tarihteki ilginç olaylar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarihteki ilginç olaylar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2007 Çarşamba

Jeanne d’Arc (Jan Dark) uydurma mı?

Jeanne d’Arc (Jan Dark) uydurma mı?


Yeni çıkan bir kitapta, efsanenin “psikolojik silah” olarak kullanıldığı iddia edildi.


NANCY - Fransa’nın yüzyıllar boyunca sembolü, ülkeyi kurtarmak için Tanrı tarafından görevlendirilmiş güzel çoban Jeanne d’Arc efsanesinin, geçmişte İngilizler karşısında zor durumda bulunan Fransız sarayı tarafından uydurulmuş bir ‘psikolojik silah’ olduğu ileri sürüldü.


Konuyu 10 yılı aşkın süredir araştıran ve “L’affaire Jeanne d’Arc” (Jan Dark Davası) adlı eserin yazarları gazeteci Marcel Gay ve Roger Senzig, Fransız kahramanın isminin dahi bir “sapkınlık” olduğunu belirterek, Jeanne d’Arc’ın asıl isminin Jeanne d’Orleans olduğunu iddia ettiler. Jeanne’ın bilinen 19 mektubundan, sadece 3’ü kendi imzalı olan 5 tanesini inceleyen yazarlar, bu mektuplardan hiçbirinde Jeanne’ın kendisine d’Arc demediğini gördüler.


KÖKENİ VE ÖLÜMÜ TARTIŞMALI


Efsane kahramanın kökenlerinin de tartışmalı olduğunu belirten yazarlar, çoban olduğu söylenen Jeanne’ın Rouen’deki duruşması sırasında “hiçbir zaman koyun veya başka bir hayvan gütmediğini” söylediğine, çok iyi ata binen Jeanne’ın ayrıca saray Fransızcasına sahip olduğuna işaret ettiler.


Gay ve Senzig, Jeanne’ın ölümüyle ilgili de pekçok soru bulunduğunu belirterek, tarihte anlatıldığı gibi eğer 1431’de Jeanne d’Arc yakılarak öldürüldüyse, “Fransa’nın Bakiresi”nin daha sonra Fransa’nın Metz, Belçika’nın Arlon, Almanya’nın Köln ve hatta 1436’da Fransa’nın Orleans kentlerinde görüldüğüne dair yüzlerce belgenin varlığının ne anlama geldiği sorusuna dikkati çektiler.


“15. yüzyılda aynı bugünkü gibi kamuoyu manipüle ediliyordu, bu bir gizli diplomasiydi. Efsane güzel, ama gerçek daha güzel” diyen Marcel Gay, İngilizlere karşı zor durumda bulunan Fransız kraliyetinin “psikolojik silahı” olan ve asıl ismi Jeanne d’Orleans olan Jeanne d’Arc efsanesi ile ilgili tezlerinin çok sayıda belgeye dayandığını belirtti.


“Bakire Operasyonu”nun da kralın kayınvalidesi Yolande d’Anjou tarafından planlandığını ve Tanrı’nın bir mesajı gibi sunulması, aynı zamanda rakiplerine korku salması için Jeanne’a uyarlandığını belirten Gay ve Senzig, efsanedeki bir başka lekenin de Jeanne’ın 1436’da Robert des Armoises ile evlenmesi olduğunu ve artık Bakire olmadığını kaydettiler.


Fransa’nın 1870’deki bozgunundan sonraki sembol arayışında 19. yüzyılın sonunda efsane canlanmış ve Jeanne la Lorraine Cumhuriyet’in kurucu sembolü olmuş, 1920’de de Katolik azize ilan edilmişti.


Efsaneye göre, 12 yaşındayken St. Catherine, St. Margearet ve St. Micheal’in ruhları ile iletişime geçtiği söylenen Jeanne d’Arc, Yüzyıl Savaşları sırasında Fransız ordusuna katılmış ve İngilizlere karşı savaşmıştı. Daha sonra onu esir alan İngilizler, Jeanne d’Arc’ın erkek giysileri giyip savaşan ve gaipten sesler duyan bir kafir olduğunu öne sürerek, 19 yaşındayken yakarak öldürme kararı almışlardı.


Jeanne d’Arc, ölmeden önce ve öldükten sonra adını korumak için görülmüş tüm mahkeme kayıtları bugün Fransız Ulusal Kütüphanesinde saklanıyor. Jeanne d’Arc, yaşadığı tarihteki diğer kişilerle kıyaslandığında, hakkında en çok şey bilinen kişilerden birisi olarak kabul ediliyor.

Kaynak:www.ntvmsnbc.com

25 Ağustos 2007 Cumartesi

Sicilya Katliamı « Tarihteki İlginç Olaylar

Sicilya Katliamı « Tarihteki İlginç Olaylar





1282, Palermo, Sicilya

Romalılar Sicilya'yı işgal ettiğinden beri ve muhtemelen daha da önce, Sicilyalılar Akdeniz'in kontrolü kimin elindeyse onun paspası olmaktan bıkmıştı. 1282'de Fransız monarşisi Sicilya'yı kontrolü altına aldığında da, 1266'da Anjou'lu Charles Sicilya krallığına getirildiğinde de durum buydu.

Büyük bir ihtimalle Charles adanın bir deniz üssü olmaktan ve vergi getirmekten başka bir yararı olmadığını anlamıştı. Sicilyalılar, kendi çıkar ve ihtiyaçları gözetilmeden büyük Avrupa devletleri tarafından yapılan anlaşmalardan rahatsızdı.

Bugünkü milliyetçilik koşullarında Sicilyalıların rahatsızlığının milli nedenlerden kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Sicilya'da Avrupa'nın geri kalanına göre bu anlamda daha ciddi bir kimliğin oluştuğundan söz etmek mümkünse de bu sorunun sadece küçük bir kısmıydı.

Bugünkü milliyetçilik koşullarında Sicilyalıların rahatsızlığının milli nedenlerden kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Sicilya'da Avrupa'nın geri kalanına göre bu anlamda daha ciddi bir kimliğin oluştuğundan söz etmek mümkünse de bu sorunun sadece küçük bir kısmıydı.

Bununla birlikte, işgalcilere karşı kendilerini savunmak için La Cosa Nostra'yı yaratmış olan bu halk oldukça sakindi. Ufak tefek bir sürü olay oluyor, anlaşmazlıklar artıyordu. Ama 30 Mart 1282'ye kadar önemli bir şey meydana gelmedi. Paskalyadan sonraki pazartesi günü işler birden karıştı. Bir grup Sicilyalı kilisede akşam duası için toplanmıştı.

Bir gün önce bir grup Fransız askeri Santo Spiro (Kutsal Ruh) kilisesini basmış ve vergi borcu olan bazı kaçakları yakalamıştı. Bu, açıkça ötekilere karşı gözdağı vermek için yapılmış bir ibret gösterisiydi. Kilisede otururken kelepçelenip götürülen bu adamların oluşturduğu manzara sadece mırıldanmalara yol açtı ama kimse direnmedi. Ve o pazartesi günü, akşam duası başlamadan önce şehrin yerlisi Katolikler kilisenin önünde toplanmıştı.

Yetkililer böyle büyük bir kalabalıktan rahatsız olmuştu. Bunun sadece dinsel bir kutlama olduğundan ve Sicilyalıların silahlı olmadığından emin olmak için iki yüz Fransız askeri gönderildi. Aslında bu çok anlamlıydı. Çünkü daha önce benzer toplantılar tartışmalara neden olmuştu ve bir gün önce aynı yerde kötü bir olay yaşanmıştı.

Sicilyalılar üzerlerinin aranmasına ses çıkarmadı. Silahsızlardı. Ama Fransızların tacizci yaklaşımı Sicilyalıların gururuna dokunmuştu. Fransız askerlerinden biri "silah aramak için" yeni evli bir kadının bluzunun altına elini sokunca kocası öfkelendi. "Fransızlara ölüm" diye bağırıp, Fransızın kılıcını belinden çekerek üzerine yürüdü. Bu hareket kalabalığı ayaklandırdı. Hiçbiri silahlı olmamasına rağmen tüm Fransız askerlerini öldürmeyi başardılar. Kayıtlara göre Sicilyalılar da iki yüz kayıp verdiler.

Sonraki günlerde tüm ada halkı ayaklandı. Binlerce Fransız ve onlarla işbirliği yapan ya da evlenenler de öldürüldü.Charles'ın tepkisi iki birlik daha göndermek oldu. Yeni birlikler ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırıp Sicilya'yı geri aldılar. Adada isyan ve direniş bir yaşam tarzı halini aldı. Halk adadaki yönetime alternatif olarak adı bugün 'Cosa Nostra' olarak bilinen bir kültürel doku oluşturdu.

Fransızların tutumu sadece isyana neden olmadı, aynı zamanda Amerika'nın ilk organize suç mekanizmasının temellerini attı. Bagajlarda bulunan cesetlerin, ayağından betona gömülmüş, dizlerinden vurulmuş insanların okuduğu beddualar hep dinsel bir kutlamada sorun çıkmasını engelleme işgüzarlığında bulunan Fransız yöneticilere gitmeliydi.

http://www.tarihsayfam.com/

23 Ağustos 2007 Perşembe

Seçilmemeyi Nasıl Başarabilirsiniz?

Seçilmemeyi Nasıl Başarabilirsiniz?




1978, Chicago



Chicago "Çalışkan Kent" diye ün yapmıştır; özellikle belediyede hemen her türlü iş zamanında yapılır, çöpler düzenli toplanır, caddeler iyi temizlenir ve diğer belediye işleri savsaklanmaz. Şubat 1978'de Chicago şiddetli bir kar fırtınasına yakalandı. Kentin kar sorumlusu işlerin altından kalkamadı diye eleştirildi.Efsanevi Belediye Başkanı Richard J. Daley'in ölümünden sonra yerine geçen Michael A. Bilandic hava koşullarının ani değişimiyle kentin bir daha böyle kötü bir sürprize yakalanmamasını sağlamak konusunda kararlıydı.


Nisan 1978'de Bilandic bir komisyon kurarak benzer bir durumda kar fırtınasıyla nasıl mücadele edileceğinin bir planının çıkarılmasını istedi. Komisyonun başkanlığına getirilen avukat Kenneth Sain deneyimli bir yerel yöneticiydi ve 1977'deki istifasına kadar Daley ve Bilandic'le birlikte çalışmıştı. Bir dizi araştırmadan sonra Sain kentin karla mücadelesini yapacak yeni firmasının seçildiğini ilan etti; uzun yıllardır bu işi yapan Barton-Aschmann Asociates yerine başka bir firma ile anlaşma yapılmıştı.

Aralık ayının ilk günü Chicago'ya yağan kar yaklaşık 30 santimetreyi bulmuştu. Sonra kar yağışı daha da arttı ve kar kalınlığı bazı bölgelerde 45 santimi geçti. Tam o sıralarda, 23 Aralıkta da komisyon 23 sayfalık son raporunu yayımladı ve belediye firmaya 90 bin dolar ödeme yaptı. Rapor güya bazı önlemler ve malzeme alımını içeriyor ve karla mücadele açısından izlenecek yeni politikalar öngörüyordu.

Caddeler ve meydanlar hızla temizlendi ve karla nasıl başa çıktık diye herkes sevinçle birbirini kutladı. Yılbaşı gecesi yine kar yağdı ve kalınlığı 30 santimi bulunca kentin sorunları da yine baş gösterdi. Temizlik ve Sağlık Müdürü Emmit Garrity yönetimindeki çalışmalar ciddi eleştirilere maruz kaldı, çünkü karla mücadele programının öngörüleri çerçevesinde yollardaki araçların çekilerek karın temizlenmesi bir haftayı bulmuştu. Çalışmalar en sonunda tamamlanmıştı ama bu arada 12 Ocak günü de kentin tarihindeki en büyük kar fırtınası kapıya dayanmıştı. 14 Ocak 1978 tarihli Chicago Tribüne gazetesinin manşeti "TİPİ..." idi. Son üç gün içinde kente yağan karın kalınlığı 70 santime yaklaşmıştı. Şiddetli kar yağışı, soğuk ve hızı saatte 80 kilometreyi aşan rüzgar kentteki yaşamı felç etmişti. Uluslararası O'Hare Havaalanı kapandı ve kent içi trafik durdu.

Olağanüstü durum ilan eden Belediye Başkanı Bilandic arabaların yollardan çekilmesi çağrısı yaptı. Arabaların okulların bahçelerine ve park alanlarına çekilmesini isteyen Blandic karların temizlenmesi için yolların boşaltılması gerektiğini belirtiyordu. Belediye başkanının istekleri polis tarafından zorla uygulanacak ve yollarda bırakılan arabalara ceza kesilecekti. Ancak Bilandic'in park alanı olarak kullanılmasını önerdiği 103 yerden çok azı karlardan temizlenmiş ve halkın kullanımına uygun durumdaydı. Arabalar kar tepelerinin altında kalmış ve kar temizleme makineleri caddelerden geçemediği için yan sokaklar iyice kardan geçilmez duruma gelmişti. Park alanlarıyla ilgili kendisine yanlış bilgi veren görevlileri cezalandıran Bilandic halktan özür diledi.

Ayrıca yollardaki karla başa çakacak miktarda araç da yoktu. Çevredeki kentlerden araç ve personel yardımı istendi. Yardım çağrısına Quebec'ten bile yanıt geldi ama Chicago'daki görevliler kendilerinin kullanılmadığını iddia ettiler. Hiçbir şey yapmadan saatte 57 dolar para alıyorlardı. İşlerine arabalarıyla gidemeyen halk toplu taşım araçlarına yöneldi. Otobüs sistemi de özel arabalardan daha iyi durumda değildi. Caddelerin birçoğunda ancak bir şeritten trafik işleyebiliyordu.Otobüs tarifeleri bir kenara bırakıldı, üç saate kadar gecikmeler meydana geliyordu. Trenler düzensiz de olsa çalışıyor ama sık sık sorun çıkıyordu. Kentteki raylı sistem de felç olmuş, onlara elektrik sağlayan sistem de göçmüştü.

Gerekli bakım yapılmadığı ve ihtiyaç duyulan malzemeler daha önce sağlanmadığı için zaten iki hat daha önceden iptal edilmişti. En sonunda tek bir hattın kardan temizlenmesi becerilerek kısmen hizmete sokulması başarıldığında kar fırtınası da hafiflemişti. Ama bu arada kentteki kar kalınlığı da iki metreyi geçmişti. Yaşlılar evlerinde hapis kaldılar.

Karda yürümeye çalışan birçoğu kayarak düşmüş ve sakatlanmıştı. Çöp toplanması durmuştu. Ayın son günü geldiğinde kentin merkezi ve çevresi hala kardan temizlenememişti. Belediye Başkanı Bitandic karla mücadelede yardıma ihtiyacı olanlar için bir telefon hattı kurmak istedi ama 5.5 milyon nüfus için elinde sadece bir numara vardı.

Belediye Başkanının kurduğu komisyon o kadar laf üretmişti ama kent tipiyle başa çıkacak gibi görünmüyordu.Tüm bunlar olurken Bilandic çeşitli radyo ve televizyon programlarına çıkarak halkı sakinleştirmeye ve yapılabilecek her şeyin yapılmakta olduğuna ikna etmeye uğraşıyordu. Editörlere gönderilen ilk mektuplar kara yenik düşen kentte belediye başkanının istifasını istiyordu. 19 Ocakta halk Sain komisyonunun hazırladığı planı görmek istedi.

İstemeden de olsa belediye planı basına verdiğinde kıyamet koptu; 23 sayfalık raporda genel hatlarıyla bir şeyler söyleniyor ve ardından da çalışanlar işverenlerinin emirlerine uygun davranmalı, karla mücadele sorumlularıyla ilişki kurulmalı gibi çok basit öneriler ve bazı formların nasıl doldurulacağını gösteren örnekler yer alıyordu.Karları eritmek için tuz atılacak ve temizlenecek güzergahları gösteren 184 harita vardı ama belediye bu haritaların komisyon tarafından yapılmadığını zaten daha önce belediyedeki uzmanlar tarafından yapılmış olduğunu açıkladı. Rapor ne belediyenin park alanlarını belirtiyordu, ne de alınması gereken yeni makinelerden söz ediyordu.

En ciddi suçlama ise Anthony Mazza adında bir kar işçisinden geldi; Mazza komisyon raporunun kendisinin 1973'te hazırladığı master tezinin bir kopyası olduğunu iddia ediyordu. Tüm rapor tam bir rezaletti ve Belediye Meclisi Kenneth Sain'e ödemeyi durdurmaya karar verdi. Ancak bu noktada Sain ile Belediye Başkam Bilandic arasındaki işbirliğinin ve anlaşmanın sadece bundan ibaret olmadığı açığa çıktı.

Emniyet örgütünün bomba ve kundakçılıkla uğraşan bölümünün de yeniden düzenlenmesi için hazırlatılan bir rapor daha vardı. Bir üçüncü rapor da polis ve itfaiye arasındaki işbirliğinin nasıl olması gerektiğini ele alıyordu. Sonuçta toplam olarak Sain belediye için 9 rapor hazırlamış ve karşılığında 242 bin dolar almıştı. Tabii skandal Bilandic'i güç durumda bıraktı ve itibarı zedelendi.

Şubatta yapılan aday belirleme toplantısında Demokrat Parti içindeki rakibi Jane Byrne karşısında kaybetmesi için iki hafta önce yaşanan felaketin ve rezaletin hatırlatılmasına bile gerek kalmadı. Böylece 1978 kışında Sain ve şirketinin karla ilgili olarak Chicago'da yaptığı en etkili iş Belediye Başkanı Michael Bilandic'i karın içine gömmek olmuştu.
Demir Maskeli Adam

Demir Maskeli Adam




Roman ve filmlere de konu olan Demir Maskeli Adam kimdi? Bu soru özellikle Avrupa'da yıllarca merak konusu olmuştu.Kral 14. Louis' nin emriyle, 1669' da Bastil zindanına getirilen, ölene dek yüzündeki maske çıkartılmayan tutuklu kimdi?
Gardiyanı 34 yıl boyunca, yani ölene kadar M. Saint Mars'dı ve Kral'ın hizmetindeki şövalyelerin, hatta Dartanyan'ın astlarındandı.1681' de tutuklu Cannes körfezindeki Sainte-Marguerite'ye gönderildi, buradaki esaret günlerinde umutsuzca çelik bir çatalla, gümüş bir tabağa bir şeyler yazmaya çalıştı, ve tabağı zindanın penceresinden dışarı fırlattı, tabağı tesadüfen bir balıkçı buldu ve tekrar hapishaneye getirdi, Saint Mars, balıkçıya yazıyı okuyup okuyamadığını sordu, balıkçı okuyamadığını söyleyince gardiyan: ' İyi, eğer okuyabilseydin, seni öldürmek zorunda kalacaktık' dedi. 1698'de tutuklu ünlü Bastille hapishanesine götürüldü.
Yolda, bir handa yemek molası vermişlerdi, anlatılanlara göre, gardiyan çifte pistolünü yani tabancasını yemek masasının üzerine koymuştu, tutuklunun yüzündeki maske ise filmlerdeki gibi demirden değil, balina kemikleriyle sağlamlaştırılmış, siyah kadife bir maskeydi. 1703' de tutuklu öldü, hapishanedeki teğmen Etienne du Jonca günlüğüne şöyle not düşmüştü: ' M. de Saint Mars'ın sorumlu olduğu ve yüzündeki maskenin hiç çıkartılmadığı, kimliği meçhul tutuklu, biraz hastaydı ve bugün 10.00 civarında öldü '. Ertesi gün gömüldü ve kilise kayıtlarına isim olarak Marchioly yazıldı ki, büyük ihtimalle sahte bir isimdi.Maskeli esir kimdi? Gerçeği bilenler sadece Kral ve yakınlarıydı, onlar da asla konuşmadılar. Sonradan 15. Louis şöyle demiştir: Yaşasaydı, onu serbest bırakırdım, kimse gerçeği bilmiyor ve tüm söylentiler asılsız.'Dolayısıyla çok çeşitli spekülasyonlar yapıldı.
Bazıları aşağıda:
Tutuklu, 13. Louis'nin eşi Avusturya'lı Anne'nin, bir İngiliz dükünden olan gayrimeşru oğluydu, 14. Louis'ye çok benzediği için tutuklanmıştı.Andrew Lang'a göre, adam İngiltere kralı . Charles'ın, edepsiz, haşarı oğluydu ve Fransa kralını çok kızdıracak bir şeyler yapmıştı. Bir başka söylentiye göre demir maskeli adam aslında 14. Louis'nin ta kendisiydi, ikizi olan kardeşi, onu hapsetmiş, kral olmanın tadını çıkarıyordu!Bazıları onun çok gizli bir görev verilen bir elçi olduğunu söylediler. Söylentilerin ardı arkası kesilmedi ama bugüne kadar demir maskeli adamın kim olduğu ortaya çıkmadı.

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Atlas Okyanusundaki Gizemli Olay...

Atlas Okyanusundaki Gizemli Olay...




Bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu'nun ıssız bir yerinde, çığlıklar atanmilyonlarca kuşun havada daireler çizerek uçtuğunu gördü. Kulakları sağır edecek denli yüksek sesle çığlıklar atan kuşların kimileriyoruldukça, kendilerini okyanusun dev dalgaları arasına atıyorlardı.

Onlar bu son hareketleriyle yaşamlarına Son veriyorlar, kendilerini okyanusundalgalarına bırakırken, çaresizlikten ölüme teslim oluyorlardı. Bu olaya yalnızca o değil, o bölgede ki balıkçılarda yıllardır tanık olmuşlardı. Kuş bilimcileri ise, yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerdengelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfediyorlar, fakat onların,birbirleri peşi sıra kendilerini ölümün kucağına atmalarının nedenini bir türlüçözemiyorlardı.

Gerçek, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında anlaşıldı. Bu trajik olayın Yaşandığı yerdebir zamanlar bir ada vardı. Göçmen kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu ada, birdeprem sonunda, okyanusa gömülmüştü. İnsanların yok olduğunun bile ayırdına varamadıkları ada, göç yollarının ortasındakuşlar için vazgeçilmez "dinlenme" durağıydı.

Kuşlar binlerce yıllık kalıtımsal alışkanlıklarıyla adanın yerini bilmekteydiler veyıpratıcı, uzun yolculuklarının ortasında, biraz dinlenebilmek ve toparlanabilmekiçin, yine binlerce yıllık kalıtımsal güdüleriyle, okyanusun ortasındaki adayageliyorlardı ama... Olması gereken yerde adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlıkçığlığa okyanusun sularına bırakmak zorunda kalıyorlardı.

Arkeologlar Piramitlerde Çok Gizli Odaların Peşine Düştü

Arkeologlar Piramitlerde Çok Gizli Odaların Peşine Düştü

Mısır’ın temel zenginliği piramitlerde arkeologlar yeni bir av başlatıyor: Gizli mumya odaları! Eski Mısır tarihi ama özellikle de piramitler her zaman insanların ilgi odağı oldu.
Mısır’da Tutankamun’un da dahil birçok firavunun hazinesinin bulunduğu Kahire Müzesi’nde geçen ocak ayında yeni bir mumya salonu açıldı. Fakat müzede hálá hummalı bir çalışma sürüyor. Bodrum katındaki 3000 metrekarelik bodrumda bozulmaya yüz tutmuş mumyaları restore ettiren müzenin ilk kadın müdürü Wafaa el Saddik, şimdi de içinde envanterleri bile yapılmamış on binlerce buluntunun saklandığı depoyu baştan başa elden geçirip yenilemek için kolları sıvadı. Müzeye ilgi büyük. Başta National Geographic olmak üzere birçok televizyon kanalı müzedeki etkinlikleri ve çalışmaları yakından takip ediyor. Merakın odağı
Mısır tarihi her zaman insanların ilgi odağı olmuştur. Sonuçta dünyanın ilk devleti tarihöncesi dönemlerden, Roma dönemine kadar 3000 yıllık bir tarih yazmıştır. Büyük bir sonsuzluk arayışı içinde olan halk, güneşte ve yıldızlarda ölümsüzlüğün sembolünü gördü. Günümüze dek korunagelen mumyalanmış bedenler, modern mimarının bile aşmaya cesaret edemediği devasa piramitlerde olağanüstü bir uygarlığın canlı tanıkları gibi "yaşamaya" devam ediyorlar. Piramitler hakkında bugüne kadar yazılanların haddi hesabı yok. Kimi yazarlar bereketli Nil topraklarında yükselen bu yapıları inşa eden eski Mısır halkının çalışmalarını hayranlıkla anlatırken, o dönemde bu kadar gelişkin bir mimarinin varlığına akıl sır erdiremeyenler, insanoğlunun karşı konulmaz hırsını ve açgözlülüğünü de simgeleyen bu görkemli yapıları uzaylılara mal ettiler.
Gizler tam çözülmedi
Piramitlerde yapılan yüzlerce belki de binlerce yasal ve yasadışı araştırmalara rağmen, eski Mısır tanrılarının mezarlarının gizleri hálá çözülmüş değil. Mısır piramitleri çok sayıda hazine avcısının hedefi olmuştur tarih boyunca. Piramitlerin içindeki karmaşık geçit sistemi ve esrarengiz kapılara rağmen, mezar odaları yağmalanmaktan kurtulamamıştır. Günümüze en sağlam olarak kalan Tutankamun’un mezarıydı. İngiliz araştırmacı Howard Carter, firavunu tüm ziynetleri ve silahlarıyla birlikte, iç içe konmuş 110 kilo ağırlığında dört lahidin sonuncusunda bulmuştu. Ama mezarında rahatsız edilmeyen ve soyulmayan başka firavunlar da olabilirdi. Mısır Eski Eserler Dairesi Başkanı Zahi Hawass da böyle düşündüğü için 2002 yılında Keops piramidinde, "Pyramid Rover" olarak adlandırılan uzaktan kumandalı bir araştırma robotuyla bir keşif gezisi yaptı.

Canlı yayımlandı
Başta National Geographic kanalında olmak üzere birçok dünya televizyonunda canlı olarak yayımlanan bu araştırmadan sonra, Spiegel dergisinde yayımlanan yazıya göre, Fransız mimar Gilles Dormion, kısa bir süre önce endoskopi aletleri ve jeoradarıyla (yer radarı) yapmış olduğu araştırma sonucunda ilginç bulgulara ulaştı: - Keops piramidindeki "kraliçe odasının" zemininde gizli bir geçit var;- 4. Hanedanın kurucusu firavun Snofru’nun mezar odasında giden koridorun üzerinde bulunan bir dehliz iki gizli odaya açılmakta. Ayrıca Fransız mimarın ilginç bir hipotezi var. Dünyanın en büyük mezar anıtında döner heykellerden, tuzak şeklinde kapılardan ve engellerden oluşan bir mekanizma bulunmakta.

Hırsızları şaşırtmak için

Peki Mısırlılar, krallarını yağmacılardan korumak için ne gibi taktikler uygulamıştı? Hırsızları şaşırtmak için kaç tane sahte koridor kaç geçit vardı? Devasa yapıların içinde bu tür aldatmaca yollar için bol bol yer var. Dördüncü hanedana ait iç mimari teknikleri hala anlaşılmış değil. Sonsuzluğa giden koridorlar, tuhaf nişler, çift mezar odaları akıl almaz sırlarla dolu. Özellikle de 143m yüksekliğindeki Kefren piramidinin içi metro gibi. Araştırmacılar asıl geçitlerin hala bulunamadığına inanıyorlar. Piramitler içinde neredeyse yok denecek kadar oksijen bulunduğu için de araştırılmaları çok zor. Fakat bilim insanları artık ileri teknolojinin nimetlerinden yararlanmaya başladılar. Mesela yer radarları taş duvarlarının yoğunluğunu elektromanyetik olarak ölçebiliyor ve uzaktan kumandalı robotlar, kıyıda köşede kalmış bölgeleri tek başlarına araştırabiliyor. Dormion’un ilk çabaları bile müthiş sonuçlar verdi. Parmak kalınlığında bir endoskopi aleti, Medum piramidinin içinde açtığı küçük bir delikten girerek 1,4m yüksekliğinde ve iki gizli odaya açılan bir geçit buldu.

İlk piramidin babası

Arkeolog Hawass burada ilk piramitleri inşa eden kişiyi bulmak istiyor. Kısa bir süre yayımlanacak kitabında arkeolog, piramit alanının kurucusunun hálá lahitinde dinlenmekte olduğunu yazıyor. Firavunların en büyüğü olan Snofru tüm hırsızları yanılttı, diyen Hawass’ın teorisine göre, ilk gerçek geometrik piramidi inşa eden Keops’un babası Snofru idi. Snofru’nun piramit kenti Dahşur, pek bilinmez. Doksanlı yıllara kadar askeri bölge olduğu için buraya girmek yasaktı. Snofru’nun burada inşa etmiş olduğu "Kırmızı Piramit" 109m, "Bent piramidi" ise 105m yüksekliğindedir. İki Alman araştırmacı ayrıntılı incelemeler sonucunda Mısır’daki ilk piramidin aslında bir felaket örneği olduğunu ortaya çıkardılar. Piramit ustaları ilk önce temelleri çöken yapıda defalarca kurtarma çalışmaları yaparak, piramidin inşasını 15 yılda güç bela tamamlamışlardı. Fakat mühendislik hatasına dayanan bu başarısızlık Mısırlı firavunları yıldırmak şöyle dursun, asıl piramit çağının başlangıcı olmuştu.

Eski Mısır’da ileri teknoloji

Eski Mısır’ın taş ustaları daha dördüncü hanedandan itibaren, diyorit veya granit gibi sert taşları kesebiliyorlardı, ama hiç kimse bunu nasıl başardıklarını bilmiyor. Snofru’nun döneminde ilk kez bakır heykeller kalıplara dökülmeye başlanmış ve arp bulunmuştu. Halk büyüye ve sihirlere inanıyordu. Snofru’nun sembolleri de bunu açıklıyor aslında: Firavunun kısa eteğinin altından sarkan aslan kuyruğu onun hayvan kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Elinde tuttuğu ucu kıvrık bir asa ve kamçıdan en büyük büyücü olduğu anlaşılmakta. Gökyüzüyle en iyi şekilde iletişim halinde olan Snofru, Nil nehrini kabartabiliyordu. Sıradan halk, kralları ve diğer soyluları göremiyordu. Bu nedenle de birçok firavun "Gizlerin bekçisi" olarak anılıyordu. Snofru, anıtsal mezarı için Memfis’in 50km uzağındaki Fayum vahasının doğu kenarını seçmişti.

Gökyüzüne bir basamak

İlk önce sekiz basamaklı bir piramit planlanmıştı. Ama Snofru daha yükseğini isteyince 85m’lik bir yapı çıkar ortaya. Snofru döneminde eski Mısır mimarisi yeni bir boyut kazanıyor. Ardılları Keops ve Kefren de onun izinden giderek daha büyük piramitler inşa ettirdiler. Dördüncü hanedanının kralları ölümsüzlüğü simgelemek istiyorlardı. Piramitler aynı zamanda farklı bir görüşü de yansıtmakta. Daha önceki dönemlerdeki firavunlar yer altında içleri ağızlarına kadar yiyecek ve içecekle dolu olan magazinlere gömülüyordu. Oysa Snofru’nun amacı ışığa ulaşmaktı. Piramit, ölen hükümdarın gökyüzüne giden yolcuğu için bir basamaktı. Astronomiyle uğraşan rahiplerin gözünde kesin bir hedef vardı. Onlar için kuzey gökyüzünde hiçbir zaman batmayan kutup yıldızları sonsuzluğun zirvesiydi. Fakat astronomik belgelerde, boğa takımyıldızında turuncumsu renkte ışıldayan Aldeberan yıldızı da ele alınmakta. Aldeberan yıldızı eski Mısır’da batışın ve gençliğin simgesidir.

Hırsızlık daha gömülmeden!

Ancak bu görkemli piramitler bile öldükten sonra firavunların gücünü koruyamıyordu. Belgelere göre hırsızlık daha gömülme sırasında başlıyordu. Meşalelerle mezar odalarına giren yağmacılar, kralların boyunlarındaki amuletleri hatta altın maskelerini bile söküp alıyorlardı. İşte piramit ustaları bu nedenle hep daha karmaşık güvenlik sistemleri geliştirmek için tuzaklar ve gizli geçitler eklediler planlarına. Fakat anlaşıldığı üzere Mısır kralları hırsızları yanıltmak için çok daha farklı taktikler de uygulamıştı. Özellikle de üçüncü hanedanın hükümdarı Sekemket. Mısırlı arkeologlar ellili yıllarda firavunun tamamlanmamış basamaklı piramidini bulmuşlardı. Girişi hala ilk yapıldığı gibi duruyordu. Büyük bir heyecanla kilidi kıran arkeologlar 30m derilikteki bir dehlize indiklerinde, yerde 21 bilezik, 388 altın boncuk, 420 seramik kürecik ve altın bir asanın kalıntısıyla karşılaştılar. Dehlizin arkasındaki mezar odasına hiç dokunulmamış ve açılmamıştı. Amerikalı araştırmacı Robert Brier, bu ilginç buluntuların, hırsızları, firavunun mezarından uzaklaştırmak için düşünülen bir hile olduğunu düşünüyor.

Araştırmaya izin yok

Son araştırmalar soyulma tehlikesinin Snofru’nun mühendisleri tarafından da tahmin edildiğini gösteriyor. Medum piramidi adeta kilitli bir zırh gibi. Planlara göre aşağı inen koridorun içi tıpkı Loto makinesinin borusundaki küreler gibi küp şeklinde taşlarla doldurulacaktı. Mezar odasının önüne büyük nişli bir giriş yapılmış. Anlaşıldığı üzere dev taşlar yığılacaktı. Fakat burada ilginç olan hiçbir zaman bir lahidin bırakılmamış olması. Fransız mimar Dormion’un araştırması bu tür sorulara yanıt getirecek gibi. Girişteki koridorun hemen üzerinde endoskopla bir delik açan mimar, iki odaya uzanan gizli bir geçit buldu. Kameranın gördüğü kadarıyla bunlar boş. Birçok arkeolog bu noktadan sonra araştırmalara devam etmek istiyor, fakat Hawass, bu mirası koruması gerektiğini savunarak, yabancı arkeologlara izin vermemekte.

Kölelik yok, zorunlu çalışma var!

Uzmanlar Dahşur bölgesindeki piramiti yapım sırasında yeni blilgilere ulaşıldı: Eski Mısırda kölelik bilinmiyordu henüz, ama zorunlu çalışma vardı. İşçiler yalınayak çalışıyorlardı ve tonlarca ağırlıktaki taş bloklarını taşırken kemikleri kırılıyordu. Rahip doktorlar yaralı bölgeleri sarıyor ve şişen bölgeleri şifalı bitkilerle tedavi ediyorlardı. Tüm bunlar yaşanırken, firavun Snofru, çalışmaları oturduğu yerden izleyebiliyordu. Hükümdarlık binası inşaat yerinin hemen kenarındaydı. Mimarları yepyeni bir mezar yapısı keşfetmişlerdi, matematik kitabından çıkmış bir biçimi andırıyordu bu. Basamaklı piramit kuleleri Tikal, Chichen Itza ve Babil’de bulunmuştu. Ama hiçbir Maya, Çinli veya Sümerli, prizma biçiminde bir ölü tapınağı inşa etmeyi akıl edememişti. Snofru’nun hükümdarlık yönetiminde öte yandan din de yeni bir boyut kazanmış ve zafer güneş tanrılarının eline geçmişti. Tıpkı doğudan yükselen ve batı çölünde kızararak batan güneş gibi Snofru da sonsuz bir şekilde parlamaya devam eden bir yıldız olacaktı. Daha önceki dönemlerde nekropoller, kuzey-doğu yönünde kurulurken eksen doğu batı yönüne çevrilmişti. Firavun, ufuktaki günlük gezilerinde kendisine eşlik eden Re’nin oğlu olmuştu.

10 bin işçi çalıştı

Snofru müthiş bir taslak hazırlatmıştı. Anıt mezarının kenarı 156,90m uzunluğunda olacaktı ve bunun için de eğim açısının 60 derece olması gerekiyordu. Tahminlere göre Snofru’nun piramit inşaatında 10.000 işçi, 5000 kadar taş ustası, matematikçi ve sanatkarlar çalışmıştı. Fakat plan beklendiği gibi yürümüyordu, karbonat çamurlarıyla biçimlenen deniz tortullarından oluşan zemin tonlarca ağırlıktaki yapıyı kaldırmıyor, duvarlarda çatlaklar oluşuyordu. Yoğun kurtarma çalışmalarından sonra eğim açısı 45 dereceye düşürüldü ve yapının üzeri 15,70m kalınlığında kireç taşı kaplama ile örtüldü. Ve yaklaşık 15 yıllık bir mücadeleden sonra piramit hazırdı. Ölüler kentinde artık 3,6 milyon tonluk taş yığını yükseliyordu. Bu başarısızlık Snofru’yu yıldırmadı tam aksine ölümsüzlük arayışında önemli bir adım oluşturdu sadece. İki büyük piramidi bulunan hükümdar çok daha büyük bir proje için kolları sıvadı. Bu Kırmızı Piramit idi.

Kırmızı piramidin öyküsü

İnşaat yeri sadece 1,9 kilometre uzaklıktaydı ve bu sefer planda kenarı 219m ama eğim açısı sadece 45 derece olan bir yapı vardı. Zeminin sağlamlığı da iyice kontrol edilmişti. Günümüzde alınan hava fotoğraflarından anlaşıldığı üzere batıdan, Kırmızı piramide iki taşıma rampasının uzanıyordu.Ve hükümdar buradaki işi sanki başından aşmazmış gibi ilk eseri olan basamaklı piramidini de düzgün ve soyut bir yapıya dönüştürmeleri için sanatkarlarının bir kısmını Medum’a yolladı. Taş ustaları parçalanmış ellerinden küre biçimindeki açkı taşlarını bıraktıklarında Snofru 75 yaşına gelmişti ve mezarının tamamlanmasıyla aynı zamanda öldü. Rahipler ölünün etlerini çıkardıktan sonra kemiklerini keten bezlere sardılar. Natronla yapılan gerçek mumyalama o zamanlar daha bilinmiyordu. Ancak hükümdar gömülmeye hazır haline gelince kafalar karıştı.

Acaba orada mı?

Spiegel’den derlediğimiz yazıda şöyle deniyor: Snofru hangi piramide gömülecekti? Hawass’ın son teorisine göre hükümdar herkesle alay edercesine, kendisini Medum’daki eski anıt mezarına gömdürmüştü. Böylece potansiyel hırsızlara hiçbir olanak tanımamıştı. Hükümdar belki de hala görkemli lahidinde yatıyor diyor Hawass. Dört milyon taşla çevrili, 14,70m yüksekliğindeki kubbemsi tavanı altında durmuş olanlar Snofru’nun nasıl bir titan olduğunu hissedebilirler. Peki ama hükümdar gerçekten de burada mı yatıyor? Medum’da hálá bilinmeyen zikzak biçiminde geçitler, tüneller veyahut da "en kutsal bölgeye" giden yolu kapatan, önleri örülü koridorlar mı var?İngiliz araştırmacı John Shae Perring, 1840 yılında, piramidin içine girip her yeri aramasına rağmen hiçbir şey bulamamıştı. 1950’li yıllarda Mısırlı bir ekip de eli boş döndü. Hawass şimdi ileri teknolojik araçlar ve National Geographic’ten aldığı destekle piramitlerin gizlerini çözmeye hazırlanıyor. Bekleyelim bakalım, insanoğlunun yüzyıllardır merak ettiği firavunlar dünyasının giz perdesi nasıl açılacak.

Kaynak: Hürriyet - Bilim

12 Ağustos 2007 Pazar

Topun Türklere Satılması « Tarihteki İlginç Olaylar

Topun Türklere Satılması « Tarihteki İlginç Olaylar




1453, Konstantinopol(şu an İstanbul)



Bir savaşta insan sadece kendi teknolojisinin durumunu değil, rakibinin de hangi yeni teknolojileri karşısına çıkarabileceğini hesaplamalıdır.



Konstantinopol şehri yedi yüzyıldan daha uzun bir süre İslam dünyasının saldırısına uğramıştır. Önce 7. ve 9. yüzyıllar arasında Araplar, sonra da 12. yüzyılda bölgeye gelen Türkler. Şehri kurtaran o gün için ileri teknoloji sayılabilecek Rum Ateşiydi. Neft ve ziftten oluşan bir karşımdı bu. O günün napalm bombası diyebileceğimiz formülü saklı olan bu gizli madde gemilere yükleniyor ve bronz bir toptan ateşleniyordu.



Elli metreden daha geniş bir alan içerisinde tahtadan yapılmış hiçbir gemi yaklaşamıyordu. Buna benzer alev atan mancınıklar da kale duvarlarında sabit bir biçimde duruyorlardı. Böylece yedi yüzyıl boyunca şehir saldırılara göğüs gerebilmişti. İmparatorluğun geri kalanı parça parça elden çıktıysa bile şehir Bizans'ın elindeydi.



Top yapımındaki yeniliklerin yaygınlaşması henüz birkaç nesillik bir olaydı. Önceki toplar küçüktü, yararsızdı ve hedefi tutturamıyordu. Ancak kısa bir mesafe içinde isabet sağlayabiliyorlardı. Barut zamansız patlayabilirdi, tehlikeliydi ve içindeki kömür, sülfür gibi maddeler nakliye sırasında ayrılıyordu. Bunları bir arada tutmak için geliştirilen teknikler henüz piyasada değildi.



Dolayısıyla bu yeni silah sistemi çok ses çıkaran bir oyuncaktan daha fazlası gibi gözükmüyordu. Aslında Wright Kardeşlerin yaptığı ilk uçak da tehlikeli bir uçurtmaydı ancak arkasından gelen Messerschmitt ve Spitfire'lar çok şeyi değiştirdi.



Macaristan hükümdarı Urban toplara bayılırdı. Barutun zamansız patlaması ve isabet sorunlarına bir çare bulmayı başardı. Eğer topların boyutu ve güçleri artırılırsa doğru yere isabet etmesinin çok önemi kalmayacaktı. Devasa büyüklükteki top mermisi nereye düşerse düşsün büyük bir alana zarar verecekti. Hayallerindeki silah tam bir canavardı, bir tondan daha ağır ve 120 cm. çapındaki bir top mermisini atabilecek bir top. Bu süper topu destekleyecek 90 cm. çaplı mermi atabilen küçük toplar, küçük taşlarla yüklü mancınıklar kuşatılmış bir şehirden gelebilecek her türlü saldırıya karşı bu büyük topu da koruyabilirdi.



Bu silahların imal edilmesinin büyük bir paraya mal olacağını söylemeye gerek yok. Süper silah beraberinde büyük bir asker gücü ve yüzlerce ton barut gerektirecekti.



Urban bu silahın zafer kazandıracağını biliyordu ve iyi bir silah tüccarı gibi bu fikri satmak için dolaşmaya başladı. Akla ilk gelen müşteri adayı tabii ki Konstantinopol'dü. II. Mehmet'in orduları Çanakkale Boğazının doğu tarafında toplanıyordu ve Osmanlı Türkleri Bizans'a karşı kutsal bir savaş ilan etmişti. Urban'ın teklifini ilk olarak İmparator XI. Konstantin'e götürülmesinde mutlaka az da olsa din ve ırk birliğinin etkisi vardı.



Hazırladığı süper silahların planlarını göstererek buna sahip olacak herhangi bir şehrin tüm saldırıları kolayca püskürtebileceğini anlattı. Bu güçlü silahtan atılacak bir mermi, yüzlerce saldırganı öldürebilir ya da bir gemiyi batırabilirdi. Düşman karşılarına aynı büyüklükteki silahlarla çıksa bile onları daha kullanamadan etkisiz hale getirilebilirdi.



Ancak Urban reddedildi. Danışmanlar denenmemiş silahlara para harcamaktansa o parayla biraz daha kiralık asker tutulabileceğine karar verdi. Herhalde Bizans, Urban'ın bir silah tüccarı olduğunu ve bir dahaki durağının Boğazın öte yakası olacağını düşünememişti. II. Mehmet teklifi hemen kabul etti ve Urban'la bu silahları hazırlaması için anlaştı.



Bir yıl sonra Mehmet'in ordusu şehri kuşattı. Kuşatmanın kaderini Urban'ın dev topları belirledi. Silahlar Bizanslıların Rum Ateşlerinin menzili dışına yerleştirildi. Ayrıca bu silahların yapılması için harcanabilecek parayla tutulan askerlerin oklarından da uzaktı.



Surlar yıkıldı, Türkler içeri girdi ve XI. Konstantin öldürüldü. Urban'ın silahlarını reddeden danışmanların da Konstantin ile birlikte öldüğünü düşünmek isteyebilirsiniz ancak bu tür bir adalet nadiren gerçekleşir.



Urban'ın silahları Türklere satma fikri uzun vadede yanlış bir karar olabilirdi. İstanbul artık Türklerin önünde bir engel değildi, dahası Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olmuştu. Bu da tüm Güneydoğu Avrupa'nın savaş alanı haline gelmesi demekti. Dahası Türkler Viyana'ya kadar uzanacak ve Urban'ın kendi ülkesi bir savaş alanına dönecekti. Malını satıp para kazanma tutkusu Macaristan'ın bugün bile korkulu rüyası olan, beş yüz yıllık bir çatışmaya neden olmuştu.