Bilim ve Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim ve Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2021 Perşembe

Bilimsel Yöntem

Bilimsel Yöntem

 Brian Cox (Manchester  Üniversitesi Fizik Profesörü)



Rivayete göre, 1612 yılında bir gün İtalyan biliminsanı Galileo, Pisa Kulesi'nin tepesine tırmanıp iki cismi oradan yere bırakmış ve çok farklı ağırlıklarda olmalarına rağmen bu iki cisim aynı anda yere düşmüş. Sarsıcı ve mantığa aykırı olan bu buluş, o zamanlar akade­mi dünyasına egemen olan Aristoteles öğretilerini tamamen çürüttü. 

Her ne kadar Pisa Kulesi hikayesi muhtemelen yüzlerce yıllık abartı ve süslemenin bir sonucu olsa da, Aristoteles'in yerçekimi­nin nasıl işlediğine dair görüşlerini çürütmek amacıyla Galileo'nun deneyler yaptığına şüphe yok. Bu durum Galileo'yu sonradan "Bi­limsel Yöntem" diye bilinecek alanda öncü haline getirmişti. Bilim­sel yöntem bir hipotezin kurulmasını, ardından bu hipotezi sınamak için deney yapılmasını ve nihayet deneyden çıkarımlara ulaşılmasını öngörüyordu. Bu yöntem, Aristoteles'in, gerçekliğin kusurlu dün­yasının soyut ideaların mükemmel dünyasıyla bir ilgisinin olama­yacağına inandığı için uzak durduğu dünyayı anlamaya yönelik bir yaklaşımdı. Aristoteles'e göre birtakım bilgiler ancak apaçık olgu­lardan tümdengelim yoluyla elde edilebilirdi ve bunun için deneye gerek yoktu. 

Günümüzde Galileo'nun yolundan giden bizler farklı düşünüyo­ruz. Doğa yasaları ve onları açıklayan bilimsel kuramlar, gerçek dün­yada yapılan gözlemlerden çıkarsanan genellemelerden doğar. Bu yönteme "tümevarım" adı verilir. Bir kuramın bilimsel olabilmesi için öne sürdüğü şeyin, fiziksel olarak gözlemlenip ölçülebilen kanıt­larla desteklenmesi gerekir. Bilimsel kuramlar dikkatlice yapılandı­rılmış dünya modelleridir ve hem gözlemlenmiş olguları açıklamaya hem de deneyle test edilebilecek tahminler yürütmeye çalışırlar. İşte bu "olmazsa olmaz deneyler" bir bilimsel kuramın kaderini belirler. 

Eğer bir kuram bir deneysel testten geçerse, bir bakıma kuvvet­lenmiş olur, ama asla kesinkes "doğru" diye onaylanamaz veya ka­nıtlanamaz, çünkü ne kadar deney veya gözlem yaparsak yapalım, bir kuramın doğruluğunu mutlak kesinlikle belirleyemeyiz. Bir gün ku­ramın yapısında bir çatlağa rastlama ihtimali her zaman vardır. Öte yandan eğer kuram testten geçemezse çok daha zorlu bir sınavla kar­şılaşır. Bazen deneyin ya tasarım ya da yürütülme aşamasında hatalı olduğu gösterilebilir. Böyle bile olsa iyi tasarlanmış tek bir deney bir kuramı tamamen çürütmeye yetebilir. Nitekim Einstein'a atfedilen bir söz şöyle diyor: "Ne kadar deney yapılırsa yapılsın doğru olduğum kanıtlanamaz, ama tek bir deney yanlış olduğumu kanıtlayabilir." Bu düşünce Viyanalı bilim felsefecisi Kari Popper'ı doğru bilimin belir­leyici özelliği olarak "yanlışlanabilirlik" kavramına götürmüştür: Bir kuram ancak yanlış olduğu gösterilebilir tahminlerde bulunabilir­se -en azından prensipte- bilimsel olabilir. Ve en iyi kuramlar sıkı sınamayla kendilerini çürütme çabalarına karşı koyan kuramlardır. 

Galileo'nun bilimsel bir kuram hakkında karar vermek için göz­lem ve deneye başvurması, doğayı incelemeye yeni bir yaklaşımın temelini oluşturur. Onun yaptığı devrim mantıklı bilimsel yöntem olarak tümevarımı kullanmayı içerir. Bu demek değil ki ondan ön­ceki biliminsanları deneyin bilimdeki önemini yadsıyorlardı; aksi­ne çoğu, deneyin öneminin farkındaydı. Aslında büyük Arap alimi İbn-i Heysem, şaşırtıcı ölçüde modern bir yolla optik üzerine çalış­malar yaptığı için bazılarınca bilimsel yöntemin babası kabul edilir. 

Son olarak, bilimsel yöntem biliminsanları arasında açık ve öz­gür iletişime dayanır. Gizliliğin bilimde yeri yoktur. Avusturya asıllı İngiliz biyokimyacı Max Pretutz'un sözüyle: "Gerçek bilim herkesin içeriyi görebildiği camdan evlerde serpilip gelişir. Pencereler savaşta olduğu gibi karartıldığında yaban otları ortalığı sarar; gizlilik eleşti­riyi boğduğunda şarlatanlar ve kaçıklar ortalıkta cirit atar." 


Dünyayı Değiştiren 100 Fikir, Jheni Osman, Kolektif Yayınları

10 Şubat 2021 Çarşamba

Belli Başlı Patentler ve Patent Sahipleri

Belli Başlı Patentler ve Patent Sahipleri

 Alınan Patentlerin Zaman Çizelgesi

1849 Çengelli iğne Walter Hunt

1869 Tekerlekli paten Isaac Hodgson

1876 Telefon Alexander Graham Bell

1880 Elektrik ışığı/ampulü Thomas Alva Edison

1886 Bulaşık makinesi Josephine Cochrane

1888 Makara filmi kamera George Eastman

1895 Alternatif akım elektriği Charles Steinmetz

1906 Klima Willis H. Carrier

1911 Uçak Alexander Graham Bell ve G. H. Curtis

1941 Diş fırçası Frank E. Wolcott

1944 Ruj Eleanor Kairalla

1955 Cırtcırt George de Maestral

1966 Batman arabası tasarımı George Barris

1968 Dayanıksız yapıştırıcı Spencer Silver

2006 Hıçkırığı durduran alet Philip Charles Ehlinger, Jr

2006 USB hafıza kart Chih-Chien Lin


Dünyayı Değiştiren 100 Fikir, Jheni Osman, Kolektif, 2012

9 Ocak 2021 Cumartesi

Soluk Mavi Noktayı Gözetme ve Korumadan Sorumluyuz

Soluk Mavi Noktayı Gözetme ve Korumadan Sorumluyuz

 Carl Sagan


İşte orada...

Orası evimiz. 

Bizler oradayız...

Sevdiğiniz herkes, tanıdığınız herkes, duyduğunuz herkes, gelmiş geçmiş tüm insanlık hayatlarını orada yaşadı.

Bütün neşe ve kederlerimiz, kendinden emin binlerce din, ideoloji ve ekonomik doktrin, bütün avcı ve toplayıcılar, bütün kahramanlar ve korkaklar, bütün uygarlık kuran ve yıkanlar. Bütün krallar ve köylüler, bütün aşık çiftler, bütün anne ve babalar, umut dolu çocuklar, mucitler ve gezginler, bütün ahlak öğretmenleri, bütün yozlaşmış politikacılar, bütün süperstarlar, bütün büyük liderler, türümüzün tarihindeki tüm azizler ve günahkârlar...

Burada...

Günışığına asılı bu toz zerresi üzerinde yaşadılar. 

Dünya, muazzam kozmik alanda çok küçük bir sahnedir. 

Tüm o generaller ve hükümdarlar tarafından şeref ve zafer içinde dönemlerinin efendileri olmak için döktükleri kan ırmaklarını düşünün...

Yalnızca küçük bir noktanın bir bölümünde...

Bu küçük pikselin bir köşesinde yaşayan sakinlerin diğer bir köşenin farkları zorlukla ayrıt edilebilen sakinlerine yaptıkları bitmek bilmeyen zorbalıkları düşünün. 

Yanlış anladıkları ne çok şey vardı...

Birbirlerini öldürmeye ne kadar da hevesliydiler.

Nefretleri ne kadar da ateşliydi.

Afra tafralarının, hayali ben merkezciliğimizin  ve evrende ayrıcalıklı olduğumuza dair yanılgımızın boyunun  ölçüsü bu soluk ışıklı nokta tarafından alındı. 

Gezegenimiz, onu saran devasa kozmik karanlıkta yapayalnız bir noktadır. 


Bütün bu karanlık ve enginlik arasında bizi kendimizden korumak için başka bir yerden yardım geleceğine dair hiçbir iz yoktur.

Dünya, şimdilik bildiğimiz tek yaşam barınağı...

En azından yakın gelecekte türümüzün göç edebileceği başka bir yer yok. 

Evet ziyaret edebiliriz, ama yerleşmek? Henüz değil

Hoşunuza gitsin ya da gitmesin Dünya, bu zamanda ayakta kalabildiğimiz tek yerdir. 

Gökbilimin insanı mütevazi yaptığı ve karakter geliştirdiği söylenir.

İnsan kibrinin ahmaklığını uzaktaki bu görüntüden daha iyi vurgulayan başka bir şey yok gibi.

Bana göre bu görüntü birbirimize nezaketle yaklaşma ve soluk mavi noktayı koruma ve gözetme sorumluluğumuza vurgu yapar. 

Şimdiye dek bildiğimiz tek yuvayı...

Dünya, Voyager 1'den çekilmiş bu fotoğrafta soluk mavi bir nokta, bir piksel olarak görünür. 


Carl Sagan

2014 Cosmos serisi içinde; 13. bölümde, yaklaşık 34. ile 37. dakikalar arasında yer alan, Carl Sagan'ın konuşmasının deşifresidir.  https://sezonlukdizi.vip/cosmos-a-spacetime-odyssey/1-sezon-13-bolum.html

Deşifreyi ve yazının fiziksel biçimini ben oluşturdum. DK. 


9 Haziran 2019 Pazar

2100'deki Yaşamdan Bir Gün

2100'deki Yaşamdan Bir Gün

Michio Kaku
Michio Kaku
görselin kaynağı 
1 Ocak 2100, 06: 15 

Yılbaşı gecesindeki ağır bir parti gecesinden sonra, mışıl mışıl uyumaktasınız. Birden duvar ekranınız aydınlanır. Dost ve tanıdık bir yüz ekranda belirir. Bu, yeni satın aldığınız yazılım programı Molly' dir. Molly neşeli bir şekilde, " Uyan John. Ofiste sana ih­tiyaç var. Bizzat. Bu önemli." der. "Dur bakalım, Molly! Şaka yapıyor olmalısın." diye homur­danırsınız. "Bugün yılbaşı ve ben akşamdan kalmayım. Hem bu kadar önemli olan şey ne olabilir ki?"

Yavaş yavaş yataktan kendinizi dışarı sürüklersiniz ve isteksizce banyoya yönelirsiniz. Yüzünüzü yıkarken, ayna, tuvalet ve lavaboda saklı yüzlerce DNA ve protein alıcısı sessizce hare­kete geçer, nefesinizden ve vücut sıvılarınızdan yayılan mole­külleri analiz ederler, herhangi bir hastalığın moleküler seviye­ de en ufak bir belirtisi olup olmadığını kontrol ederler.

Banyodan çıktıktan sonra, başınızın etrafına, evinizi telepatik olarak kontrol etmenizi sağlayan telleri takarsınız. Zihinsel olarak dairenin sıcaklığını yükseltirsiniz, rahatlatıcı bir müzik açarsınız, mutfaktaki robot aşçıya kahvaltıyı ve biraz kahve ha­zırlamasını söylersiniz ve manyetik aracınızdan garajınızdan çıkmasını ve sizi almaya hazır olmasını istersiniz. Mutfağa gi­rerken, robot aşçınızın mekanik kollarının tam da sizin sevdiği­niz şekilde yumurta hazırladığını görürsünüz. Sonra kontakt lenslerinizi takar ve internete bağlanırsınız. Gözünüzü kırpınca, gözünüzün retinası üzerine düşen interneti görürsünüz. Sıcak kahvenizi içerken, kontakt lenslerinizde beli­ren haber başlıklarını taramaya başlarsınız.

• Mars üzerindeki yerleşim yeri daha fazla ödenek istiyor. Mars'ta kış hızla yaklaşıyor. Yerleşimciler kolonileşmekte bir sonraki aşamayı tamamlayacaklarsa dondurucu soğuk havayla başa çıkmak için Dünya'dan daha fazla kaynağa ihtiyaçları olacak. Planları, Mars'ın yüzey sıcak­lığını yükselterek Mars'ı yaşanabilir kılmanın ilk aşa­masına başlamak.

• İlk yıldız gemileri fırlatılmaya hazır. Her biri toplu iğne başı büyüklüğünde milyonlarca nanorobot Ay üssünden ateşlenecek, Jüpiter'in manyetik alanını kullanarak onun etrafından hızlıca dönüp yön değiştirecekler ve yakındaki bir yıldıza yönelecekler. Fakat yalnızca bir avuç nano­robot bir diğer yıldız sistemindeki hedefe ulaşabilecek, bu da yıllar alacak.

• Soyu tükenmiş başka bir hayvan daha yerel hayvanat bahçesine katılacak. Bu kez, bir tundrada donmuş halde bulunan DNA yoluyla hayata döndürülen, nadir bir kı­lıç-dişli kaplan hayvanat bahçesine konacak.  Dünya ısınmakta olduğundan, soyu tükenmiş hayvanların git­tikçe daha fazlasının DNA'sı geri kazanıldı ve klonlandı, şimdi tüm dünyadaki hayvanat bahçelerini dolduruyor­lar.

• Yıllarca uzaya yük taşıyan uzay asansörü, şimdi sınırlı sayıda turisti uzaya götürme olanağı veriyor. Uzay yol­culuğunun maliyeti, son yıllarda, uzay asansörü açıldı­ğından bu yana, zaten 50 kat azalmıştı.

• En eski füzyon santralleri artık neredeyse elli yaşında. Bazılarının devreden çıkartılmasının ve yenilerinin inşa edilmesine başlanmasının zamanı geliyor.
• Bilim insanları, Amazon'da birdenbire ortaya çıkan yeni bir ölümcül virüsü dikkatle takip ediyorlar. Şimdiye ka­dar, küçük bir bölgede sınırlı gibi görünüyor, ama bilinen bir tedavisi yok. Bilim insanlarından oluşan bir ekip, telaş içinde virüsün gen dizilimini tamamlamaya çalışıyorlar, böylece onun zayıf noktalarını ve onunla nasıl mücadele edileceğini öğrenecekler.

Aniden, bir tanesi dikkatinizi çekiyor:

• Manhattan'ı çevreleyen setlerde beklenmedik bir biçimde büyük bir sızıntı belirlendi. Setler onarılmazsa tüm şehir sular altında kalabilir; bu, geçmişte birçok şehrin başına gelmişti.

Kendi kendinize " hımm" dersiniz. "Ofisten beni aramaları­nın ve uyandırmalarının nedeni belli
oldu."

Kahvaltı yapmaktan vazgeçersiniz, giyinir ve aceleyle dışarı fırlarsınız. Garajdan dışarıya kendi kendine çıkan aracınız dışa­rıda sizi bekliyordur. Telepatik olarak aracınızdan sizi en kısa sürede ofisinize götürmesini istersiniz. Manyetik araç hemen internete, GPS'e ve sürekli olarak trafiği izleyen, yol boyunca gizlenmiş milyarlarca çipe bağlanır. Manyetik aracınız sessizce havalanır, süperiletken asfaltın oluşturduğu manyetik bir yastık üzerinde süzülerek gider, Molly' nin yüzü ansızın aracınızın ön camında belirir. "John, ofisinizden gelen en son mesaj, herkesle konferans salonunda buluşmanızı söylüyor. Ayrıca, kız kardeşinizden bir video me­sajınız var." Arabanız kendi kendisini sürerken, kız kardeşinizin bıraktı­ğı video-postaya göz atmak için zamanınız var. Onun görüntü­sü kol saatinizde belirir, "John, altıncı yaşına giren Kevin için bu hafta sonu bir doğum günü partimiz var, unutma. Ona son çıkan robot köpeği alacağına söz vermiştin. Bu arada, birisiyle görüşüyor musun? İnternet üzerinden briç oynuyordum ve ho­şuna gidebilecek biriyle tanıştım." der. Kendi kendinize "Ooo" dersiniz.

Manyetik arabanızla dolaşmayı seviyorsunuz. Yol üzerinde havada süzüldüğü için, endişelenecek hiçbir tümsek ya da çu­kur yok. En güzeli ise sizi yavaşlatacak neredeyse hiç sürtünme olmadığı için, nadiren yakıt almanız. (Yüzyılın başlarında bir enerji krizi olduğuna inanmak zor, diye kendi kendinize düşü­nürsünüz. Bu enerjinin büyük bir kısmının sürtünmeyi yenmek için boşa harcandığının farkındasınızdır, başınızı sallarsınız.) Süperiletken otoyolun ilk açıldığı zamanı hatırlarsınız. Medya, hepimizin bildiği elektrik çağı sona eriyor diye yas tutmuştu; yeni bir manyetizma çağı başlıyordu. 

Aslında, elekt­rik çağını bir parça bile özlemiyorsunuz. Dışarıya bir göz atar­sınız, havada sizi vınlayarak geçen şık arabaları, kamyonları ve trenleri görürsünüz; ilerlemenin yolunun manyetizma olduğu­nu ve bu süreçte para tasarrufu sağladığını fark edersiniz. Manyetik arabanız şimdi şehir çöplüğünü geçerek yoluna devam etmektedir. Çöpün çoğunun bilgisayar ve robot parçala­rı olduğunu görürsünüz. Çiplerin neredeyse hiçbir maliyeti yoktur, sudan bile ucuzdur; kullanılmayan çipler, tüm dünya­da, şehir çöplüklerinde dağlar oluşturmaktalar. Çipierin arazi doldurmakta kullanılması hakkında konuşmalar var.

*Bilimsel kurgunun devamını kaynağından okuyunuz.


Geleceğin Fiziği, Yılına Kadar Bilim İnsanlığın Kaderini ve Günlük Yaşamımızı Nasıl Şekillendirecek?
 Michio Kaku, ODTÜ Yayıncılık, 2016/5, s. 473-476


(DK not) Bu açıdan, eski bazı görsellerle bu yazıyı karşılaştırarak düşünmek; üzerinde çokça soru barındıran bir deneyim yaşatabilir. Aşağıdaki fotoğrafları şu adresten aldım. https://twitter.com/moodvintage
1960'larda çeşitli nedenlerle lokasyon saptamak için böyle çalışılıyordu
Şimdi Google Map var. 


Bilgisayar öncesi bilim insanları (NASA) büyük hesapları böyle yapıyordu
1960'lar

1930'larda, geleceğin böyle olacağını hayal ediyorlardı



25 Şubat 2019 Pazartesi

Modernliğin Getirdiği Üç Sıkıntı

Modernliğin Getirdiği Üç Sıkıntı

Charles Taylor*

Bu kitapta modernliğin bazı sıkıntılarından söz etmek istiyorum. Sıkıntıyla kastettiğim, uygarlığımız “gelişirken”, çağdaş kültürümüzün ve toplumun insanların kayıp ya da çöküş olarak yaşadığı yönleri. İnsanlarda zaman zaman, son yıllarda ya da son 30-40 yılda -diyelim II. Dünya Savaşı’ndan ya da 1950’lerden bu yana- önemli bir çöküşün ortaya çıktığı hissi uyanıyor. Bazen de kayıp yılların çok daha uzun bir tarihsel dönemi kapsadığı düşünülüyor ve 17. yüzyıldan başlayarak tüm modern çağın bir çöküş dönemi olarak değerlendirilmesine sık sık rastlanıyor. Zaman ölçeği büyük farklılıklar gösterebildiği halde, çöküş temaları üzerinde belirli ölçüde yakınlaşma var. Temalar çoğunlukla az sayıda ana melodinin çeşitlemeleri. Burada bu türden iki ana temayı ele almak ve ardından büyük ölçüde bu ikisinden türeyen bir üçüncüsünü eklemek istiyorum. Bu üçü başlığın kapsamını hiçbir biçimde tam olarak karşılamıyor, ama modern topluma ilişkin tedirginliklerimizin ve kafa karışıklığımızın kaynağını büyük ölçüde anlatıyor.

Sözünü edeceğim kaygılar çok tanıdık. Herkesin bildiği şeyler; her tür iletişim ortamında sürekli tartışılan, sızlanılan, meydan okunan, karşı konulan kaygılar. Daha çok tartışmaya gerek yok gibi görünüyor. Oysa bu aşinalığın ardında şaşkınlık gizli, bizi kaygılandıran değişimleri tam olarak kavrayamıyoruz, yapılan tartışmalar bu değişimleri doğru ifade edemiyor bence. Bu da onlarla nasıl baş edeceğimiz konusunda yanlış yargılara varmamıza neden oluyor. Modernliği tanımlayan değişiklikler hem çok bildik hem de çok karmaşık. İşte bu nedenle üzerlerinde daha da çok durmamız gerekiyor.

(1) İlk kaygı kaynağı bireycilik. Bireycilik aynı zamanda birçok insana göre modern uygarlığın en büyük kazanımı. İnsanların, kendi yaşam tarzlarını saptama, benimseyecekleri inançları bilinçli olarak seçme, atalarının kullanamadığı çok çeşitli yollarla yaşam biçimlerini belirleme hakkının bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ve bu haklar çoğunlukla yargı sistemlerinin koruması altında. İlke olarak insanlar onları aşan, güya kutsal buyrukların gereklerine kurban edilmiyor artık.

Çok az sayıda insan bu kazanımdan vazgeçmek istiyor. Hattâ çoğu kişi bunun hâlâ eksik olduğu, ekonomik düzenlemelerin, aile yaşamı modellerinin ya da geleneksel hiyerarşi anlayışının kendimiz olma özgürlüğümüzü çok sınırladığı düşüncesinde. Çoğumuz da kararsızız. Modern özgürlük önceki ahlâki ufuklardan kopmamız sayesinde kazanıldı. İnsanlar eskiden kendilerini büyük bir düzenin parçası hissederlerdi. Bu bazı durumlarda kozmik bir düzen, insanların melekler, öte-dünyasal yaratıklar ve diğer dünyasal varlıklar arasında yerini aldığı “Büyük Varoluş Zinciri”ydi. Evrendeki bu hiyerarşik düzen, toplumun hiyerarşisine yansırdı. İnsanlar çoğunlukla, kendilerine ait bir konum, rol ve sınıfa kıstırılmıştı ve bunun dışına çıkılması neredeyse olanaksızdı. Modern özgürlük bu tür düzenlerin itibarını yitirmesiyle oluştu.

Bu düzenler bizi sınırlarken, aynı zamanda dünyaya ve toplumsal yaşamın etkinliklerine anlam kazandırıyordu. Çevremizdeki şeyler yalnızca tasarılarımız için potansiyel hammaddeler ya da araçlar değildi. Onlar varoluş zincirindeki yerleriyle önem taşıyorlardı. Kartal yalnızca bir kuş değil, hayvanlar âleminde bir kraldı. Aynı çerçevede ritüellerin ve toplumsal normların araç olmaktan öte bir anlamı vardı. Bu düzenlerin itibarını yitirmesine dünyanın “büyüsünün çözülmesi” deniyor. Bu çözülmeyle birlikte her şey büyüsünden bir şeyler yitirdi.

Birkaç yüzyıldır bunun gerçekten iyi bir şey olup olmadığı konusunda hararetli bir tartışma sürüp gidiyor. Benim burada üzerinde durmak istediğim nokta ise bu değil. Onun yerine insan yaşamı ve anlamı üzerindeki bazı sonuçlarına bakmak istiyorum.

Daha geniş toplumsal ve kozmik eylem ufkuyla birlikte bireyin önemli bir şeyleri kaybettiği kaygısı sürekli tekrarlanıyor. Bazıları bundan, yaşamdaki o kahramanlık boyutunun yitirilmesi biçiminde söz ediyor. İnsanların artık daha yüksek amaçları, uğrunda ölmeye değecek bir şeyleri yok. Geçtiğimiz yüzyılda Alexis de Tocqueville zaman zaman, demokratik çağda insanların “petits et vulgaires plaisirs”* arayışına girdiğinden söz ederdi.[1] Bir başka formülasyonda tutku eksikliğinden mustarip olduğumuz söylenir. Kierkegaard “şimdiki çağı” böyle görmüştü. Nietzsche’nin “son insanlar”ı da bu çöküşün vardığı son noktadadırlar; onların “acınacak rahatlıkları” dışında yaşamdan hiçbir beklentileri kalmamıştır.[2]

Bu amaçsızlık bir daralmayla bağlantılıydı. İnsanlar bireysel yaşamlarında yoğunlaşınca geniş görüş açılarını yitirdiler. Tocqueville, demokratik eşitlik bireyi kendine döndürür, “ve en sonunda onu tamamen kendi yüreğinin yalnızlığına kapama tehdidi taşır”[3] der. Başka bir deyişle, bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerinde odaklanmadır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır, anlamını azaltır, başkalarına ya da topluma karşı daha kayıtsız hale getirir.

Bu kaygı, günümüzün en yaygın formülasyonlarından üçünü alırsak, “hoşgörü toplumu”nun meyveleri, “hep bana kuşağının” ortaya koydukları ya da “narsisizm”in egemenliği karşısında son zamanlarda da yeniden gündeme geldi. Yaşamın tatsızlaştığı ve daraldığı, bunun da anormal ve esef verici bir kendi benliğine gömülme ile ilgili olduğu duygusu bugünün kültürüne özgü biçimler içinde yeniden ortaya çıktı. Değinmek istediğim ilk tema bu.

(2) Dünyanın büyüsünün çözülmesi, modern çağın, çok sayıda insanı tedirgin eden, bir başka çok önemli olgusuyla daha ilişkili. Buna da araçsal aklın öncelik kazanması diyebiliriz. “Araçsal akıl”la, belirli bir amaca ulaşmak için araçların en ekonomik olarak nasıl kullanılacağını hesaplarken başvurduğumuz akılcılık türünü anlatmak istiyorum. Burada başarının ölçüsü, maksimum verimlilik, en iyi birim maliyettir.

Eski düzenlerin bir kenara itilmesi, araçsal aklın yayılmasında kuşkusuz çok etkili oldu. Toplumun kutsal yapısı bir kez ortadan kalktığında, sosyal düzenlemeler ya da eylem tarzları artık varlıkların düzeni ya da Tanrı buyruğu temeline oturmadığında, bunlar çıkar için kullanılmaya açıktır; bireylerin mutluluğu ve iyiliğine yönelik olarak istenildiği gibi dönüştürülebilirler. Bu noktadan sonra kullanılan ölçüt sözünü ettiğim araçsal akıldır. Benzer biçimde, çevremizdeki varlıklar varoluş zincirindeki konumlarının getirdiği önemi kaybettiklerinde, bizim tasarılarımız için hammadde ya da araç olarak görülmeye açıktırlar.

Bu değişim bir açıdan özgürleştirici olmuştur. Ama öte yandan araçsal aklın yalnızca alanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda yaşamımızı ele geçirme tehlikesi gösterdiğine ilişkin yaygın bir rahatsızlık vardır. Korkulan, başka ölçütlere göre belirlenmesi gereken şeylerin, verimlilik ya da “maliyet-fayda” değerlendirmesiyle saptanması; yaşamımızı başlı başına yönlendirmesi beklenen bağımsız amaçların, faydayı maksimize etme isteminin gölgesinde kalmasıdır. Bu kaygının yerindeliğini gösteren çok sayıda olgu var: Örneğin, servet ve gelirin çok eşitsiz dağılımını haklı göstermek için ekonomik büyüme gerekçesinin kullanılış biçimi; ya da aynı gerekçeyle, bir felaket olasılığıyla karşı karşıya olmamıza rağmen doğal çevrenin ihtiyaçlarına duyarsızlaşmamız; sosyal planlamamızın, risk değerlendirmesi gibi can alıcı noktalarında, insan yaşamına dolar cinsinden değer biçen karmaşık hesaplamalarıyla, maliyet-fayda çözümlemelerinin hâkim oluşu.[4]

Araçsal aklın öncelikli konumu teknolojiye verilen önem ve yarattığı atmosferde de açıkça görülüyor ve amacımız çok farklı da olsa teknolojik çözümler arayışına girme gereğine inanmamıza neden oluyor. Bellah ve arkadaşlarının son kitabında da ortaya konduğu gibi, politika alanında bunun örneklerine sıkça rastlanır.[5] Aynı anlayış tıp gibi başka alanlara da hâkim oluyor. Patricia Benner çok sayıda önemli çalışmasında, tıpta teknolojik yaklaşımın, hastayı bir yaşamöyküsü olan bütün bir insan olarak değerlendirmekten çok, teknik bir sorunla karşılaşılan yer olarak görme eğiliminde olduğunu öne sürmüştür. Üst düzey teknik bilgiye sahip uzmanlarla karşılaştırıldıklarında, hastalara insani duyarlılığa sahip bakımı gösteren hemşirelerin katkısının, toplumda ve tıp camiasında yeterince değerlendirilmediğine sıkça rastlanır.[6]

Teknolojinin hâkim konumunun, demin birinci temayla birlikte tartıştığım, yaşamımızın tatsızlaşması ve daralması olgusunu da pekiştirdiği düşünülüyor. İnsani çevremizin tınısında, derinliğinde ve zenginliğinde bir kayıp olduğundan söz edilir. Marx yaklaşık 150 yıl önce, Komünist Manifesto’da kapitalist gelişmenin sonuçlarından biri olarak “katı olan her şey buharlaşıyor” demişti. İddia şudur, geçmişte kullandığımız katı, sürekliliği olan, çoğunlukla bir anlam ifade eden nesneler, etrafımızı kuşatan geçici, taklit mallar uğruna bir kenara konuyor. Albert Borgman’ın sözünü ettiği “aygıt paradigması” sayesinde, çevremizle kurduğumuz “çok yönlü ilişki”den gittikçe uzaklaşarak onların yerine belirli bir yarar sağlamaya yönelik olarak tasarlanmış ürünler ister ve elde ederiz. Borgman evlerimizi ısıtma işlemini örnek verir ve bugünün merkezi ısıtma sistemiyle aynı işlevin tüm aile fertlerinin odunun kesilmesine, istiflenmesine ve soba ya da şöminenin beslenmesine katkıda bulunmasını gerektiren eski yöntemi karşı karşıya getirir.[7 ] Hannah Arendt ise çağımızda kullanılan nesnelerin gitgide daha kısa ömürlü olma özelliği üzerinde durmuş ve “insan yaşamının gerçekliği ve güvenilirliğinin öncelikle bizi kuşatan nesnelerin onları üretme etkinliğinden daha kalıcı olması gerçeğine” dayandığını ileri sürmüştür.[8] Modern malların dünyasında bu kalıcılık tehdit altındadır.
Sözü edilen tehdit hissi, bu önceliğin belki de yalnızca bilinçsiz bir yönelim olmadığının, bizi buna modern çağın ittiğinin bilinmesiyle daha da artıyor. Bu haliyle başa çıkılması zor bir duygu olmakla birlikte, hiç değilse açıklamaya elverir. Ayrıca toplumsal yaşamın güçlü mekanizmalarının bizi bu yöne ittiği de açıktır. Yönetici, kendi yönelimi farklı olsa da, zarar verici olduğunu hissettiği ama pazar koşullarının dayattığı, maksimizasyon stratejisini uygulamak zorunda kalabilir. Üst düzey bir devlet adamı, kişisel görüşleri ne olursa olsun, uymak zorunda olduğu kurallar gereği insanlığa ve sağduyuya aykırı olduğunu bildiği bir karar verebilir.

Marx, Weber ve başka büyük kuramcılar Weber’in “demir kafes” adını verdiği bu gayri şahsi mekanizmaları incelemişlerdir. Bazıları bu tahlillerden, bu türden güçler karşısında tamamen çaresiz olduğumuz, en azından son yüzyıllarda içinde yaşadığımız kurumsal yapıları -yani piyasa ve devleti- tamamen ortadan kaldırmadığımız sürece çaresiz kalacağımız sonucunu çıkarmak istediler. Bu istek, bugün öylesine gerçekleştirilemez görünüyor ki, sonunda çaresiz olduğumuz yargısına varılıyor.

Buna aşağıda dönmek istiyorum, ama şunu söyleyeyim, bu güçlü felaket teorileri soyut ve yanlış. Özgürlüğümüz tamamen ortadan kaldırılmış değil. Hedeflerimizin neler olması gerektiği ve araçsal aklın yaşamımızdaki rolünün daha az olmasının gerekip gerekmediği üzerinde durmaya değer bir noktadır. Bu çözümlemelerde doğru olan şey ise şu: Sorun bireylerin bakış açısını değiştirmek değil ve yine bunun kadar önemli olmakla birlikte sorun yalnızca “yürekle aklın” çatışması da değil. Büyük devrim kuramcılarının hedeflediği kadar kökten ve bütüncül olmasa bile bu alandaki değişme aynı zamanda kurumsal olmalıdır.

(3) Böylece siyasal düzleme, bireyciliğin ve araçsal aklın siyasal yaşam üzerindeki korkutucu sonuçlarına gelmiş olduk. Birini zaten söyledim: Endüstriyel-teknolojik toplumun kurumları ve yapıları seçeneklerimizi ciddi biçimde sınırlıyor. Bu yapılar bireyleri olduğu gibi toplumları da ciddi ahlâki değerlendirmelerle asla yapmayacağımız biçimde, çok zarar verici de olsa, araçsal akla ağırlık vermeye zorluyor. Ozon tabakasının incelmesi gibi yaşamımızı tehdit eden doğal çevre felaketlerini önlemede bile çektiğimiz büyük güçlük bunun bir örneği. Araçsal akıl etrafında yapılanmış bir toplumun hem bireylerin hem de bütün grubun özgürlüklerinde büyük daralmalara yol açtığı söylenebilir -çünkü bu güçler yalnızca toplumsal kararlarımızı biçimlendirmezler. Genel eğilimin dışında bir yaşam biçimini korumak da çok güç. Örneğin, bazı modern kentlerin tasarımı, özellikle toplu taşımacılığın özel otomobiller lehine zayıfladığı kentler, otomobilsiz yaşamayı olanaksız kılıyor.
Özgürlük kaybının bir başka biçimi var ki o da başta Alexis de Tocqueville tarafından olmak üzere çok tartışıldı. İnsanları “kendi içine kapalı” bireylere dönüşmüş bir toplumda çok az kişi özyönetim faaliyetine aktif olarak katılmak isteyecektir. Yönetim özel yaşamın doyurucu olması için gerekli araçları ürettiği ve yaygın olarak paylaştırdığı sürece herkes evde oturup, özel yaşamının keyfini çıkarmayı yeğler.

Böylece Tocqueville’in “yumuşak” despotluk dediği, yeni ve modernliğe özgü bir tür despotluk tehlikesi ortaya çıkar. Bu eskisi gibi dehşet ve baskıya dayalı bir despotluk olmayacaktır. Yönetim ılımlı ve babacan davranacaktır. Hattâ periyodik seçimlerle demokratik biçimleri bile koruyabilir. Fakat gerçekte, her şey üzerindeki halk denetiminin çok sınırlı olduğu bir “büyük vekil güç”[9] tarafından yürütülecektir. Buna karşı Tocqueville’in düşündüğü tek savunma, yönetimin çeşitli düzeylerinde ve gönüllü kuruluşlarda katılıma değer veren etkin bir siyasi kültürdür. Ama kendine dönük bireyin atomculuğu buna karşı işler. Katılım azalınca, katılımın aracı olan yan kuruluşlar ortadan kalkınca, yurttaş bürokratik vekil devlet karşısında yalnız kalır ve haklı olarak kendini güçsüz hisseder. Bu yurttaşın motivasyonunu daha da azaltır ve yumuşak despotluğun kısır döngüsü sürer.

Oldukça merkezileşmiş ve bürokratik siyasal yaşamımızda belki de kamusal alana yabancılaşma ve bunun sonucunda siyasetteki denetimin kaybedilmesine benzer bir şey oluyor. Çok sayıda çağdaş düşünür Tocqueville’in çalışmalarını kehanet olarak değerlendirdi.[10] Eğer durum böyleyse yurttaşlar olarak ortak bir biçimde uygulayabildiğimiz, geleceğimiz üzerindeki siyasi denetimi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Yani, Tocqueville’in “siyasal özgürlük” dediği şeyi kaybediyoruz. Burada yurttaş olarak onurumuz tehdit ediliyor. Yukarıda sözü edilen gayri şahsi mekanizmalar toplum olarak özgürlük düzeyimizi azaltabilir, ama siyasal özgürlüğün kaybolması geri kalan seçimlerin de yurttaş olarak kendimiz tarafından değil, sorumsuz vekil güç tarafından yapılacağı anlamına gelir.

Bu kitapta ele almak istediğim modernliğe ilişkin üç sıkıntı bunlar. İlk tehlike anlam yitimi diyebileceğimiz, ahlâki ufkun kararması. İkincisi gemi azıya almış araçsal akıl karşısında hedeflerin gölgede kalmasına, üçüncüsü de özgürlük yitimine ilişkin.

Tabii ki bunlar tartışılmaz değil. Yaygın kaygılardan söz ettim ve etkili yazarların adını kullandım, ama buradaki hiçbir şey üzerinde uzlaşılmış değildir. Bu kaygıları bir biçimde paylaşanlar bile ifade ediliş biçimleri üzerinde hararetle tartışmaktadır. Çok sayıda kişiyse bunları kafasından atmak ister. Eleştirenlerin “narsisizm kültürü” adını verdiği akıma kendilerini kaptıranlar, muhaliflerin daha baskıcı önceki çağların özlemini duyduklarını düşünüyor. Modern teknolojik aklın yandaşları, araçsalcılığın hâkimiyetine yapılan eleştirileri tepkisel ve gerici, bilimin faydalarını görmezden gelme çabası olarak değerlendiriyor. Ayrıca katıksız negatif özgürlük yandaşları var; siyasal özgürlüğün değerinin abartıldığına ve hedeflenmesi gerekenin, bilimsel yönetimle her bireyin maksimum bağımsızlığının bir arada bulunduğu toplum olduğuna inananlar. Modernliğin yerden yere vuranları olduğu gibi, göklere çıkaranları da var.

Uzlaşılan bir şey yok, tartışma sürüyor. Ama bu tartışma sürecinde bir tarafta övülen, öbür tarafta yerilen gelişmelerin temel özelliği genellikle yanlış anlaşılıyor. Sonuçta, yapılması gereken ahlâki seçimin gerçek doğası karanlıkta kalıyor. Özellikle öne süreceğim, izlenmesi gereken doğru yolun, ne modernliğin bağnaz yandaşlarının önerdiği, ne de ona yekten karşı çıkanların yeğlediği yol olduğu. Ne de, diyelim bireycilik, teknoloji ve bürokratik yönetimin üstünlükleriyle bedelleri arasında bir orta yol bulma çabası bize aradığımız cevabı verecektir. Modern kültürün doğası bundan daha incelikli ve karmaşık. Yandaşların da karşı olanların da haklı olduğunu öne sürmek istiyorum, ama bu hak modernliğin üstünlükleri ve bedelleri arasında basit bir orta yol bulma gayretiyle teslim edilemez.

Gerçekte tanımladığım tüm gelişmelerde, hem takdire şayan hem de bayağı ve dehşet verici yanlar var. Ama bu ikisi arasındaki ilişkiyi anlamak, asıl sorunun kötü sonuçların olumlu ürünler için ödemek zorunda olduğumuz bir bedel olmadığını görmekten çok, bu gelişmelerin bayağılaşmasını önleyerek, taşıdıkları büyük vaadi gerçekleştirmeye nasıl yönlendirilebilecekleri sorunu olduğunu görmek demek.

Bu üç temayı da yeterince ele alabilmem için gerekli yerim olmadığından bir özet sunuyorum. Bireyciliğin tehlikeleri ve anlam yitimine ilişkin ilk tema üzerine bir tartışma başlatacağım. Bu tartışmayı bir düzeye kadar götürüp, bu sorunun nasıl ele alınması gerektiğine ilişkin fikir edindikten sonra öbür ikisi için de benzer yöntemler önereceğim. Bu durumda tartışmanın tamamı ilgi alanımızın ilk ekseni üzerinde yoğunlaşacak. Şimdi bireyciliğin günümüzde ne biçim aldığına daha ayrıntılı bakalım.
Kaynak: Modernliğin Sıkıntıları, Charles Taylor, Ayrıntı Yayınları

Dipnotlar
1. Alexis de Tocqueville, De la Démocratie en Amérique, 2. cilt (Paris: Garnier- Flammarion, 1981), s. 385.

2. "Erbärmliches Behagen"; Also Sprach Zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. T. Oflazoğlu, Cem Y., 1992) Zerdüşt'ün Önsözü, bölüm 3.

3. Tocqueville, De la Démocratie, s. 127.

4. Bu hesaplamaların anlamsızlığı için bkz. R. Bellah ve d. The Good Society (Berkeley: University of California Press, 1991), s. 114-119.

5. Bellah ve d. The Good Society, 4. bölüm.

6. Özellikle bkz. Patricia Benner ve Judith Wrubel, The Primacy of Caring: Stress and Coping in Health and Illness (Menlo Park, CA. Addison-Wesley, 1989).

7. Albert Borgman, Technology and the Character of Contemporary Life (Chicago: University of Chicago Press, 1984), s. 41-42. Borgman, teknolojinin başlangıçtaki özgürleştirici vaadinin "boş bir konforun elde edilmesine" dönüşüp yozlaşabileceğini öne sürerken, Nietzsche'nin "son insanlar" kavramını yansıtıyor (s. 39).

8. Hannah Arendt, The Human Condition (Garden City, NJ: Doubleday, Anchor Edition, 1959, s. 83), [İnsanlık Durumu, çev. Sina B. Şenel, İletişim Y., 1994].

9. Tocqueville, De la Démocratie, s. 385.

10. Örneğin bkz. R. Bellah ve d. Habits of the Heart (Berkeley: University of California Press, 1985).


* Kanadalı Taylor, Anglosakson felsefe geleneğinden geldiği halde bu geleneğin dar sınırlarını aşıp Hegel, Heidegger, Foucault, Habermas gibi Kıta Avrupa'sının önemli düşünürleriyle eleştirel bir biçimde de olsa diyaloga girmekten yana tutum takınan, dil ve epistemoloji hakkındaki düşüncelerini toplumsal kurama ve siyasal sorunlara uygulamış olan ender felsefecilerden biridir. Liberalizmin Locke, Mill gibi klasik temsilcilerine de John Rawls gibi modern savunucularına da ciddi eleştiriler getirmiş olan “komüniteryanizm” (cemaatçilik) okulunun önde gelen isimlerindendir. Yazdığı birçok yazı ve kitapta daha çok dil, benlik anlayışları, siyasal katılım, çokkültürlülük, modernliğin doğası, kimlik ve etik temalarını konu edinmiş; bu karmaşık konuları son derece açık ve net bir biçimde tartışmasından ötürü takdir kazanmış olan Taylor, İngiliz dilinde yazan yaşayan en önemli düşünürlerden biri olarak görülmektedir.

Türkçe’de daha önce sadece BBC televizyonunda yaptığı Marksist felsefe ile ilgili tartışma metni (Yeni Düşün Adamları, Bryan Magee (der.), Verso Yay., 1985) yayımlanan Taylor’ın başlıca kitapları şunlardır: Hegel (1975); Hegel and Modern Society (1979) [Hegel ve Modern Toplum]; Philosophical Papers, 2 cilt (1985) [Felsefe Notları]; Sources of the Self. The Making of Modern Identity (1989) [Benliğin Kaynakları. Modern Kimliğin Oluşumu]; Multiculturalism and “The Politics of Recognition" (1992) [Çokkültürcülük: Tanıma Politikası, Yay. Haz. Cem Akaş, Yapı Kredi Yay., 2010]; Philosophical Arguments (1995) [Felsefe Tartışmaları]; Modern Social Imaginaries (2004) [Modern Toplumsal Tahayyüller, Çev. Hamide Koyukan, Metis Yay., 2006] ve A Secular Age (2007) [Seküler Bir Çağ].


6 Aralık 2018 Perşembe

İskenderiye Kütüphanesini Kim Yaktı?

İskenderiye Kütüphanesini Kim Yaktı?

Dilara Kahyaoğlu
2014
Canlandırma resimde İskenderiye Kütüphanesi… 19. yy,  O. Von Corven
Antik yazarlar, dünyanın ilk büyük kütüphanesinin İskenderiye Kütüphanesi olduğunu yazarlar. Bugün bu kütüphane yoktur ve nasıl yok olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte; kütüphaneyi yok eden devlet ve kişi adlarının yer aldığı bir şüpheliler listesi vardır. Bu efsanevi kütüphanenin yok olmuş olması; özellikle ilk çağ ile ilgili araştırma yapan kimseleri derinden etkileyen bir konudur çünkü eskiçağa ait birçok yazma eser yok olup gitmiştir. Eğer onlar elimizde olsaydı ilkçağ tarihi ile ilgili çok daha fazla şeyler bileceğimiz kesindir. Bugün elimizde o çağlardan kalma çok az eser vardır çoğu da orijinal kaynaktan yapılan özetler veya göndermelerdir. Tarih disiplini, yazılı kaynakların incelenmesi ile başlamıştır (“tarih yazıyla başlar”). Bu tür belgelerin eksikliği veya yokluğu ilkçağ tarihini inceleyenleri zorlayan koşullar yaratır.

Belge fetişizmi “modern tarihçilik” açısından doğru bir yaklaşım olmasa da, [1] tarih yapmak için elbette belge şarttır. Hiçbir belgenin olmadığı tarihsel dönemler için başvurulacak ana kaynak arkeolojik bulgular olmakta; onlar da olayların/olguların; tarihlerini, yerlerini, kişi isimlerini, nedenlerini ve sonuçlarını bildirme konusunda yetersiz kalmaktadır. Kısacası İskenderiye kütüphanesindeki eserlerin yok olmuş olması; araştırmacılar için paha biçilemeyecek değerde bir hazinenin kaybı anlamına gelir.

Peki, gerçekte böyle bir kütüphane var olmuş mudur? Bazı antikçağ yazarlarına bakarsak evet… Ama bugüne kadar kütüphanenin bir zamanlar var olduğunu gösteren arkeolojik kalıntılar henüz bulunamamıştır.


Antik Çağ’da Dünyanın 7 Harika’sından biri olarak kabul edilen İskenderiye Fenerinin de bulunduğu İskenderiye şehri, adından anlaşılacağı gibi Büyük İskender tarafından kurulmuştu. İskender’in ölümünden sonra generallerinden Ptolemy, Mısır’ı egemenlik alanı içine alarak İskenderiye’yi  kendisine merkez yapmış, Mısır yıkılana kadar da buraları bu aileden gelen hükümdarlar yönetmişti (Ptolemy Hanedanlığı). 

Kütüphanenin, ilk Ptolemy (I.SOTER) tarafından kurulduğu kabul edilir. Kaynaklara göre, Atinalı bilgin, hatip Demetrius, sürgüne gittiği İskenderiye’de I. Soter’i bir kütüphane kurması konusunda ikna eder (y. MÖ 295). İşi üzerine alan Demetrius, dünyadaki her kitabın birer kopyasının bulunduğu evrensel bir kütüphane tasarlar ve Muses / Musaeaum Tapınağı (müze sözcüğünün kökeni) denilen binanın yapımına başlar (Muses: İlham perileri). Burası kraliyet sarayının bir bölümünde inşa edilir. Daha sonra iktidara gelen II. Ptolemy ise, yapıyı genişletir ve babasının yapısının yanına Kraliyet Kütüphanesi’ni inşa ettirir. Kütüphane zaman içinde çoğu Yunanca olan el yazmaları ile dolar taşar ve Serapis Tapınağı’nda yeni bir bölüm açılır.

III. Ptolemy’nin, kütüphanedeki eserleri çoğaltmak için; limana gelen gemidekilerin, yanlarındaki bütün el yazmalarını, yetkililere teslim etmelerini emrettiği de söylenenler arasındadır. Böylece gelen ele geçen yazma eserler; kâtipler tarafından kopyalanıyor, kopyaları sahiplerine verildikten sonra orijinalleri kütüphaneye yerleştiriliyormuş. Çevirmek, çoğaltmak, saklamak, kataloglamak, araştırma yapmak ve ders vermekle görevli bilginlerin/çalışanların sayısının II.Ptolemy zamanında 100 kişi olduğu da iddia ediliyor. Çalışanların maaşları hükümdar tarafından ödeniyordu.
Sezar'ın Ölümü
Jean-Leon Gerome (1824-1904)
Walters Sanat Galerisi, Baltimore
İskenderiye Kütüphanesi’nin ve içindeki paha biçilmez bütün eserlerin bir yangında tamamen yanıp yok olduğu yüzlerce yıldır aktarılan bir hikâyedir.[2] Birinci şüpheli Julius Sezar’dır. Sezar, iç savaştaki rakibi General Pompeius’u (Büyük Pompey) Mısır’a kadar takip eder, İskenderiye’yi işgal eder ama donanmasını Mısır filosu tarafından sarılmış halde bulunca güvenliği için Mısır gemilerinin ateşe verilmesini emreder. Mısır filosu yanar ama bu arada yangın kontrolden çıkar limana çok yakın bulunan binalar ve depolar da ateş alarak yanarlar (MÖ 48). Filozof Seneca, tarihçi Livius’tan (Roma Tarihi adlı eserini MÖ 63-14 yıllarında yazmıştır) bir alıntı yaparak Sezar’ın çıkardığı yangında 40 000 kadar belgenin yok olduğunu yazıyor. Aynı şekilde Yunanlı tarihçi Plutarch ile Romalı Tarihçi Dio Casius da benzer şeyler söyleyerek Sezar’ı işaret ediyorlar. (Ek 4'e bkz.)

Fakat Tarihçi ve coğrafyacı Strabon, MÖ 20 yıllarında İskenderiye’de çalışıyordu ve eserlerinde büyük bir kütüphanenin varlığından hiç söz etmemiştir. Sözünü ettiği sadece kraliyet sarayına bağlı bir müzenin varlığıydı. Bu kadar önemli bir varlıktan Strabon’un hiç bahsetmemesi o zamana kadar artık görkemli kütüphanenin varlığını sürdüremediğinin bir işareti olarak yorumlanabilir. Sezar’la ilgili bir başka iddia da şudur. Sezar, kitapları Roma’ya götürmek üzere gemilere yükletir o sırada gemilerde başlayan bir yangın kitapların yanıp gitmesine neden olur. Hatta bu durumu telafi etmek isteyen Kleopatra’nın sonraki sevgilisi Romalı Antonius, Bergama kütüphanesinden 200 000 kitap getirmiş, Kleopatra’ya hediye etmiştir.

Roma İmparatoru Marcus Aurelius zamanında çıkan bir iç savaşta müze ve kütüphanenin yerle bir olduğu da ileri sürülür (3. yüzyıl sonu).

Diğer şüpheli Sezar’dan sonra yaşamış biridir: I. Theodosius… Hıristiyan olan Roma imparatoru Theodosius, kendini paganizmi yok etmeye adamıştı ve bu amaçla, Mısır’daki Serapis Tapınağı’nın yıkılmasını emretti. Aynı yere bir Hristiyan kilisesi yapıldı. İşte bu Serapis’in yıkıldığı sırada içindeki kütüphane de yıkılmıştır (391).

Diğer şüpheli Halife Ömer’dir. İkinci Halife Ömer’in Mısır’ı fethi sırasında İskenderiye’ye giren Amr İbnül As, Halifeye “kütüphanedeki kitapları ne yapalım” diye sormuş o da bunların Müslümanlığa aykırı olduğunu söyleyerek belgelerin yakılmasını emretmiş. Bunlar hamamlarda yakılır. Söylentiye göre İskenderiye’deki hamamları 6 ay boyunca ısıtmaya yetecek kadar çok belge yakılmış. Bu suçlama, olaydan 300 yıl sonra bunları iddia eden, yazar ve Hristiyan bilgin Gregory Bar Hebraeaus’a (1226-1286) aittir. Buradaki iddia temelsizdir. Böyle büyük bir felaketten devrin hiç bir bilgin ve yazarı bahsetmemektedir. Belki de İskenderiye Kütüphanesinden o güne kadar her ne kaldıysa onlar da işte bu dönemde yok olmuş olabilir. Net bilmiyoruz… [4]

Hep aynı şeye dönüp geliyoruz: Belge yok… Belge yoksa bilgi de yok, kanıt da yok… Ama ya bir gün yepyeni belgeler bulunursa, orijinal belgeler, doğruluğu kanıtlanmış belgeler? İşte o zaman tarih değişir… İşte tarih aynı zamanda budur.

Ama yine de şu anki bilgilerimiz kapsamında en makul yaklaşım, Mısır’ın çöküş süreci içinde kütüphanenin yavaş yavaş eriyip yok olduğudur. Elimizdeki veriler kütüphanenin parça parça yok olduğunu göstermektedir.

Belki de küçük bir parçası ayakta kalmış olan kütüphanenin bilinen son yöneticisi Theondur ki O, MS 415 yılında İskenderiye’de bir grup Hristiyan tarafından linç edilen kadın filozof ve bilgin Hypatia’nın babasıydı.

Bir inanç da şudur; kütüphanede ki birçok belge çöle veya başka yerlere gömüldü, saklandı. Fantastik bir fikir olarak bugün çölden veya bir yerlerden bazı eserlerin çıkacağını hayal ederek kendimizi umutlandırabiliriz. Peki böyle bir mucize hiç oldu mu? Evet: “Ölü Deniz Yazmaları”…

2004 yılında bazı arkeologlar kütüphanenin kalıntılarını bulduklarını iddia ettiler ama bunların Roma döneminden kalma yapılar olduğu sonradan anlaşıldı. 16 Ekim 2002’de gerçek kütüphanenin olduğu varsayılan yerin yakınlarında Biblioteca Alexandrina (İskenderiye Kütüphanesi) isminde modern bir kütüphane eski kütüphanenin anısına açılmıştır. İnternetin hakim olduğu dünyamızda, kütüphanelerin hala bir önemi var mıdır? Ne dersiniz?


EK 1 
Batlamyus (Klaudyos Ptolemaios) İskenderiye, üretim dönemi: 127-145
Yaşamı hakkında hiçbir şey bilmediğimiz ünlü Yunanlı astronomi, matematikçi ve coğrafya bilgini… İskenderiyeli oluşu ve soyadı; Ptolemy ailesiyle bir bağı olabileceğini akla getirse de bu konuda bir şey bilinmemektedir. Batlamyus’un bazı eserleri günümüze kadar ulaşmıştır. En önemli eseri olan “Almagest” 9.yüzyılda Arapça’ya (Yunanca’dan), 12. Yüzyılda da Latince’ye çevrilmiştir.

Yerin, evrenin merkezi olduğunu ve hareket etmediğini, sabit olduğunu iddia ederek “yer merkezli evren” modelini ileri sürmüş ve bu yaklaşım 15. yüzyıla kadar bir dogma olarak kabul edilmiş, aksi tezlerin tartışılması bile tabu olarak görülmüştür.[3]

15. yüzyılın sonlarında yapılan ayrıntılı gözlemler bu sistemin doğruluğu konusunda ciddi kuşkular uyanmasına yol açtı ve nihayet Mikolaj Kopernik (Nicolaus Copernicus )merkezinde güneş olan “güneş merkezli evren” modelini ileri sürerek yüzlerce yıl süren bu dogmanın yıkılmasına öncülük etti. Galileo ve Kepler de aynı yoldan giderek Kopernik’in tezini güçlendirecek argümanlar sağladılar.

Kopernik, ciddi hasta oluşunun da verdiği cesaretle yazdığı kitabı, ömrünün sonuna doğru bir mektupla birlikte Papa’ya göndermiş ve orada şunları yazmıştı: "Aziz peder, kitapta yazılanları okuyanların hemen reddedeceklerini biliyorum. Ben ömrüm boyunca; çevremin düşüncelerine aldırmayan, fikirlerini savunan biri olamamışımdır. Etrafın tepkisinden dolayı, başladığım konulardan vazgeçmeye niyetlendiğim oldu. Fakat çekingenliği üzerimden atarak çalışmalara devam ettim. Yazdıklarımı eleştirenler olursa onlara aldırmayacağım ve saçma kabul edeceğim..."

EK 2
Ptolemy Hanedanlığına İlişkin Notlar
Hanedanlığı ilk kuran kişi İskender’in generali I. Ptolemy’dir ve Soter adı ile onurlandırılmıştır. 
Kardeşlerle evlenme geleneğini başlatan bu hanedanlık değildir. Bu adet eski bir “Mısır” geleneğidir. Firavunlar da kız kardeşleriyle evlenirlerdi ama yasal eşleri yanında bir hareme de sahiptiler. Ptolemy hanedanlığında bu eski Mısır geleneğini başlatan kişi IV. Ptolemy olarak görülmektedir. Kızkardeşi Arsinoe ile evlenmiş ondan bir çocuk sahibi olmuştur. VI. Ptolemy de yine kızkardeşi II. Kleopatra ile evlenmişti.

II. Ptolemy babasını, kardeşini ve karısını “kardeş tanrı” ilan ettirerek bir hükümdarlık kültü (tapınım) başlatmıştır. Hükümdar ve ailesini tanrılaştırma geleneği de eski bir Doğu geleneğidir. İmparatorluk döneminden itibaren Romalılar da aynı âdeti almışlar ve hükümdar ve karısını tapılan kutsallar haline dönüştürmüşlerdir. Örneğin, Augustus'un cenaze töreninde, ölen imparatorun Roma Panteonu'na mensup tanrıların arasına katıldığı açıklanmıştı. (ayrıca bkz. Augusutus Tapınakları)

V. Ptolemy’nin MÖ 196’da yayımladığı kararlar ünlü Rosetta Taşı’na (Reşid Taşı) yazılmış bir şekilde 1799 yılında Fransızlar tarafından bulundu ve eski Mısır hiyeroglif yazısının çözülmesinde anahtar oldu. Yazının çözülmesi Kleoptara sözcüğünün çözülmesi ile başlamış, ancak ondan sonra gerisi gelmiştir. Yalnız burada adı geçen Kleopatra, I. Kleopatra’dır. Kendisi Suriye hükümdarı Antiokhos’un kızıydı, V. Ptolemy ile evlenmişti. Taşta üç dilde şunlar yazılıydı: Borçlar, vergiler, teslim olan asiler; af edilecek, mahkûmlar serbest bırakılacak ve tapınaklara daha çok yardım edilecek… Kararlar mealen böyleydi.

Romalıların Mısır’ın iç işlerine diplomatik olarak müdahale etmeleri V. Ptolemy’den beri başlamıştır. XII. Ptolemy’den beri Mısır hükümdarlarını Romalılar belirlemiş olduğu için bunların meşruluğu tartışmalıdır.

Mısırlılar bu yabancı hanedana karşı özellikle IV. Ptolemy zamanından itibaren sık sık ayaklanma çıkardılar. Bu ayaklanmalar çoğu zaman çok kanlı şekilde bastırıldı. Kimi zamanda yukarıdaki kararlarda görüldüğü gibi bazı haklar elde etmeyi başardılar. Ayaklanmalar kimi zaman hükmeden kişi veya kişileri etkileyecek derecede güçlü oluyordu. Örneğin X. Ptolemy’i, ayaklanan İskenderiye halkı ülkeden kovdu. O da Filistin’e giderek paralı asker topladı ve onlarla geri gelerek şehre yeniden egemen oldu ama askerlere verecek parası yoktu. Bunun üzerine Büyük İskender’in tapınak mezarını soyarak elde ettikleri ile borçlarını ödemeye kalktı ama bu durum halkı daha da sinirlendirdi. İkinci bir ayaklanma çıkararak bu kişiyi tekrar ülkeden kovdular o da gidip Likya kıyılarını talan etmeye başladı ve orada öldürüldü. Benzer bir olay, XI. Ptolemy’nin de başına gelmiştir. Romalı General Sulla tarafından amcasının dul eşi III. Berenike ile evlendirilerek tahta ortak edilmişti ama o tek başına tahta hâkim olmak istiyordu. Evlendikten 19 gün sonra karısını öldürttü. Kraliçeyi çok seven İskenderiye halkı ayaklandı ve XI. Ptolemy’i öldürdü.

EK 3
Kurguda İskenderiye Kütüphanesi [Romanın tanıtım bölümünden alınmıştır]

İslamın Halifesi Hz. Ömer'in komutanı Amr Bin As 642 yılında İskenderiye'yi işgal eder. Halife, İslam'a aykırı olan her şeyin yok edilmesini emretmiştir. Yok edilmesi gerekenler arasında bin yaşında olan ve bir milyondan fazla kitabı barındıran İskenderiye Kütüphanesi de vardır. Yaşlı bir Hıristiyan filozof, Yahudi bir Hekim, matematiğe ve astronomiye ilgi duyan güzel Hypatie,[5] General Amr'ı bu bilgi ve sanatın tapınağını yok etmekten vazgeçirmeyi deneyecekler. Ona bu duvarlar arasında yaşayıp ölen bilginlerin, filozofların, şairlerin hayatlarını anlatacaklar. Öklit, Arşimet, dünyanın Güneş etrafında döndüğünü bulan Aristarcos, Batlamyus ve gerçek uğruna hayatlarını veren daha niceleri. General, Hz. Ömer'in emrine uyacak mı? İskenderiye Kütüphanesi'ni gerçekten Araplar mı yaktı? Öklid'in asasındaki giz ne?.. Jean Pierre Luminet antik çağın bu istisnai zekalarını anlatırken, destanı, efsaneyi ve gerçeği bir potada eritiyor. Mizah ve şiirle esinlenmiş anlatımının gerisinde derin bir bilgelik gizleniyor. Astrofizikçi, yazar ve şair Jean Pierre Luminet denemelerinde olduğu gibi romanlarında da bilimin güzelliklerini edebi zevkle süslüyor.
Kaynak: Oklid'in Asası, Jean-Pierre Luminet, Güncel Yayıncılık

EK 4
Jean-Claude Carriere, Umberto Eco, İskenderiye Kütüphanesi Hakkında Konuşuyor
J. -P. de T. : Kitabı gözümüzde çok yüksek bir yere koyuyor, onu bile isteye kutsallaştırıyoruz. Fakat gerçekte, yakından bakacak olursak, kütüphanelerimizin insanı hayrette bırakan bir bölümü hiçbir yeteneği olmayan insanlar, veyahut alıklar ya da takıntılı insanlar tarafından yazılmış kitaplardan oluşuyor. İskenderiye Kütüphanesi’nde bulunup da duman olup uçan iki yüz veya üç yüz bin tomar arasında, büyük ölçüde kara cehalet örnekleri vardı kesinkes.
U. E. : İskenderiye Kütüphanesi’nde o kadar çok kitap olduğunu zannetmiyorum. Eskiçağ kütüphanelerinden bahsettiğimizde hep abartıyoruz, daha önce de konuştuk. Ortaçağ’ın en ünlü kütüphanelerinde en çok dört yüz kitap bulunduğu ispatlandı! İskenderiye’de daha fazla olmalı, orası muhakkak, çünkü Caesar zamanındaki, yalnızca bir kanadı etkileyen ilk yangında, kırk bin tomar yanmış diye anlatılır. Her halükârda, kütüphanelerimizi Eskiçağ’ınkilerle kıyaslamaktan sakınmalıyız. Papirüs üretimi basılı kitap üretimiyle kıyaslanamaz. Elle yazılmış tek bir kodeksi veya bir tomarı meydana çıkarmak, aynı kitabın çok sayıda nüshasını basmaktan çok daha fazla vakit alır.
J. -C. C. : Ama İskenderiye Kütüphanesi çok iddialı bir proje; bir kralın -büyük bir kral bile olsa- özel kütüphanesiyle yahut da bir manastırın kütüphanesiyle hiçbir bakımdan kıyaslanamayacak bir devlet kütüphanesi. İskenderiye daha ziyade Bergama’yla kıyaslanabilir, oranın da kütüphanesi yanmıştı. Her kütüphanenin kaderi günün birinde yanmaktır belki de.
J. -P. de T. : Ama yangında yalnızca şaheserlerin yanmadığını biliyoruz artık.
J. -C. C: Artık kesin gözüyle baktığımız bir teselli. Yavan kitapların çoğunluğu yok oluyor, bununla birlikte bunların bazıları gayet oyalayıcı ve bir şekilde eğitici olabilir. Böyle kitapları okumak bizi daima çok eğlendirmiştir. Bazılarıysa, yazarlarının akıl sağlığını düşünecek olursak, bizi endişelendirmiştir. Kötü, saldırgan, nefret, hakaret dolu, suça, savaşa çağrı yapan kitaplar da görmüşüzdür. Evet, hakikaten dehşet uyandırıcı kitaplar. Ölüm nesneleri. Yayıncı olsaydık, Kavgamı basar mıydık?


Dipnotlar

[1] Yani o konuyla ilgili belgeler varsa her şeyi çözebilirim, sadece belgeleri yayımlarsam iş bitmiştir, böylece gerçeği açıklamış olurum, yaklaşımı 19. Yüzyıla ait bir yaklaşımdır (Ranke). Bugün bunun olamayacağı; belgeleri seçmenin, yorumlamanın, onları kullanarak çıkarımlarda bulunmanın vb. tarihçilik olduğu kabul edilmektedir, dolayısıyla birden çok yorum olabilmekte aynı konuda farklı yaklaşımlar sergilenebilmektedir (Carr). Dikkat! Yine de tarihçilik bu kadar kaygan zeminde yapılan bir şey değildir. Yazılan her şeyin kanıtları sunulmak zorundadır. Yoksa yapılan iş sadece bir masal olur. 

[2] Bir kere daha Umberto Eco'ya kulak verelim olayın başka yönüne dikkat çekiyor. 

"... Yazılı sayfa kültü, daha sonra da kitap kültü, yazı kadar eskidir. Romalılar daha o zamandan tomarlara sahip olmak ve koleksiyonunu yapmak isterlermiş. Kitapları kaybettiysek, başka sebeplerden kaybettik. Dinî sansür sebebiyle yok edildiler yahut da kütüphaneler ilk fırsatta yanmaya meyilli oldukları için yok oldular, tıpkı katedraller gibi, çünkü her ikisi de büyük ölçüde ahşaptan inşa edilmişti. Ortaçağ’da yanan bir katedral ya da bir kütüphane, Büyük Okyanus’a düşen bir uçağın gösterildiği bir savaş filmi gibidir az çok. Normal bir şeydi. Gülün Adı’ndaki kütüphanenin sonunda yanması o devir için sıradışı bir olay değildi kesinlikle.
Fakat kitapların yanma sebepleri, aynı zamanda sizi kitapları emin bir yere koymaya, yani onların koleksiyonunu yapmaya iten sebeplerdi. Keşişlik kurumunun temelini attığı şey budur. Muhtemelen, barbarların defalarca Roma’ya gelişi ve çekip gitmeden önce şehri ateşe verme alışkanlıkları yüzünden, kitapları yerleştirecek emin bir yer bulmak akıl edildi. Bir manastırdan daha emin neresi olabilir? Bunun üzerine bazı kitaplar hafızanın üzerine çöken tehditlerin ulaşamayacağı bir yere konmaya başlandı. Fakat aynı zamanda, tabiatıyla, bazı kitapları kurtarmayı, bazılarınıysa kurtarmamayı seçmekle bir eleme yapılmaya başlandı."
Kaynak: Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın

[3] Aksi görüşün Antik Çağ’da savunulmasına rağmen… Örneğin; Pisagor (MÖ 5yy), Filolaos (MÖ 4yy) ve Sisamlı Aristarkus (MÖ 3yy) … Üçü de evrenin merkezine Güneş’i koyuyordu.

[4] Bernard Lewis' "The Arab Destruction of the Library of Alexandria: Anatomy of a Myth" (İskenderiye Kütüphanesi'nin Araplar Tarafından Yıkımı: Bir Efsanenin Anatomisi) adlı makalesinde bu iddiayı eleştirmiştir. 

[5] Bu bizim bildiğimiz tarihi kişilerden Hypatia değil. Onun ölümü 415 yılıdır. 


Kaynaklar
*Roy Macleod, İskenderiye Kütüphanesi, Dost Kitapevi, 2006
*AnaBritannica'nın ilgili maddeleri
*Jean-Claude Carriere, Umberto Eco, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Can Yayınları
*Andre Bonnard, Antik Yunan Uygarlığı Euripides'ten İskenderiye'ye 3, Evrensel Basım Yayın, 2004, s. 211-224

*İzlenmesini öneririm. Ders içinde de kullanmaya, tartışmaya uygundur.
İskenderiye Kütüphanesi ve Hypatia - Carl Sagan anlatıyor (1980)


Kaynak göstermeden kullanılamaz


2 Nisan 2018 Pazartesi

Neandertal mi yoksa Neanderthal mi?

Neandertal mi yoksa Neanderthal mi?

Robert J. Sawyer
Kaynak

Her ikisi de doğru ve her ikisi de paleoantropologlar arasında bile yaygın olarak kullanılıyor.
İnsana ait bu fosil tipi 1856’da, Düsseldorf yakınlarında bir vadide bulundu ve adını oradan aldı. O zamanlar oraya Neanderthal* deniyordu; thal ‘vadi’ anlamına geliyor, ‘Neander’ de vadiye adını veren adamın ‘Neumann’ olan soyadının Yunanca versiyonuydu.


Yirminci yüzyılın başlarında Alman hükümeti kelimelerin telaffuzuyla ilgili olarak ülke çapında yeni düzenlemeler getirdi ve o ana dek ülkenin her yerinde kullanılan ‘thal ve ‘talin ‘tal’ olarak kullanılmasına karar verildi. Böylece eskiden Neanderthal olarak isimlendirilen yerin adının Neandertal olarak kullanılmasına karar verildi.

Peki ya insana ait fosil? Ona da Neandertal mi demeliyiz?

Bazıları öyle olması gerektiğini söylüyor. Ama bir sorun var: bilimsel adlar bir kez verildiklerinde hep o şekilde kullanılırlar ve bu yüzden, bu fosil tipi literatürde, Homo neanderthalensis ya da Homo sapiens neanderthalensis olarak (biri farklı bir tür, diğeri de bizim alt türümüz), hep ‘th’ ile telaffuz edilecek. Fakat şunu da söylemeliyim ki, bilimsel olarak kullanıldığında ‘neanderthal olarak telaffuz edilmesi biraz tuhaf bir durum yaratıyor.
Neanderthallerin yaşam alanları
Bu arada ‘Pekin adamı’ meselesine gelince ‘Neandertal adamı’ telaffuzunu tercih edenler hayli suskun kalıyorlar; şehrin adının son yıllarda İngilizcede çoğunlukla Beijing olarak söylenmesine rağmen ‘Pekin adamının’ adının değiştirilmesine yönelik bir girişim ortalıkta görünmüyor.
Altı temel İngilizce sözlüğün en son baskılarına baktım: The American Heritage, The Encarta World, Merriam-Webster’s Collegiate, The Oxford English, Random House Webster’s ve Webster’s New World Sözlükleri. Hepsi de her iki kullanımı benimsemiş.

Sonuç olarak, bu kişinin tercihine kalıyor. Bu kitabı yazarken başvurduğum araştırmalarda -thal kullanımı -tal kullanımından çok daha fazlaydı, bu yüzden de orijinal kullanıma sadık kalarak Neanderthal'i tercih edeceğim.
Neanderthal fosillerinin bulunduğu yerler

Bu kitap roman dalında 2003 Hugo ödülünü kazanmış.
Hominids, Robert J. Sawyer, Abis Yayınları, 2011


* Thal veya Tal farkına bu yazıda da kısaca değinilmiş. Aynı şeyi söylüyor. Almanca eski yazı ile modern yazı arasındaki değişimden doğan farklılık. http://www.wiki-zero.com/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvTmVhbmRlcnRoYWw

ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=mEYSJLFsbaM (İnsan Olmak, BBC, 2017)

http://humanorigins.si.edu/evidence/human-evolution-timeline-interactive (İnsanın evriminin zaman çizelgesi, etkileşimli bir harita)