'nın bu kâbusu daha da koyulaştırması kaçınılmazdır. Çünkü herkes çok önceden bilmektedir ki; bu savaş hangi taraf galip gelirse gelsin, dünyanın büyük güçler arasında yeniden '"paylaşılmasıyla ve uluslararası haritanın yeniden çizilmesiyle sonuçlanacaktır. Ve Osmanlı İmparatorluğu konum ve durumu gereği tarafsız kalsa dahi, pazarlık masasının üzerine mutlaka konulacaktır. Nitekim daha 1907'de, Osmanlı Devleti'nin savaşta kimin yanında yer alacağı kaale bile alınmaksızın, İngiltere- Fransa ve Rusya arasında yapılan ittifak antlaşmasının gizli maddelerinde İstanbul ve Boğazlar bölgesinin Rusya'ya bırakılacağı karara bağlanmıştı.

I. Dünya Savaşı başladığında iki yıldır iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Partisi kadroları için bu noktanın özel bir önemi vardır. Sözü edilen antlaşmanın duyulması üzerine 1908'de henüz bir gizli örgüt olan İttihat ve Terakki, gaflet içinde saydığı II. Abdülhamit'in mutlakiyetçi yönetimine karşı harekete geçme kararı almış ve başlattığı olaylar sonucunda, 1908 Temmuz'unda padişahı meşrutiyeti ilan zorunda bırakmıştı. Ancak 1908-1912 döneminin siyasal kaosu içinde "tedbir düşünmek" şöyle dursun, durum daha da vahimleşmiştir. 1912'de daha yarım asır önce birer Osmanlı vilayeti olan topraklar üzerinde kurulmuş küçük Balkan devletleri ile yapılan savaşta tam bir bozguna uğrayan Osmanlı Devleti, böylece hem Avrupa devleti konumunu fiilen kaybederek, çıkarlarını bu platformda koruma imkânını yitirmiş; hem de uğradığı bozgun onu istenilir bir askeri müttefik olmaktan büyük ölçüde uzaklaştırmıştır.

Nitekim bunun da etkisiyle, savaş başladıktan sonra Osmanlı Devleti'nin İngiltere ve Rusya nezdinde yaptığı ittifaka katılma önerileri isteksizlikle karşılandı. Osmanlı Devleti'nin Batı Trakya ve Ege adalarının kendisine iadesi karşılığında İngiltere ve Rusya yanında savaşabileceği yolundaki teklifleri kabul görmedi. Aynı sıralarda karşı tarafla da görüşmeler sürdürülmekteydi ve 1913 sonlarından beri Osmanlı ordusunu ıslah için bir askeri heyet göndermiş olan Almanya ile 2 Ağustos 1914'de gizli bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmanın maddelerinden biri de Osmanlı ordusunun sevk ve idaresinin bu askeri heyete danışılarak yürütülmesi idi.

Onur zedeleyici bu koşula rağmen Osmanlı Devleti'ni Almanya'nın yanında savaşa sokan bu antlaşma, aslında iktidardaki İttihat ve Terakki'nin üst yönetimi için, sözü edilen çöküş kâbusundan kurtulmanın mümkün tek yolu olarak görülmekteydi. İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı toprakları olan Ortadoğu'ya Rusya'nın Karadeniz sahili ve Boğazlar bölgesine açıkça göz dikmiş olmalarına karşılık, Almanya ve Avusturya-Macaristan'ın -şimdilik- benzer taleplerinin olmaması, şüphesiz antlaşmayı  kolaylaştırmıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti, Almanya'nın yanında savaşa girmesi çok muhtemel olan Bulgaristan'ın da göz diktiği Batı Trakya konusunda uzlaşmaya yatkın olduğunu belirtmiş, savaştaki rolünü Batı'da, Avrupa ve Balkanlar'da değil, Doğu'da Rusya'ya ve İngiltere'ye karşı açılacak cephelerde yerine getirmeyi kabul etmiştir.

Almanya'yla yapılan antlaşmanın özellikle iki maddesi dikkate değerdir. Bunlar, İttihat-Terakki üst yönetiminin savaşa sadece büyük devletlerin Osmanlı ülkesini parçalama tehdidi karşısında mecburen" katılmadıklarını, bu savaşı aynı zamanda daha boyutlu bir "kurtuluş projesi" için fırsat, imkân saydıklarını da gösterir. Söz konusu maddelerin ilki kapitülasyonlarının kaldırılmasını Almanya'nın desteklemesi koşuludur. Savaşa girilir girilmez bu karar ilan edilmiştir. Osmanlı iktisadi düzeninin çöküşünde ve bir türlü toparlanamamasında en önemli faktör sayılan kapitülasyonları kaldırma karan, İttihat Terakki iktidarının savaşla birlikte bir "ekonomik toplumsal kurtuluş'" projesini de uygulamaya koymaya hazırlandığının işaretidir. Nitekim savaş yıllarında bir yandan savaş ekonomisinin gerektirdiği tedbirler alınırken, bir yandan da ülke ekonomisine Müslüman ve özellikle Türk "müteşebbis"lerinin egemen olmasına yönelik bir "milli iktisat'" politikası yürürlüğe konulmuştur. Başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere gayrimüslim azınlıklara karşı alınan ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri "tedbirler" -Ermenilerin ve kısmen Rumların tehciri bu cümledendir- bir yanıyla savaş koşullarının "gerektirdiği" güvenlik tedbirleri olarak izah edilse bile, öbür yanıyla da sözü edilen "milli iktisat" düzeni tasarımıyla ilişkilidir.

"Devletin çöküşü"nü önlemek, yeniden güçlenmesini sağlamak için onun iktisadi ve sosyal tabanını "milli"' bir yaklaşımla yeni baştan düzenleme fikri, "Balkan şoku"ile birlikte pekişmiştir. Çünkü Osmanlı Devleti'ni Avrupa'dan neredeyse tamamen atan son darbeyi vuranlar, 1877-78 savaşı öncesi Osmanlı topraklarında yaşayan milli-dini topluluklarca kurulmuş devletlerdir. Bu toplulukların kendi milli devletlerini kurma amacıyla başlattıkları isyanları bir dönem bastırabilen Osmanlı Devleti, Avrupa'nın büyük devletlerinin -özellikle Ç. Rusya'sının askeri desteği karşısında önce Yunanistan'ın, ardından Romanya, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ'ın bağımsızlığını kabule mecbur edilmiş, daha sonra da bu yeni devletler, Balkanların yoğun Müslüman-Türk nüfusa sahip Rumeli yakasını zaptetmişlerdi. Balkanlar'da, Rumeli'de olan; benzer durumdaki Anadolu'da gerçekleşebilirdi. O nedenle de Osmanlı Devleti'nin o zamana kadar takip ettiği egemenlik sahasındaki etnik, milli,  mezhepsel ve dini mozaiği geleneksel dengesi içinde koruma, özellikle gayrimüslim tebaanın hukuki eşitlik yönündeki taleplerini karşılamaya çalışma politikası derhal terkedilmeli ve devleti -onu sahiplenecek- millete her bakımdan bağlayacak bir politika, bir milli devlet" politikası hızla yürürlüğe konulmalıydı. Buradaki "millet'in devletin tebaası olan tüm Müslümanları mı ifade ettiği, yoksa özel olarak Türk ve Türkleşmiş unsurları mı kastettiği bir ölçüde muğlaktır. Ancak "devletin bekası" için uzun vadede Türk unsura dayanmanın zorunluluğu teslim edilmiş olduğu için, İttihat ve Terakki yönetimi, Almanya ile yaptığı antlaşmada toprak kazancıyla ilgili tek açık talebini şöyle formüle etmiştir: "Osmanlı Devleti doğu sınırları, bu devletle Rusya Müslümanları arasında doğrudan doğruya bağlantıyı sağlayacak biçimde düzenlenecektir."

Böylece, İttihat ve Terakki yöneticilerinin savaştan galip çıkması halinde, nasıl bir Osmanlı Devleti tasarlamış oldukları anlaşılıyor. Bu, Batı'da,  Balkanlar'da eski konumunu yeniden edinmeyi -şimdilik- hedeflemeyen, Ön Asya'da, Hazar Denizi'ne -belki daha da ötesine- kadar bir coğrafyada Müslüman-Türk çoğunluğunun "milli devleti" olarak ekonomiden siyasete dek her düzeyde yeni baştan düzenlenip, bu eksende güçlenmeyi amaçlamış bir devlet olacaktır. Osmanlı Devleti'nin son iki yüz elli yılına damgasını vuran Batı'da, Balkanlar'da çokuluslu, çok dinli bir imparatorluk olarak tutunabilme çabası radikal bir kararla terkediliyor ve onun yerini Ön Asya'da -Batı'nın milli devlet normlarına göre kurulacak- güçlü bir Müslüman-Türk milli devletini oturtma hedefi alıyordu. Bu milli devlet bölgenin öteki Müslüman uluslarını da bünyesine alabilir, nüfuzunu, egemenlik sahasını Orta Asya'ya kadar yayabilirdi.

Bu proje içinde Anadolu'nun yerleşik Rum ve Ermeni nüfusu durumuna gelince: Onların Balkanlar'daki gayrimüslim toplulukların oynadığı ve Rumeli'nin kaybıyla sonuçlanan role benzer bir role hazırlandıkları yaygın bir kanıdır. Özellikle Doğu Anadolu'daki Ermenilerin, Rusya'nın askeri-politik desteğiyle Doğu Anadolu'da bir Ermeni devleti kurmak peşinde oldukları zaten bilinmektedir. Rusya'nın Pontus Rumlarını kendisine bağlamak, Yunanistan'ın ise hem Pontus hem de Ege ve Marmara bölgesindeki yoğun Rum nüfusa dayanarak, bu bölgeleri kendisine bağlamak (Megalo İdea) amacında olduğu da ortadadır.

Balkan bozgunundan önce sınırlı bir taraftara sahip Panislamist ve Panturanist akımların hızla Müslüman Türk aydın ve eşrafı içinde yaygınlaşması ve İttihat Terakki'nin resmi ideolojisini belirler hale gelmeleri, bu olgular çerçevesinde değerlendirilmelidir. Söz konusu ideolojiler, çöküş kâbusundan kurtulmak için çok güçlü bir atılım ihtiyacını duyan bir ruh halini yansıtır. İttihat ve Terakki'nin, Avrupa'dan, Balkanlar'dan geriye çekilerek gücünü Anadolu'yu merkez alan bir coğrafyada yoğunlaştırma üzerine kurulu genel kurtuluş projesi, bu fikri ve ruhi ortamın, o ortama özgü bir atılım ihtiyacının ürünüdür. Söz konusu fikri ve ruhi ortamda, o atılım projesinin mantığı içinde Anadolu'nun Rum ve Ermeni nüfusunun bir ayakbağı gibi görülmesi ise kaçınılmazdır.
İttihat ve Terakki iktidarının bu atılımı bir an önce gerçekleştirmek ve bunu Müslüman-Türk nüfusu da peşinden sürükleyerek yapabilmek için I.Dünya Savaşı'na katılmayı hem bir zorunluluk, hem de bir imkân saydığı belirtilmelidir. Böyle olunca da savaşa Almanya'nın yanında katılmak gerekmektedir. O nedenle de İttihat-Terakki yönetimi Avrupa'da savaşın an meselesi olduğu Saraybosna suikastı ertesi günlerde her ne kadar İngiltere ve Rusya nezdinde nabız yoklamaları yapıyorsa da, Almanya’yla ittifak kararı hemen hemen kesinleşmiştir. Nitekim Avrupa'da savaşın resmen başladığı günün ertesinde, 2 Ağustos'ta Sadrazam Sait Halim Paşa'nın Yeniköy'deki yalısında; Sadrazam ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Meclis Başkanı Halil Bey, Almanya Büyükelçisi Baron von Wangenheim,  Osmanlı-Alman İttifak Antlaşması’nı imzaladılar. Osmanlı kabinesinin çoğunluğunun haberi olmadan yapılan bu gizli antlaşmaya, 6 Ağustos'ta eklenen bir maddeye göre Osmanlı Devleti; Bulgaristan, Almanya yanında yer aldıktan sonra savaşa katılacaktı. Ancak Yavuz ve Midilli olayı Osmanlı Devleti'ni çok daha erkenden savaşa itti.

Osmanlı Devleti'nin Savaşa Girişi
1914 Ağustos'unda, Alman Donanması'na ait Göeben ve Breslau kruvazörleri, Fransa’nın K. Afrika limanlarını bombaladıktan sonra, Akdeniz'deki İngiliz Donanması tarafından sıkıştırılmış ve Çanakkale önlerine kadar gelmişti. Alman savaş gemileri 10 Ağustos'ta Boğaz'dan geçiş izni istedi. Hükümet izin verdi ve eğer İngiliz gemileri takibe kalkışırlarsa ateş edilmesini emretti. Resmen tarafsız sayılan Osmanlı Hükümeti birkaç gün sonra gemileri satın aldığını açıkladı. Adları Yavuz ve Midilli olarak değiştirilen kruvazörlere Osmanlı bayrağı çekildi ve Alman mürettebata Osmanlı bahriye üniformaları giydirildi.

1914 Ekim'inde Alman amiral Souchon komutasındaki Yavuz ve Midilli birkaç parça Osmanlı savaş gemisiyle Karadeniz'e çıktı, 28-29 Ekim'de Sivastopol, Novorrossisk limanlarını topa tuttu, bir Rus gemisini batırdı. Yavuz ve Midilli ı Kasım'da İstanbul Boğazı'na girip, alkışlarla karşılanırken, Osmanlı Devleti de savaşa fiilen katılmış oluyordu.

Savaşla birlikte padişah-halife, tüm dünya Müslümanlarını İngiltere-Fransa-Rusya ittifakına karşı cihada çağırdı.

1. 1914 Yılı Kafkasya Cephesi - Sarıkamış Bozgunu
1 Kasım 1914'te Rus birlikleri Osmanlı sınırından içeriye girip, ilerlemeye başladı . Toplam 160 bin kişilik Rus askeri gücünün karşısında zayıf donanımıyla - gönüllüler hariç- 165 bin askerlik mevcuduyla cephe almış olan 3'üncü Ordu, 7 Kasım'da Rus ilerleyişini durdurup, saldırıya geçti. 16 Kasım'da yeni bir taarruzla Rus ordusu geriletildi ise de, ağır hava ve arazi koşulları ve ayrıca donanım ve cephane eksikliği nedeniyle eski hatlarına geri çekildi.

Osmanlı topraklarına bir cep gibi girmiş Rus kolordularını, Almanların ı9ı4 Ekim'inde Tananberg'de gerçekleştirdiklerine benzer bir manevra ile kıskaca alıp, oradaki gibi büyük bir zafer kazanma fikrine kapılan Osmanlı Başkomutanlığı, 3'üncü Ordu komutanı H. İzzet Paşa'nın muhalefetine rağmen, bu planı yürürlüğe koydu. Enver Paşa'nın bizzat komutayı üzerine alarak başlattığı bu büyük umutlar bağlanan plan, tam bir felaketle sonuçlandı. Korkunç kış koşullarında,  alabildiğine sarp bir arazide kilometrelerce yürümek ve savaşmak zorunda bırakılan Osmanlı askeri, hayranlık uyandırıcı bir direnç ve savaş azmi göstermesine rağmen, 60.000 ölü vererek Sarıkamış muharebelerinde bozguna uğradı. 1914 Aralığı boyunca süren ve Osmanlı Kafkas cephesinin çöküşüne ve dolayısıyla Doğu Anadolu'yu Rus ilerleyişine açan bu bozgun, yöredeki Ermenilerin Rus askeri desteğinde ayaklanmaları ihtimalini de gündeme getirmişti. O nedenle İttihat-Terakki iktidarı, 1915 baharında başlayacağı kuvvetle tahmin edilen Rus ileri harekâtından önce, 1915 kışında trajik sonuçlar doğuracak olan Ermenilerin tehcir edilmesi kararını uygulamaya koydu.

2. 1915 Yılı Muharebeleri
Mısır Seferi – 1914 Aralığında Sarıkamış harekâtı hazırlanırken askeri ve siyasi amaçları onun kadar büyük bir başka sefere de hazırlanılıyordu. Süveyş Kanalı'nı ve Mısır'ı zaptetmek için Suriye'deki 4'üncü Ordu Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın komutasına verilmişti. Nasıl Sarıkamış seferiyle oradaki Rus Kolordusu’nu imha edip Kafkasya'ya girmek, böylece Turan'ın yolunu açmak, Kafkasya'da ve Hazar ötesindeki Müslüman-Türk halkları Rusya'ya karşı ayaklandırmak, hatta oradan Hindistan'a kadar uzanmak gibi Turan ütopyasınca beslenen bir amaç sözkonusu ise,  Kanal/Mısır seferi de Panislamist hayallerle yüklüydü. 4'üncü Ordu'nun baskın tarzında bir taarruzuyla Süveyş kanal bölgesi ele geçirilebilirse, bunun Mısır'da bir ayaklanmayı başlatabileceği, İngilizlerin Ortadoğu'daki Arap halkları ayaklandırmak için çoktandır başlatmış oldukları tahrikleri sona erdireceği ve halifenin cihad çağrılarına kayıtsız Arapları ve Müslüman dünyasını şevke getireceği umuluyordu. Ve nasıl Sarıkamış'ta Rus kuvvetlerinden sayıca üstün olmayan ve çok daha donanımsız bir orduyla şaşaalı bir zafer umuduna kapılınmışsa, bu Kanal seferinde de, 80 bin askerle İngilizlerin 150 bin mevcutlu askeri gücünün koruduğu müstahkem Süveyş Kanalı mıntıkasının zaptedilebileceğine inanılıyordu.Sarıkamış'ta, düz bir arazide ve baharda bile gerçekleştirilmesi zor bir manevranın dondurucu kış şartlan altında ve sarp dağlar üzerinden yapılmasına nasıl karar verilebilmişse, bu Kanal seferinde de Suriye'den kalkan ordunun, Filistin ve özellikle Sina Çölü'nü geçtikten sonra hemen taarruza geçmesi planlanmıştı .

14 Ocak 1915'te başlayan Kanal'a doğru yürüyüş 2/3 Şubat gecesi yapılan ve geriye püskürtülen  taarruzla sona erdi. 1000 ölü, 2000 yaralı ve 150 esir veren sefer kuvveti Filistin'e geri çekildi . Ertesi yıl yeni bir deneme daha yapıldıysa da bu da başarısızlıkla sonuçlandı.

Bunun ardından İngiltere'nin öteden beri yürüttüğü Arap halklarını Osmanlı Devleti aleyhine isyana kışkırtma faaliyetleri meyvelerini vermeye başladı. 16 Mayıs 1916'da İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve SykesPicot Antlaşması adıyla bilinen Ortadoğu'ya ilişkin antlaşmanın hemen akabinde 5 Haziran 1916'da Şerif Hüseyin önderliğindeki isyan başladı. 1916 sonbaharında Medine hariç, tüm Hicazı ele geçiren isyancıların, Suriye ve lrak'a yayılma girişimleri, özellikle Suriye Genel Valisi Cemal Paşa'nın burada uyguladığı sert tedbirlerin de sonucu başarılı olamadı.

3. Çanakkale Savaşları
İtilaf devletleri, Almanya karşısında güç duruma düşen Rusya'ya yardım etmek, Kafkasya'ya yığınak yapmakta olan Osmanlı ordularının bir kısmının geri çekilmesini sağlamak ve İstanbul'un tehdit altında olduğu izlenimini yaratmak için, Çanakkale Boğazı'na bir "gösteri taarruzu'' yapmayı daha 1914 yılı sonlarında tartışmaktaydılar.

Başlangıçtaki bu sınırlı amaçla kalınmadı ve özellikle o sırada İngiltere Amirallik Birinci Lordu olan W. Churchill'in çabalarıyla sefer Çanakkale Boğazı'nın hatta İstanbul'un ele geçirilmesini kapsayacak biçimde düzenlendi.

19 Şubat 1 915'te Çanakkale önlerine gelip ateşe başlayan İngiliz deniz gücü, kara birliklerinin desteği olmaksızın Boğaz'ı geçmek amacındaydı. Bir ay içinde iki kez yinelenen donanma saldırısında, İngilizlerin iki, Fransızların bir büyük savaş gemisi Osmanlı kıyı bataryalarınca batırıldı. Bunun üzerine harekât planı değiştirildi. Karaya asker çıkarılarak Gelibolu Yarımadası'nı ele geçirmek hedeflendi. 25 Nisan'da beş ayrı yere yapılan çıkarma, Osmanlı ordusunun karşı saldırıları ile durduruldu. Üç gün süren ve her iki taraftan 50.000 insanın öldüğü çarpışmalarda, İtilaf güçleri bazı küçük köprübaşları tutmuş olmalarına rağmen, yarımadaya hakim tepelerden hiçbirini ele geçirememişlerdi. Çarpışmalara 19'uncu Tümen Komutanı olarak katılan M. Kemal, Conkbayırı ve Sarıbayır'daki kritik muharebelerde gösterdiği yetenekle sivrildi.

Nisan sonundaki üç günlük duraklamadan sonra 6, 7, 8 Mayıs günlerinde yeniden şiddetlenen muharebe, İngilizler açısından başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun üzerine sonuçtan sorumlu sayılan W. Churchill, kabinedeki görevinden alındı.

10 Mayıs'taki Osmanlı karşı taarruzu, müttefikleri kıyıdan söküp atamadı. 4-5 Haziran'daki İngiliz-Fransız taarruzu, ardından 8 Temmuz'daki Osmanlı mukabil saldırısı da durumu değiştirmedi. 6 Ağustos'ta müttefikler Suvla Körfezi'ne yeni bir çıkarma tertipledi. 21 Ağustos'a kadar süren dişe diş kanlı çarpışmalar, müttefikler için yine başarısızlıktı.

Eylül ve Ekim aylarında yeni harekât planları için uğraşan İngiliz ve Fransız genelkurmayları sonunda Çanakkale savunmasının geçilemeyeceğini teslim edip çekilmeye karar verdiler. İki safha halinde 18 Aralık'ta başlayıp 9 Ocak 1916'da biten tahliye işlemi ile Çanakkale Savaşı sona ermiş oluyordu. Bu savaşta, her iki taraf ölü ve yaralı olarak toplam 500.000'e yakın kayıp verdiler.

Böylece müttefiklerden beklediği yardımları alma imkân ve umudu kaybolan Rusya'nın durumu daha da kötüleşti. Çanakkale Savaşı, 1917'de Rusya'da patlak verecek devrimin önemli bir etkeni oldu.

4. 1915 Yılında Kafkas-Doğu Cephesi
19 1 5 Nisan'ında Van istikametinde taarruza geçen Rus kuvvetlerinin yanında gönüllü Ermeni birlikleri de vardı. 14 Mayıs'ta Van'a ulaşan Rus birlikleri, burada kenti Nisan ayında ayaklanarak ele geçirmiş Ermenilerce karşılandı. Anadolu'daki Ermeni tehcirinden kaçıp gelenlerin de toplandığı Van'da Rus koruması altında bir Ermeni devleti de kuruldu. Temmuz'da taarruza geçen Osmanlı ordusu şehri geri aldı. Gerek Rus ordusunun Van'a ilerleyişi ve gerekse geriye çekilişi sırasında Müslüman ve Ermeni binlerce sivil karşılıklı katliam ve panikle kaçışlar esnasında telef oldu.

5. Irak Muharebeleri
Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesinin hemen ardından Körfez'de bulunan İngilizler harekete geçip 21 Kasım 1914'de Basra'yı ele geçirdiler. Zayıf Osmanlı birlikleri karşısında 400 km ilerleyip 29 Eylül'de Kut-ül Amare geldiler. 22 Kasım'da Bağdat yakınlarında, Selman-ı Pak'da Osmanlı birlikleri İngilizleri geri püskürtüp, Kut-ül Amare'de kuşattı. Nisan 1916'da İngiliz birlikleri teslim oldular.
Yeni İngiliz saldırısı 1916 Aralığı'nda başladı. Irak'taki Osmanlı birliklerinin birçoğunun İran Azerbaycan üzerinden Kafkasya'ya sefer için tahsis edilmiş olmalarından da yararlanarak hızla ilerleyip, 11 Mart 1917'de Bağdat'ı zaptettiler. 1917 sonunda İngilizler Irak'ın petrol yataklarının çoğunu (Musul hariç) denetimlerine alan bir hatta kadar ilerlemiş durumdaydılar.

6. 1916-17 Yılı Doğu Cephesi
1916 Ocak ayında geniş çaplı bir taarruza başlayan Rus orduları, yaz başlangıcına kadar Erzurum, Trabzon, Erzincan’ı güneyde ise Van, Muş ve Bitlis'i zaptettiler. Ağustos'ta Osmanlı ordusu Muş ve Bitlis'i geri aldıysa da, Ruslar 1918'de Brest-Litovsk Antlaşması ile çekilinceye kadar zaptettikleri Doğu Anadolu şehirlerini ellerinde tuttular. Bu yörelerde Rus ordusuyla birlikte hareket eden Ermeni gönüllü birlikleri, tehcirin kurbanı olan soydaşlarının intikamını almak adına on binlerce yerli Müslümanın öldürülmesiyle sonuçlanan bir kıyıma giriştiler. 1918 Brest Litovsk Antlaşması’yla Ruslar çekilip, antlaşmayla Osmanlı Devleti'ne bırakılan bu yörelere Osmanlı ordusu girince, Ermeni birlikleri tutunamayıp hızla geri çekilmeye çalıştı. 1918 Kasım'ında Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi'ni imzaladığında, Osmanlı birlikleri Hazar Denizi kıyısına kadar ilerlemiş bulunuyordu. Doğu Anadolu şehirlerinin tümünün harabeye döndüğü, yüzlerce köy ve kasabanın neredeyse haritadan silindiği, onbinlerce Müslüman ve Ermeni’nin hayatını yitirdiği bu 1915-1918 yılları arası dönem, I. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle de kapanmış olmayacak, 1919'dan sonra başlayacak Türk Kurtuluş Savaşı'ndaki Doğu Cephesi muharebeleriyle sürüp, 1921'de SSCB ile yapılan Gümrü Antlaşması’yla bu kanlı trajedi geleceğe derin izler bırakarak sona erecektir.

7. Mısır-Filistin Cephesi Muharebeleri
İngilizler, Kanal seferleri ve Hicaz isyanının ardından, Gazze şeridinde savunmaya geçen Osmanlı kuvvetlerine karşı 1916 Aralığı'nda taarruza geçtiler. Önce yenilen İngiliz ordusu Mart 1917'de, Ürdün'e saldıran Faysal komutasındaki Arap birliklerinin de yardımıyla yeniden taarruza geçip, Kasım ayında cepheyi yardılar. 9 Aralık'ta Kudüs düştü. Filistin'i savunan Yıldırım Orduları Grubu yılın sonunda Suriye'ye çekilmek zorunda kaldı.

8. Makedonya ve Galiçya (Romanya) Cephelerinde Osmanlı Birlikleri
1915 Ekim'inde kuzeyden Alman ve Avusturya birlikleri, doğudan Bulgarlar Sırbistan üzerine yürüdüğünde, bir tümenlik Osmanlı kuvveti de Bulgarların yanında savaşa girdi. 1916 yazında Romanya'nın, İngiltere-Rusya safında savaşa girmesi üzerine, kuzeyden Almanya ve Avusturya, güneyden, Dobruca istikametinden Bulgarlar karşı taarruza geçti ve yılsonuna doğru Romanya'yı safdışı bırakarak Galiçya'dan Rus kuvvetlerine karşı yeni bir cephe açtılar.

Osmanlı Devleti bir kolorduyu buraya göndererek, Galiçya muharebelerine iştirak etti. Rusya'daki 1917 Devrimi'ni müteakip bu birlikler yurda dönüp, Suriye’deki Yıldırım Ordular Grubu'na katıldılar.

9. Türk-Müslüman Dünyasına Yönelik Faaliyetler
Osmanlı Devleti'nin savaşa girer girmez ilan ettiği cihad, dünya Müslümanları üzerinde fazla etkili olmadı. Buna mukabil İngiltere Ortadoğu Araplarını, özellikle Yemen, Hicaz ve Ürdün Araplarını Osmanlı Devleti aleyhine isyana yöneltebildi; Hint Müslümanlarından ve Mısır'dan tümenler kurup, Osmanlı kuvvetlerinin karşısına çıkardı; Fransa Mağrip ülkelerinden ve Senegal yerlilerinden askeri birlikler oluşturup bunları Avrupa cephesinde ve Çanakkale'de savaşa sürebildi. Hatta Rusya bile Orta Asya halklarından tertiplediği birlikleri Kafkasya, Doğu Anadolu cephesinde ihtiyat birliği olarak kullandı.

Ancak Osmanlı çabaları da büsbütün başarısız olmadı. Libya'da, Trablusgarp'da Osmanlı ile birlikte İtalyan işgaline karşı savaşan Sünusiler,  İtalyanları sahil şeridine kadar geriletmenin yanısıra, I. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Mısır'daki İngiliz birliklerini de hayli uğraştırdılar.

Ayrıca İttihat-Terakki hükümeti, özel olarak kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa kanalıyla İran, Kafkasya, Orta Asya ve Hindistan'daki Müslüman-Türk topluluklar arasına ekipler göndererek hem Turan yolunu hazırlamak, hem de İngiltere ve Rusya egemenliğindeki Müslüman halkları isyana teşvikten de geri durmadı . 1916 yılında Irak'tan hareket eden Süleyman Askeri komutasındaki gönüllülerden oluşan Teşkilat-ı Mahsusa Müfrezeleri, Tebri z'e kadar ilerlediler. Amaç buradan donanımlı bir tümenle birlikte yerli halklardan toplanacak gönüllülerle sayılan ve güçleri kabararak  Orta Asya üzerinden Hindistan'a kadar uzanmaktı. Durumun ilginçliği şuradadır ki; bu plan yürürlüğe konduğunda Rus ordusu Anadolu içlerinde Erzincan'a, Bitlis'e kadar girmiştir. Bu tehlikeli vaziyette dahi İttihat-Terakki kadrosu hala "büyük" düşünmekte, İran ve Kafkas Azerbaycan’ını zaptedip, yöre halkının iştiraki ile Rusları çember içine alıp, imha etmeyi tasarlayabilmektedir.

10. Savaş Dönemindeki Ülke İçi Politikalar
İttihat- Terakki iktidarı bir yandan savaşın askeri yönünü, Alman stratejisinin talepleri ile kendi gelecek tasavvurlarını telif edecek biçimde yürütmeye çalışırken ; ülke içinde de savaşın zorunlu kıldığı tedbirler ile tasarladığı "milli iktisat" düzenini kurma girişimlerini bir arada uygulama eşindedir. Ülke iktisadi hayatının kilit noktalarının ve sermayenin gayrimüslim unsurlar elinde toplanmış olmasını "halli gereken bir sorun" olarak gören İttihat- Terakki Partisi, savaş ortamından da yararlanarak bu yönde bir dizi düzenlemeye girişti. Bu amaçla parti başta İstanbul olmak üzere, özellikle Batı Anadolu şehir ve kasabalarında yerel tüccar ve eşrafı kooperatif ve şirketler kurmaya teşvik ederek, hatta bizzat öncülük yaparak onları gayrimüslim ve yabancıların elinde bulunan ticaret   alanlarına egemen hale getirmeye çalıştı. Aynı şey üretici kooperatifleri ve üreticiye kredi veren kurumlar örgütlenerek de yapıldı.

Bu amaçla savaş ekonomisini düzenlemek cephelerin ihtiyaçlarını sağlamak için  oluşturulmuş Heyet-i Mahsusa- i Ticariyye, Merkez ve Taşra İaşe Heyetleri, Men-i İhtikar Heyeti gibi kurumlar Müslüman-Türk tüccarı gayrimüslimlere göre daha ayrıcalıklı kılacak biçimde işletildi. Yolsuzluk ve suistimallere de kapı açması kaçınılmaz olan bu uygulama, İttihat-Terakki'ye bağlı yaygın bir eşraf- tüccar ağı yarattığı gibi, kamuoyunda ciddi tepkiler uyandıran "savaş zenginleri"nin de türemesine yolaçtı.
İttihat Terakki'nin bu "milli iktisat"' kurma denemelerinin pratikte en etkili ve yetkili kişisi olan Kara Kemal, öteki parti şefleri gibi, mütareke arifesinde ülkeden ayrılmamış ve gizlenerek İstanbul'daki ilk milli mukavemet örgütlenmesinin kurulmasında çalışmıştır.

11. Savaşın Son Yılı - Mondros Mütarekesi
1918 yaz sonunda Osmanlı orduları Ekim Devrimi'nin ve İç Savaşın kaosa yol açtığı Kafkasya'daki karmakarışık siyasi- askeri ortam içinde kalıcı sonuçlar vermeyen ilerleyişini sürdürürken, güneydeki cephelerde Irak ve Suriye'de İngiliz kuvvetleri önünde çekilmeye başlamıştı. İngiliz kuvvetleri daha 1917 sonunda Musul hariç Kuzey Irak sınırlarına kadar ilerlemişti. Suriye-Filistin cephesinde İngiliz ordusunun üstün güçlerle giriştiği taarruz sonucu 1 Ekim'de Şam, 25 Ekim'de Halep düştü. Osmanlı ordusu bugünkü Türkiye-Suriye sınırına kadar çekildi. Hükümet zaten 8 Ekim'de istifa etmiş ve Çanakkale önlerinde abluka yapan İngiliz filosu komutanı aracılığıyla ateşkes talebinde bulunulmuştu. İngiltere bu talebe Musul ve Halep'in ele geçirilmesine kadar cevap vermedi ve 27 Ekim'de Osmanlı heyetini Mondros'a çağırarak teslim koşullarını bildirdi. Mondros Mütarekesi 31 Ekim'de [?*] imzalandı. Mütarekeye göre Boğazlar derhal açılacak, Osmanlı ordusu terhis edilip, donanma ve Boğaz kaleleri itilaf güçlerine teslim edilecekti. Başlıca askeri üsler, limanlar, demiryolu ve posta şebekesi, Toros tünelleri itilaf denetimine verilecekti. İşgal birliklerinin yiyecek, yakacak ve diğer ihtiyaç maddeleri bedelsiz karşılanacak, Osmanlı halkının yiyecek stokları itilaf güçlerinin denetiminde olacaktı. "Altı Ermeni vilayeti"'nde karışıklık çıktığı takdirde buraları işgal edilebilecek, Sis, Haçin, Zeytun ve Ayıntap'a ise işgal kuvveti derhal gönderilecekti. Mütarekenin ardından Fransızlar, Kilikya (Çukurova) bölgesine, İngilizler, K. lrak'a girip işgal ettiler. Fransızlar, Çukurova'da Ermenileri hem işgal ordusunda, hem de idari görevlerde istihdam ediyorlardı. Doğu Anadolu'daki İngiliz yetkilileri de benzer uygulamalara giriştiler. 9 Mart'ta Samsun'u işgal eden İngilizlerin ardından; Orta ve Doğu Karadeniz şeridindeki Pontus Rumları ile yörenin Müslüman ahalisi arasında şiddetli çatışmalar başladı. Ocak-Nisan 1919'da İtalyanlar, kendilerine bırakılan Antalya-Burdur, Marmaris bölgesine işgal kuvvetlerini  gönderdiler. 13 Kasım'da İngiliz-Fransız Donanması İstanbul'u resmen teslim aldı.

Mütarekenin resmen imzalanmasından önce yurdu terkeden İttihat-Terakki'nin en tepedeki üç lideri, Enver, Talat ve Cemal Paşaların son ikisi Berlin ve Roma'da [?**] Ermeniler tarafından öldürülmüş, Enver Paşa ise Panturanist ve İslamist bileşimi tasarılarının, I. Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi'nin tepeden tırnağa sarstığı Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinde gerçekleştirmek için giriştiği son teşebbüsünde, Kızıl Ordu birliklerine karşı savaşırken vurularak ölmüştür.

Bu sırada ise çöken Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazı üzerinden bir Türkiye Cumhuriyeti inşa etmek için Anadolu'da M. Kemal önderliğindeki bir "Kurtuluş Savaşı" verilmektedir.

Kaynak: PIERRE RENOUVIN , I. Dünya Savaşı, “La premiere guerre mondialePRESSES UNIVERSiTAiRES DE FRANCE”, İletişim Yayınları, Cep Üniversitesi, Çeviren. Teoman Tunçdoğan, 1993, s. 114-127, İstanbul
.......................
[*] 30 Ekim olacak.
[**] Cemal Paşa, 1922’de Tiflis’te öldürüldü.

[Bu bölümle ilgili olarak kitapta şöyle bir not var:
Not: Bu son bölüm, yayınevi (İletişim Yayınları ) tarafından yazılmıştır.” Dolayısıyla bu bölüm özel olarak yayınevi tarafından eklenmiş. Adı geçen yazara ait değil.
Koyulaştırmayı ben yaptım. DK