Adalet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Adalet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ağustos 2022 Salı

15 Şubat 2022 Salı

Osmanlı Tarihi, İhsan ve adalet örnekleri

Osmanlı Tarihi, İhsan ve adalet örnekleri



İ H SAN VE ADALET ÖRN E KLERİ Karamanlılara karşı kazanılan büyük meydan muharebesinden sonra, Osmanlı ordusu Konya üzerine doğru yürüdü. Murad Han bölge halkının malına, canına ve namusuna bir halel gelmemesi için sıkı tedbirler almış, emirler vermişti. Halkın yüreğin­ deki korku ve

13 Şubat 2022 Pazar

Kadı neden Yıldırım Bayezid'in şahitliğini kabul etmez. Çünkü sen cuma namazını cemaat ile kilmiyorsun.

Kadı neden Yıldırım Bayezid'in şahitliğini kabul etmez. Çünkü sen cuma namazını cemaat ile kilmiyorsun.



Senin şahitliğin geçersizdir. Zira sen namazını cemaatle kılını­ yorsun. Elinde imkan olduğu halde namazlarını cemaatle kılmayan biri yalancı şahitlik edebilir demektir." Bu itham karşısında herkes Yıldırım Bayezid'in hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynunu büküp mahkemeyi terk etti. Bu hadi­ seden
Adil davranan, Adaletin hükümlerine boyun eğen erdemli padişah Yıldırım Bayezid

Adil davranan, Adaletin hükümlerine boyun eğen erdemli padişah Yıldırım Bayezid



Tarihler, Bayezid'in gerek fetihlerinde gerekse tebaasına karşı fevkalade adil davrandığı hususunda müttefiktir. Konya muhasa­ rasında, Sivas'ın ilhakında, Rumeli fütuhatında ortaya koyduğu adil davranışlar örnek olacak derecede yüksektir. Her gün belirli bir zamanda herkesin kendisini görebileceği bir yerde durur, dört bir yandan gelen tebaasının şikayet ve

8 Şubat 2022 Salı

Osman Bey'in adaleti ,çarşı ve pazar düzeni

Osman Bey'in adaleti ,çarşı ve pazar düzeni



Osman Gazi kısa bir sürede aşiretten devlete çevirdiği ülkesini idare ederken adaletiyle ön plana çıkmıştır. Hayatını adaletine ait pek çok misalle süslemiş, güzelleştirmiştir. Onun zamanında Osmanlı şehirlerinde kurulan pazarlarda Müslümanların yanında

26 Aralık 2017 Salı

 İnfaz Memuru Olarak Hukukçular

İnfaz Memuru Olarak Hukukçular

Kaynak
Ortada Roland Freisler, Milli Mahkeme başkanı Nazi selamı veriyor.
 1942 yılında Halk (milli) Mahkemelerinin başına getirildi ve buradaki gücünü dilediğince kullanarak, mahkemeleri Nazi propaganda şovları haline getirdi. Adolf Hitler'e düzenlenen saldırıda tutuklananlara karşı da bu tür mahkemeler gerçekleştirdi ve her türlü hukuksal uygulamaya ve kurala aykırı davranarak, kana susamış intikam yargıcı haline geldi. Ölüm cezalarının sayısı Freisler'in idaresi altında hızla artmıştır. Tüm işlemlerin yaklaşık 90%'ı ölüm ya da ömür boyu hapis kararları ile sona erdi. 1942-1945 yılları arasında 5.000'den fazla ölüm cezası verdi. Freisler, mahkeme sırasında sanıkları aşağılamaları ve onlara bağırması ile bilinirdi. Freisler, direniş grubu olan Beyaz Gül üyelerini de yargılamış, idam cezası vermiştir. 
3 Şubat 1945'te Berlin'e yapılan bir hava saldırısında isabet alan mahkeme binasında öldü.

Hitler, nasyonal sosyalist hukuk anlayışını şöyle ifade etmişti: "Führer, ülkedeki bütün güçleri kendisinde toplar; devletin tüm kamusal otoritesi, Führer'in otoritesinden türer, (...) Führer’in otoritesi herhangi bir denetime, güvenceye tabi değildir, herhangi bir özerk alan veya kişisel hakla kısıtlanamaz, mutlak ve sınırsızdır." Nasyonal sosyalist hukuk rejiminin yalnızca iki temel ilkesi vardır: ''Hukuk, halka yararlı olandır"
"Hukuk, Führer'in iradesiyle birdir."

 Hitler, böylece, şahsi görüşünü ''Her Alman, hukukçu olmanın büyük bir ayıp olduğunu kavrayana dek rahat etmeyeceğim" şeklinde açıklayarak hukuk sistemini tamamen emri altına almış oluyordu. Weimar Cumhuriyeti döneminde burjuva demokrasisi ideoloğu iken, 1933'ten sonra nasyonal sosyalizmin doktrinini şekillendiren hukukçular arasına katılan Carl Schmitt, bu emir-komuta ilişkisinin keyfiliğe yol açmayacağının teminatını gene Führer'e bağlayarak açıklıyordu: "Führer'le maiyeti ve takipçileri arasındaki sürekli temas ve karşılıklı sadakat, ırksal bir zemine oturur. Führer’in iktidarının keyfiliğe ve tiranlığa dönüşmesinin güvencesi, onunla halk arasındaki ırk birliğidir. Dolayısıyla,  Alman milletinin siyasal yönetiminin temel kavramları, mutlak ırksal birlik esasına dayandırılmak zorundadır."
Hepsi NSR- Rechtswahrerbund ( Nasyonal Sosyalist Hukukçular Birliği) korporasyonunun üyesi olan yargıçlar, savcılar ve avukatlar nezdinde, Göring 'in ifadesiyle "ister yasa olsun, ister kararname, tüzük, sözlü emir, vs., Führer'in her iradesi yasa değerinde"ydi.

Fotoğrafta (üstte), duruşmayı Nazi selamıyla açarken görülen Volksgerichtshof (Milli Mahkeme) yargıçları gibi bütün adliye mensupları, böylece infaz memurlarına dönüştürüldüler.

Metnin kaynağı:  Sosyalizm ve Top. Müc. Ansk., İletişim Yayınları, cilt 3, s. 817


 Freisler'in yargılama sahneleri için ve hakkındaki diğer bilgiler için bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=Nzz700H6T9M
https://www.youtube.com/watch?v=CKiqHpbFz68
https://www.youtube.com/watch?v=UQaP5aLVig8  (seri)


SOPHIE SCHOLL Final Days - compare to "Polish" Nazi judiciary!

Count Schwerin von Schwanenfeld, Roland Freisler'e karşı kararlılığını koruyor


31 Temmuz 2017 Pazartesi

Zulüm Umranın Harap Olduğunu Haber Verir

Zulüm Umranın Harap Olduğunu Haber Verir


Malum olsun ki, malları bakımından halka tecavüz etmek, bu malların elde edilmesi ve kazanılması hususunda onların heveslerini ve şevklerini yok eder. Çünkü bu takdirde, neticede ve eninde sonunda söz konusu malların yağma yoluyla ellerinden alınacağına kani olurlar. Mal kazanma ve edinme hevesleri gidince, artık bu maksatla çalışmaya elleri varmaz olur. Mal ve servet kazanma yolunda çalışmaktan halkın geri durması, bu hususta kendilerine (ve mallarına) yönelen tecavüz miktarınca ve nispetinde olur. Tecavüz, maişet yollarının tümüne şamil olacak derecede çok olursa, kazançtan geri durma öyle olur. Çünkü zulüm ve tecavüz bütün mesleklere dahil olduğu için hevesleri tamamen ortadan kaldırır.  Şayet tecavüz az ise, kazançtan geri durmak da o nispette olur. Umran*ın mükemmelliği, çarşı pazarın hareketliliği, halkın akşam sabah gide gele kazanç ve menfaatleri için çalışıp çabalamalarına bağlıdır. Halk, maişellerini temin etmekten geri durup mal kazanmaktan el etek çekti mi, umrandaki pazarlar durgunlaşır, ahval perişan olur, halk bu ülkenin dışındaki yerlere dağılır, rızkını bu sahanın haricinde arar. Bu yüzden o bölgede ikamet edenler seyrekleşir, nüfus azalır o diyar ıssız hale gelir, şehirleri harap olur, sultanın ve devletin halinin bozulmasiyle yerleşme merkezleri bozulur. Çünkü sultanın ve devletin hali, umranın bir suretidir. Umranın maddesinin (ve iktisadi bünyesin in) bozulmasiyle zaruri olarak sureti de bozulur. (Umran, devletin maddesi matter, devlet ise sureti, formudur.
Bünye dağılınca, zaruri olarak şekil de dağılır).

Bu hususta, İran tarihi ile ilgili olmak üzere, Behram b. Behram zamanında bunların dini başkanları olan Mobezan hakkında Mesudi'nin naklettiklerine bakınız:
Kıral Behram'ı, zulüm yapma ve hanedanlığa karşı ifa etmesi gereken görevleri ihmal etme hali üzere görünce, bunu inkar maksadıyle  Mobezan'ın tariz yollu söylediği sözlere dikkat ediniz. O, bu hususu baykuşun diliyle bir darb-ı mesel halinde anlatmıştı: Hükümdar bir kere bir baykuşun sesini işitmiş, bu sesin ne manaya geldiğini Mobezan'a sormuş, o da şöyle cevap vemişti: Bir gün erkek bir bay kuş, dişi bir baykuşla evlenmeye karar vermiş, dişi (mehir olarak), Behram zamanında harap olmuş yirmi köyün kendisine verilmesini şart koşmuş, erkek bu şartı kabul etmiş ve dişi baykuşa, Şayet Behram'ın hükümdarlığı devam ederse, ben sana yirmi değil, yüz köyü arpalık olarak verdim gitti, arzu ettiğin şartların yerine getirilmesi gayet kolay demişti.Bu sözleri işiten hükümdar, derhal gaflet uykusundan uyandı, Mobezan ile başbaşa bir görüşme yaptı, bu misalden neyi kastettiğini sordu. O da şunları söyledi: Ey hükümdar! Mülkün izzeti, sadece dini ahkâmla (ve kanunlara riayetle), Allah'a itaat hali içinde onun emir ve yasaklarına göre hareket etmekle gerçekleşir. Hükümdarsız şeriatın kıvamı olmaz, (devlet ve siyaset) adamları olmadan, hükümdarın izzeti olmaz. Mal olmadan da adamlar çalışmazlar. Mal elde etmenin, memleketi mamur hale getirmekten başka yolu yoktur. Memleketi imar etmenin yegâne yolu ( dürüstlük ve) adalettir. Adalet, halk arasında konulmuş bir terazidir. Bunu koyan da Rab'dır. Rab bu terazinin başına bir kayyım dikmiştir. O nezaretçi hükümdardır. Ey hükümdar! Sen tarlalara ve çiftliklere el attın, bunları sahiplerinden ve işleyenlerden çekip aldın. Hâlbuki bunlar vergi mükellefleri ve kendilerinden mal alınan kimselerdir. Bunlardan aldığın toprakları maiyetindekilere, etrafına, hizmetçilerine eşine ve dostlarına arpalık olarak verdin. Bundan dolayı, arazi sahipleri, umranla ilgili faaliyetlerini terkedip yarını düşünmez, arazilerini işlemez ve bakmaz oldular. Hükümdara yakınlıkları sebebiyle, kendilerine bu topraklar verilen kimselerin vergilerine göz yumuldu. Geriye kalan vergi mükellefleri ve toprak işleyenler de, haksızlığa uğradılar. O yüzden tarlaları bırakıp gittiler, araziyi bomboş bıraktılar, ulaşılması mümkün olmayan topraklara yerleştiler ve buralarda oturdular. Onun için imaret azaldı, tarlalar harap oldu, mallar eksildi, asker de tebaa da mahvoldu, komşu hükümdarlar, İran mülküne göz dikti. Çünkü mülkün temelini teşkil eden maddelerin inkıtaa uğradığını bilmektedirler. Hükümdar bu sözleri işitince, mülküne nezaret etmeye yöneldi, tarlaları ve çiftlikleri has dostlarının elinden aldı, sahiplerine iade etti. Eski tarifeler üzerinden vergiler vermekle mükellef tuttu. Onlar da ülkeyi imar etmeye koyuldular, içlerinden zayıf düşmüş olanlar kuvvetlendi. Böylece arz mamur hale geldi. Memlekette bolluk ve bereket aldı yürüdü. Vergi toplayan tahsildarların elinde mal ve servet çoğaldı, ordu güçlendi, düşmanların (kuvvet aldıkları kaynaklar ve) maddeler kesilmiş oldu. Hudutlar (asker ve mühimmatla) doldu. Hükümdar, işlerini bizzat kendisi idare etmeye başladı, onun için zamanı güzel geçti, mülkü intizama girdi. 39/I . [Bkz. Mesudi, Murucu'z-zeheh, ı, s. 25 1 .]
Bu hikâyeden şunu anlayınız: Zulüm umranı tahrip eder, mamur yerleri harabeye çevirir. Zulmün, umranda meydana getirdiği bozulma ve çökme şeklindeki tahribatın zararı da hanedanlığa ait olur.

Hanedanlıklarda mevcut olan büyük şehirlerin, zulme ve tecavüze maruz oldukları halde, bazan bunların harap olmadıklarına bakma. Bil ki, bu şehirlerin harap olmaması, şehir halkının ahvali ile zulüm arasındaki nisbetten ve münasebetten ileri gelmektedir. Şehir kocaman, umranı çok ve ahvali, hadsiz hesapsız bol ve geniş olursa, zulüm ve tecavüz suretiyle orada vaki olan eksilme (ve tahribat) az olur. Çünkü eksilme, ancak tedrici olarak kendini gösterir. Şehirdeki ahvalin çok ve iş hacminin geniş olması sebebiyle, eksikliği kapalı kalırsa, bunun eseri, ancak bir müddet geçtikten sonra görülür. Bazan zalim ve mütecaviz hanedanlık, şehir harap olmadan evvel kökten ortadan kalkar, onun yerine diğer bir devlet kurulur. Yeni oluşu sayesinde şehrin yırtıklarına yama vurur; gizli oluşu sebebiyle hemen hemen kimse tarafından farkedilmeyen eksiklerini tamir eder. Ancak bu, azın da azı olan ender bir durumdur.

Söylediklerimizden maksat şudur: Zulüm ve haksızlıktan dolayı umranda bir noksanlaşmanın hasıl olması, vaki olan bir husustur. Belirtmiş olduğumuz sebeplerden dolayı bunun böyle olması zaruridir. Bu noksanlaşmanın vebalini ve zararını da hanedanlıklar çeker.

Zulüm, malikin elinden mülkünü ve malını karşılıksız ve sebepsiz olarak almaktan ibarettir, diye zannedilmemelidir. Böyle meşhur, olmuştur, ama aslında zulüm, bundan daha umumi bir şeydir. Başkasının mülkünü alan veya onu zorla kendi işinde çalıştıran veyahut hakkı olmayan bir şeyi ondan isteyen veyahut da şeriatın farz kılmadığı bir hakkı (ve vazifeyi) başkasına yükleyen (onu meşru ve kanuni olmayan şeylerle mükellef tutan) her kişi karşısındakine zulmetmiştir. imdi haksız olarak vergi toplayan tahsildarlar zalimdir, hak olandan fazla vergi toplayanlar zalimdir, bunu yağma edenler zalimdir, halka haklarını vermeyenler zalimdir, emlaki gasbedenler tamamiyle zalimdir. Bütün bunların zararını ve vebalini hanedanlığın maddesi olan umranın harap olması sebebiyle devlet çeker. Çünkü bu durum umran ehlinin şevkini ve hevesini yokeder. 

Bilinmelidir ki, zulmü haram kılmasından Şâri'in** kastettiği ve gözettiği hikmet işte budur. Umranın yıkılmasına ve harap olmasına yol açan hususlar bundan kaynaklanır. Umranın fesada uğraması ve harap olması ise, insan nevinin inkitaını ilan eder. "Beş zaruri" (Zaruriyat-ı hams) maksadın tümünde şeriatın riayet ettiği hikmet budur. (Dini hükümlerin ruhu, zulmü yok etmek ve adaleti getirmektir). Beş zaruret ise şunlardır: Dini muhafaza, nefsi muhafaza, aklı muhafaza, nesli muhafaza, malı muhafaza. Görüldüğü gibi, zulüm umranın tahrip edilmesine yol açması suretiyle insan nevinin ve neslinin kesilmesini ilan edince, haram kılma hikmeti onda mevcuttur, demektir. Bu yüzden zulmün yasaklanması mühim olmuştur. Zulmün, haram olduğunu gösteren ayet ve hadislerdeki deliller, sayılmayacak ve belli bir esasa göre zabt ve tesbit edilmeyecek kadar çoktur. Herkes zulmetme gücüne sahip olsaydı, herkes tarafından işlenmesi mümkün olan zina, katl ve içki gibi beşer nevi için zararlı (ve müfsit) olan günahların karşılığında konulan, menedici cezalar ve müeyyideler zulmü önlemek için de mutlaka konulurdu. Fakat kendisine güç yetmeyenden başkasının zulme gücü yetmez. Zira zulüm, sadece kudret ve otorite sahibi olanlardan vaki  olur. Bu yüzden zulme kadir olan şahsın, vicdanında manevi bir müeyyide (vazi) hasıl olur, diye zulmü  kötülemede ve ona dair olan tehditlerin tekrarında mübalağa edilmiştir. Ve "Rabb' ın kutlara zulmetmez" (Fussılet, 4 1 /46) .

Yol kesme suçunun karşılığı olarak şeriat cezalar koymuştur (bk. Maide, 5/33).
Halbuki yol kesmek, herkesin güç yetiremeyeceği bir zulümdür. Zira muharip (ve eşkıya), sadece eşkıyalık yaptığı müddet içinde bunu yapmaya kadirdir, diye itiraz edilemez. Eğer itiraz edilirse, buna iki türlü cevap verilir: Bir çok alime göre, yol kesmede, eşkıyanın cana ve mala karşı işlediği suçtan dolayı ceza verilir. Bu ise eşkıyaya karşı kuvvet elde edildikten ve işlediği suçun hesabını sorma imkanı hasıl olduktan sonra bahis konusu olur. Bizatihi yol kesmenin ise (zulümde olduğu gibi tesbit edilmiş muayyen) bir cezası yoktur.

Diğer bir cevap da şudur: Yol kesen eşkıya kudret sahibidir, diye vasfolunamaz. Çünkü biz, "Zalimin kudreti", deyimi ile hiç bir kudretin karşı koyamadığı her tarafa uzanan bir eli, (yüksek makam sahiplerinin haksızlığını ve devletin zulmünü) kasdediyoruz. Umranın harap olduğunu ilan eden, bu manadaki zulümdür. Eşkıyanın kudreti ise mal gasbetmek için vasıta olarak kullanılan bir tehditten ibarettir. Bu tehdide karşı kendini müdafaa etme imkanı şer'an da, siyaseten de herkesin elinde mevcuttur. o halde bu kudret (ve ona dayanan zulüm) umranın harap olacağının habercisi olan bir kudret değildir.

Allah, dilediğini yapmaya kadirdir.

Umranı çökerten hususların en şiddetlisi ve en büyüğü, tebaaya haksız bir şekilde (bigayr-ı hakkın) çalışma mükellefiyeti getirmek ve onlara angarya yüklemektir. Çünkü rızık (ve kar) bahsinde de izah edeceğimiz gibi iş görme ve çalışma (a'mal, emek) mal ve sermaye kabilinden bir şeydir. Zira rızık ve kesb, kar ve kazanç, umran ehlinin emeklerinin kıymetinden ibarettir. Şu halde, umran ehlinin tüm işleri ve emekleri (a'mal ve mesaileri) kendi sermayeleri ve kazançlarıdır. Hatta onların bunun dışında bir kazançları yoktur. Çünkü ülkenin mamur olması için çabalayan tebaanın geçimi ve kazancı (meaş ve mekasibi), bahiskonusu emekten (faaliyet) ibarettir. imdi tebaa, işleri haricinde çalışmakla mükellef tutulup, maişetleri hususunda kendilerine angarya yükletildi mi, kazançları heba olur. Sermayeleri olan sözkonusu emekleri gasbedilmiş bulunur. Bu yüzden zarara girerler. Maişetlerinin büyük bir kısmı ellerinden gider. Hatta maişetlerini (kar ve kazançlarını) tamamen yitirmiş olurlar. Şayet bu durum tekerrür ederse, ülkeyi imar etme konusundaki hevesleri de kaybolur. Bu uğurda sa'y ve gayret harcamaktan tümden geri dururlar. Bu da umranın mahv ve harap olmasına yol açar. "Allah, dilediğine hesapsız rızık verir", (Bakara, 2/2 1 2). Mukaddes ve muteal olan Allah en doğrusunu bilir, muvaffakiyet O'nun sayesindedir.


İbn Haldun, Mukaddime, Cilt 1, (haz.) Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 2007/5, İstanbul,  s. 549-552

* Yazar bu kelimeyi "medeniyet" anlamında kullanıyor. Kitaplarında kullandığı kendi yöntemine de "Umran İlmi" adını vermiştir.  Kitabın giriş kısmındaki açıklamalar daha aydınlatıcı olabilir: 

"Yalnız yerleşik bir hayat yaşayan her insan ve toplum, medeni (hadari) olmadığı gibi, göçebe bir hayat yaşayan her fert ve cemiyet de iptidai (bedevi) değildir. Mesela çadır hayatının da kendine has bir medeniyeti (umranı) olabilir. Bu medeniyet mağaralarda, ormanlarda, dağbaşlarında ve
köylerde yerleşik olarak yaşayan toplumların sahip oldukları medeniyet (umran) seviyelerinden
daha ileri ve üstün de olabilir."  s. 106
....
"Umran, mamurluk, mamur yer ve abad olmak manalarına gelir. İmaret, mamure, imar, mimar, tamir, itimar, istimar, şenlendirme, kelimeleri de aynı kökten türeyen kelimelerdir. Umranın zıddı, harap, harabe, viran, virane, ıssız ve kimsesiz yer, hali arazidir. Herhangi bir sebeple, bir yerde şehir ve kasaba kurulur, burası canlı, hareketli ve kesif ictimai, iktisadi, idari, siyasi ve ilmi faaliyetlere sahne olursa, bu durum umranın kurulması, ilerlemesi ve artması şeklinde ifade edilmekte, aksine bu tür faaliyetler geriler ve zamanla ortadan kalkarsa, bu durum da umranın azalması, gerilemesi ve yıkılması şeklinde ifade edilmektedir. Bu tür faaliyetler dünya çapında ele alındığında da "umranu'l-alem" (alemin umranı), "umranu'l-beşeri" (insanlık medeniyeti) gibi üniversel medeniyet kavramı ortaya çıkmaktadır.
İbn Haldun, alemdeki mamurluğa, medeni faaliyetlere ve ictimai hayata umran (umranu'l -alem) adını verdiği gibi, bu umranın araştırılması ve incelenmesini konu edinen ilme de umran (ilmu'l -umran) adını vermekte, her iki manadaki umranı da Mukaddime'de tarif ve tavsif etmektedir. Ona göre gerek tarih boyunca ve gerekse şu anda görülen umranla ilgili hadise ve faaliyetler, gelişigüzel ve keyfi bir şekilde cereyan etmemektedir. Bir yerde umranın vücuda gelmesi ve ilerlemesinin veya gerileme ve yok olmasının mutlaka bir takım tabii sebep ve amilleri, zaruri kanun ve kaideleri vardır. Umranın, var olmasını icap ettiren sebep ve amiller mevcut olunca, umran zaruri olarak var olur, kendine has kanunlara göre kurulur ve işler, bu sebep ve amiller, yavaş yavaş ortadan kalkınca umran da ona paralel olarak tedrici bir surette mecburen geriler ve neticede inkıraz ve izmihlale maruz kalır
age. s. 106, 112, 113 [DK]

**  Şeriat koyan (allah ve peygamber), 

ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=RKI_E-M_jo8 (Bilim ve kurgu - İbni Haldun ve Çöl gezegeni Dune)


24 Şubat 2017 Cuma

Kanlı Yasalar: İngiltere'de İdam Cezası

Kanlı Yasalar: İngiltere'de İdam Cezası

Arthur Koestler


https://en.wikipedia.org/wiki/File:William_Hogarth_-_Industry_and_Idleness,_Plate_11;_The_Idle_'Prentice_Executed_at_Tyburn.png
Bu geziyi iki devrede yürüteceğiz: Önce 1800 yılları civarında suçla mücadele metodunu anlatacağız,
sonra da bu duruma nasıl gelindiğini görmek için daha öncelere gideceğiz. Ondokuzuncu yüzyılın başında, ülkemizin [İngiltere] ceza mevzuatı kanlı yasalar adıyla anılırdı. Bu yasalar iki yüz yirmi veya iki yüz otuz suçu ölümle cezalandırmak gibi bir özelliğe sahipti ki, dünyada başka hiç bir yasa aynı niteliği taşımıyordu.


Kanlı yasanın ölüm cezasına çarptırdığı suçlar arasında yankesicilik, çingenelerle işbirliği yapmak, göl balıklarına zarar vermek, tehdit mektubu göndermek, bir ormanda silâhlı veya yüzünü maskeyle gizlemiş şekilde dolaşmak gibi fiiller de vardı. Hukuk otoriteleri dahi, ölümle cezalandırılan suçların tam sayısını hatırlamıyorlardı.

Unutmayınız ki, orta çağın karanlıklarından değil, Kraliçe Victoria’nın saltanat sürdüğü, dünyanın bütün uygar ülkelerinin mülkiyete karşı işlenen suçlarda ölüm cezasını 'kaldırdıkları ondokuzuncu yüzyıldan söz ediyoruz.

Bu dönemde, ondokuzuncu yüzyılın en büyük İngiliz hukukçusu Sir James Stephens, ceza kanunlarından söz ederken bunların «En beceriksiz, en umursamaz, bir uygar ülkenin şerefini alçaltmış yasaların en gaddarları» olduğunu söylemişti. Bu durum, hele İngiltere’nin birçok bakımdan
dünyanın geri kalan kısmına göre ilerde olduğu düşünülünce, daha da şaşırtıcı bir hal alıyor. Yabancı
ziyaretçiler, İngiliz mahkemelerinin dürüstlüğü karşısında son derece etkileniyor, ancak verilen cezalar karşısında düştükleri dehşet de olumlu etkiden aşağı kalmıyordu. Darağacı ile işkence sehpası, köylerde ve kırlarda öylesine olağan şeyler halini almıştı ki, gezginler için basılan ilk rehberde bunlardan sık sık söz edilmekte ve bazıları merkez noktalar olarak işaretlenmekteydi.

Yalnız Londra ile Doğu Grinstead arasında üç darağacı ile, cesetlerin çürüyene kadar zincirlerle bağlı kaldıkları birkaç ölüm sehpası kurulmuştu. Bazen, suçlu canlı olarak buraya bağlanıyor ve ölümü birkaç gün sürüyordu. Bazen de, iskelet, etler döküldükten uzun süre sonra da, asılı kalıyordu.
Ölüm sehpasının son kullanılışı 1832’de Leicester yakınındaki Saffron Lane’de olmuştur. Ciltçi James
Cook otuz üç ayak yüksekliğe, saçları traş edilip başına katran sürülmüş olarak asılmış ve cesedi onbeş gün sonra kaldırılmıştır. Bu süre içinde pazar gezmesine çıkmış olanlar sehpanın etrafını bir gezi ve eğlence yeri haline getirmişlerdi.

«Asılma günleri» bütün onsekizinci yüzyıl ve ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısı süresince bugünkü
bayram günlerimizin birer benzeri olmuşlardır. Birincilerin sonunculardan tek farkı çok daha sık olmalarıydı. Mallarını belirli bir zamanda teslim etmek zorunda olan zanaatkarlar dahi, «Teslim tarihinden önce bir asılma günü olursa o gün çalışmayacaklarını» belirtmeyi unutmuyorlardı.

https://en.wikipedia.org/wiki/Tyburn

Asılmanın simgesi Tyburn ağacıydı. İnfazlar sırasında meydana gelen olaylar ise, ulusal utancın da ötesinde duygulara yol açacak nitelikteydi. Bunlar tam bir kollektif çılgınlık ateşine yol açıyordu. Bugün aynı duygu ve gösterinin yankılarını herhangi bir hapishanenin kapısına infaz kararları asıldığında görmek mümkündür.


Bununla birlikte, ondokuzuncu yüzyıl ilerlemekteydi. Bazı ülkeler ölüm cezasını kaldırmış, diğer bir kısmı ise bunu kaldırmamakla birlikte, uygulamaz olmuşlardı. Oysa İngiltere'de açıkça yapılan infazlar, her ne kadar hapishane kapıları önlerine alınmışsa da, gene de, resmen düzenlenmiş büyücü âyinlerini andırmaktaydı. Bu idamlar sırasında beklenmedik şiddet ve heyecan gösterileri meydana gelmekteydi. Meydanda bulunanlar aralarında dövüşürlerdi. Nitekim, 1807’de Holloway ile Haggerty’nin asılmalarını izlemeye gelmiş olan 40.000 kişilik bir kalabalık birden öylesine bir çılgınlığa kapıldı ki, gösteri bittiğinde meydanda yüze yakın ölü yatıyordu.

Bu ahlâk düşüklüğüne yakalanmış olanlar, yalnız aşağı tabakadan kimseler değildi. Seçkin seyirciler
için, bugün futbol maçlarında olduğu gibi, tribünler hazırlanıyor, alana bakan evlerin pencereleri akıl almaz fiyatlara kiralanıyor, siyah tilkiden kürkler giymiş aristokrat kadınlar, mahkûmu ziyaret edebilmek için kuyruk oluyorlardı. Şık gençler ile bu işin gerçek amatörleri, güzel bir asılma olayı görebilmek için ülkeyi baştan başa geziyorlardı. Ve bütün bunlar, romantizmin en hassas döneminde, kadınların en ufak heyecandan bayılıp, sakallı adamların birbirlerinin kollarında sıcak gözyaşları döktükleri bir çağda geçmekteydi.

Kurbanlar tek başlarına ya da on iki, on altı, yirmi kişilik gruplar halinde asılıyorlardı. Çoğu zaman
mahkûmlar sarhoş olurlardı, cellatlar da onlardan aşağı kalmazdı. Ama ister sarhoş olsun, isterayık, toplumun çılgınlığı karşısında cellat çoğu zaman soğukkanlılığını kaybeder ve işini berbat ederdi.
İki veya üç kere yeni baştan asılan kişiler çoktu. Bazan kurbanın topuğundan kan alınmak suretiyle
kendine gelmesi sağlanır, ondan sonra yeniden asılırdı. Diğer bazı hallerde, cellat ile yardımcıları, mahkûmun ağırlığına kendilerininkini de katmak amacıyla darağacında sallanan adamın ayaklarına asılırlar. Vücudun yırtıldığı, kafanın koptuğu olurdu. Birçok kereler, mahkûm ipin ucunda sallanırken af fermanının geldiği görülmüştür. O zaman ip kesilirdi, «Yarı yarıya asılmış» adı verilen Smith isimli birinin başına da böyle bir olay gelmişti. Adam bir çeyrek saattir ipte sallanmaktaydı... Yakındaki evlerden birine götürüldüğünde kan alma ve diğer tedavilerle derhal kendine geldi.

Bu dehşet sahneleri bütün ondokuzuncu yüzyıl boyunca sürüp gitti. Herşey öylesine barbarca, eksik
yapılıyor ve tesadüfe bırakılıyordu ki, yalnızca idamdan onbeş dakika sonra mahkûmların hayatta kalması değil, büyük bir kesinlikle belirtildiğine göre, bazılarının teşhir masasında kendilerine geldikleri bile görülüyordu. Daha başkaları da ipten indirildikten sonra sıcak banyolar, kan almalar ve belkemiği masajlarıyla dostları tarafından yeniden hayata iade ediliyorlardı.

Ölüm cezasını tartışmaya başladığımız andan itibaren bu iğrenç teknik ayrıntılara girmemek imkânsızlaşır: Neden söz edildiğinin iyice bilinmesi gerekir. Zira söz konusu olan yalnız uzak geçmişi ilgilendiren sorunlar değildir. Resmi ikiyüzlülük, infazların açık olmasından yararlanarak, modern asma tekniğinin son derece geliştirildiğini ve herşeyin her zaman «süratle, hiçi bir olaya yol açmaksızın olup bittiğini» ileri sürer, hapishane müdürleri de gerçeğe aykırı olarak, bu yönde konuşmaya zorlanırlar.

Ancak, Nurenberg savaş suçlularının asılmalarında korkunç olaylar olmuştur ve Mrs. Thompson’un 1923 yılında asılması da, gazetelerin geçen yüzyılın sözünü ettikleri korkunç insan kasaplıkları kadar isyan ettirici şekilde geçmiştir. Bu kadını idam eden cellat, kısa bir süre sonra intihar etmeye kalkışmıştı, hapishanenin papazı ise, «kadıncağızı icabında kuvvet kullanarak kurtarmak arzusu hemen hemen dayanılmaz bir hale gelmişti» diyordu. Buna rağmen, hükümet sözcüsü bize herşeyin mükemmel geçtiğini söylemektedir; hükümet sözcüleri son derece saygı değer kişilerdir.

Hele infazı takip eden sahneler, infazın kendisinden de alçaltıcıdır, tabii bundan daha alçaltıcı bir
şey olması mümkünse. Anneler çocuklarını darağacına yaklaştırarak, ölünün eline dokunmalarını sağlamaya çalışırlardı. Asılan adamın elinde şifa verici bir hassa olduğuna inanılırdı. îdam sehpasından, diş ağrılarına karşı deva olması için, parçalar kopardırdı. Daha sonra da, operatörlerin uşakları ceset için kavgaya tutuşurlardı. Çünkü o devirde teşrih için ceset bulmanın en alışılmış yolu buydu.


Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler, Alan Yayınları
s: 83-87