Arthur KoestlerBu geziyi iki devrede yürüteceğiz: Önce 1800 yılları civarında suçla mücadele metodunu anlatacağız,
sonra da bu duruma nasıl gelindiğini görmek için daha öncelere gideceğiz. Ondokuzuncu yüzyılın başında, ülkemizin [İngiltere] ceza mevzuatı
kanlı yasalar adıyla anılırdı. Bu yasalar iki yüz yirmi veya iki yüz otuz suçu ölümle cezalandırmak gibi bir özelliğe sahipti ki, dünyada başka hiç bir yasa aynı niteliği taşımıyordu.
Kanlı yasanın ölüm cezasına çarptırdığı suçlar arasında
yankesicilik, çingenelerle işbirliği yapmak, göl balıklarına zarar vermek, tehdit mektubu göndermek, bir ormanda silâhlı veya yüzünü maskeyle gizlemiş şekilde dolaşmak gibi fiiller de vardı. Hukuk otoriteleri dahi, ölümle cezalandırılan suçların tam sayısını hatırlamıyorlardı.
Unutmayınız ki, orta çağın karanlıklarından değil,
Kraliçe Victoria’nın saltanat sürdüğü, dünyanın bütün uygar ülkelerinin mülkiyete karşı işlenen suçlarda ölüm cezasını 'kaldırdıkları ondokuzuncu yüzyıldan söz ediyoruz.
Bu dönemde, ondokuzuncu yüzyılın en büyük İngiliz hukukçusu Sir James Stephens, ceza kanunlarından söz ederken bunların «En beceriksiz, en umursamaz, bir uygar ülkenin şerefini alçaltmış yasaların en gaddarları» olduğunu söylemişti. Bu durum, hele İngiltere’nin birçok bakımdan
dünyanın geri kalan kısmına göre ilerde olduğu düşünülünce, daha da şaşırtıcı bir hal alıyor. Yabancı
ziyaretçiler, İngiliz mahkemelerinin dürüstlüğü karşısında son derece etkileniyor, ancak verilen cezalar karşısında düştükleri dehşet de olumlu etkiden aşağı kalmıyordu. Darağacı ile işkence sehpası, köylerde ve kırlarda öylesine olağan şeyler halini almıştı ki, gezginler için basılan ilk rehberde bunlardan sık sık söz edilmekte ve bazıları merkez noktalar olarak işaretlenmekteydi.
Yalnız Londra ile Doğu Grinstead arasında üç darağacı ile, cesetlerin çürüyene kadar zincirlerle bağlı kaldıkları birkaç ölüm sehpası kurulmuştu. Bazen, suçlu canlı olarak buraya bağlanıyor ve ölümü birkaç gün sürüyordu. Bazen de, iskelet, etler döküldükten uzun süre sonra da, asılı kalıyordu.
Ölüm sehpasının son kullanılışı 1832’de Leicester yakınındaki Saffron Lane’de olmuştur. Ciltçi James
Cook otuz üç ayak yüksekliğe, saçları traş edilip başına katran sürülmüş olarak asılmış ve cesedi onbeş gün sonra kaldırılmıştır. Bu süre içinde pazar gezmesine çıkmış olanlar sehpanın etrafını bir gezi ve eğlence yeri haline getirmişlerdi.
«Asılma günleri» bütün onsekizinci yüzyıl ve ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısı süresince bugünkü
bayram günlerimizin birer benzeri olmuşlardır. Birincilerin sonunculardan tek farkı çok daha sık olmalarıydı. Mallarını belirli bir zamanda teslim etmek zorunda olan zanaatkarlar dahi, «Teslim tarihinden önce bir asılma günü olursa o gün çalışmayacaklarını» belirtmeyi unutmuyorlardı.
Asılmanın simgesi
Tyburn ağacıydı. İnfazlar sırasında meydana gelen olaylar ise, ulusal utancın da ötesinde duygulara yol açacak nitelikteydi. Bunlar tam bir kollektif çılgınlık ateşine yol açıyordu. Bugün aynı duygu ve gösterinin yankılarını herhangi bir hapishanenin kapısına infaz kararları asıldığında görmek mümkündür.
Bununla birlikte, ondokuzuncu yüzyıl ilerlemekteydi. Bazı ülkeler ölüm cezasını kaldırmış, diğer bir kısmı ise bunu kaldırmamakla birlikte, uygulamaz olmuşlardı. Oysa İngiltere'de açıkça yapılan infazlar, her ne kadar hapishane kapıları önlerine alınmışsa da, gene de, resmen düzenlenmiş büyücü âyinlerini andırmaktaydı. Bu idamlar sırasında beklenmedik şiddet ve heyecan gösterileri meydana gelmekteydi. Meydanda bulunanlar aralarında dövüşürlerdi. Nitekim, 1807’de Holloway ile Haggerty’nin asılmalarını izlemeye gelmiş olan 40.000 kişilik bir kalabalık birden öylesine bir çılgınlığa kapıldı ki, gösteri bittiğinde meydanda yüze yakın ölü yatıyordu.
Bu ahlâk düşüklüğüne yakalanmış olanlar, yalnız aşağı tabakadan kimseler değildi. Seçkin seyirciler
için, bugün futbol maçlarında olduğu gibi, tribünler hazırlanıyor, alana bakan evlerin pencereleri akıl almaz fiyatlara kiralanıyor, siyah tilkiden kürkler giymiş aristokrat kadınlar, mahkûmu ziyaret edebilmek için kuyruk oluyorlardı. Şık gençler ile bu işin gerçek amatörleri, güzel bir asılma olayı görebilmek için ülkeyi baştan başa geziyorlardı. Ve bütün bunlar, romantizmin en hassas döneminde, kadınların en ufak heyecandan bayılıp, sakallı adamların birbirlerinin kollarında sıcak gözyaşları döktükleri bir çağda geçmekteydi.
Kurbanlar tek başlarına ya da on iki, on altı, yirmi kişilik gruplar halinde asılıyorlardı. Çoğu zaman
mahkûmlar sarhoş olurlardı, cellatlar da onlardan aşağı kalmazdı. Ama ister sarhoş olsun, isterayık, toplumun çılgınlığı karşısında cellat çoğu zaman soğukkanlılığını kaybeder ve işini berbat ederdi.
İki veya üç kere yeni baştan asılan kişiler çoktu. Bazan kurbanın topuğundan kan alınmak suretiyle
kendine gelmesi sağlanır, ondan sonra yeniden asılırdı. Diğer bazı hallerde, cellat ile yardımcıları, mahkûmun ağırlığına kendilerininkini de katmak amacıyla darağacında sallanan adamın ayaklarına asılırlar. Vücudun yırtıldığı, kafanın koptuğu olurdu. Birçok kereler, mahkûm ipin ucunda sallanırken af fermanının geldiği görülmüştür. O zaman ip kesilirdi, «Yarı yarıya asılmış» adı verilen Smith isimli birinin başına da böyle bir olay gelmişti. Adam bir çeyrek saattir ipte sallanmaktaydı... Yakındaki evlerden birine götürüldüğünde kan alma ve diğer tedavilerle derhal kendine geldi.
Bu dehşet sahneleri bütün ondokuzuncu yüzyıl boyunca sürüp gitti. Herşey öylesine barbarca, eksik
yapılıyor ve tesadüfe bırakılıyordu ki, yalnızca idamdan onbeş dakika sonra mahkûmların hayatta kalması değil, büyük bir kesinlikle belirtildiğine göre, bazılarının teşhir masasında kendilerine geldikleri bile görülüyordu. Daha başkaları da ipten indirildikten sonra sıcak banyolar, kan almalar ve belkemiği masajlarıyla dostları tarafından yeniden hayata iade ediliyorlardı.
Ölüm cezasını tartışmaya başladığımız andan itibaren bu iğrenç teknik ayrıntılara girmemek imkânsızlaşır: Neden söz edildiğinin iyice bilinmesi gerekir. Zira söz konusu olan yalnız uzak geçmişi ilgilendiren sorunlar değildir. Resmi ikiyüzlülük, infazların açık olmasından yararlanarak, modern asma tekniğinin son derece geliştirildiğini ve herşeyin her zaman «süratle, hiçi bir olaya yol açmaksızın olup bittiğini» ileri sürer, hapishane müdürleri de gerçeğe aykırı olarak, bu yönde konuşmaya zorlanırlar.
Ancak, Nurenberg savaş suçlularının asılmalarında korkunç olaylar olmuştur ve Mrs. Thompson’un 1923 yılında asılması da, gazetelerin geçen yüzyılın sözünü ettikleri korkunç insan kasaplıkları kadar isyan ettirici şekilde geçmiştir. Bu kadını idam eden cellat, kısa bir süre sonra intihar etmeye kalkışmıştı, hapishanenin papazı ise, «kadıncağızı icabında kuvvet kullanarak kurtarmak arzusu hemen hemen dayanılmaz bir hale gelmişti» diyordu. Buna rağmen, hükümet sözcüsü bize herşeyin mükemmel geçtiğini söylemektedir; hükümet sözcüleri son derece saygı değer kişilerdir.
Hele infazı takip eden sahneler, infazın kendisinden de alçaltıcıdır, tabii bundan daha alçaltıcı bir
şey olması mümkünse. Anneler çocuklarını darağacına yaklaştırarak, ölünün eline dokunmalarını sağlamaya çalışırlardı. Asılan adamın elinde şifa verici bir hassa olduğuna inanılırdı. îdam sehpasından, diş ağrılarına karşı deva olması için, parçalar kopardırdı. Daha sonra da, operatörlerin uşakları ceset için kavgaya tutuşurlardı. Çünkü o devirde teşrih için ceset bulmanın en alışılmış yolu buydu.
Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler, Alan Yayınları
s: 83-87