Merak edenlere 14 yıl önce yayınlanmış güzel bir makale ve sonunda sömürgeci zihniyeti deşifre eden orijinal bir belge. Araştırmacı-yazar Reşat Kasaba beyefendiye bu güzel çalışması için teşekkürü bir borç biliyoruz: XIX. Yüzyılın ilk yarısında İzmir'de bir İngiliz Bankası:
İZMİR TİCARET BANKASI
Osmanlı İmparatorluğu'nda kurulan ilk banka olarak genellikle Osmanlı Bankası bilinir. Halbuki, Osmanlı Bankası'nın kurulduğu tarih olan 1863'ten yirmi yıl önce, Osmanlı İmparatorluğu'nda ikisi İzmir'de ve biri İstanbul'da olmak üzere üç banka kurulmuştu. İzmir'deki bankalardan biri (İzmir Bankasi) kurulduğu yıl Osmanlı hükümeti tarafından kapatıldı. İstanbul Bankası ise varlığını yedi yıl kadar sürdürdü, ama kuruluş amacı olan Osmanlı parasının ve mali sisteminin düzeltilmesini sağlayamadan iflas etti. Bu yazıda üzerinde etraflıca duracağımız İzmir Ticaret Bankası (ITB) ise kuruluş biçimi ve amaçları açısından bir çok özelliği olan önemli bir girişimdi.
KURULUŞ İNGİLTERE'DE
İzmir Ticaret Bankası'nın kuruluşunu izlemek için 1843 yılına dönmemiz gerekiyor. O tarihte Osmanlı İmparatorluğu ile ticaret yapan otuz İngiliz firması İngiltere hükümetine başvurarak İzmir'de kurmayı tasarladıkları bir banka için izin ve onay belgesi istediler (1). Salt bu başvuru ITB'ye İngiliz bankacılık tarihinde de özel bir yer kazandırıyordu. Asıl faaliyeti yabancı bir ülkede yoğunlaşacak bir bankanın İngiltere'de kurulmak istenmesi alışılmamış bir durumdu. İngiliz Ticaret Bakanlığı bu gerekçeye dayanarak ilk başvuruyu hemen geri çevirdi. Bunun üzerine ikinci bir dilekçe hazırlayan girişimciler neden böyle bir yönteme başvurduklarını açıkladılar. Buna göre bankayı İngiltere'de kurmak istemelerinin en önemli nedeni, sermayeye katkıda bulunacak pay sahiplerinin korunmasıydı. Böyle bir güvence olmazsa İngiliz sermayedarları bankanın borçlarından tek tek sorumlu tutulabilir bu koşullar altında da Osmanlı İmparatorluğu gibi uzak ve güvensiz bir ülkede kimse yatırım yapmak istemezdi. Ayrıca, sınırlı sorumluluk ilkesi ve hükümet garantisi, girişimcileri Osmanlı İmparatorluğu'nda yatırım yapmış olan diğer Avrupalı sermayedarlarla eşit duruma getirecekti.(2) Bu ikinci dilekçenin diğer bir bölümünde belirtildiğine göre, imparatorluğun doğal kaynakları o zamana kadar sermaye darlığı nedeniyle işlenip pazarlanamamış, bu yüzden gelişemeyen ihracat da osmanlıların satın alma gücünü sınırlamıştı. İzmir Ticaret Bankası, vereceği düşük faizli kredilerle bölgedeki para kıtlığına çözüm getirecek ve İmparatorluğun İngiliz malları için bir pazar olarak gelişmesine katkıda bulunacaktı. (3)
"Anadolu'nun en değerli ürünleri İzmir'de toplandığı için" (4) bankanın merkezi olarak bu sehir seçilmişti. Londra'daki şube İngiliz ihracatçılarına Osmanlı İmparatorluğu'nda verilen senetlerin paraya çevrilmesi için gerekli olanakları sağlayacak, İmparatorluğun çesitli yerlerindeki şubeler ise para ve senetlerin hızla ve güvenle dolaşımına aracılık edeceklerdi. Böylece iç bölgelerde para ve kıymetlı maden taşıma zorunluluğu ortadan kalkacaktı. Girişimciler, yerel tüccarların iç bölgelerdeki etkinliklerine son vermek için İngiliz tüccarlarına yardım etmeyi de planlıyorlardı. Buna ek olarak, yerel tüccarların tasarruflarının zamanla bankanın kasasına akacağını da umuyorlardı. (5)
İngiliz Ticaret Bakanlığı birinci dilekçeye itiraz ederken belli başlı üç neden daha öne sürmüştü. Bunlardan birincisi, Osmanlı hükümetinden izin almadan böyle bir girişimin onaylanmasının uygun olmayacağıydı. Girişimciler buna cevap olarak, banka kurulmadan önce izin istenirse Babiali'nin ya izin vermeyeceğini ya da kendilerini uzun süre oyalayacağını ileri sürdüler. İstanbul'da Osmanlı maliyesi üzerinde etkisi olan bir takım kişiler imparatorluğun mali sistemindeki düzensizlikleri gidermeyi amaçlayan böyle bir kuruluşu engellemeye çalışacaklardı. Çünkü ülkeye ve ticarete sonsuz zarar veren bu düzensizlikler, kendilerine çesitli kazanç imkanları açmıştı. Ama, bankanın kuruluşu tamamlandıktan sonra ülkeye sağlayacağı yararlar, Babiali'nin kuşkularını giderecek, 'değil izin her türlü yardımın alınmasını kolaylaştıracak'tı. (6)
İngiliz Ticaret Bakanlığı'nın itirazina yol açan 2. neden böyle ayrıcalıklarla ve resmi destekle güçlendirilmiş bir İngiliz firmasının diğer Avrupa hükümetlerinin tepkisine yol açma olasılığıydı. Girişimcilerse İngiliz hükümetinden istenen desteğin kendilerine herhangi bir ayrıcalık vermeyeceğini, tam tersine, tek isteklerinin Osmanlı İmparatorluğu'nda diğer ülkelerin koruması altında çalışan firmalarla eşit düzeye gelmek olduğunu savundular. (7)
3.olarak, Ticaret Bakanlığı, ITB'nin İngiliz ticaretinde tekelci bir konum edinmesi tehlikesinden bahsetmiş, bunun da İngiliz tüccarlarının rekabete dayalı çıkarlarını olumsuz yönde etkileyebileceğine değinmişti. Kurucular, bankacılık dışında hiçbir faaliyete katılmayı planlamadıklarını, zaten müşteri olarak çekmeye çalıştıkları tüccarlarla rekabete girişimlerinin anlamsız olacağını söylediler. Ek bir güvence olarak, kendilerine ticari nitelikteki tüm faaliyetleri yasaklayan bir genelgeye uyacaklarini bunun tesbiti için de hesaplarının belli aralıklarla İngiliz hükümeti tarafından denetlenmesine karşı çıkmayacaklarını belirttiler. (8)
Bu ikinci dilekçede sıralanan gerekçeler Ticaret Bakanlığı'nı olumlu yönde etkilemiş olsa gerek ki 1844 yılının ilk yarısında tüm formaliteler tamamlandı ve ITB Londra'da kuruldu. (9)
Kuruluş belgesi bankanın sermayesini 200 bin sterling olarak belirliyordu. Bu para, 1000'er sterlinlik 200 paya ayrılacaktı. Kuruluş amacı, 'İzmir'de, para basmak dışında her türlü bankacılık işlemini yapmak' şeklinde belirtilmişti. (10)
Bankanın genel yönetim kurulu Londra'da olacak, bu kurul dış ülkelerdeki çalışmaları İzmir'de bulunduracakları bir yerel yönetici aracılığıyla denetleyecekti. IBT, kuruluş biçimi, sermayesinin hacmi ve öngörülen çalışma alanları bakımından dış ülkelerdeki diğer İngiliz bankalarının çok önündeydi. Buradan şunu belirtelim ki, İngiltere'de hükümetinden izin alarak Londra'da kurulma yöntemini, dış ülkelerde ITB'den sonra kurulan bankalar yaygın bir biçimde benimsediler. (11)
Girişimcilerin ilk dilekçesini izleyen yazışmalardan anlaşıldığına göre, ITB hiçbir zaman salt yerel bir banka olarak tasarlanmamıştı. Bankanın geniş kapsamlı bir mali örgüt olarak Osmanlı hükümetine bir çok alanlarda yardım edebileceği ve bu yoldan edineceği siyasi ağirlığını İngiliz hükümetinin yararına sunacağı sık sık belirtilen noktalardandı. (Kupürünü yayınladığımız belge) (12)
(...) Hem girişimciler, hem de İngiliz hükümeti ITB'yi salt bir banka olarak değil, uzun dönemli amaçları yolunda önemli bir araç olarak görüyorlardı. Bu nedenle de İngilizler aynı tarihlerde kendi denetimleri dışında gelişen bankacılık deneyimleriyle hemen hemen hiç ilgilenmediler.
(...) Ne var ki, edindiği çok yönlü güce, İngiltere hükümetinin sagladığı desteğe ve amaçlarıyla İngiltere'nin siyasi/ekonomik çıkarları arasındaki koşutluğa ragmen ITB macerası başarısızlıkla sonuçlandı.
(...) ITB'yi etkisiz kılan asıl unsur, yerel tüccarların bölgedeki ticaret ağları üzerine kurmuş oldukları yaygın denetim gücüydü. Çoğunluğu gayri-müslim olan bu grubun güçlenmesi Napolyon Savaşları sırasında Fransızların Dogu Akdeniz'den çekildiği yıllara rastlar. Bu aracılar, ticaretin yanında her türlü bankacılık işlemlerini görüyorlar ve iltizam anlaşmalarına da geniş bir biçimde katılıyorlardı.
Dipnotlar 1- İzmir Ticaret Bankası ile ilgili belgeler İngiliz Devlet Arşivlerinde (Public Record Office), Ticaret Bakanlığı (Board of Trade) tasnifinde BT 1/569 numaralı dosyada bulunuyor. 2- BT 1/569, Belge (B) 2, s.1,2 3- Ibid. s. 3. 4- Ibid. ve aynı yerde belge 4. 5- Aynı yerde belge 2, s.4. 6- Ibid. s.5. 7- Ibid. s.6. 8- Ibid. s.7. 9- Büyük bir olasılıkla, ITB, Türkiye'de kurulan ilk modern banka niteliğini taşıyordu. ITB ve onun çagdaşı olan İzmir Bankası'ndan söz eden görebildiğim tek kaynak Zafer Toprak'ın Türkiye'de Milli İktisat'ıdır. Bkz. s.135. 10- BT 1/569, B 5. 11- Bkz. A. Baster, 'The Origins of British Banking Expansiyonin the Near East', Economic History Review, Cilt 1, Ekim 1934, s.78. 12- BT 1/569, B 3 (Ticaret Bakanlığı ile ITB'nin kurucuları arasındaki yazışmalar).
İŞTE BELGE'NİN İÇERİĞİ
Türkiye'de Kurulması Düşünülen İngiliz Bankası'na İlişkin Rapor (Kaynak: İngiltere Arşivleri, Board of Trade, Dosya No: B.T. 1/569, Belge no: XC/A 046442 Tarih: 1843)
Türkiye'de kurulması amaçlanan İngiliz Bankası'nın İngiltere'nin bu ülkedeki siyasal etkisinin artmasına katkıda bulunacağı bildirilmektedir. Asağıdaki notların dikkate alınması önerilmektedir.
1- Dünyanın hiçbir ülkesinde sermayenin gücü herhangi bir mali düzenin olmadığı ve devlet görevlileri arasında rüşvetin yaygın olduğu Türkiye'deki kadar fazla değildir.
2- Sözkonusu Banka, Türkiye Hükümeti'ne önemli miktarlarda mali yardımda bulunabilecektir; bu durum da bir siyasi etkinlik kaynağı oluşturacaktır.
3- en önemli devlet görevlileri genellikle olmasa da sık sık en fazla parayı verenin eline geçmektedir; bankanın bu atamalar üzerinde ara sıra dolaylı bir etkisi olabilir.
4- Türkiye İmparatorluğu'nda devlet gelirleri son derece yetersiz bir biçimde toplanmakta, tahsildarların spekülasyonları nedeniyle ortaya büyük kayıplar çıkmaktadir. En önemli yörelerde banka devlet gelirlerinin toplanmasına yardım ederek Babiali'ye önemli yardımlarda bulunabilir.
5- Banka yüksek devlet görevlilerinin hesaplarını tutarak onlara önemli kolaylıklar sağlayacaktır.
6- Halen bu işi yapmakta olan özel firmalardan daha büyük kolaylıklar sağlayacağı için, Mısır vergisi, banka yoluyla Türkiye'ye aktarılabilecektir.
7- Büyük bir olasılıkla Banka, Babiali'den özel bir imtiyaz elde ederek Türkiye'de toprak tutma hakkını sağlayabilecektir. Yukarıdaki en önemli noktalara ek olarak, Banka, pek çok diğer vesileyle de Türkiye'deki İngiliz siyasal etkisinin artmasına katkıda bulunabilecektir.
Kaynak: Reşat Kasaba. Tarih ve Toplum. Temmuz 1987. shf: 57-58.
Osmanlı dış borçlarının ve bunu idâre eden birimin adı. İlk dış borç, 1854 Kırım Savaşından sonra alındı. Osmanlı Devleti, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânına geldiğinde, ağır dış borçlar altında ezilme mevkindeydi. Akıllı tedbirlerle belli bir zaman içerisinde bu borçlar ödenebilirdi. Lâkin 93 Harbi (1877-78) hezîmeti, devleti iflâsın eşiğine getirdi. Devlet, en verimli topraklarını kaybetti. Akın akın gelen göçmenlerin sayısı bir milyona ulaştı. Bu kadar göçmeni bir yıl içinde rahata kavuşturmak çok zordu. Bu arada, Rusya’ya ağır tazminât ödeme mecbûriyetiyle karşı karşıya kalındı. Rusya Ağrı kendilerine bırakıldığı takdirde, tazminât hakkından vaz geçebileceğini teklif etti ise de, Sultan Abdülhamîd Han bu teklifi kesinlikle reddetti. Eğer Sultan Abdülhamîd Han Ayastefanos Antlaşmasındaki tazminâtı Berlin Muâhedesi ile düşürmemiş olsaydı, devlet daha o sırada batabilirdi. Ordunun durumu ise perişan bir vaziyetteydi. Emperyalist Avrupa devletleri yıllardır peşinde koştukları emellerine ulaşmak üzereydi. Onlar dış baskıların çemberi içerisinde sıkışan imparatorluğu borç bataklığı içinde boğmak istiyorlardı. İşte İkinci Abdülhamîd Hanın devraldığı mâlî durum bu idi.
1875 yılında borçları ödeyebilmek için rüsûm-ı sitte idâresi faaliyete konuldu ise de, bu idâre şekli Avrupalı alacaklıları memnun etmedi. Netîcede Tevhîd-i Düyûn yapılması kararlaştırıldı. Böylece bütün dış borçlar birleştiriliyordu. Devletin bâzı mallar üzerinden aldığı gelir bundan böyle Türkiye Mâliye Nezâreti tarafından değil, ancak Düyûn-i Umûmiye tarafından tahsil edilecekti. Bu durum devlet içinde bağımsız ikinci bir Mâliye Bakanlığı ihdas etmek anlamına geliyordu. Ancak, yapacak başka çâre de kalmamıştı. Düyûn-ı Umûmiyenin yetkisine bırakılan gelirler şunlardı: Tütün, tuz ve ipek vergi gelirleriyle damga pulu ve balık resimleri. Düyûn-ı Umûmiyenin idâre meclisi 7 üyeden müteşekkil olup, bunların üyelik müddeti 5 yıl için idi. Üyelerin ikisi Türk, diğerleri de her birinden birer üye olmak üzere İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı ve İtalyan’dan müteşekkildi. Dış borçların tamâmına yakın bölümü İngiliz ve Fransızlara âit olduğu için, Meclis-i İdâre Başkanlığı yalnız onlardan seçilebilmekteydi. Ancak konseyi teftiş etmek üzere Türklerden meydana gelen fevkalâde bir müfettiş heyeti de bulunuyordu.
3 Ekim 1880 yılında Muharrem Kararnâmesi İstanbul’daki büyük devletlerin elçilerine tebliğ edildi. Düyûn-ı Umûmiye ile Türkiye rahat bir nefes almaya ve borçlarını ödemeye başlamıştı. Bu târihte devletin dış borçlarının toplam fâizleri ile birlikte 280 milyon tutarındaydı. Rusya’ya harp tazminâtı ise bu hesâbın dışında kalıyordu. Muharrem Kararnâmesi ile bu borçlar 117 milyona kadar düşürüldü. Bu muazzam başarı Sultan Abdülhamîd Hanın şahsî kâbiliyeti ve akıllı siyâseti sâyesinde sağlanmaştı.
Düyûn-ı Umûmiye, devletin sonuna kadar devâm etti. Son derece muntazam bir idâre olan Düyûn-ı Umûmiye, gerçi devlet içinde devlet olan ikinci bir mâliye gibiydi. Ancak Türk dış borçlarının ödenmesi için başka imkân kalmamıştı. Aynı zamanda Avrupa devletlerinin yıllardan beri alışılagelmiş tatsız müdâhalelerine de bu sâyede son verilmişti. Birçok gelirini Düyûn-ı Umûmiyeye bırakan devletin sıkıntıya düşmesi kaçınılamazdı ki, bu sıkıntılarla zaman zaman karşı karşıya kalındı. Memur ve asker maaşları iki ayda bir ödenmeye başlandı. Yalnız o devirde hiçbir zaman pahalılık ve sıkıntı görülmedi.
Konuyla ilgili detaylı değerlendirme ve açıklamalarda bulunmadan önce, kütüphane, kütüphanecilik, kütüphane tarihçesi vb. konular hakkında bilgi vererek konuya başlamak istiyorum. Arapça ‘ketb-ﮐﺗﺐ’1 kökünden türeyip, isim şeklinde Farsça ‘hane-ﺧﺎﻨﻪ’ ismiyle birleşerek oluşan bir Farsça-Arapça bileşik isimdir. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügatı, K maddesinin 642 sayfasında ‘kütüphane’ sözcüğü şöyle açıklanmaktadır: “1. Kitaplık, 2. Kitapsaray”.
Dil Derneği yayınları arasında basılan Türkçe Sözlük’te kütüphane: ‘1. Kitaplık, 2. (eski) Kitap satılan dükkan, kitap evi’ olarak ifade edilmektedir2.
Türk Dil Kurumu’nun basmış olduğu sözlükte ise, Dil Derneği’nin yayınladığı sözlükteki anlamlarıyla ayni gözükmektedir3. Bir diğer ansiklopedi de ise: “araştırma, müracaat ve okumak için kitap ve benzeri materyallerin toplandığı, saklandığı ve okuyucunun istifadesine sunulduğu yer” olarak açıklanmaktadır4
Daha geniş bir anlamı verilen ansiklopedilerdeki anlamlarına bir bakacak olursak, örneğin, Cem Büyük Ansiklopedi’sinde: ‘Kitapların bulunduğu, korunduğu, bakımının sağlandığı, kamu kullanımına açıldığı salon ya da bina’5 olarak ifade edilirken, Ana Britannica’da: ‘okur ve araştırmacılar tarafından kullanılmak üzere oluşturulmuş kitap kolleksiyonu ve bu tür bir kolleksiyonu barındıran mekan ya da yapı’6 şeklinde açıklanmıştır. Bir diğer ansiklopedi olan Hachette’de ise: ‘belge kolleksiyonu, insanlığın bilgi birikiminin korunma simgesi, görsel-işitsel araçlar ve bilgisayar çağında geçerli olan pllar, fotoğraflar, filmler, video kasetler, haritalar, grafikler, işitsel isk vb. materyallerin saklandığı yerler’7 olarak açıklanmaktadır.
Son olarak Okyanus Türkçe sözlükte de: ‘1. Devlet tarafından veya özel olarak, kitap veya benzeri gereçlerin toplandığı, saklandığı ve özellikle yararlanmaya sunulduğu veya ödünç verildiği yer 2. Kitap satılan dükkan 3. Kitap odası 4. Kitap dolabı 5. Belli bir düzene göre sınıflandırılmış kitaplardan meydana gelen bütün 6. Belirli bir çevrenin veya herkesin faydalanması için belli bir amaca göre planlı şekilde kitap, dergi gibi her çeşit basılı malzeme toplayan ve bunları elverişli bir organizasyonla okuyuculara sunan kuruluş’8” olarak daha genişce anlatılmaktadır.
Görülmektedir ki gerek sözlük ve gerekse de ansiklopedilerde ‘kütüphane’ sözcüğünü hemen hemen benzer anlamlarda kullanıldığına şahit olmaktayız. Dolayısıyla kısaca yukarıda ifade ettiğimiz ‘kütüphane’ sözcüğünün biraz farklı kullanım şekillerini yine Türk Dil Kurumu’nun çıkarmış olduğu sözlüğün ‘kütüphaneci ve kütüphanecilik’9 başlıkları altında verildiğini görürüz. Elbette ki söz konusu kütüphane kavramı, emekleme döneminden günümüze kadarki sürede kendine ait terimlerini de oluşturmak suretiyle geniş bir alana yayılmıştır10. Buradan hareketle konumuza kütüphanenin tarihçesiyle devam edersek, kütüphanelerin kökeninin kayıt tutma uygulamasına dayandığını görmekteyiz11. Yaklaşık İÖ (MÖ) 3. bin yıllarda Babil kenti Nippur’da kil tabletlerindeki kayıtların bir tapınakta saklandığı bilinmektedir12. Nippur söz konusu tarihlerde Ön-Türklerin yurt kurma alanlarından birisi olarak değerlendirilmektedir13. Özellikle belirtmek gerekir ki Sümerler’in, Mezopotamya’ya gelişleriyle14 başlayan süreçte, ‘mabet sosyalizm’‘i denen bir tür ilkel sosyalizm sistemiyle yönettikleri şehirlerinin doğal bir kazanımı sunucunda keşfettikleri çivi yazısı sayesinde, insanlık tarihine önemli bir katkı koymuşladır15 ve günümüze kadar tabletlerin gelmesine öncülük etmişlerdir. Yine İÖ (MÖ) 7. yüzyılda Asur kralı Asurbanipal’in16 topladığı kolleksiyondan günümüze kadar ulaşan tabletler mevcuttur17.
Genel anlamda bilinen ilk kütüphaneler, İÖ eski Yunan dönemi tapınaklarında felsefe okullarında oluşturulan kitap depoları sayılabilir18. İlkçağın bilinen kütüphaneleri arasında Aristoteles Kütüphanesi, İskenderiye Kütüphanesi, Pergamon (Bergama) Kütüphanesi, Roma’daki Bibliotheca Ulpia ve I. (Büyük) Costantinus’un İS İstanbul’da kurduğu İmparatorluk Kütüphanesi sayılabilir. Diğer taraftan uzak doğu ülkelerinden özellikle Çin’de kayıt tutma geleneğiyle bütünleşen, derleme belge ve kitapların depolanması köklü bir gelenek olarak bilinmektedir19.
Öte yandan Türklerde ilk kütüphanenin Uygurlar tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir. Yapılan Turfan20 ve Karahoça21 kazılarında 30 bin kadar yazma çıkarılmıştır22. Ligeti’nin “Bilinmeyen İç Asya” adlı kitabından söz konusu yazmaların Batı’ya taşındığını öğrenmekteyiz23. İslamiyetin kabulüyle daha da sistemli bir hale gelen kütüphane fikrinin ilk uygulamasını ilk İslam devletinden birisi olan Gaznelilerde24 görmek mümkündür. Gazneli Mahmut’un kurduğu saray kütüphanesi dönemin en bilineniydi25. Elbette ki İslam’ın bilime ve bilimadamlarına önem vermesi sonucu bütün İslam devletlerinde kütüphaneler gelişti ve büyüdü26. Burada özellikle İslam’ın temel yapı taşı olan Kuran-ı Kerim’de geçen Zümer Suresi’nin 9. ayetinde mealen: “De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?” ile Nahl Suresi’nin 43. ayetinde mealen: “Şayet bilmiyorsanız ilim ehline sorunuz ?” gibi ayetlerin olması bilimin önemini açıkca vurguladığı ifade edilmektedir27. Hatta bizzat Hz. Muhammed’in “ilim ve hikmet, mü’minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın” ve “İlmi beşikten mezara kadar tahsil ediniz” gibi söylediği sözler Müslümanlarca emir telakki edilmiş ve ilk medrese28 Mescid-i Nebi’nin yanındaki “Suffe” denilen yerden yararlanıldı29. Özellikle bu döneme ilişkin Merv’deki kültürel gelişmeleri dikkate almalıyız30.
İslamiyetin en iyi uygulama sahalarından birisi olan Osmanlılarda kütüphane kavramında vakıf olgusu önemli yer tutmaktadır31. Medreselerin gelişimiyle doğru orantılı olarak kütüphane kavramının kapsamının genişlediğini söyleyebiliriz32. Önceleri camilerin yanında kurulan medreseler özellikle Fatih döneminde geniş çaplı eğitim kurumlarına dönüşerek görevini sürdürdü33. Aslında İznik’te kurulan ilk medreseyi Bursa’daki medreseler izlemesine rağmen oralarda kütüphane bulunduğuna dair detaylı bilgi bulunmamaktadır34. I. Murad’dan başlayarak ilk modern kütüphane olan Beyazıt Kütüphanesine kadarki süreçte kütüphaneler gelişti ve çeşitlendi35. Özellikle XVII. asrın sonlarına doğru açık medreselere, tekke kütüphanelerine ve türbe kütüphanelerine müstakil kütüphaneler de eklendi (Köprülü Kütüphanesi)36.
Kısa kütüphane tarihçesinin ardından Sultan II. Mahmut’un37 yapmış olduğu idari ıslahatlara38 göz atmamız gerekmektedir. Zira II. Mahmut döneminde yapılan idari düzenlemeler, konumuzla yakınen ilişkilidir. Özellikle bu dönemde vakıfla bağlantılı olan kütüphaneleri ilgilendiren meselelerde köklü değişikliklere gidildiği görülmektedir39. Bu dönemde kütüphanelerin kontrolü ve sayımı vb. (kitap tamiri, ciltlenmesi, personel vb. gibi) çalışmalar yapılmış ve kurulan Evkaf-ı Hümayun Nezaretiyle de bu kontrollerin en üst seviyesine ulaştığı görülmüştür40. Bir başka değişle kütüphanelerin söz konusu kuruma bağlanmasıyla büyük bir ivme kazandığını, geliştiğini ve yavaş yavaş gerçek hüviyetine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Yine bu dönemde İstanbul dışında kütüphanelerin kuruluşunun Tanzimat Fermanı ile mümkün olduğunu görmekteyiz41. Sultan II. Mahmut Kütüphanesi de, Osmanlı toprakları içerisinde bu çerçevede kurulmuş bir kütüphaneydi. Bizzat Sultan Mahmut tarafından Kıbrıs Mutasarrıfı (valisi) Ali Ruhi Efendi’ye gönderilen bir fermanla42 müstakil bir kütüphanenin kurulmasını emretmiştir. Mutasarrıf Ali Ruhi de binanın hazırlanmasına, kütüphanenin düzenlenmesine ve halkın hizmetine açılmasını sağlama görevini Kıbrıs’ın ilk Hafız-ı Kütüb’ü olacak olan Hasan Hilmi Efendi’ye verir43. İsmet Parmaksızoğlu “Kıbrıs Sultan İkinci Mahmud Kütüphanesi44” adlı kitabında, söz konusu kütüphanenin inşasına45 ait masrafların, memur maaşlarının ve diğer masrafların Sultan II. Mahmut’un bizzat kendi gelirinden karşılandığını belirtmektedir46. Buna ilaveten yine ayni masraflara katkı koymak amacıyla Mutasarrıf Ali Ruhi Efendi, El-Hac Ömer Efendi gibi kişiler ya vakfiye yaparak gelirlerini kütüphaneye bağışlamışlar ya da kitap, rahle vb. bağışlarla kütüphanenin güçlenmesini sağlamaya çalışmışlardır47.
Yine Parmaksızoğlu söz konusu kitabında, Sultan II. Mahmut Kütüphanesi’nin Türk kütüphanecilik tarihi açısından önemli bir yer tuttuğuna işaret etmektedir48. Bunu doğrular nitelikteki bulgulara Servet Sami Dedeçay’ın “Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklere Ait Kütüphaneler ve Kitabevleri” adlı kitabında ve 1955-60 yılları arasında Bristish Council Kütüphanesi’nde kütüphaneci olarak görev yapan Edward R. Reid-Smith’in “Books and Libraries” adlı kitabında rastlamaktayız.
Edward, Kıbrıslı Türklerin o dönemde açık sadece 2 kütüphanesinin (Sultan II. Mahmut Kütüphanesi ile Halk Kütüphanesi) olduğunu belirtirken, Servet Sami de Sultan Mahmut’a kadar yani; 1829 yılına kadar ki kütüphanelerin cami, tekke ve medrese içlerinde 100’ü geçmeyen kitaptan oluşan kütüphaneler olduğundan bahsetmektedir.
Parmaksızoğlu Kıbrıs fethi sonrasındaki konu ile ilgili gelişmeleri anlatmakta ve kitabında şöyle demektedir: “Lefkoşa’nın fethinden 150 yıl sonra yapılan bir sayımda bu şehirde 4.000 hane, 16 mahalle, 2 cami-i kebir, 2 cami, 14 mescit, 3, medrese, 4 tekke ve zaviye, 5 hamam, 31 çeşme gibi amme kurumları arasında 6 kütüphanenin de bulunması, Lefkoşa’nın sosyal hayatının övünülecek bir ölçüde geliştiğini göstermektedir”. Yazarın kitabından devamla, Lefkoşa’daki kütüphanelerin H. 1244 (M. 1829)’de yeniden bir revizyona tabi tutulduğundan, önceleri kütüphane-i amire adıyla kurulan kütüphanenin daha sonra halk tarafından isminin değiştirildiğinden bahsetmektedir49.
Servet Sami ise, söz konusu kitabında Kıbrıs’ta kurulan kütüphaneler hakkında kısaca bilgi verdikten sonra Osmanlılar dönemine ilişkin şu bilgileri aktarmaktadır: “Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethine kadarki süre içinde, özel kişilere veya Rum ve Latin manastırlarına ait kütüphaneler mevcut olmuş ise de, bu kütüphaneler fetih sırasında ve fetihten hemen sonra, Kıbrıs’ın Rum Ostodoks halkı tarafından ya yağmalanır, ya bulundukları binalarla birlikte tahrip edilirler ya da yakılıp yıkılırlar. Böylelikle, Osmanlı devrinin Kıbrıs’ta başlamasıyla adada hiçbir Latin veya Frank kütüphanesi kalmaz. Ama Rum Ortodoks manastırlarındaki el yazması belgeler ve kitaplar korunur. Kıbrıs’ın en eski kütüphanesinin XI. Asrın sonlarına doğru Cikko Manastırı’nda kurulmuş söyleniyor ise de, 1365, 1542, 1751 ve 1813 yıllarında manastırda çıkan her yangında manastır kütüphanesinin de tamamen yanması önlenemez.”. Servet Sami’nin yapmış olduğu bir diğer tesbite göre ise, adada tek yangın geçirmeyen kütüphane olan Sultan II. Mahmut Kütüphanesi, Feneromeni Kilisesi Kütüphanesi’nin kurulmasına da önderlik ettiğini ifade etmektedir50.
Yine Sultan II. Mahmut Kütüphanesi’nin mimari özellikleri ilgili detaylı bilgileri de Parmaksızoğlu’nun kitabından ziyade Röleve ve Restorasyon Dergisi’nin II. sayısında bulmak mümkünüdür51. Kütüphanenin şimdiki durumuna nasıl geldiği ve diğer konulara (ahşap ve taş kitabe52, orada yapılan törenler, bina üzerine yazan ‘Maşallah’ tabiri vb.) ilişkin diğer detaylı bilgiyi ise hazırlanmakta olan bir başka eserde bulmak mümkündür53. Kütüphanenin iç mekan özellikleri arasında en ilgi çekici yanı, kuşkusuz “Şairü’l-Şuara” ünvanını almasına hak kazandıran 4854 beyitlik şair Hoca Hilmi Efendi’nin55 kasidesidir56. Parmaksızoğlu, şair Hilmi Efendi’nin kasidesiyle kütüphanenin kuruluş tarihini düşürdüğünü şu beyitlerle tesbit etmiştir: Simâh-ı cevherînden eyledim tarihini tahrîr Fünûn ü ‘ilmile şâd oldı bu valâ kütübhâne57
Kütüphane İngiliz döneminde de bir takım çalışmalara örnek teşkil etmiş ve öncelikle Vali Konağı’nda kütüphane kurulmasına çalışılmış ardından da Kıbrıs’ta kulüp kütüphaneleri ile özel kişilerin kütüphane kurması teşvik edilmiştir58. Türkler açısından ise, Servet Sami’nin tesbitine göre, 1953 yılına kadarki dönemde Sultan II. Mahmut Kütüphanesi dışında ciddi anlamda kurduğu kütüphane yok denecek kadar az olduğundan bahsetmektedir59. Bunun da sebeplerini şöyle sıralamaktadır:
Politik ortamın sürekli istikrarsızlığı, Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin eğitim düzeyinin noksanlığı, Varlıklı Türk sayısının azlığı. Görülmektedir ki Sultan II. Mahmut Kütüphanesi dışında ciddi bir kütüphanesi bulunmadığı gibi ona da sahip çıkamayan Kıbrıslı Türklerin durumu yerel basında da ortaya konulmakta ve soruna çeşitli çareler aranmaktadır. 1920’lerden bu yana konuyla ilgili birçok makaleler yayınlanmış olup içlerinden bazılarını aşağıya almak suretiyle konuya açıklık getirmeye çalışacağım60.
Doğru Yol Gazetesi’nin61 12 Nisan 1920 tarihli ve “Raşit Ahmet” isimli kişi tarafından “Kütüphaneler ve Fevaidi [yararları]” adlı yazılan makalede konu şöyle anlatılmaktadır; “şimdiye kadar birçok ihtiyacat-ı medeniyyetimiz arasında en ziyade ihmal ettiğimiz hayati bir meselede bir kütüphane-i milli tesisine atf-ı ehemmiyyet etmediğimizdir. Ümit ederiz ki erbab-ı ilm ve servet bu meseleyi layık olduğu ehemmiyyetle telakki ederek teşkil ve tesis için sarf-ı gayret edecektir. Bizim kanaatimiz o merkezdedir ki bu maksad-ı mühimm için teşkil edecek bir cemiyyet, bir program dairesinde ibraz-ı faaliyyet ederse, az zaman zarfında memleket için vücuda elzem olan böyle bir müessesenin vaz‘ esasına muvaffakiyyet elverecektir. Bu uğurda ilk hatveyi atacak olanlar bu memleketin münci-i hakikileri olacakları vareste-i beyandır.”
Yine ayni gazetenin62 20 Aralık 1920 tarihli ve “Mehmet Remzi” imzalı ve “Cennet-mekan Sultan Mahmud-ı Ali ve Kütüphanesi” başlıklı makalesinde şöyle demektedir: “kütübhane-i Ali’yi ziyaret edenler cidden kalplerinde acı ızdıraplar hissederler. Kütüphanede ne oturmaya layık bir mahal ve ne de intizama delalet edecek bir eser meşhuddur. Kütüphane bucaklarında fersudelenmiş yüzlerce kitaplar bulunduğu gibi teneffüs odasında da bundan daha asar-ı muhalledenin parçalanıp dağıtıldığı kemal-i teessüfle müşahede olunmaktadır. Kütüphane kapısının üst tarafında büyük itina ve ihtimamlarla yerleştirilen mahkuk taşlar yere düşüp parçalanmıştır. Mümkün ise riyasetiniz tahtında bir komisyonun teşkili ile kütüphane-i mezkurun hal-i muhtazam asliyyesine vaz‘ı hususunda delalet ve himmetinizi taşnekan-ı ilm ve irfan namına rica eyleriz. Taht-ı riyasetinizde teşekkül edecek komisyon elbette buna bir çare-i hal bulur ve bu memlekete unutulmaz bir fiil-i hayr temin etmiş olursunuz.” Bir diğer gazete küpürüne Kıbrıs Vakıflar İdaresi arşivinde rastlamakta ve geçen süre zarfında yerel basında yapılan telkinlerin etkisinin geç de olsa gösterdiğini anlamaktayız63. 1927 yılına ait “Sultan’s Library, Librarians Appointment Of” adlı dosyada Birlik Gazetesi’nden alınma küpürde, kütüphane hakkında şunlar yazılıdır: “ahiran şehrimizi teşrif ve vilayet dairesinde misafir bulunan İngiltere Hariciyye Nezareti mensubininden hafız-ı kütüb Mister Gaselee Sultan Mahmut Kütüphanesi’ni ziyaret eylediklerinde gördükleri tertip, temizlik ve intizama hayran oldular ve böyle bir kütüphaneye İslam aleminde ilk defa tesadüf ettiklerini bi’l-beyan Evkaf İdaresi’ni ve hafız-ı kütübü tahriren takdir ve tebrik ettiler.” Görülmektedir ki ziyaret öncesinde yapılan hazırlıklar arasında kütüphaneci münhallerinin açılması önemli bir yer tutmakta idi. Evkaf delegesi Münir Bey tarafından Koloniyal Sekreterliği’ne yazılan 8 Aralık 1927 tarihli resmi yazıda, ihtiyaç olan münhallerin doldurulması istenmiş ve 16 Nisan 1927 tarihinden itibaren geçici olarak görev ifa eden M. Ratip Efendi ile 1 Ekim 1927’den itibaren geçici görev ifa eden Ahmet Fehim Ali Efendi’nin atanması önerilmiştir64. Koloniyal Sekreterliği’nden de 997/07 no’lu yazıyla gelen cevapta, bu istek olumlu karşılanmış ve atamalar onaylanmıştır65.
Kütüphaneyi ziyaret eden Mister Gaselee’nin mennuniyetini yazdığı mektupla bizzat bildirmesi, yapılan hazırlıkların olumlu olduğunu teyit etmesi açısından önemlidir. Söz konusu Gaselee’nin Evkaf delegesi Münir Bey’e yazdığı mektup aynen şöyledir:
“8 Nisan 1928 Hükümet Binası-Kıbrıs Azizim Münir Bey, Cuma günü bize kütüphaneyle diğer merak konusu şeyleri gösterdiğiniz için lütfen benim ve eşimin en iyi teşekkürlerini kabul buyurunuz. Kütüphanecinizin yaptığı işten cidden çok etkilendim ve gerçekten Londra’ya geldiğiniz zaman Batılı oryantalistlerin bildiği sonucu nasıl yapabileceğimiz hakkında düşünmeliyiz. Londra’daki adresim kolay ve hatırlanabilir. Nasıl olmasa Dışişleri beni her zaman bulabilir; bana gelişinizi bildireceğinizi umarım. Birlikte yemeğe çıkıp bir Bridge oyunu oynamalıyız ve belki de size başka yönden de faydalı olabilirim. Tekrar, tekrar teşekkür ediyorum, lütfen inanınız. Saygılarımla
Stephen Gaselee”
İngiliz döneminde kütüphane ile içerisindeki kitapların tamirat geçirdiğini görmekteyiz66. Kütüphanenin tamiratı sırasında matbu ve yazma kitapların zarar görmemesi maksadıyla taşınması67 ve içlerinde tamire muhtaç olanların Kıbrıs Müzesi’ne taşınması için 350 İngiliz Pound’luk bir meblağa ihtiyaç duyulduğunu yine ayni dosya içerisinde bulunan belgelerden anlamaktayız68.
Kıbrıs sahip olduğu her türlü yeraltı ve yerüstü zenginliğinin 19. yy’dan başlayarak 20. yy’da yoğunlaşan süreçte69, günümüzde de farklı şekilde varlığını sürdürdüğünü basında yer alan haberlerden anlamaktayız. İşte bu noktada konumuzla bağlantılı 17 Kasım 1997 tarihli Ortam Gazetesi’nde “Selimiye Yağmalanıyor” başlıklı çıkan haber, hem kütüphane hemde içerindeki kitaplar için bir dönüm noktası olmuştur. Gerçi hala daha kütüphane için gerekli çalışamalrın yetersizliği ortadayken, içerindeki kitapların akıbeti kütüphanenin ki gibi olmadı. Basına yansıyan haberlere müteakiben birbirini izleyen resmi yaşızmaların ardından, KKTC Milli Arşiv ve Araştırma Dairesi’nde oluşturulan özel bir odada toplanan bütün matbu ve yazma kitaplar, bugün hala da orada varlığını sürdürmekte ve gerekli işlemlerin ardından orjinal yerine dönüş vizesini almayı beklemektedir.
O günkü koşullarda Milli Arşiv’e taşınan kitapların sayısı itibariyle bakıldığında karşımıza çelişkili kitap sayıları çıkmatadır.
Parmaksızoğlu Kütüphaneye kitap bağışlayanların isimleri ve bağışlanan kitap sayılarını şöyle vermektedir:
Sultan Mahmut 80 cilt Berber-zade Hacı Mustafa Hulusi Efendi 80 cilt Ali Ruhi Efendi 19 kalem eşya ve Kur’an-ı Kerim Kethüda Bey 2 parça eşya ve 1 cilt Seyyit Haci Mehmet Ağa 1 cilt Şeyhü’s-Seb‘a Kütüphanesi 67 cilt Hacı Hüseyin Efendi 2 cilt Ayasofya Kütüphanesi 14 cilt Arap Ahmet Paşa Kütüphanesi 11 cilt Meçhul 18 cilt Tekeli Garra Efendi 8 cilt Bakkal-zade 11 cilt Karakaş-zade Hacı Osman Efendi 11 cilt Kutup Osman Efendi; Şeyh Hacı Mehmet Efendi 5 cilt Tıfli Efendi; Bulgari Eefndi 223 cilt Kıbrısi Şeyh-zade Hacı Mustafa Efendi 78 cilt Kıbrısi Hacı Ömer Efendi 28 cilt Kıbrısi Hacı Ömer Efendi adına 3 cilt Hacı Mustafa-zade Seyyit Ali Efendi 33 cilt Ali Bahri Efendi 13 cilt Bakkal-zade 50 cilt Karakaş-zade Osman Efendi 98 cilt Kıbrıs Müftüsü Hasan Hilmi Efendi 35 cilt Kıbrısi Hacı Ömer Efendi adına 186 cilt Kıbrısi Hacı Ömer Efendi adına 90 cilt Hacı Sadık Efendi 26 cilt
Parmaksızoğlu’na göre toplam 1173 adet olan kitap sayısı, Servet Samiye’göre 1182 adettir. Kıbrıs İslam Yazmaları Kataloğu’ndaki kitap sayısı ise 1800 civarından verilmektedir. Şahsımın yaptığı araştırmadaki tesbitime göre 1632 ve kayıtsız ilave 158 adetle toplam 1790 adet kitaptır70. Yine ayni dosyada bulunan 8 no’lu belgede 17 adet eksik kitabın isimleri de verilmektedir. Yine Servet Sami söz konusu kitabında kütüphanede farklı zamanlarda yapılan kitap sayılarını da şöyle vermektedir:
1958’de, 1500 kadar kitap, 1964’de, 1600 kadar kitap, 1967’de 1887 kitap bunların 30 tanesi el yazması, 1968’de 1877 kitap, 1975’te 1638 kitap, 1990’da 1861 kitap. Görülmektedir ki farklı farklı kitap sayılarının çıkması kütüpphane içerisindeki kitapların kaybolmasıyla ilişkili olabileceği gibi, yapılan bağışlarla da olabilmektedir. Ancak burada gerek Parmaksızoğlu ile Servet Sami ve gerekse de Kıbrıs İslam Yazmaları Katoloğu’nu hazarlayanların71 yararlandıkları kaynağın kütüphanenin vakıf defteri olduğu benzer ifadelerle teyit edilmektedir. Ancak kendi tesbitime göre orjinal kütüphaneye ait kitap listesini karşılaştırdığım zaman, diğerlerinin başlagıçlarıyla yani; ilk bağışlayanın ismiyle, hatta kitap sayılarıyla bile uyuşmadığı görülmektedir. Örneğin tarafımdan tesbiti yapılan ve Kıbrıs Şeyh-zade El-Hac Mustafa Efendi ile başlayan kayıttaki orjinal kitap listesi, diğerlerinde Sultan II. Mauhmut’un bağışladığını görmekteyiz. Daha da garibi ise verilen kitap sayıların ayni isimle olmasına rağmen farklı olmasıdır72.
Tesbitini yaptığın bir başka kütüphane listesinde ise sayı 1649 olarak verilmektedir. Söz konusu 1927 ve 1929 yıllarına ait olan liste defterleri 33 cm uzunluğunda ve 21 cm genişliğinde olup, biri 40 diğeri de 45 yapraklıdır. Konu başlıklarına göre ve güzel bir rika yazısıyla tutulmuş iki ayrı deftere farklı tarihlerde kayıt yaplmış olan kitapların listesi yanında, kütüphanede bulunan eşyaların detaylı kaydı da verilmektedir.
1927 ile 1929 yıllarına ait kitapların listelerinin tutulduğu defterleri Hafız-ı Kütüb-ı Evvel sıfatıyla Mehmet Ratib73 tarafından tutulmuştur. Mehmet Ratib’in kendi ifadesiyle tuttuğu kayıt şöyledir: “işbu fihritte muharrer bi’l-cümle kütüb ve eşyayı teslim eylediğimizi mübeyyen, işbu mahale şerh ve imza eyleriz. 1 Teşrin-i Evvel 1927”.
Sonuç olarak görülmektedir ki Kıbrıs Türk toplumunun köşe taşı durumundaki Sultan Mahmut Kütüphanesi içerisinde bulunan kitapların sayılarından çok içeriklerinin köklü geçmiş tarihimizle bağlantısından dolayı daha da önem kazanmaktadır. O açıdan günümüzde kitap sayılarının basına yansıyan veya bir başka sebeple azalması içeriklerinden daha az görülse bile yine de bu bize geçmişe sahip çıkamayışımızın ipuçlarını verebilmektedir.
İstanbul, 1453 tarihine kadar birçok defa, çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından kuşatılıp, işgal edildi. Peygamber efendimizin; “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerlerdir” hadîs-i şerîfi, bütün İslâm hükümdar ve kumandanlarının bu şehri fethetmek arzu ve gayretlerini harekete geçiriyordu. Müslümanlar, “Feth-i Mübîn”i gerçekleştirmek için pek çok teşebbüste bulundular.
Onuncu yüzyılda, en son ve mütekâmil din olan İslâmiyet'i büyük topluluklar hâlinde kabul eden Türkler, aynı şevk ve imanla, İstanbul’un fethini ulvî bir gaye olarak benimsediler. Danişmendnâme’deki gazâ menkıbeleri ve kahramanlık destanlarını okuyarak maneviyatlarını yükselten Türkler, askerî ve siyasî harekâtlar için hazırlanıyorlardı. On birinci yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yapılan Selçuklu akınlarının hedefi, İstanbul yolunu tutmaktı.
1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya yerleşen Türkler, iki yıl sonra Marmara Denizinden başka, Boğaziçi’nin Anadolu sahillerine kadar bütün yerlere hakim olup, İstanbul’u tehdide başladılar. Bizanslılar, Papa dahil bütün Hıristiyan devletlerden, Türk-İslâm fütuhatına karşı her türlü yardım talebinde bulundular. On birinci yüzyılın sonlarında, Papalığın öncülüğünde, Hıristiyanlığın mukaddes beldelerini Müslümanlardan kurtarmak ve Türkleri Anadolu’dan atmak için yapılan Haçlı seferleri, İstanbul’un fethini geciktirdi. Osman Gazi (1281-1326) tarafından kurulan Osmanlı Devleti, hükümdar ve askerleri, hadîs-i şerîflerle müjdelenen ulvî gayeyi gerçekleştirmek şerefine mazhar olmak arzusuyla faaliyetlerde bulundular. Osman Gâzinin, ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gazi'ye; “İstanbul’u al gülzâr et” diyerek vasiyette bulunması, İstanbul’un, gönlünde nasıl yer ettiğini göstermesi bakımından pek mânidardır.
İstanbul fethinin “ilâhî bir vaad” olduğu inancını taşıyan Osmanlılar, ısrarla bunun üzerinde durdular. 1391’de Sultan Yıldırım Bayezid Han (1386-1402), şehri kuşattı. Abluka şeklinde devam eden bu kuşatma, İstanbul’da bir Türk garnizonu, mahallesi, cami, mahkeme kurulması ve kadı (hakim) bulundurulması ile her sene on bin altın haraç verilmesi şartıyla kaldırıldı. Bu şartlardan bazılarının, Osmanlıların kuşatmayı kaldırmasından sonra Bizanslılar tarafından yerine getirilmemesi üzerine, İstanbul, 1395’te tekrar kuşatıldı. Haçlıların Niğbolu’ya gelmesi sebebiyle bu kuşatma gevşetildi. Yıldırım Bayezid Han, 1396 Niğbolu Zaferi sonunda,
Bizanslıların Haçlılardan yardım almasını önlemek için Karadeniz sahilindeki Şile’yi zaptedip, Boğaziçi’nde Anadolu (Güzelce) Hisarını yaptırdı. Şehrin teslimini isteyen Bayezid Han, isteği kabul edilmeyince, kuşatmayı tekrar şiddetlendirdi. 1397’de başlayan bu kuşatma neticesinde Bizanslılar, eski antlaşma şartlarını yerine getirmeyi kabul ettiler. Yıldırım Bayezid Hanın son kuşatması, 1400’de başlayıp, Timur Han'ın (1370-1405) Osmanlı hududuna girmesiyle son buldu.
1411’de Şehzade Musa Çelebi’nin şiddetli hücum ve top ateşleriyle başlayan İstanbul kuşatması, Bizans entrikası neticesinde kaldırıldı. 1422 yılında Osmanlı Sultanı İkinci Murad Han (1421-1451) tarafından dört ay kadar süren çok şiddetli taarruzların yapıldığı kuşatmada, her türlü savaş taktiği ve zamanın teknik imkânları kullanıldı. Mihaloğlu Mehmed Bey'in, 10.000 akıncı ile başlattığı kuşatmaya, İkinci Murad Han büyük bir orduyla katıldı. Marmara’dan Haliç’e kadar bütün kara surlarının kuşatıldığı bu seferde, Murad Han, Topkapı ile Edirnekapı üzerinde taarruzlarını sıklaştırdı. Surlara yakın, kalın tahtalardan, üzeri topraklarla örtülen siperler yapıldı. Surların yüksekliğinde demir tekerlekli vasıtalarla hareket ettirilen ahşap yapılı yürüyen kuleler ile surlara yaklaşıldı.
Kuvvetli topçu atışları ve lağım kazılmak suretiyle bütün imkânlar seferber edilerek kuşatma devam ettirildi. İstanbul’un düşmesi, an meselesi hâline geldi. Bizanslılar, kadını erkeği dahil bütün ahali ile şehri savundular. Meşhur Bizans entrikası tatbik edilerek, Anadolu’da Osmanlı’ya karşı ittifak tesis edilince, iki düşmanla uğraşmanın güçlüğünden, kuşatma kaldırıldı. İstanbul’un son kuşatması Fatih Sultan Mehmed Han (1451-1481) tarafından, 1453’te yapıldı.
Osmanlı Türklerinin, Trakya, Boğaz ve Kocaeli Yarımadasını alması ile Bizans, İstanbul dahil birkaç şehirden ibaret kalmıştı. Toprak ve nüfus azlığına rağmen, Avrupa Hıristiyanlarının hâmisi durumunda olan Bizans, Papalığın da desteğini görüyordu. Bizans, kendisi için tehlike kabul ettiği Osmanlı Devletinin zararına çalışmaktan bir an geri durmuyordu. Anadolu Türk Beyleri, Bizans’ın entrikaları ile Osmanlı Devletine taarruz ediyorlardı.
Çocukluğundan itibaren devrin en büyük âlimlerinin önünde diz çöküp manevî bir terbiye alarak, millî kültür ve cihangirlik şuuru içinde yetiştirilen Fatih, daha 1444-1446 seneleri arasında İstanbul’u fethetmek ve böylece manevî müjdelere mazhar olmak idealiyle sabırsızlanıyordu. Bu sebeple, henüz on dokuz yaşındayken 1451’de ikinci defa saltanat tahtına oturur oturmaz, bu büyük idealini gerçekleştirmeye çalıştı. Fetih öncesi Bizans’ın en önemli kuvvet ve ikmal yolu olan deniz yolunu, Osmanlı kontrolü altına almak maksadıyla; Anadolu Hisarının karşısına keşfini bizzat kendisinin yaptığı Rumeli (Boğazkesen) Hisarının yapımını başlattı. Anadolu Hisarı da tamir edilip, top yerleştirildi. Hisar’ın, kulelerinin, kapı ve mazgallarının mevkileri, Mehmed Han tarafından tespit edilip, Çandarlı Halil, Zağanos ve Saruca paşaların, masrafını karşıladığı kuleler yapıldı. Rumeli Hisarının inşaatında, devlet adamları dahil, binlerce işçi ve usta sıkı disiplin altında çalışarak, memleketin her tarafından getirilen inşaat malzemeleri ile, tamamı iki bin metreyi bulan sur ve kuleler, dört ay içinde tamamlandı (1452).
Firuz Ağa kumandasında dört yüz kişilik muhafaza kuvveti ve devrin en güçlü ateşli silâhı topların yerleştirildiği Rumeli hisarının tamamlanmasıyla, Boğaz’ın trafiği kontrol altına alınıp, Sultan Mehmed Hanın fermanıyla da, geçiş talimatı yayınlandı. Fermana göre; “Boğaz’dan her geçen gemi, kaleye belli mesafe yaklaştığında yelkenlerini indirerek, Hisar komutanına, nereden gelip nereye gittiğini, yükünün mahiyetini bildirecek, belli miktar vergi verecek, sonra geçmesine müsaade edilecek, aksi şekilde hareket edenler batırılacaktı”.
Bu talimata uymak istemeyen bir Venedik gemisi, topçu ateşiyle batırılınca, işin ciddiyeti herkes tarafından anlaşıldı. Bizanslılar, iyice sıkıştırılıp, dış dünyayla alâkalarının kesileceğini, Hisar’ın yapımı devam ederken anlayıp, teşebbüse geçmişlerse de İkinci Mehmed Hanın hakimiyet prensibinin esasını teşkil eden şu tarihî cevabı, Bizanslıları daha o anda şaşkına çevirmişti: “Varna Savaşı (1444) esnasında, İmparatorunuz, Macarlarla birlik olup babamın (İkinci Murad Han) Rumeli'ye geçmesine engel olmak istediğinde, babam ne zorluklar çekmişti. Şimdi kendi arazim üzerinde, gönlümün istediğini yapmama karşı gelmeniz için elinizde ne hak, ne de kudret vardır. İki kıyı da benimdir. Anadolu kıyısı benim; çünkü ahalisi Osmanlıdır. Rumeli kıyısı da benimdir; çünkü savunmasını bilmiyorsunuz. Gidiniz, efendinize söyleyiniz, bir daha böyle haberler göndermesin!” Osmanlı Sultanı; Mora’dan gelecek kuvvetlere karşı Turhan Beyi,
Avrupa’dan gelecek kuvvetlere karşı da akıncıları vazîfelendirdi. 1452-1453 kışı, Edirne’de kuşatma hazırlıkları içinde geçti. Büyük toplar dökülüp tecrübe atışları yapıldı. Balistik hesapları bizzât Fâtih tarafından yapılan topların dökümü çok kısa zamanda bitirildi. Osmanlı sultanı, kuşatma hazırlıkları içinde iken, Bizans’a Karadeniz’den Venedik kadırgaları, Cenevizli kaptan Janni Justiniani Langus, Sakızlı Maurise Cantaneo yardıma geldi. Bizans imparatoru şehrin savunmasını Cenevizli kaptan Justiniani’ye verdi. Surun kenarlarında bulunan dolu vaziyetteki hendekler açılıp, yenileri kazıldı. Hendeklerin kazdırılmasında ağır cezalı mahkûmlar çalıştırıldı. Mezarlıklardaki taşlarla surlar takviye ve tamir edildi. Şehrin kapılarının muhafazası, Bizans'a yardıma gelmiş Venedikli ve Cenevizli komutanlara verildi.
Haliç’teki meşhur zincir Venediklilere gerdirilerek şehir, deniz saldırısından korunmaya çalışıldı. Adaların tahkimi ve şehre erzak yığmakla, Bizanslılar, kuşatmaya karşı son savunma hazırlıklarını yaptılar. Bizans ordusu karmakarışık bir yapıya sahipti. Bulgar, İtalyan, Fransız, Moralı, Giritli, Alman ve İngiliz ücretli askerleriyle Bizanslılardan meydana geliyordu. Osmanlı ordusu, bütün sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra 1453 yılı Şubat ayında ağır topçu grubu Edirne’den yola çıkarıldı. Toplar, Rumeli Beylerbeyi Karaca Beyin kumandasında 10.000 kişilik süvariyle iki ayda İstanbul önlerine getirildi. Anadolu ve Rumeli’deki bütün silahlı kuvvetler, Türk-İslâm âleminin her tarafından gelen şeyh, tarîkat pîrleri ve dervişleri ile Aydınoğlu, Karamanoğlu gönüllü kuvvetleri ve Osmanlı hoşgörüsüne hayran Sırp, Macar, Ulah, Alman, Latin, Rum askerlerden meydana gelen Osmanlı ordusunun mevcudu, 125.000 civarındaydı. Devrin en modern silâhlı kuvvetlerine sahip Osmanlı Sultanı İkinci Mehmed Han, yanında Akşemseddin, Akbıyık, Molla Gürânî ve Molla Hüsrev gibi büyük âlimler olduğu halde,
24 Mart Cuma günü Edirne’den hareket etti. Osmanlı kolbaşısı 1 Nisanda Çekmece’ye, 5 Nisanda İstanbul önüne ulaşıp, Bayrampaşa Deresi kenarında Maltepe sırtlarına Otağ-ı Hümâyûn kuruldu. 6 Nisan Cuma günü bütün ordusuyla İstanbul surları önünde Cuma namazını kılan Sultan Mehmed Han, kuşatma hattını kurdu. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar uzanan merkez kuvvetlerinin başında, İkinci Mehmed Han ve Sadrazam Halil Paşa, Cenevizlilere ait Galata sitesi önündeki kuvvetlerin başında Vezir Zağanos Paşa vardı. Karaca, İshak, Mahmud ve Bursalı Ahmed paşalar, surları çepeçevre sarmakla vazifelendirildi. Donanmanın başında Kaptan-ı Deryâ Baltaoğlu Süleyman Paşa bulunuyordu. Vezir Mahmud Paşa, sünnet-i seniyyeye uyularak, şehrin kan dökülmeden teslimi için Bizans imparatoru On birinci Konstantin Dragazes’e elçi gönderildi. İstanbul’un derhal teslimi hâlinde kan dökülmeyeceği, ahâlinin canına, malına hürmet edileceği teklif edildi. Bizans İmparatorunun Osmanlı teklifini reddi üzerine, 6 Nisan Cuma günü harekât başlatıldı.
Osmanlı kuşatma harekâtı başladığında, İstanbul’un nüfusu yetmiş bin civarında olup, Bizans ordusu, ücretli asker ve yardıma gelen Haçlı kuvvetleriyle yirmi bin kadar asker ile elli gemiden meydana geliyordu. Osmanlı topçusunun surları çökerten, kalplere dehşet veren ateşleri, Bizans’ı iyice korkuttu. Bütün ahâlî bu durumda topyekün savunmaya iştirak etti. Beş yüz-altı yüz kilogram gelen mermi ve granit top gülleleri, yüzyıllardan beri bütün haşmetiyle uzanıp yükselen İstanbul surlarında, her patlayışta büyük gedikler açıyordu. Bu gedikler, taze kesilmiş hayvan derileri ile kaplı yün ve kumaş balyaları ile kapatılmaya çalışılıyordu. 12-17 Nisan günleri Osmanlı ordusunun, bilhassa piyadelerinin surlara yaklaşma gayretleri netice vermiyordu. Kuşatma esnasında Bizans İmparatorunun hep yanında bulunmuş olan Nicole Barbaro, günlüğünde Osmanlı askerinin surlara yaklaşma gayretlerini anlatırken:
“Surların dibine kadar sokulan bu askerler, bizim silâhlarımızın zararlarından hiç çekinmiyorlardı. Öldükleri zaman cesetleri arkadaşları tarafından geriye taşınıyordu. Bir Osmanlı ölüsünü orada bırakmamak için, on kişinin seve seve ölümü göze aldıklarını görüyorduk” diye yazar.
Bir rivayete göre Bizanslılar, açılan gedikleri onarmada kullanmak üzere, surlara yakın kiliselerden yüz kadarını yıkarak, taşlarından faydalanma yoluna gitmişlerdir. Zamanın yaygın tekniğinden çok ileride sayılabilecek, seyyar top dökümhânesini de Sultan Mehmed Han, ordugâhın hemen yanına kurdurmuştu. Kuşatmanın onuncu gününde, büyük topların güllelerinin açtığı gediklerin Bizans müdâfilerince süratle tamir edilmesi üzerine, padişah, bu topların daha sık atışını emretti. Fakat soğumadan ikinci atış esnasında birinin namlusu parçalandı. Buna çok üzülen Sultan Mehmed Han, sabaha kadar bu işe çare düşündü. Sabahleyin, topların atıştan sonra zeytinyağı ile yağlanmasını, böylece soğutulup daha da sık şekilde atışını emretti. Bundan sonra top atışlarından çok iyi netice alındı. Makinelerin yağla soğutulması, Fatih Sultan Mehmed Hanın keşfidir.
İstanbul’un savunması ve ikmalini temin için, Papa tarafından üç Ceneviz gemisi ile bir Bizans gemisi 20 Nisan günü Zeytinburnu açıklarında rüzgârın kesilmesi ile beklemeye başladılar. 12 Nisandan beri Dolmabahçe önünde demirleyen ve 18 Nisanda adaları fetheden Osmanlı donanması, bu durumdan istifade etmek isteyip derhal o bölgeye giderek bu dört gemiyi ablukaya aldı ve deniz muharebesi başladı. Baltaoğlu Süleyman Beyin komutasındaki Osmanlı donanması, küçük gemilerden kuruluydu. Bizans gemisine kıçtan mahmuz vurulmasına rağmen kesin bir neticeye gidilemedi. Bu harbi, Zeytinburnu açıklarından at üzerinde takip eden Sultan, hırs ve üzüntüsünden atını denize sürdü. Elbiseleri deniz suyundan ıslanıncaya kadar su içinde ilerledi. Maiyeti de Sultan’a uydu. Bu halde bile donanmaya emirler gönderdi. Bu muharebede Venedik ve Bizans gemileri, Osmanlı kuvvetlerinin elinden kurtularak, o sırada çıkan uygun rüzgâr ile Haliç önlerine kadar gelerek, gerili bulunan zincirin açılması ile içeri alındılar. Muteber kaynaklara göre Osmanlı kaybı, yüz kadar şehid ve otuz yaralıydı. Bu durum, Bizans’ın moralini yükseltti. Bu harbin sonunda Baltaoğlu Süleyman Bey bu vazifeden alınıp, yerine Hamza Bey tayin edildi.
Donanmasının muvaffakiyetsizliği üzerine, Sultan Mehmed Han, Haliç’e kıyı olan İstanbul surlarının çok zayıf olduğunu bildiği için, bu zafiyetten yararlanmak istedi. Böylece Bizanslılar, kara surlarında mukavemete devam eden kuvvetlerinin bir kısmını, bu tarafa kaydırmaya mecbur kalacaklar ve kuvvet dengesi bozulacaktı. Bu maksatla tarihte eşine rastlanmayan ve bu âna kadar da bir misaline teşebbüs dahi edilmemiş, gemileri karadan yürütme işine karar verdi.
Bu plânını en yakınlarından bile gizleyip, son âna kadar kimseye sezdirmedi. Gemilerin geçeceği yol güzergâhını bizzat kendisinin tespit ettiği rivayet edilir. O zaman bağlık bahçelik ve çalılık olan yerlerden geçen bu yolu temizletip, gerekli tesviyelerini süratle yaptırdı. Bu işte binlerce insan çalıştırıldı. Yollar yapılıp, iri taşlar üzerine kalaslar döşenerek, don yağı, sâde yağ ve zeytinyağı ile yağlanarak, yolun iniş ve çıkışlı yerleri ile virajlarına işin özelliğine uygun palanga, bucurgat ve sair tespit malzemeleri yerleştirildi. Ayrıca her gemi için beşiğe benzer kızaklar hazırlatıldı. Yeteri kadar koşum hayvanı da, icap eden yerlerde bulunduruluyordu. Bazı malzemelerle zeytinyağı, o zaman Galata’da oturan Cenevizlilerden satın alınmıştı. Donanmanın büyük bir kısmı, 22 Nisanda Tophane önlerine geldiğinde, durum ancak anlaşılmıştı. Donanmanın karadan kat ettiği yolun güzergâhı, Tophâne-Kumbaracı Yokuşu-Tepebaşı-Asmalı
Mescid-Kasımpaşa şeklinde tespit edilmişti. Yolun uzunluğu, 1512 metre kadardı. Gemiler Kasımpaşa’dan Haliç’e ininceye kadar, Bizans ve Cenevizliler tarafından fark edilemedi. O devirde Bizans’ta hurafe o kadar yaygındı ki, sabaha karşı gemilerin süratle Haliç’e doğru geldiğini görenler; “Bu Müslümanlar bize sihir yapıyor” diye seyre daldılar. Osmanlı donanmasından altmış yedi gemi, İkinci Mehmed Hanın bu dâhiyâne buluşu sayesinde Haliç’e girdi.
Bu işler yapılırken, bunları perdelemek ve düşmanı tespit için, Haliç’te bulunan düşman gemilerinin ateş altına alınması gerekti. Bu maksatla topçubaşına emir veren Sultan’ın aldığı cevap, top atış menzili içinde bulunan Galata ile limandaki (Galata Limanı) Ceneviz gemilerine de gülle isabet edebileceği şeklindeydi. O zaman Sultan Mehmed Han, “Cenevizlilerle ahdimiz vardır. Onlara zararımız câiz değildir” cevabını vermiş, kararını uygulayamamanın sıkıntısı ile uykusuz bir gece geçirmiş, sabaha kadar düşünerek, zamana göre çok ileri bir teknikte, bugünkü havan toplarına çok benzer, dik mermi yollu bir silâhın planını çizerek, mermi yolunun çizeceği kavsin ve menzilinin hesaplarını, yani balistik hesaplarını yaparak, ilk olarak havan topu döktürdü. Böylece, Osmanlı donanmasının Haliç’e indiği gün, havandan atılan güllelerle, Bizans donanmasına göz açtırılmadı. Donanmayı gören Bizans, büyük bir korkuya kapıldı. İmparator
Konstantin Dragazes bir heyet göndererek; “Ne kadar ağır olursa olsun, bir vergi karşılığında kuşatmanın kaldırılmasını” teklif etti. Sultan Mehmed Han da; “İstanbul kalesinin teslimi karşılığında imparatora Mora despotluğunu” verebileceğini söyledi. Bizans, bunu kabul etmedi. Bu arada Bizans’ı savunmada yardımcı olan, Venedik ve Cenevizlilerin arasında, komuta ve savunma tedbirleri hususunda büyük anlaşmazlıklar çıktı. Birbirlerini kaçmaya niyetli olmakla suçlamaya başladılar. Hattâ Venedikliler, bu şüphenin kalkması için, Haliç'teki Venedik ve
Ceneviz gemilerinin yelken ve dümenlerinin karaya taşınmasını teklif ettiler. Bizans ilk korkuyu atlatınca, âni bir gece baskınıyla Osmanlı donanmasını yakmayı plânladı. Bu teklifi yapan ve icraya çok istekli olan Venedikli G. Cocco’ya vazife verildi. Buna göre hazırlanacak iki kadırga, Kasımpaşa Koyundaki Osmanlı donanması üzerine geceleyin gizlice yanaşarak yakacaktı. Bizans’ın bu kararını öğrenen Galata Belediye Başkanı Anzolo Zaciria, Bizans liman reisi Diedo’ya haber göndererek; “Bu baskını bu gece yapmayınız, başka geceye ertelerseniz Osmanlı gemilerini batırmak için bizim de geniş yardımlarımız olur” dedi. Bunun üzerine Bizans baskını, 24 Nisan yerine 28 Nisana ertelendi. Aynı Galata Belediye Başkanı, güvendiği bir adamını, Osmanlı kumandanı Zağanos Paşaya göndererek, durumu ihbar etti.
Bunun üzerine, haberi gayet gizli tutan Zağanos Paşa, Kasımpaşa’daki gemilere çok sayıda tüfekli asker ve kıyı topları koydurdu. Bu baskını teklif eden Venedikli Cocco, zaferden emin bir şekilde baskına en önde katılmak isteyip, kendi kadırgası ile Türklerin üzerine saldırdı. Hazırlıklı olan Türk gemileri, derhal güllelerini atmaya başladılar ve neticede baskına gelenlerin, başta Cocco olmak üzere, hepsi kısa bir zamanda Haliç’in dibini boyladılar.
23 Nisan günü Osmanlı kuvvetleri, seri bir şekilde Haliç üzerine bir köprü kurmaya başladılar. Galata tarafında Humbarahâne ile Bizans tarafında bugünkü Defterdar arasına kurulmaya başlanan bu köprünün genişliği beş buçuk metre kadardı. Cenevizlilerden satın alınan boş şarap fıçıları ile bazı küçük kayıkların üzerine geniş kalaslar bağlanarak bir ucu serbest olarak inşa edildi. Bu köprüyü, akılları ermeyen Bizanslılar, “Su üstünde yürüme sihri!” diye değerlendirmişlerdir. Esasında bu, kendilerinin içtikleri şaraplardan boşalan fıçıların yardımıyla yapılan bir köprüydü. Bu köprü, İstanbul’un fethine kadar asker ve malzeme naklinde kullanılarak, yanlarına konan küçük toplarla, zayıf Bizans surları dövüldü.
18 Mayısa kadar kara ve denizde devam eden muharebeler, yeni bir kuşatma silâhının surların kenarında kullanılması ile tekrar kızıştı. Osmanlı kuvvetleri geceleyin, ağaçtan yapılmış, İstanbul surlarından daha yüksek, yürüyen bir kuleyi, surlara on adım mesafeye getirdiler. Sabah güneşin ilk ışıkları ile ortalığı seçmeye başlayan Bizans müdafîleri, bu yürüyen kuleden çok korktular. Bir gecede yapılan bu kulenin iskeleti, iki kat deve derisi ile kaplanıp, ateşe karşı dayanıklı olması için arası toprakla doldurulmuştu. Üst katlarına merdivenle çıkılan yürüyen kulenin gövdesinde, ateş açma pencereleri vardı. Sura yaklaşan kuledeki askerler yıkım yaparken, etraftaki askerler de hendekleri dolduruyorlardı.
23 Mayısta surlarda açılan gediklerde Bizans askerlerinin savunmada gösterdikleri yılgınlık üzerine, Sultan Mehmed Han, umumî taarruzdan evvel, imparatora bir defa daha teslim teklifinde bulundu. Bu maksatla İsfendiyaroğlu Kasım Beyi elçi gönderdi. Osmanlı elçisi, Bizans’ta imparator tarafından merasimle karşılandı. Elçi, Sultanın; “Umumî taarruzun doğuracağı felâket ve dehşeti takdir edersiniz. Şehri sağ salim bırakmak isteriz. İmparator, bütün mal ve hazineleri ile, istediği yere çekilip gidebilir. İstanbul halkından da isteyenler her şeylerini alıp gidebilir. Kalmak isteyenler de mal ve mülklerini muhafaza edebilmek hakkına sahiptirler. İmparatora, Mora Despotluğu verilecektir” şeklindeki isteklerini bildirdi. Ayrıca ve dostça, bunların kabulünü özellikle rica etti. Bu istek, uzun toplantılardan sonra reddedildi. Bizans’ın cevabı; “Sultan barış istiyorsa muhasarayı kaldırsın, ne kadar ağır olursa olsun istenen vergi verilecektir. Şehri teslim etmek yetkim yoktur” şeklinde oldu.
Osmanlı elçisinin ordugâha dönmesinden sonra, 26 Mayıs günü, Macar Kralı Vladislas’ın elçilik heyeti gelerek; “Bizans kuşatmasının kaldırılmasını, eğer kaldırılmayacak olursa, Macaristan’ın Bizans tarafında yer alacağını, ayrıca batılı Hıristiyan devletlerinin gönderdiği büyük bir donanmanın İstanbul’a yaklaşmakta olduğunu” bildirdi. Osmanlı karargâhında bazı bozguncu sözler dolaşmaya başladı. Çandarlı Halil Paşa kuşatmanın kaldırılmasına taraftardı. Sultan ve Zağanos Paşa ise umumî hücumun derhal yapılmasını istiyordu. Toplanan harp meclislerinde tereddütler hâsıl oluyordu. Sultan’ın hocası ve en büyük desteklerinden, büyük âlim Akşemseddin, Padişah’a yazdığı bir arzda “sert ve enerjik” davranılmasını öğütlüyordu. Bunun üzerine toplanan son harp meclisinde, “daha fazla beklemenin ordudaki bozguncu dedikoduları arttıracağı” düşüncesi ile derhal taarruz kararı alındı. Bu arada Zağanos Paşa, Hadım Şahabeddin Paşa, Turhan Bey, Akşemseddin ve Molla Gürânî, bu kararı destekler mahiyette asker arasında maneviyatı yükseltici konuşmalar yaptılar.
Böylece, 26 Mayıstan itibaren, Osmanlı ordugâhında büyük şenlikler başladı ve 28 Mayıs gecesi saat 24.00’e kadar devam etti. 28 Mayıs günü, günün batması ile birlikte bütün Osmanlı birlik ve gemileri, mum donanması yaptılar. Sanki Bizans bir ışık çemberi ile çevrilmişti. Her yerden, tüyleri ürperten tekbir sesleri geliyordu. Bizans halkı, bu ışık ve seslerden dehşete düştü. Sokaklar, dua eden, yalvaran insanlarla doluydu. Bizans komutanı Justiniani, gündüz göğsünden bir ok yarası aldı. Ölüm korkusuna kapılan genç ve tecrübesiz Cenevizli, yerine vekil bırakmadan komutanlık gemisine çekildi. Justiniani’nin İstanbul savunmasını terk etmesi ve Bizanslılara, herkesin başının çaresine bakıp, kiliselerde dua etme tavsiyesi, ahâlinin zaten zayıf olan maneviyatını iyice bozdu.
Gece saat 24.00’te mum donanmasının her tarafta birden bire sönmesi, Bizanslılar üzerinde daha büyük bir yıkıntı meydana getirdi. Osmanlı karargâhının sessizliği, ürpertici idi. Gece yarısından sonra Osmanlı topçusu hazırlık ateşine başladı. Mehterler cenk havalarını çalıyordu. Bizans imparatoru, kilisede yapılan âyinden dönüp, sarayında zırhını giydi. Yakınları ile vedalaştı. Surları son bir defa daha kontrol için Eğrikapı bölgesine geldi. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Osmanlı ordugâhının sessizliği, imparatoru şüpheye düşürdü. Atından inerek, surların üstüne çıkıp aşağıları dinledi. Sur dibindeki insan uğultusu, her şeyi anlatmaya yetti. Çünkü bu, Osmanlı askerinin sur dibine intikal etmekte olduğunu, sabaha umumî taarruz yapılacağını anlatıyordu. Atına binip süratle Topkapı bölgesine gitti. Bizanslı Dolfin, bu gece gördüklerini şöyle anlatıyor: “Son gece Bizans komutanları, hiç kimsenin geceleyin savundukları mevzilerden ayrılıp gitmemesi için, askerlerini tahkimatın içine kapattılar ve kapalı tahkimat kapılarının başına nöbetçi diktiler.”
29 Mayıs sabahı Sultan Mehmed Han, sabah namazından sonra, güneş yükselince, iki rekat namaz kılarak kılıcını kuşanıp, atına bindi ve gece yarısından beri surları döven Osmanlı topçusunun, hedefi iyice yumuşattığına kanaat getirerek, umumî hücum emrini verdi. Osmanlı askeri, arkadaşlarının yaralanmasına ve şehid olmasına aldırmadan “Allah Allah” nidalarıyla hücuma geçti. Ellerine geçirdikleri her türlü vasıtalarla surlara tırmanmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defa surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ise de, şehid edildi. Osmanlı kuvvetleri, muhtelif bölgelerden, dalga dalga İstanbul’a girmeye başlamışlardı. Bizans halkı, panik içerisinde sağa sola kaçışıyor, bilhassa Ayasofya’ya sığınmaya çalışıyorlardı. Türk kuvvetleri, Aksaray bölgesinde birleştiler ve Ayasofya’ya doğru ilerlediler. Kiliseye sığınmış olan ahâliye kapıları açtırdılar. Fakat, güçsüz ve acınacak durumdaki bu insan yığınına kılıç çekmediler, onlara dokunmadılar.
29 Mayıs Salı günü öğleye doğru, kır atının üstünde, yanında hocaları ve ordu kumandanları olduğu halde muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a giren genç hükümdar, doğruca Ayasofya’ya gitti. Fatih adıyla anılmaya hak kazanan 21 yaşındaki Sultan Mehmed Han, Bizanslıların alkış ve tezahüratı, Türk askerlerinin dört bir taraftan göklere yükselen ezan ve tekbir sesleri arasında, Ayasofya önüne geldi. Ayasofya, ağzına kadar, kadın-erkek Rumlarla doluydu. Bizanslıların hüngür hüngür ağlamalarından hasıl olan gürültüyü susturarak, sükûtu sağlayan Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’da şükür namazı kıldı. Yerlere kapanan ahâli, rahip ve eski Ortodoks patriğine karşı; “Kalkınız! Ben Sultan Mehmed, sana ve bütün ahâliye söylüyorum ki, bugünden itibaren ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda, benim gazabımdan korkmayınız” hitabında bulundu.
Cenevizliler dahil, bütün sanat ve ticaret erbabıyla ahâlinin din, mezhep hürriyeti temin edilip, sulh, sükûn sağlandı. Fatih, Ayasofya’nın içini gezerek bu mabedin Cuma gününe kadar cami hâline getirilmesini emretti. Emevîler devrinde yapılan ikinci İstanbul kuşatmasında vefat edip, surlar önüne defnedilen, Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin kabri, Fatih’in hocalarından Akşemseddin Efendi tarafından keşfedilip, daha sonra buraya türbe ve cami yapıldı. Nihayet Cuma günü maiyeti ile Ayasofya’ya gelen Fatih, İstanbul’da ilk Cuma namazını burada kıldı. 655’ten 1453 tarihine kadar devam eden bir idealin (Feth-i Mübîn) gerçekleştirildiği, fetihnâmelerle bütün İslâm âlemine müjdelenip dünyaya ilan edildi. İstanbul fethedilmekle, Osmanlı Devleti toprakları arasında sıkışıp kalan, mevcudiyeti ve siyaseti ile daima bir tehlike teşkil eden, 1123 yılı İstanbul’da geçen, 1480 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’na son verildi. Osmanlı Devletinde yükselme devri başlayıp, Cihanşümul hakimiyet fikri gelişti. İnsanlığı iman birliği içinde bir tek devlet ve hükümdar hakimiyetinde toplamak için teşebbüse geçildi.
Osmanlı zamanında ordu çeşitli birliklerden oluşurmuş. O birliklerden biride Tokatçı birliği imiş. Tokatçı denilen askerler devşirmelerden oluşur ve gayet iri yapılı, iri elli kişilermiş. Bunların özel çalışma salonları varmış. Salonlarda mermerden yapılı olan büyükçe kolonlar varmış. Tokatçılar bu mermer kolonları tokatlayarak ellerinde nasırlı bir katman oluşturur ve vuruşlarını kuvvetlendirirlermiş. Savaş sırasında ordunun en arkasında bulunur savaşın sonlarına doğru hızla savaş alanına girer ve bitkin durumda olan düşman askerlerini tek tokat darbesiyle yerle bir ederlermiş.Tokat attıkları kişinin yüzünü içeri çökertir ve beyin kanaması geçirmesine sebep olarak öldürürlermiş.
Bu bilgilere yakın zamanda arkeolojik kazılar esnasında ulaşılmıştır.Yapılan araştırmada kafatası içene beyne doğru göçmüş insan iskeletleri bulunmuş ve araştırmaya koyulmuştur.Araştırma sonucunda bu sonuca neden olan unsurun Osmanlı’daki tokatçı birliğinin sebep olduğu öğrenilmiştir.Daha önce Tokatçılar hakkında bilgi sahibi olunmasına karşın bu durum araştırmacıları çok şaşırtmış ve daha derin araştırma yapmaya itmiştir.Araştırma sonucunda ölümün kafatasına yapılan ilk vuruş ve boyna yapılan ikinci vuruş neticesinde geldiği ve bu neticede kafatası ve boynu kırılmış düşman askerlerini bulabildikleri sonucuna ulaşmışlardır.
Osmanlı Tokat’ının 4.Murat döneminde ortaya çıktığı tokatı atan ilk kişinin Sadrazam Hafız Paşa olduğu rivayet edilmektedir.
CAN SOYASLAN-------------------------------------------------------------TUNCEL ERGÜN
Osmanlı ordusunun esâsı ve en büyük kısmını timarlı sipâhi denilen atlı ordusu teşkil etmekteydi. Timarlı sipâhiler kapıkulu sınıfları gibi maaşlı değildi. Leventler ve akıncılar gibi ganimetlerle geçinmezler, yaşamaları için devlet toprak verirdi.
Toprağın üzerinde köylü vardı. O köylüden vergiyi timarlı sipâhi toplar. Bununla hem kendini geçindirir, hem de atları ve silâhları devamlı hazır bulundururdu. Timar, ordunun er ve subaylarına sürekli askerlik hizmetlerine ve kendilerinin ve adamlarının harbe hazır olmaları, sefere çıkarıldığında hazineye yük olmadan getirdikleri silâh, malzeme ve yiyeceklere karşılık ödenen bir maaş gibiydi.
Selçukluların Arapça ıktâ dedikleri böyle toprağa Osmanlılar, tâbiri Türkçeleştirerek dirlik demişlerdir. Dirlikler gelirleri bakımından üçe ayrılırdı. Yıllık geliri 19.999 akçaya kadar olan dirliğe, timar; 20.000 akçadan 99.999 akçaya kadar olan zeâmet; 100.000 akçadan îtibâren gelir getirene de has denilirdi. Burada gelir tamâmen vergi mânâsındadır. Yâni ürünün gerçek değeri değil, üründen köylünün devlete verdiği vergi değeridir. Bu vergiyi, diğer bâzı vergilerle berâber toplamak hakkı dirlik sâhibi sipâhiye âitti.
“Ednâ” denilen küçük timar sâhipleri er ve erbaş; “evsâf” denilen orta timar sâhipleri astsubay; “âlâ” denilen büyük timar sâhipleri küçük rütbeli subay derecesindeydiler. Küçük zeâmet sâhipleri binbaşı, orta zeâmet sâhipleri yarbay, büyük zeâmet sâhipleri albay derecesinde yüksek rütbeli süvâri subaylarıydı.
Bu sonunculara alay beyi deniliyordu ki, sonradan Farsçalaştırılarak miralay ve bugün aynı mânâda albay olmuştur. Sancakbeyi tümgeneral ve beylerbeyi orgeneral rütbesindeki kişilerin dirliğine “hâs” deniliyordu. Vezirlerin, hânedan üyelerinin de hâsları vardı. En büyük hâslar pâdişâha âitti.
İki türlü tımarlı olurdu: Tezkireli ve tezkiresiz. Tezkireli tımarlılar, tımarı merkezden, yâni İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyundan doğrudan doğruya alanlardır. Tezkiresiz timarlılar ise dirliklerini Beylerbeyinin arzı üzerine alırlardı.
Bir tımarın ilk üç bin akçalık çekirdek kısmına kılıç gerisine terakki denilirdi. Zîrâ her üç bin akça için sipâhi yanında kendisi gibi atlı ve teçhizatlı bir asker getirmeğe mecburdur. Cebeli denilen bu erler, sipâhinin çocukları, kardeşleri, akrabâsı olacağı gibi, toprağı işleyen herhangi bir kimse de olabilirdi. Bâzı tımarlarda kılıç iki bin akçaya, hatta daha aza düşebiliyordu. Bâzı timarlarda ise en çok altı bin akçaya kadar çıkabiliyordu.
Sipâhi, timarın bulunduğu topraklarda yaşar, köylülerden vergisini genellikle mal olarak alır ve bu geliri kendisini ve cebelilerini geçindirmek için kullanırdı. Köylerdeki düzeni korurdu. Sipâhilerin, tımarları içindeki devlet topraklarını, çiftçilere dağıtırken, verdikleri vesikaya sipâhi senedi denirdi. Birinci Murâd Han zamânında tesis edilen sipâhilerin Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında büyük hizmetleri görüldü.
Rumeli tımarları, Anadolu tımarlarından dahaverimliydi. Anadolu’da üç bin akçaya kadar olan tımarlar orduya bir cebeli verdiği hâlde, Rumeli’de üç bin akçaya kadar olan tımarlardan iki, hatta üç cebeli çıktığı olurdu. Tabiî tımarların üzerinde yaşayan köylü çiftçilerin Anadolu eyâletlerinde büyük çoğunluğu Türk olduğu halde, Rumeli eyâletlerinde ancak yarıya yakını Türk, yarıdan fazlası, bâzı bölgelerde çok daha fazlası Hıristiyan Ortodoks, bâzı bölgeler de Katolikti.
Sefer ilân edilince sipâhiler, Seraskerin bulunduğu yere gelir, yoklama olurlar, dirlik sipâhileri ve cebelileri ayrı ayrı deftere yazılırdı. “Sipâhi ve cebeli falanca paşanın defterlisidir” diye bilinirdi. Sefere dâvet olunup da sefere iştirak etmeyen sipâhinin elindeki timar zaptolunur, başkasına verilirdi. Kânunen götürmek mecburiyetinde oldukları cebeli ve gulâmı getirmeyenler ve götürüp de kaçanların yerlerine diğerlerini tedârik edemeyenler hakkında da aynı muâmele tatbik olunurdu.
Yığınak emri gelince her tımar sâhibi, cebelileriyle berâber, kendi kazâsının belirli yerinde toplanırdı. O kazâdaki timarlılar, çeribaşı denilen sipâhi yüzbaşısının emrinde bulunurlardı. Çeribaşı da alay beyinin emrine giriyordu. Alayını toplayan alay beyi, sancak beyine gidip hazır olduğunu bildiriyordu. Kendi mâliyet askerini de alan sancak beyi, bu sipâhi alayıyla berâber, beylerbeyine katılmak üzere harekete geçiyordu. Bu iş büyük bir süratle yapılıyordu.
Beylerbeyilerin izin vermesiyle sancak beyleri tarafından bir kısım sipâhiler memleket muhâfazası için yerlerinde bırakılabilirdi. Sipâhi sefere gittiğinde yerine vekil olarak bıraktığı korucu, dirlik sâhibinin yokluğunda toprağın muntazaman işlenmesine nezâret ederdi. Eğer sipâhi harbin uzaması hâlinde kışı hudutta geçirmek emri alırsa, dirliğine harçlıkçı denilen bir vekil göndererek, yıllık gelirini bulunduğu yere getirtirdi.
Timar ve zeâmet; sâhibi ölünce, ekseriya büyük oğluna, yoksa kardeşine veya yeğenine verilirdi. Fakat bunun için timar ve zeâmetin bağlı olduğu alay, vârisin toprağı idâre edebilecek kâbiliyet ve şartlara hâiz olduğuna şehâdet ederlerdi. Zâten bir sipâhi subayı, yerine geçecek birini yıllar boyunca hazırlayıp, yetiştirirdi. Bu sûretle dirlik tecrübesiz insanların eline geçmezdi.
Timar ve zeâmet sâhipleri, arâzileri üzerindeki toprakları üç yıldan fazla işlemezlerse, dirliklerini kaybederlerdi. Toprak işlememek, Allahü teâlâya karşı bir günah sayılırdı. Zîrâ toprak sâyesinde Allahü teâlânın kulları beslenirdi.
Timar her eyâlette bulunmazdı. Meselâ Cezâyir, Tunus, Trablusgarb, Mısır, Yemen, Bağdat gibi eyâletlerde timar ve zeâmet yoktu. Çoğunlukla Türk nüfûsunun bulunduğu eyâletlerde timar ve zeâmet teşkilâtı yapılmıştır. Timarlı sipâhi tamâmen Türk soyundan gelirdi.
Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamânında timarlı sipâhiler, en parlak devrini yaşadı. Bu zamanda 166.200 timarlı sipâhi vardı; bunun 74.000’i Rumeli, 91.600’ü Anadolu timarlı sipâhisiydi. Bu sûrette Türk atlı ordusu, iki orduya ayrılırdı: Rumeli atlı ordusu ve Anadolu atlı ordusu. Meydan muhârebelerinde ordu düzeninin sağ ve sol kanatlarını bu iki ordu teşkil ederdi. Kapıkulu askerleri merkezde bulunurdu.
İlk zamanlarda, Rumeli timarlı ordusunun kumandanı Rumeli Beylerbeyi, Anadolu timarlı ordusunun kumandanı da Anadolu Beylerbeyi idi. Fakat sonradan bu iki kanada da pâdişâh tarafından seçilen vezirler kumanda etmeye başladı. Sultan Süleyman Han devrinde bu iki ordu o derece büyüdü ki, sefer Avrupa’da olduğu zaman çok defâ Anadolu sipâhi ordusu çağrılmaz veya bâzı birlikler çağrılırdı. Sefer Asya’da ise, Rumeli askerleri ya çağrılmaz veya bâzı birlikleri sefere katılmak için istenirdi.
Timarlı sipâhiler 17. yüzyıla doğru bozulmaya başladı. Kuruluşlarından beri Osmanlı Devletinin târihinde büyük bir rol oynayan timarlı sistemi, yeniçeriler için olduğu gibi kanlı ve ızdıraplı bir tasfiyeden ziyâde, sessiz sedâsız bir sûrette ve herhangi bir sarsıntıya sebep olmadan ortadan kalktı.
Asırlar boyunca sipâhiler, memleketin en uzak köşelerine kadar yayılıp, köylüyle iç içe yaşadı ve uzun müddet zirâî iktisâdiyatın ve devlet toprak siyâsetinin faal mümessilleri rolünü oynamıştı. Pâdişâhın, devletin en ücrâ köşelerindeki sâdık temsilcileriydiler. Köylerin şenlenmesinde, bayındır hâle gelmesinde her türlü yardımda bulunurlardı.
Timarlı sipâhilerin 17. asrın son yıllarında, hele 18. asırdan îtibâren sayıları önemli ölçüde azaldı. Kapıkulu süvârilerinin ehemmiyet kazanması ile Sultan Abdülmecîd Han (1839-1865), 19 Ocak 1841 fermanı ile birçok timarlı sipâhiyi emekliye sevk etti. Fakat timarlarını hayatlarının sonuna kadar ellerinde bıraktı.
1844’te bir kısım timarlı sipâhisi, atlı jandarma olarak hizmete alındı. Zâten uzun müddetten beri ne sipâhi olarak, ne saray mensubu olarak kimseye timar verilmiyordu. Ölen timarlı sipâhilerin çocukları İstanbul’a getirilip, askerî mekteplere veriliyordu. 1850’den sonra timar da, sipâhi de kalmadı.
Eyaletlerdeki topraklı veya timarlı sipâhilerle diğer eyalet kuvvetlerinden tamamen ayrı olarak Osmanlı devlet merkezinde padişahların şahıslarına bağlı kapıkulu denilen yaya ve atlı maaşlı askerler vardı. Kapıkullarının en meşhur sınıfı “Yeniçeri Ocağı” idi.
Osmanlı Devleti, Rumeli tarafında genişlemeye başlayınca, daimî bir orduya ihtiyaç duyuldu. Savaşta esir alınan askerî şartlara uygun Hıristiyan çocukları, İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirildi. Bu uygulamayı ilk olarak Orhan Gazi'nin oğlu Şehzade Süleyman Paşa'nın başlattığı rivayet edilmektedir. Bu askerî sınıf, yeniçeri ocağının kurulmasına kadar, Osmanlı Devletinin tek ve muntazam ordusu olarak kaldı.
Orhan Beyin vefatından sonra yerine geçen Sultan Birinci Murad Han, Çandarlı Kara Halil’i yeniçeri ve acemi ocaklarını kurmakla vazifelendirdi. Molla Rüstem Karamânî ile birlikte bu işi başarıyla yürüten Çandarlı Kara Halil, devlet hazinesi ve devletin malî teşkilatını da kurup çeşitli düzenlemeler yaptı. Yeniçeri ocağına asker yetiştirecek ilk acemi ocağı, Gelibolu’da kuruldu. İslâm hukukunda, harpte elde edilen esir ve ganimetlerin beşte birinin beytülmâle ait olması hükmüne dayanılarak Pençik Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla, savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesabına ve asker ihtiyacına göre acemi oğlanı olarak alındı. Daha sonra Devşirme Kanunu çıkarılarak, pençik oğlanından başka, devşirme ismiyle, Rumeli tarafındaki Osmanlı tebaası olan Hıristiyanların çocuklarından da acemi oğlanı alınması kararlaştırıldı. Sonraki yıllarda bu kanun Anadolu’daki Hıristiyan tebaaya da uygulandı.
Tespit edilen esaslara göre acemi oğlanları yetiştirildi. Muhtelif hizmetlerde bulunan acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabullerine çıkma veya kapıya çıkma adı verilirdi. Bunların kapıya çıkmaları umumiyetle sekiz yılda bir yapılırdı. Bu müddeti dolan acemi oğlanlarının isimleri, İstanbul ağası tarafından düzenlenen defterlere kaydedilir ve yeniçeri ağasına sunulurdu.
Yeniçeriliğin ilk teşkilinde orduya bin nefer alındı. Bunların her yüz kişisinin başına Yayabaşı adıyla bir kumandan tayin olundu. Ocak, 15. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir sınıftan ibaretken, Fatih Sultan Mehmed zamanından itibaren, “sekban bölüğü”nün de kurulmasıyla iki sınıf hâline getirildi. 16. asır başlarında ise “ağa bölükleri” denilen üçüncü bir sınıf daha teşkil edildi. Bu üç sınıf, toplam 196 ortadan meydana geliyordu. Bunun 101’i cemaatli, 61’i bölüklü, 34’ü sekban ortasıydı. Cemaat ortalarından 60, 61, 62 ve 63. ortalar İstanbul’da otururlar, padişahın merasim günlerinde maiyet askerini teşkil ederlerdi. Bunlara “solaklar” denirdi. Diğerleri hudut kalelerine taksim edilmiş olup, bu kalelerin muhafazasıyla vazifeliydiler. Bölük ortalarından 31’i İstanbul’da sancak-ı şerîfin muhafazasıyla vazifeliydiler. Sekban ortaları ise, padişahın av maiyetiydi.
Osmanlı padişahlarının, eğitimi geliştirmek için tertipledikleri muhteşem ve büyük sürek avları, sekbanlar tarafından hazırlanırdı. İstanbul civarındaki mîrî çiftliklerin muhafazası, onlara bırakılmıştı. İstanbul’da bulunan cemaat ve bölük ortaları, aynı zamanda büyük şehrin inzibat ve asayişiyle vazifeliydiler. Her semt, bir ortanın emrine verilmişti. Her semtte, kolluk denilen bir yeniçeri karakolhânesi vardı.
Her yeniçeri ortasının nişan denen bir bayrağı ve alâmeti vardı. Nişanlar, bayrak üzerine işlenirlerdi. Yeniçeri ocağının bayrağına, ocağın sünnî mezhebe mensup olduğunun işareti olarak İmâm-ı A’zam bayrağı denilirdi. Bu; beyaz ipekten, üstüne altın sırma ile bir tarafına, “İnnâ Fetahnâ leke fethan mübînâ”, diğer tarafına da, “Ve yensurekellahü nasran azîzâ” âyet-i kerîmesinin işlendiği bir sancaktı. Ordugâhta yeniçeri ağasının çadırı önüne dikilirdi. Merasimlerde yeniçeri ağasının atının önü sıra götürülürdü. Bu bayrağı taşıyan yeniçeriye Başbayrakdar denilirdi. Ocağın bir de alay bayrağı vardı ki, bu da yarısı sarı, yarısı kırmızı ipek bir bayraktı. Her yeniçeri ortasının, üzerlerinde orta nişanlarının işlenmiş olduğu uçları çatal bayrağı vardı.
Her ortanın çorbacı denilen bir kumandanı, odabaşı denilen bir kumandan muavini, Vekilharç unvanlı bir idare memuru ve bayraktarı vardı. Ortanın en kıdemlisine başeski, aşçıbaşısına usta, aşçı muavinine başkarakollukçu denilirdi. Yeniçeriler, başlarına börk denilen beyaz keçeden bir külah giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları düz giyerlerdi.
Ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopcalı bir çeşit çizmeydi. Zabitler (subaylar) sarı, neferler kırmızı sahtiyandan ayakkabı giyerlerdi. Ocak zabitleri her türlü tören ve ordu alaylarında özel üniforma kullanırlardı.
Her yeniçeri ortasının, içinde yemeklerini pişirdikleri büyük kazanları vardı. Harpte kazanın düşman eline geçmesi, o orta için büyük felâket sayılırdı. Ortaları ile ilgili bir işi görüşecekleri zaman kazanın etrafında otururlardı. İsyan ânında kışlalardan kaldırılan kazanlar, büyük törenle ihtilâlin idare edileceği meydana götürülürdü. Kazan kaldırmak; hükümete karşı ayaklanmak, isyan etmek demekti.
İstanbul’da eski odalar ve yeni odalar adıyla iki büyük yeniçeri kışlası vardı. Eski odalar, Şehzade Camiinin karşısında, yeni odalar da Aksaray’da Etmeydanı’ndaydı. Her iki kışla da geniş bir avlunun etrafını çeviren, önü revaklı odalardan meydana gelmişti. Avlunun ortasında, Orta Camii denilen bir mescit vardı. Yeniçeri ayaklanmaları arefesinde, ilk toplantılar hep bu camilerde yapılırdı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, bu kışlalar halk tarafından tahrip edildi.
Yeniçeri ocağı neferlerine ulûfe denilen maaş verilirdi. Acemi bir yeniçeri neferine, ilk devirlerde ocağa kaydı ile beraber, iki akçe yevmiye bağlanırdı. Sonraları bu beş-altı akçeye çıkarılmıştı. Gösterilen yararlıklar ve hizmetler karşılığı da ulûfeleri arttırılırdı. Yapılan bu artışlara, terakkî denirdi. Bu suretle yevmiyeleri on-on beş akçe olan yeniçeriler bulunurdu. Harplerde “serdengeçti”, yani “fedâi” yazılanlar, sağ döndükleri zaman yevmiye beş-on akçe terakkî alırlardı. Ulûfeler üç aydan üç aya, yılda dört taksitte ve dîvân-ı hümâyunda düzenlenen törenle dağıtılırdı. Taksitlere mevacib denirdi. Neferlerin ulûfesinden başka her yeniçeri ortasına ekmek, et, yağ, bulgur ve mum verilirdi. Her nefere de senede, bir kat elbise veya bedeli verilirdi.
Yeniçeri ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağasıydı. Yeniçeri ağaları, 16. yüzyıl başlarına kadar ocaktan yetişirlerdi. Fakat bir süre sonra bunların yolsuzlukları ve itaatsizlikleri görülünce, saraydan yetişmiş, padişahın tam güvenini kazanmış kimseler yeniçeri ağası tayin edilmeye başlandı. On sekizinci asırdan itibaren yine ocaktan tayin edildiler. Yeniçeri ağaları, Süleymâniye’de devlet malı bir konakta otururlardı. Yeniçeri ağası, ağa divanının reisiydi. Dîvân-ı hümâyûn üyesi olmamakla beraber, vezir rütbesini haiz olursa, dîvân toplantılarına katılırdı. Padişahın cuma namazına çıkışında maiyetindeki yeniçerilerle beraber selâmlıkta bulunurdu.
Sefer sırasında da padişahın koruyucusu ve has askeriydiler. Aynı zamanda İstanbul’un en büyük zabıta amiriydi. Ağalık alâmeti, iki tuğ olup bayrağı beyazdı. Yeniçeri ağası, sefere çıktığında yerine sekbanbaşı bakardı. Yeniçeri ağaları terfi ettirilecekleri zaman, beylerbeyi ve kaptan paşa olurlardı.
Yeniçeri ağasının muavinine kul kethüdâsı, kethüdâ bey veya kahyâ bey adları verilirdi. Nefer sayısı 400-500 olan, padişahın av köpeklerine bakmakla vazifeli bulunan yeniçeri cemaat ortalarından 64. ortanın kumandanına zağarcıbaşı denirdi. Sekson denilen ve bazen ayı avında da kullanılan cenk köpeklerine bakan 71. ortanın kumandanına seksoncu veya samsuncubaşı adı verilirdi. Tazılara bakan, turna kuşları besleyen 68. ortanın kumandanına turnacıbaşı, 14, 49, 66 ve 67. ortaların kumandanlarına haseki ağaları denirdi. Padişahın cuma namazı alaylarında kıdemlerine göre, ikisi sağında, ikisi solunda padişahın atının yanısıra yürürlerdi.
En kıdemlisine başhaseki denirdi. Beşinci bölük ortasının kumandanı ve bütün yeniçeri ocağının çavuşuna başçavuş, bölük ortalarında muayyen olmayan bir ortanın kumandanına muhzir ağa denirdi. Dîvânda yeniçeri ağasına hitaben yazılan fermanlar muhzir ağaya verilirdi. Muhzir ağadan bir rütbe aşağı olup, muayyen olmayan bir ortanın kumandanına, kethüdâ ağa denirdi. Kethüdâ bey sefere gittiğinde ona vekâlet ederdi.
Yeniçeri ocağına bağlı sanatkârlarla imalathânelerin de en büyük amiriydi. 101 cemaat ortasının bütün kumandanlarının en kıdemlisine, yayabaşı ağa denirdi. Diğerlerine de yayabaşı denirdi. Vazifeleri, ocak beytülmâlciliği, seferde hazine bekçiliği, zahire tedariki, kadılara ve sancak beylerine sefer emirleri götürmek, yaralı nakletmek, kale muhafızlığı yapmaktı. Bölük ortaları kumandanlarının en kıdemlisine bölükbaşı ağa; 60, 61, 62 ve 63. cemaat ortaları kumandanlarına da solakbaşı ağaları denirdi.
Cemaat ortalarından muayyen olmayan bir ortanın imamlık yapmaya ehliyetli olan kumandanına ocak imamı, bu ortaya da imam ortası denirdi. Beş vakit namazda, ağa kapısındaki camide, yeniçeri ağasına imamlık ederdi. Yeniçeri ocağının künye defterini tutan vazifeliye ocak kâtibi veya yeniçeri efendisi denirdi. Bu ağaların hepsine birden katar ağaları denilirdi. İçlerinden biri azledilince veya ölünce, alt derecede bulunanlar, derece terfî ederek boşluğu doldururdu.
Ocak disiplini sağlam olduğu devirlerde yeniçeriler, geceleri kışlalarındaki koğuşlarından başka yerde yatmazlardı. Askerlik taliminden başka bir şeyle uğraşamaz ve emekliye ayrılıncaya kadar da evlenemezlerdi. Emekliye ayrılan yeniçeriye oturak denilir ve kendisine ölünceye kadar emekli gündeliği verilirdi. Emekli olduktan sonra evlenenler öldüğü zaman, geride bıraktığı dul ve yetimlere fodla denilen maaş bağlanırdı.
Suç işleyen yeniçeri, ancak kendi ortası neferleri huzurunda ve kendi koğuşunda cezalandırılırdı. Ocaktan kovulmaya "keçe külah etmek" denilirdi. Bir yeniçeri, ortasını değiştiremezdi. Ocak disiplininin bozulduğu devirlerde, bir ortadan öbürüne geçmeye "semer devirmek" denilirdi. Suçlu yeniçeri, merasimle ihtar edilir, hapsedilir, kale hizmetiyle sürgün edilir veya keçe külah edilip, ocaktan tard edilirdi. İdama mahkûm edilen bir yeniçeri, evvelâ ocaktan tard edilir, sonra boynu vurulmak suretiyle idam edilirdi.
Bir yeniçeriye idam hükmü, ancak ağa dîvânında verilirdi. Bir odabaşı da, emrindeki yeniçerilere ancak otuz dokuz sopaya kadar dayak cezası verebilirdi. Yeniçerilerin 15. yüzyıl ortalarına kadar mevcutları 10.000, Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatı sırasında da 12.000 dolaylarındaydı. Bu sayı, Sultan Üçüncü Mehmed Han zamanında 45.000’e kadar yükseldi. Dördüncü Murad Han zamanında ocak mevcudu tekrar düşürüldüyse de, 17. yüzyılın sonunda 80.000’i bulan ocak mevcudu, 19. yüzyılın başından itibaren 100.000’i geçmiştir.
Yeniçeri ocağı, 16. asrın sonlarına kadar, Osmanlı ordusunun talimli, mükemmel bir yaya kuvveti olup, savaşlarda vurucu güç durumundaydı. Osmanlı Devletinin asıl askerî gücünü meydana getiren timarlı sipahilerin ehemmiyetini kaybettiği 16. yüzyıl sonlarında yeniçeri ocağına, Devşirme Kanunu’na aykırı olarak, yabancı efrad alınması ve ocak mevcudunun arttırılması yoluna gidildi. Böylece talimsiz, başıboş kimselerin ocağa girmesiyle bu askerî teşkilât doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet hâline geldi. Birinci Ahmed Han'dan îtibâren Osmanlı padişahlarının ilerleme hamleleri veya disiplinli modern ordular kurma teşebbüsleri, dahilî ve haricî düşmanlar tarafından hep yeniçeri ocağı kullanılmak suretiyle baltalandı. Düzeltilmesi için, her türlü fedakârlıkta bulunulan, ancak, yola gelmeyen ocak, Sultan İkinci Mahmud devrinde 15 Haziran 1826’da kaldırıldı. Hâdise, tarihe “Vak’a-i Hayriyye” olarak geçti.
Bütün İslam devletlerinde hükümdarlık alametlerinden biri olan tablhane ( mehterhane ), Osmanlı Devleti'ne Türkiye Selçuklu Devleti'nden geçmiştir. Selçuklu Sultan'ı III. Alaeddin Keykubat, Osman Gazi'ye 1299'da beylik alameti olarak sancak ile beraber davul v.s de göndermişti.
Osmanlı Devleti'nin istiklalinin başlangıcı da kabul edilen bu tarihten itibaren nevbet vurulurken ( çalınırken ) Fatih Sultan Mehmet Han'a kadar bütün padişah'lar, Şelçuklu hükümdarına hürmeten ayağa kalkarlardı. Fatih Sultan Mehmed Han; “ İki yüzyıl evvel vefat etmiş bir padişaha ayağa kalkmak lüzumsuzdur.” diyerek, mehter çalınırken ayağa kalkma adetini kaldırmıştır.
Yüzyıllar boyunca Osmanlı askerini coşturup, düşmana korku veren mehterhane, 15 Haziran 1826'da yeniçeri ve diğer kapıkulu ocaklarıyla beraber ikinci Mahmud Han tarafından feshedildi. Mehterhanenin öneminden dolayı yerine Avrupa'da olduğu gibi Mızıka-yı hümayun isminde askeri mızıka teşkilatı kuruldu.
Ahmed Muhtar Paşa ve Celal Esat ( Arseven ), mehteri yeniden canlandırmak amacı ile 1911'de yeni bir takım kurdular. Bu takım 1914 yılında teşkilatlandırılarak, mehterhane-i hakani adını aldı. Mehterhane-i hakaninin kurulduğu, Birinci Dünya Harbinde orduyla birleştirildi.İstiklal harbinde de hizmet veren Mehterhane-i Hakani Cumhuriyetin ilanından sonra mehteri feshetti. 1952 yilinda donemin Genel Kurmay Baskani Nuri Yamut bir Ingiltere gezisinde Iskoc gayda takimini görür ve bu olay tarihi mehterin yeniden hatirlanmasina vesile olur.Simdilerde bir cok il,ilce belediyesinin ve askeriyenin mehter takimlari vardir. Bunlardan biride kultur bakanliginin 1992 yilinda kurdugu ' Istanbul Tarihi Turk Muzigi Toplulugu"dur.
Mehterin Bu Günü Yüzyıllar boyunca Osmanlı askerini coşturup zaferden zafere koşturan , düşmana korku veren mehterhane , 15 Haziran 1826 da Yeniçeri ve diğer Kapıkulu ocaklarıyla beraber 2. Mahmud Han tarafında ilgâ edildi. Mehterhanenin önemine binâen yerine mızıka-yu hümâyûn isminde bir askerî mızıka teşkilatı kuruldu. Fakat bu değişiklik yalnız şehirlerde ve görünüşte olmuş, kırlarda, ve Ordunun temelini yapan milletin aziz varlığı içinde, bağrında,Mehter sazlarının ve yiğitliğin sembolü olan davul ve zurna her zaman yerini korumuş ve çağımıza kadar rahatça kendinden, benliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Ahmet Muhtar Paşa ve Celal Esat (Arseven) , tarafından 1911 yılında "Mehterhane-i Hakanî" adıyla yeniden kuruldu. 1914 te kuruluş tamamlandı. 1.Dünya savaşında Başkumandan vekili Enver Paşanın emriyle teşkilat orduya tamim edildi.
İstiklal Savaşında da mehterhane hizmet vermiştir. 1935 yılına kadar tarihi Türk mûsikîsini dinleten askeri müze mehter takımı devrin savunma bakanı Zekai APAYDIN tarafından saltanat alâmeti sayılarak ve aslına nazaran kifayetsizlik gerekçesiyle tekrar lağvedilmiştir. Tarihe karıştığı sanıldığı bir sırada mehterin tekrar ihyası 1952 yılına rastlar. Londra ya yapılan bir seyahatleri sırasında , Zamanın Genel Kurmay Başkanı Nuri YAMUT un İskoç gayda takımlarını görmeleri tarihi mehter takımını hatırlamalarına neden olmuş ve memlekete dönüşlerinde yine askeri müze bünyesinde olmak üzere Tarihi mehter takımının kurulmasını emir vermişlerdir.
Ciddî tarihi araştırmalar sonunda Mehter Takımı 1953 yılında tekrar , tarihinde üçünce defa olmak üzere altı katlı olarak kurulmuştur. Kurulmuştur ve bir tevâfuktur ki 29 Mayıs 1953 tarihinde İstanbulun Fethinin 500. yıldönümü merasimine iştirak ederek hayata dönmüştür. Zamanla yedi ve daha sonra da sekiz kata çıkarılan Mehter bölüğü , Askeri müze müdürü Ülvay Sabahattin DORAS ın İd.Ks.A.0572-3-68 sayılı , 24 Haziran 1968 gün gerekçeli teklifiyle , Genel Kurmay Başkanlığının Hrb.T.0572-1-68 İDA ve 10 Temmuz 1968 gün sayılı Genel Kurmay Başkanlığının onayından geçen emriyle , dokuz katlı Mehter aslına uygun olarak kıyafetleriyle kurulmuştur.