bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli, Tarih, History, Hükümdarlar, Padişahlar,Sultanlar,Hazin Son, Selçuklu Devleti, Selçuklu Tarihi, Selçuklu Sultanları, Köpek,Yem Olmak, Ölmek
2 Ağustos 2022 Salı
9 Şubat 2011 Çarşamba
Anadolu (Türkiye) Selçuklu Devleti
Oğuz Türklerinin Üçoklu Kınık boyuna mensup Selçuklu hükümdar ailesinden Süleyman Şah tarafından, Anadolu'da kurulmuştur. Malazgirt Zaferi'yle, Anadolu kapılarını Türklere açan Sultan Muhammed Alparslan, bu savaşa katılan kumandan ve Türkmen reislerine, Anadolu'yu Türkleştirme ve İslamlaştırma görevini verdi. Bunlardan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabgu'nun torunu olup, Anadolu'daki fetih harekâtından sonra Antakya'dan Anadolu'ya girdi. 1074 yılında Konya ve havalisini mahallî Rum despotlarından alarak, fetihlere devamla İznik önlerine geldi. 1075 senesinde İznik'i fethederek, emrindeki kuvvetlerin merkezi yaptı. Böylece Türkiye Selçuklu Devletinin temeli atılmış oldu. Süleyman Şah, Bizans'ın mahallî ve merkezî tekfurlukları arasındaki çekişmelerden faydalanarak, bölgede hakimiyetini güçlendirdi. İznik'te yeni bir Türk devletinin kurulması, Anadolu'ya gelen Türkmenlerin birleşmesini temin edip, doğudaki Müslüman Türklerin büyük topluluklar halinde bölgeye gelmelerine sebep oldu. Bölgede Türk nüfusunun artarak devletin güçlenmesiyle; Bizans'ın kötü idaresi, bitmek bilmeyen iç savaşlar ve isyanlar sebebiyle perişan olan yerli halk da, Süleyman Şah'ın idaresinde huzur ve sükûna kavuştu. Bu sayede Anadolu Selçuklu Devleti, sağlam bir temele oturdu. Hürriyet ve adalete kavuşan yerli halk, kısa zamanda seve seve Müslüman oldu. Çeşitli gayelerle bölgeye gelen Türkmenleri emrinde birleştiren Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Anadolu'da birlik ve hakimiyetini güçlendirmek, Fırat boylarında ve Kilikya taraflarında toplanmaya çalışan Ermeni gruplarına mani olmak için harekete geçti. 1082 yılında Çukurova'ya giden Süleyman Şah, Adana, Tarsus ve Misis dahil tüm bölgeyi zaptetti. 1084'te Hıristiyanlardan Antakya'yı aldı. 1086'da Suriye Selçuklu meliki Tutuş'la yaptığı savaşta yenildi ve savaş meydanında vefat etti. Oğulları, Selçuklu Sultanı Melikşah'ın yanına gönderildi. Devlet bir süre Süleyman Şah'ın İznik'te vekil bıraktığı Ebü'l-Kasım tarafından yönetildi.
Selçuklu Sultanı Melikşah'ın 1092'de vefatından sonra, İran'dan kaçarak gelen Kılıç Arslan, İznik'te merasimle karşılanıp, Türkiye Selçuklu tahtına çıkarıldı.
I. Kılıç Arslan, tahta çıkar çıkmaz, devleti yeniden teşkilatlandırdı. İznik'i mamur bir duruma getirdi. İçte otoriteyi sağladıktan sonra, hemen gazâ ve akınlara başladı. Marmara sahillerine yerleşmeye çalışan Bizanslıları bu bölgeden çıkardı. Batıyı emniyete aldıktan sonra doğuya yöneldi ve 1096 yılında Malatya'yı kuşattı. Fakat, bu sırada Haçlıların Batı Anadolu'ya girmesi üzerine, I. Kılıç Arslan, kuşatmayı kaldırıp hızla geri döndü.
Avrupa'daki meşhur imparator, kral, prens, derebeyi ve şövalyelerin büyük bir taassupla katıldıkları Haçlı Seferlerinin ilki 1096-1099 yılları arasında yapıldı. I. Kılıç Arslan, Haçlıları, vur-kaç taktiğiyle imha etti. Ancak, İznik elden çıktığı için, Konya'yı payitaht (başkent) yaptı. Bizans imparatoruyla antlaşma imzaladıktan sonra, doğu fetihlerine başladı. 1103 senesinde Malatya'yı ele geçirdi. Daha sonra Musul'u da topraklarına kattı. Emir Çavlı, Artukoğlu İlgazi ve Suriye meliki Rıdvan'ın kuvvetleriyle Habur Nehri kenarında yaptığı muharebede yenilerek, nehre düşüp boğuldu. Kılıç Arslan'ın büyük oğlu, Musul valisi Şehinşah, Emir Çavlı tarafından esir alınarak İsfahan'a götürüldü.
I. Kılıç Arslan'ın ölümü ve oğlunun esir düşmesi, Türkiye Selçuklularını çok sarstı. Düşmanları bunu fırsat bilerek, ülke topraklarına saldırdı. Bizanslılar, Batı Anadolu sahillerini işgale başladılar. Bu durum karşısında Türkler, İç Anadolu'ya doğru çekilmek zorunda kaldılar. 1110 yılında esaretten kurtulan Şehinşah, Konya'ya gelerek tahta geçti. Şehinşah'ın ve Kayseri emîri Hasan Beyin büyük gayretlerine rağmen, Bizanslıların zulmünden kaçan Batı Anadolu'daki Türklerin, Orta Anadolu yaylalarına çekilmesi durdurulamadı.
1116 yılında Danişmendliler, Sultan Şehinşah'ı tahttan indirip, Şehzade Mesud'u sultan ilan ettiler. Sultan Mesud, Danişmendli tahakkümünden kurtulmaya, Bizanslıları Anadolu'dan atmaya ve birliği sağlamaya çalıştı. 1182 yılında, Batı seferine çıktı. Sonra doğuya seferler düzenledi. Bizanslılar, Türklerin Batı Anadolu'da ilerlemelerini durdurmak için, İmparator Manuel komutasında bir orduyla Konya üzerine yürüdüler. Bu tehlikeli durum üzerine, Sultan Mesud'un oğlu II. Kılıç Arslan, Aksaray'da bir ordu hazırlayarak, Konya önündeki Bizans ordusunun karşısına çıktı. Bizans ordusunu, pusu ve taarruzlarla 1145 senesinde ağır bir yenilgiye uğrattı.
Bu sırada İkinci Haçlı Seferiyle Anadolu'ya giren Avrupalılar da, Türk kılıçları önünde duramadı. Selçuklu ordusu, Haçlılar karşısında büyük başarılar elde etti. Bu zaferler, istikrar ve yükselme devrini tekrar başlattı. Halka adaletle muamele etmesi sebebiyle, Hıristiyanların bir çoğu, Bizans yerine Türk idaresine bağlandı. Bir çok eser inşa ettiren Sultan Mesud, kırk yıl saltanatta kaldıktan sonra, 1115 senesinde vefat etti. Yerine oğlu II. Kılıç Arslan tahta çıktı. O da babasının yolunda giderek, büyük hamleler yaptı. Anadolu'nun siyasî birliğini kurmaya, ekonomik ve kültürel yükselişini sağlamaya çalıştı. Doğu seferine çıkarak, devletin hudutlarını Fırat nehrine kadar genişletti. Bizanslılar ve yardımcı kuvvetlere karşı, 1176 Miryokefalon (Düzbel/Karamukbeli) Meydan Savaşı'nı kazanarak, Anadolu'yu yurt edinen Türklerin bölgeden atılamayacağını ispatladı. Akıncılarını, Batı Anadolu'nun fethiyle görevlendirdi. 1182 yılında, Uluborlu, Kütahya ve Eskişehir havalileri fethedildi. Denizli ve Antalya kuşatıldı. Danişmend arazisi ve Çukurova zaptedildi.
Kazanılan zafer ve başarılarla siyasî birlik ve sınır emniyeti sağlandı. Ekonomik ve kültürel yükselme başladı. Bir süre sonra II. Kılıç Arslan, mücadeleyle geçen uzun saltanat yıllarındaki yorgunluğu ve ihtiyarlığını mazeret gösterip istirahata çekildi. Sahip olduğu toprakların idaresini onbir oğlu arasında taksim etti. Kendisi Konya'da büyük sultan olarak kaldı. Oğullarının her biri bir vilayette yönetimi ele aldı. Bu sırada Selahaddin Eyyubî'nin Kudüs'ü zaptetmesi, Üçüncü Haçlı Seferinin başlamasına sebep oldu. Anadolu'dan geçmeye çalışan kalabalık Haçlı ordusu, şehzadelerin direnişiyle karşılaştı. Yaptıkları çete harpleriyle Haçlı ordusuna büyük kayıp verdirdiler. Fakat çok kalabalık olan Haçlıların bir kısmı, Filistin'e ulaştı.
II. Kılıç Arslan, 1192 senesinde Konya'da vefat etti. Yerine büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev geçti. Fakat, kardeşleri onun iktidarını kabul etmeyince, aralarında saltanat mücadelesi başladı. Tokat meliki Rükneddin Süleyman Şah, 1196 yılında Konya'yı zaptetti ve saltanatını ilan etti. Birliği sağladıktan sonra Bizans'ı tekrar senelik vergiye bağladı. İç mücadelelerden yararlanarak hudut tecavüzlerine başlayan Ermenileri cezalandırdı. Gürcüler, Saltukluların zayıflamasından istifade ederek, Erzurum'a kadar gelince, Doğu Seferine çıktı. 1201 yılında, Saltuklu Devletine son verdi. Artuklular ve Mengücüklerden aldığı yardımla, Erzurum'dan Gürcistan üzerine sefere çıktı. Sarıkamış yakınlarında, Gürcü-Kıpçak ordusunun baskınına uğradı ve mağlup oldu. Tekrar Gürcistan seferine çıktıysa da, yolda hastalanarak 6 Temmuz 1204 tarihinde vefat etti. Konya'da Künbedhane'ye defnedildi. Yerine oğlu III. Kılıç Arslan geçti. Fakat çok geçmeden Gıyaseddin Keyhüsrev, Türkmen beylerinin davetiyle, küçük yaştaki yeğeni Kılıç Arslan'ın yerine, tekrar Türkiye Selçukluları sultanı oldu.
Gıyaseddin Keyhüsrev, devletin hudutlarını emniyete almak için, Bizanslılar ve Ermenilerle mücadele etti. Dördüncü Haçlı Seferiyle (1204) İstanbul, Latin hakimiyetine girdi. Bizans hanedanı Anadolu'ya kaçıp, İznik ve Trabzon'da iki devlet kurdu. Bizanslılar, Karadeniz kıyılarına yerleşerek ticaret yollarını kapattılar. Gıyaseddin Keyhüsrev, ticaret yolunu açmak için, 1206 yılında sefere çıktı. Bizanslıları bu bölgeden atarak, Karadeniz yolunu açtı. Ertesi sene Akdeniz sahillerine inerek Antalya'yı fethetti. Bu sırada akıncı beyleri, Batı Anadolu'da bir çok yeri aldı. Bu fetihler, İznik Bizanslılarını telaşlandırdı. Bizans ordusu ile, 1211 senesinde Alaşehir'de yapılan muharebede Selçuklu ordusu büyük zafer kazandı. Savaş bittikten sonra, Gıyaseddin Keyhüsrev, meydanı dolaşırken bir düşman askeri tarafından şehit edildi. Yerine oğlu İzzeddin Keykavus geçti.
İzzeddin Keykavus, saltanatının ilk yıllarında taht mücadelesini halletti. Daha çok iktisadî meselelere, ülkenin imarına ve kültür faaliyetlerine önem verdi. Kervansaray, cami ve medreseler inşa ettirdi. Verem hastalığına yakalanan İzzeddin Keykavus, 1220 yılında Viranşehir'de vefat etti. Sivas'ta yaptırdığı darüşşifanın yanındaki türbesine defnedildi. Yerine kardeşi Alâeddin Keykubad geçti.
Sultan Alâeddin Keykubad zamanı, Türkiye Selçuklularının en kudretli, en müreffeh ve en parlak devri olarak geçti. Anadolu'nun emniyeti içi başta Konya, Kayseri ve Sivas olmak üzere, şehirleri surlarla tahkim ettirdi. Moğol tehlikesine karşı hudutlarda tedbir aldı. Bu işleri sırasında fetihlere de devam etti. Askerî ve ticarî önemi büyük olan Kolonoras kalesini muhasara altına aldı. 1221 senesinde kaleyi fethetti. Buraya, sultanın ismine nispetle Alâiye denildi. Moğol tehlikesine karşı tahkim ve askerî tedbirler yanında diplomatik yola da başvuruldu. Moğol Ögedey Kağan'a elçi gönderip barış yaptı. Alâeddin Keykubad, saltanatı zamanında Türkiye Selçuklu Devletini, Moğol istilâ ve zulmünden korudu. Alâeddin Keykubad, 1 Haziran 1237 tarihinde Kayseri'de vefat etti. Yerine İzzeddin Kılıç Arslan'ı veliaht tayin etmesine rağmen, büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tahta geçti.
II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246), Moğollara Kösedağ'da yenilince (Temmuz-1243), devletin yıkımı başladı. Kösedağ bozgunundan, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılışına kadar olan devrede (1243-1308), Selçukluları büsbütün sindirmek için, Moğol faaliyet ve zulmü devam etti. 1259'da, Kızılırmak hudut olmak üzere devletin ikiye ayrılması, 1262'de Karamanlılar'ın isyan ederek Konya üzerine yürümeleri, 1276'da Moğollara karşı Hatıroğlu İsyanı, 1277'de Mısır Memlûk Sultanı Baybars'ın, Hatıroğlu'nu desteklemek için Anadolu'ya girip Kayseri'ye kadar gelmesi, Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277'de Konya'da yeni bir sultanı tahta çıkartma girişimiyle, Cimri hadisesi gibi çeşitli siyasî, ekonomik ve sosyal çalkantılar meydana geldi. Anadolu Selçuklu Devletinin çöküşü başlayınca, Moğol zorbalığının önüne geçmek için Türk beyleri ve Anadolu halkının yer yer mücadelesi görüldü. Çökmekte olan devletin yıkıntıları üzerinde çeşitli Oğuz boyları, Türkmen ve kumandanlar, beylikler kurmaya başladı. Bu beyliklerden, Bizans hududunda kurulan Osmanlı Beyliği'nin, Batı Hıristiyan âlemine açık fütuhat cephesiyle diğerlerinden farklı stratejik mevkide bulunması; o yönde sürekli genişleme imkânı bulduğu gibi, dar ve sıkışık beyliklerin reislerine yerine göre dostça, bazen de baskı yaparak, bütün Anadolu'yu kendi idaresinde toplamasını, 20. yüzyılın başlarına kadar üç kıtaya hakim olmasını sağladı.
Anadolu Selçuklu Devleti toprakları üzerinde Moğollar, Haçlı istila hareketi neticesi gibi korkunç katliam, yıkım ve dehşet saçıcı hadiselerle bölgeyi işgal ettiler. Moğol istilasıyla, Anadolu Selçuklu Devleti, 14. yüzyılın başında yıkıldı. Anadolu, Moğol kontrolüne girdiyse de, 14. yüzyıldan sonra bölgede Osmanlı hakimiyeti başlayıp, Haçlıların ve Moğolların açtığı yaraları kapamaya çalıştı.
Türkiye Selçuklularını, Oğuzların Üç Oklar kolunun Kınık boyuna mensup Selçuklular kurup yönettiler. Devlet teşkilatı, sağlam bir esasa sahipti. Türkiye Selçukluları; Karahanlı, Büyük Selçuklu ve Abbasîlerin yanında diğer Türk ve İslam devletlerinin teşkilatlarından da büyük ölçüde faydalandılar. Bunları mükemmel bir şekilde kendi bünyelerine uydurdular. Sultanlar, devletin idaresinde hissedilen ihtiyaçlara göre teşkilatlarını genişlettiler ve zaman zaman da yenileme yoluna gittiler. Devletin, hanedan mensupları arasında bölüşülmesinin; bölünmeye ve saltanat mücadelesine sebep olduğu görüldü. II. Kılıç Arslan'dan sonra merkeziyetçilik geliştirildi.
Devlet, önceki Türk hakimiyetlerinde olduğu gibi, hanedanın ortak sorumluluğu altındaydı. Devleti idare eden hükümdarın ise, hanedan mensubu olması şarttı. İsimleri Türkçe ve İslamî idi. Ayrıca, halife ve âlimler tarafından künye ve lakaplar verilirdi. Tahta yeni çıkan sultanlar, halifeye hükümdarlıklarını tasdik ettirirler, adlarına hutbe okutur ve para bastırırlardı. Savaşlarda veya herhangi bir gezide, hakimiyet alâmeti olarak, sultanların başları üstünde, atlastan veya altın işlemeli kadifeden yapılmış bir çetr (şemsiye) tutulur, daima yanında hazır bulunan kös, sultanın kapısında günde beş kez nevbet çalardı. Vilayetlerdeki meliklerin, günde üç nevbet çaldırma hakları vardı. Sultanlar, haftanın belli günlerinde devlet erkânını ve emîrleri huzurlarına kabul eder ve onların görüşlerini alırlardı. Sultan iktaların dağıtılması, kadıların (hakim) tayini, devlete bağlı beylik ve sultanlıkların başına geçenlerin tayinlerini onaylar, hükümete karşı işlenen cürümlerle uğraşan yüksek mahkemeye de başkanlık ederdi. Devletin idaresi, birinci derecede sultana ait olmakla birlikte, bizzat kendisi mevcut kanunlara uyardı. Sultan, adalet mekanizmasının sağlıklı olması için, haftada iki gün halkın derdini dinlerdi.
Sultanlar, sarayda otururdu. Sarayda Hacibü'l-Hüccab, Üstadüddâr, Silahdar, Emîr-i Alem, Câmedâr, Taştâr veya Âbdâr, Emîr-i Çaşnigîr, Emîr-i Ahur, Emîr-i Şikâr, Emîr-i Devât, Emîr-i Mahfil, Serheng-i Nedîm, musahip görev yapardı. Bunlar, sultanın en emniyetli adamları arasından seçilir ve her birinin emrinde askerî kıtalar bulunurdu.
Ordu; Gulamân-ı Saray, hassa ordusu, hânedâna mensup meliklerin kuvvetleri, Türkmen kuvvetleri, tâbi kuvvetler, ücretli askerler ve donanmadan oluşurdu. Ordunun ve idarenin esasını, mahallinde çiftçilerin ödediği vergilerle beslenen Türk iktâ askerleri teşkil ederdi. Orduda, dinî vazifeleri görmek ve gazâ ruhunu canlı tutmak maksadıyla âlim, derviş ve mutasavvıflar bulunurdu. Silah olarak, ok, yay, kılıç, kargı, çomak, gürz, mızrak, topuz, nacak, mancınık, merdiven, seyyar kule kullanılırdı. Ordudaki birlikler, çeşitli bayrak, tuğ ve alem taşırlardı.
Adlî Teşkilat: Türkiye Selçuklularında, şer'î davalara her şehirde bulunan kadılar bakardı. Konya'da oturan baş kadıya Kâdı'l-kudât denirdi. Bu kadılar, tereke (miras), hayrat işleri ve vakıfların idaresine bakarlardı. Selçuklularda örfî davalara bakan mahkemeler de bulunurdu. Bu mahkemeler, asayiş, devlet âmirlerine itaatsizlik ve siyasî suçlar gibi davalara bakarlardı. Bu örfî mahkemelerin başında, emîr-i dâd bulunurdu. Kadıların verdikleri hükme itiraz edilemezdi. Ancak yanlış verilen bir hüküm olursa, diğer kadılar tarafından altı imzalanarak, sultana arz edilirdi. Kadıların yüksek medrese tahsili görmüş, İslam ahlakıyla ahlâklanmış kimseler olması şarttı. Müftîler, Hanefî mezhebine göre fetva verirlerdi.
Eğitim, Kültür ve Edebiyat: Anadolu Selçuklu sultanları, kültür ve medeniyet hizmeti için, ilme ve âlimlere değer verdiler. Bir ilim ocağı olan medreselerde eğitim ve öğretim ücretsizdi. Vakıf gelirleri, onların geçimini temin ederdi. Medreselerde İslam ilimlerinden; tefsir, hadîs, hadîs usulü, kelâm, kelâm usulü, fıkıh, fıkıh usulü ve tasavvuf yanında, matematik, astronomi, tıp ve felsefe gibi bilimler de öğretilirdi. Genellikle, medresenin yanında, dârüşşifa denilen hastane, cami, kütüphane, zâviye, kervansaray, imaret de bulunurdu. Bunlar da birer ilim irfan yuvasıydı. İslam ülkelerinden bir çok âlim, Anadolu'daki ilim yuvalarına gelip ders verdiler. Başta sultan olmak üzere devlet adamlarından ve halktan iyi muamele gördüler. Türkiye Selçuklu Devletini, ilim ve irfan yuvası haline getiren değerli âlimlerin arasında; Şihabüddin-i Sühreverdî, Necmeddîn-i Râzî, Muhyiddîn-i Arabî, Ahmed Fakîh, Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî, Hacı Bektaş-ı Velî, Sadreddîn-i Konevî, Safiyyüddîn Muhammed Urmevî, Siracüddîn Mahmud Urmevî, İzzeddîn Urmevî, Celaleddîn Habîb, Sadeddîn-i Ferganî, Fahreddin Irakî, Kadı Burhaneddin, Kutbeddîn-i Şirazî, Ahî Evran, Ebu Hamid Kirmanî, Şems-i Tebrizî, Muhammed Behaüddîn Veled, Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî, Şeyh Hüsameddin Çelebi, Mevlanâ Muhyiddîn Kayserî, Şeyh Edebâlî, İbn-i Türkmanî, İbrahim-i Hemedanî, Cemaleddin-i Aksarayî gibi devrin en seçkin âlimleri vardı.
Anadolu'da Türkmenler, Türkçe konuşup, sözlü ve yazılı edebiyat eserleri meydana getirdiler. Dinî ve bazı edebî eserlerde Arapça ve Farsça kullanıldı. Halkın büyük çoğunluğu Türkçe konuşurdu. Daha sonraları Türkçe, edebiyat dili haline geldi. Ahmed Fakîh, Hoca Dehhanî, Hoca Mesud, Yunus Emre, Türkçe şiirler söyleyip yazdılar. Yunus Emre, şiirdeki büyük kudreti ve tasavvuf aşkıyla, Türkçe'nin en güzel, en iyi örneklerini verdi. Göçebeler arasında, Oğuznâme ve Dede Korkut destanlarıyla gâziler arasında çok rağbet bulan Danişmendnâme ve Battalnâme, bu dönemde sözlü edebiyattan yazılı edebiyata intikal etti. Mevlanâ Celaleddin-i Rumî ve oğlu Sultan Veled, insanlara doğru yolu gösteren ve nasihat veren eserlerini Farsça yanında Türkçe'yle de yazdılar.
Ticaret: Türkiye Selçukluları, Anadolu'yu Müslüman ve gayrimüslim kavimler arasında bir köprü haline getirdiler. Dünya ticaret yollarını açıp, tedbirler aldılar. Ticarî ilişkileri zorlaştıran engelleri kaldırıp, ülkenin bir çok yerinde kervansaraylar yaptırdılar. Yolcuların, buralarda hayvanları ile birlikte üç gün ücretsiz kalma ve yemek yeme hakları vardı. Buralara gelen Müslüman ve gayrimüslim, zengin-fakir, hür-köle bütün misafirlere aynı yemeğin verilmesi ve eşit muamele yapılması esastı. Kervansaraylar ve hanlar külliye halinde olup, hepsinin cami ve kütüphanesi vardı.
Anadolu Selçuklu Sultanlarının Tahta Çıkış Tarihleri
Kutalmışoğlu Süleyman Şah / 1076
Ebü'l-Kasım'ın nâibliği / 1086
Birinci Kılıç Arslan / 1092
Fetret Devri / 1107-1110
Şehinşah (Melikşah) / 1110
Birinci Rükneddin Mesud / 1116
İkinci Kılıç Arslan / 1155
Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev (Birinci Hükümdarlığı) / 1192
Rükneddin Süleyman Şah / 1196
Üçüncü Kılıç Arslan / 1204
Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev (İkinci hük.) / 1205
Birinci İzzeddin Keykavus / 1211
Birinci Alâeddin Keykubad / 1220
İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev / 1237
İkinci İzzeddin Keykavus / 1246
Ortak İktidar / 1249-1254
Birinci Keykavus / 1254
Dördüncü Kılıç Arslan (Ülkenin bir bölümünde) / 1257
Üçüncü Gıyaseddin Keyhüsrev / 1266
İkinci Gıyaseddin Mesud (Birinci hük.) / 1284
Saltanat Mücadelesi / 1296-1298
Üçüncü Alâeddin Keykubad / 1298
İkinci Gıyaseddin Mesud (İkinci hük.) / 1302
Beşinci Kılıç Arslan / 1310
Moğol Valisi Timurtaş'ın Türkiye Selçukluları saltanatına son vermesi / 1318
Büyük Selçuklu Devleti
Selçuk Bey'in idaresindeki Türkler, kısa zamanda İslam'ı kabul ettiler. Bu durum, Yabgu ile aralarını iyice açtı. "Müslümanlar, gayrimüslimlere haraç vermez" diyen Selçuk Bey, Yabgu'nun haraç memurlarını kovdu ve bağımsızlığını ilan etti. Gayrimüslim Türklere karşı savaşmaya başladı. Selçuk Bey'in, bağımsızlığını ilan edip, Yabgu'ya haraç vermeyerek, Müslüman olmayanlarla mücadeleye girişmesi, çevrede tanınıp itibar kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Türkler, etrafında toplandı. Müslümanlardan da destek alan Selçuk Bey, Müslüman olmayan Türkler üzerine yaptığı seferlerle şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Maveraünnehir'de üstünlük sağlamaya çalışan Müslüman devletlerden birisi olan Sâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultanı, Selçuk Beye, devlet sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına karşılık, Buhara yakınlarındaki Nûr kasabasına yerleşme izni verdi.
Selçuk Bey; Mikâil, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adlarındaki oğullarıyla Büyük Selçuklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak, yüz yaşlarında vefat etti. Selçuk Bey'in büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mikâil, babasının sağlığında ölmüştü. İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. Yabgu unvanını alarak, Selçuklular da denilmeye başlanan ailesini teşkilatlandırdı. Karahanlılar'ın Sâmânî Devletine son vermesi üzerine, Özkend'den kaçan Sâmânî şehzadelerinden İsmail Muntasır'ın, Arslan Yabgu'ya sığınması, Karahanlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı muharebeler yaptılar.
Selçukluların güçlenmesi, bölgenin hakimi Karahanlılar ile Gazneliler'i zor durumda bıraktı. Karahanlı-Gazneli işbirliğiyle 1025'te Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistan'daki Kâlencer Kalesine hapsedildi. Bu hadiseden sonra, Selçuklularla Gazneliler arasında, açık bir mücadele başladı. Onun esareti yıllarında Selçuklular, ortak hükümdar sistemiyle yönetildi. Musa'yı yabguluğa, Yusuf'un oğlu İbrahim'i de yınallığa getirdiler. Mikâil'in oğulları Tuğrul ve Çağrı beyler, amcalarının hakimiyetini tanımakla birlikte, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.
Mahir süvarilerden oluşan Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve atları için, bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu amaçla zaman zaman, komşuları Karahanlılar ve Gaznelilerin sınırlarına taşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebep oldular. Onların bu durumunu kendileri için tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu ailesi içinde karışıklık çıkarmak istedilerse de başaramadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hattâ Yusuf Bey öldürüldü. Musa Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahanlı kuvvetlerini yenerek, Yusuf Bey'in intikamını aldılar. Siyasî durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçuklular bir hayli zayiata uğratıldılar. Bunun üzerine Çağrı Bey, dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvari kuvvetiyle, Gazneli mukavemet mevkilerini aşarak, Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü havzasından, kuzeyde Tiflis'e kadar uzanan bölgede keşif harekâtı yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini yenerek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle, gerekli siyasî, etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Keşif harekâtı neticesinde, bölgenin, Selçukluların yerleşmesine müsait olduğunu tespit ederek Tuğrul Bey'e bildirdi.
Selçukluların esir yabgusu Arslan, 1032 yılında, Hindistan'da hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde ölünce, Gaznelilerle ilişkiler daha da bozuldu. Musa Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen güçleri, bölgenin en stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere ait olan Horasan'a ani bir taarruzla girerek, Merv, Nişabur ve Serahs havalisini ele geçirdiler. Gazne sultanı Mesud, Selçukluları tanımak zorunda kaldı. Musa Yabgu'ya, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin valiliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir süre devam etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücadelesi, daha da şiddetlendi. Selçuklular, hafif süvari kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye edilmiş, ağır teçhizatlı, çoğu piyadeden meydana gelen ordusuna, gerilla savaşlarıyla çok kayıp verdirdiler. 1038 yılında Serahs civarında yapılan savaşta, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli Sultan Mesud, büyük bir devlet adamı, cesur bir kumandan olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra, Nişabur'u Selçuklulara bırakıp, kesin sonuç alınacak büyük savaşı devamlı geciktirdi. Tuğrul Beyin üvey kardeşi İbrahim Yınal, 1038'de Nişabur'u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nişabur'a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey, Sultanü'l-Muazzam (Büyük Sultan), Çağrı Bey de Melikü'l-Mülûk (Hükümdarların Hükümdarı) unvanını aldı. Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluş ve istiklâlini (bağımsızlığını) ilan ettiler. Selçuklu-Gazneli mücadelesi, 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan Savaşı ve Selçukluların üstünlüğü ele geçirmesiyle neticelendi.
Dandanakan'ın muzaffer başkumandanı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy, yani büyük ziyafette, üstün idarecilik vasfı ve keskin siyasî zekâsını takdir ettiği kardeşi Tuğrul Bey'i Selçuklu Sultanı ilan etti. Merv, başkent yapıldı. Toplanan kurultayda, fethedilecek yerlerle, idareciler tespit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Beye, Bust-Sistan havalisi Musa Yabgu'ya, Nişabur'dan itibaren bütün batı bölgeleri Tuğrul Beye verildi. Çağrı Beyin oğlu Yakutî ile İbrahim Yınal, batı cephesinde görev aldılar. Hanedandan Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış, Cürcân ve Damgan'a, Çağrı Beyin oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havalisine tayin olundular. Görev taksiminin ardından, kısa zamanda, kuzeyde Harezm dahil, Maveraünnehir, Sistan, Mekran bölgesi, Kirman ve civarı, Hürmüz emirliği, hattâ Arabistan Yarımadasında Umman ve dolayları ile Cürcân, Bâdgis, Huttalân tamamen zaptedildi. Tuğrul Bey, Taberistan, Kazvin, Dihistan, İsfehan, Nihavend, Rey ve Şehrezur'u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046'da Gence, 1048'de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havalisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları yenilgiye uğratıldı. Henüz yeni kurulan devlet, kısa zamanda, Büveyhîlerin işgalindeki Bağdat hariç, bölgedeki bütün İslam topraklarına hakim oldu. Sultan Tuğrul, Büveyhîlerin işgalindeki halifelik merkezi olan Bağdat'ı kurtarmak için, Abbasî halifesi El-Kaim bi-Emrillah'ın davetiyle 17 Ocak 1055'te Bağdat'a girdi. Halifenin, âlimlerin ve Sünnî Müslümanların büyük memnuniyetle karşıladığı Tuğrul Bey, Büveyhî Hükümdarlığını yıkarak, Abbasî halifeliğini yeniden ihya etti. İslam dünyasının takdirini kazanıp, büyük iltifatlara kavuştu. Halifeliğe karşı yapılan Fatımî saldırılarını bertaraf etti. Halifelik makamına ve Bağdat şehrine hizmetinden dolayı, 25 Ocak 1058'de Tuğrul Beye iki altın kılıç kuşatan Halife, onu, doğunun ve batının hükümdarı ilan etti. Selçuklu sultanının, halife tarafından "Dünya Hakanı" ilan edilmesi, Türklere büyük itibar kazandırdığı gibi, alplik ruhunu okşayarak, İslamı yayma çabalarına daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı yıl Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyan eden üvey kardeşi İbrahim Yınal'ı cezalandırdı. Çağrı Bey, 70 yaşlarında 1060'ta, Tuğrul Bey ise 1063'te yine 70 yaşında vefat etti. Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtarak, sınırlarını Ceyhun'dan Fırat'a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans yönetiminde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu.
Tuğrul Beyin oğlu olmadığından, Çağrı Beyin oğlu Muhammed Alparslan, Selçuklu sultanı oldu. Başa geçer geçmez, amcasının veziri Amîdülmülk'ü görevden alarak, yerine Nizamülmülk'ü tayin etti. Sultan Alparslan, tahta geçmek iddiasında bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itaati altına aldı. Doğu Anadolu'nun kuzeydoğu ucundaki meşhur Ani kalesini 1064'te fethederek, 16 Ağustos 1064'te Kars'a girdi. Ani, Hıristiyan âleminin kutsal yerlerinden biriydi. Bu fetihler İslam dünyasında büyük sevinç kaynağı oldu ve halife Kaim bi-Emrillah, Alparslan'a, "fetihler babası", yani çok fetheden anlamına gelen "Ebü'l-Feth" lakabını verdi. Sultan, 1065 yılı sonlarında doğuya yönelerek, Üst-Yurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticaret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itaat altına alındı.
Alparslan, 1067 senesinde Kirman meliki olan kardeşi Kavurd'un isyanıyla karşılaştı. Bu isyanı kısa sürede bastırdı. Öncelikle Müslümanlar arasında birliğin sağlanmasını arzu eden Alparslan, Bahreyn taraflarındaki Karmatî sapıkları ve Önasya'daki Şiî-Fatımî kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şiî-Fatımî baskısının İslam ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke şerîfi, Alparslan'a itaatini arz ederek, hutbeyi Abbasî halifesi ve Sultan Alparslan adına okutmaya başladı. Doğuda ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 yılında Anadolu'da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071'deki Malazgirt Savaşı'na kadar devam etti. Malazgirt Zaferiyle Selçuklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbaldeki yurdu durumuna girdi.
Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan antlaşma, tahttan indirildiği için uygulanamadı. Sultan Alparslan, antlaşmanın silah zoruyla tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu'nun fethini istedi. Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya'dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu'daki Bizans hududuna gönderildi. Selçukluların gazâ akınlarına karşı koyamayan Bizans kale ve garnizonları, Türklerin eline geçti. Türk akınları, Marmara Denizi sahillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskân edildi. Anadolu'nun Türkleşip İslamlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alparslan, çıktığı Maveraünnehir seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehit edildi. Türk tarihinin büyük sultanlarından olan Alparslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaletiyle temayüz etmişti.
Alparslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar'dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen'e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.
Alparslan'ın yerine oğlu ve veliahtı Melikşah, Selçuklu sultanı oldu. Sultanlığını tanımayan amcası Kavurd ile, Kerez'de yapılan savaşı kazanan Melikşah, birkaç gün sonra Kavurd'un ölümüyle, devlet içinde asayişi kısa sürede sağladı. İç işlerini halleden Melikşah, taht mücadelesinden faydalanarak Selçuklu hudutlarına saldıran Gazneliler'le Karahanlılar'a karşı sefere çıkıp onları anlaşmaya mecbur etti.
Doğu sınırlarının güvenliğini sağlayan Melikşah, babasının veziri ve kendisinin de hocası olan, sapık ve Batınî akımlara karşı Sünnîliğin müdafaası için Nizamiye Medreselerini kuran Nizamülmülk'ten vezirliğe devam etmesini istedi. Bu sayede Selçuklu Devletine ve İslam dünyasına çok hizmet etmesine vesile oldu.
Sultan Melikşah, çok sakin, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde çok ciddî, müstesna bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün İran'ı, Arabistan'ı, Suriye ve Filistin'i yönetimi altına aldı. Anadolu'nun fethi üzerinde hassasiyetle durup, babasının görevlendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Türkmen beylerinden Alp İlig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fetihleri sürdürdü. Selçuklu komutanları, Bizans'ın Türklere karşı kurduğu Ölmezler adlı askerî birlikleri mağlup ettiler. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini, 1074'te Sapanca çevresinde yenerek, yüzbinden fazla Türk'ü, İzmit'ten Üsküdar'a kadar olan sahaya yerleştirdi.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını fethetmekle meşguldü. Fırat'ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa'ya dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya'da, Gümüştigin de Nizip, Âmid (Diyarbakır) ve Urfa civarında Bizans kuvvetlerini mağlup ettiler.
Artuk Bey, Sultan Melikşah'ın emriyle, Doğu harekâtını idare etti. 1074-1077 yılları arasında Sivas, Tokat, Çorum havalisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gazi geçerek, Amasya ve civarını Karadeniz'e kadar aldı. Mengücük Gazi, Şarkî Karahisar, Erzincan ve Divriği havalisini; Ebü'l-Kasım da Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti.
Orta, Kuzeybatı ve Batı harekâtını Kutalmışoğlu Süleyman Şah idare edip, Bizanslılarla mücadele ve onların âsi kumandanlarıyla ittifak yaptı. Bizanslılar, Balkanlar'daki iktidar mücadelesi ve iç hadiseler üzerine, Selçuklulardan yardım istediler. Yardım talepleri, Selçukluların çıkarları doğrultusunda karşılandı. Süleyman Şah, İznik'e yerleşerek, bu şehri, Türkiye Selçukluları Devletinin merkezi yaptı. Selçuklular, Anadolu'da sahil şehirleri dışında, Toroslar ve Çukurova'dan Üsküdar'a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar, Çin'e elçilik heyeti göndererek, Selçukluların doğudan sıkıştırılmasını istediler. Ancak, sonuç alamadılar.
Diyarbakır bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr'in İsfahan'a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki Şiî itikadlı Karmatîlerin yola sokulması için çalışan Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle birlikte Diyarbakır'a doğru yola çıktı.
Fahrüddevle'nin komutasındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Diyarbakır, Fahrüddevle'nin oğlu Zaimüddevle emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085'te şehre girmesiyle düştü ve Mervanîler Devleti ortadan kalktı.
Musul'un fethine memur edilen Aksungur ve diğer Türkmen emîrleri şehre savaşmadan girdiler. Fethi takiben Musul'a gelen Melikşah, büyük bir törenle karşılandı. Musul emîrliğine Şerefüddevle'yi tayin etti.
Sultan Alparslan zamanından beri Suriye ve daha güneye yürüyen ünlü Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşah zamanında da sürdürdü. Uzun süre kuşattığı Dımaşk (Şam)'ı 1076 Martında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk'ın alınmasından sonra, camilerde okunan Şiî-Fatımî ezanını yasaklayarak, cuma hutbesini Halife Muktedî ve Sultan Melikşah adına okuttu. Daha sonra Selçuklu Devletinin "Fatımî Devletinin ortadan kaldırılması" politikasına uygun olarak, Mısır'a doğru sefere devam etti. Fakat, başarılı olamadı ve başarısızlığı Suriye emîrliğinden alınmasına sebep oldu. Yerine, Melikşah'ın kardeşi Tacüddevle Tutuş getirildi.
Sultan Melikşah, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleyman Şahın mücadelesi üzerine 1086'da İsfahan'dan hareket ederek, Suriye'de asayişi yeniden tesis etti. Halep valiliğini Aksungur'a, Urfa'yı Bozan'a, Antakya'yı da Yağısıyan'a verdi. 1087 yılında Melikşah, Süveydiye kıyılarından Akdeniz'e ulaştı. Böylece Uzakdoğudan Ortadoğu'ya kadar hakimiyet kurdu. Dönüşte hilafet merkezi olan Bağdat'ı ziyaret etti. Halife Muktedi tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087'de "Dünya Hükümdarı" ilan edildi.
Selçukluların Türklüğe, İslam dünyasına ve insanlığa yaptıkları hizmetlerle kısa sürede yükselmeleri, düşmanlarını hızlı bir faaliyet içine soktu. Bizanslılarla ve sapık fırkalarla mücadele eden âlim ve kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçukluların ünlü veziri Nizamülmülk, Hasan Sabbah'ın fedailerinden bir batınî tarafından; arkasından Sultan Melikşah, Bağdat'ta zehirlenerek şehit edildiler. Melikşah'ın ölümüyle başlayan saltanat mücadelesinde Şam meliki Tutuş, derhal sultanlığını ilan etti. Bu arada Melikşah'ın hanımı Terken Hatun da, küçük oğlu Mahmud'u sultan ve torunu Cafer'i halifenin veliahdı yapmak için bütün gücüyle uğraştı ve 1092'de Mahmud'un saltanatını ilan ederek, namına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada taraftarlarıyla Rey'e çekilen Berkyaruk da sultanlığını ilan etti ve Terken Hatun'un üzerine gönderdiği orduyu Burucerd'de bozguna uğrattı. Terken Hatunun, Gence meliki İsmail'i yanına çekmesi de bir yarar sağlamadı.
Terken Hatunun bir suikast neticesinde öldürülmesiyle, saltanat mücadelesi, Tutuş'la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdüyse de, 1093 yılında vuku bulan uzun mücadeleler sırasında birçok emîr, Berkyaruk tarafına geçti. Bu sayede Berkyaruk, karşısında orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş'un ölümüyle bütün rakiplerini bertaraf ederek, Bağdat'ta adına hutbe okuttu.
Sultan Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti: a) Irak ve Horasan, b) Suriye, c) Kirman, d) Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca Doğu Anadolu'nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeglikler ortaya çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğunu toplamaya başladığı bir sırada, Haçlı orduları da Suriye'ye geldi. Berkyaruk, Haçlılara ve onların Antakya Kuşatmasına karşı Kürboğa'yı ve Artuklu beylerini sefere gönderdi. Anadolu'dan geçen Haçlılar, Suriye'ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak, Şiî-Fatımîlerin, Sünnî Müslümanlara karşı Haçlılarla ittifak yapmaları, ayrıca Suriye emîrleri arasındaki güvensizlik ve rekabetler, Tutuş'un oğlu Dukak ile birlikte Suriye kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna uğratmalarına sebep oldu. Neticede ilerlemeye devam eden Haçlılar, Antakya'yı işgalden bir yıl sonra Kudüs'ü ele geçirip, şehirde yaşayan yetmiş bin Müslüman ve Yahudiyi, hunharca katlettiler.
Bu arada Gence Meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk'a saltanat iddiasıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrud'da mağlup olmasına rağmen, Muhammed Tapar'ı arka arkaya dört kez bozguna uğrattı. Ahlat'a sığınan Muhammed Tapar, buranın hükümdarı Sülemen'i ve Ani emîri Menuçehr'i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandıysa da, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını, memleketin harap, emîr ve askerlerin yorgun düştüğünü, hazinenin boş kaldığını, vergilerin tahsil edilemez hale geldiğini ve nihayet İslam düşmanlarına fırsat verildiğini beyan ederek, gönderdiği bir elçiyle kardeşini barışa ikna etti. Böylece 1104'te Azerbaycan'da Sefîdrud hudut olmak üzere, Kafkasya'dan Suriye'ye kadar bütün vilayetlerde, Muhammed Tapar, sultan tanındı. Bağdat, Rey, Cibal, Taberistan, Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medine'nin idaresi de Berkyaruk'ta kaldı.
Büyük Selçuklu Devleti, iki devlete ayrılmak suretiyle, Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultanı ortaya çıktı. Ancak bu durum çok uzun sürmedi. Çünkü Berkyaruk, hastalıklı olduğu için 1104 yılında, yirmialtı yaşındayken vefat etti. Sultan Berkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin refahı için çalışan bir kimseydi. Ancak, kardeş kavgalarının, memleketin birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu bir döneme rastlaması Berkyaruk'u çok üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça Haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten ve darbeler vurmaktan geri kalmadı.
Berkyaruk'un vefatından sonra Muhammed Tapar, Bağdat üzerine yürüyerek, fazla zorluk çekmeden 1105'te tek başına sultan oldu. Önce amcasının oğlu Mengübars'ın isyanını bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden Batınîlere karşı mücadele etti. 1107'de, Batınîlerin merkezi olan Alamut Kalesi kuşatıldı ve çok sayıda Batınî öldürüldü. Selçuklular arasındaki karışıklıklardan faydalanan Haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye'de Haçlı devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdiyse de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emîr Mevdud, Şam Ümeyye Camii'nde bir Batınî tarafından öldürüldü. Sultan, Haçlılara karşı Aksungur'u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi Sencer'i Suriye ve Horasan'daki Batınîlerle mücadele etmekle görevlendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar'ın 1118'de vefatı sebebiyle, bu fesat ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed Tapar, İsfehan'da yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi.
İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar'ın henüz küçük yaştaki oğlu Mahmud'u tahta geçirdilerse de, Melikşah'ın oğlu ve Horasan meliki olan Sencer, yeğeni Mahmud'un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiasında bulundu. 14 Ağustos 1119 tarihinde yapılan Save Savaşını kazanarak sultanlığını ilan eden Sencer, yeğenine evlat muamelesi yaptı ve kendi egemenliğini tanımak şartıyla, Rey hariç, batı ülkelerinin hakimiyetini ona bıraktı.
Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gazneliler'le savaştı. Karahanlılar'ı kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların son parlak devriydi. Bu arada Büyük Selçuklu Devletini iki büyük tehlike tehdit ediyordu. Bunlardan birisi, batıdan Anadolu ve Suriye'ye saldırmakta olan Haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan Karahitaylardı. Sultan, yalnız bu ikinci tehlikeyle uğraştı. Doğu Karahanlılar Devletini yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer, onlarla 10 Eylül 1141 yılında yaptığı Katvan Meydan Savaşı'nı kaybetti. Bu muharebeden sonra, Seyhun nehrine kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti. Katvan Meydan Muharebesiyle, Büyük Selçuklu Devleti tarihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi, Müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilasına uğradı.
Sultan Sencer'in bu yenilgisinden faydalanmak isteyen Gur hükümdarı Alâeddin Hüseyin, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi davranışlarla, Sencer'e olan tâbiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zaten, sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin güç dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer'i endişeye düşürmekteydi. Büyük kuvvetlere sahip olan Gurlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152'de yaptığı muharebede Gur ordusunu yenerek, Katvan'da kaybedilen itibarı yeniden sağladı.
Gur galibiyetinden erişilen ihtişam fazla uzun sürmedi. Vergi tahsili sırasında yapılan haksızlık yüzünden, kendi soyundan olan Oğuzlarla bazı emîrler arasındaki ihtilaflar gittikçe büyüdü. Sultan Sencer, bir kısım emîrlerin ısrarı ile, göçebe oğuzların üzerine yürümek zorunda kaldı. 1153 yılı Mart ayında Belh civarında, Oğuzlarla yapılan savaşı Selçuklular kaybettiler. Bu ağır yenilginin sonunda Sultan Sencer esir düştü. Oğuzlar, Sencer'e esir de olsa sultan gözüyle baktılar.
Esir Sultanı kurtarmak için ilk harekete geçen, onu savaşa sürükleyen Belh valisi Emîr Kumac'ın torunu Müeyyed Ayaba oldu. Sencer, her ne kadar gündüz tahtta oturtuluyor ve zahirî bir iltifat görüyorsa da geceleri demir bir kafeste uyuyordu. Onun adına çok usulsüz işler yapılıyor ve bazı vaadlerde bulunuluyordu. Bu durum karşısında Sencer, 1156 yılı Nisan ayında kaçmaya muvaffak oldu. Fakat ağır Oğuz darbesi altında çöken, iç huzursuzluk ve istikrarsızlığa maruz kalan Büyük Selçuklu Devleti, kendini toplayamadı. Her ne kadar tâbi beyler, Sencer'e kurtuluşundan dolayı memnuniyetlerini ve bağlılıklarını bildirmişlerse de, Selçuklu kumandanları arasındaki mücadele, Sultana gerekli imkânı sağlamadı. Sencer, 9 Mayıs 1157 senesinde yetmiş üç yaşında vefat etti. Merv'de daha önce yaptırdığı Dârü'l-Apir'de defnedildi. Onun vefatından sonra Büyük Selçuklu Devletinin İran, Irak, Suriye ve Anadolu'daki parçaları, Selçuklu Hanedanına mensup kişilerce idare edilip, ondördüncü yüzyıla kadar devam edenler oldu.
Devlet Teşkilatı: Selçukluları meydana getiren Oğuzlar, Orta Asya'dan Maveraünnehir ve Horasan'a gelince bütünüyle İslamiyet'i kabul ettiler. Müslüman olmalarıyla eski bozkır kültürünün İslam'a aykırı olmayan müesseselerini sentezleştirdiler. Türk Devlet geleneğinin esasını teşkil ettiği Selçuklu devlet teşkilatı; Karahanlı, Sâmânlı, Gazneli ve Abbasî devletleri teşkilatlarından geniş ölçüde faydalanmış ve bunları kendi bünyesinde mükemmel bir surette uygulamıştır. Hükümdar: Töre ve müesseselerin tanıdığı haklarla devletin tek hakimidir. Sultan unvanlı hükümdarlara genellikle Sultanülâzam denilirdi. Türklerdeki Hakan veya Kağan, batıdaki imparator kelimesinin karşılığıdır. Sultan, Türkçe adının yanında İslamî ad da taşırdı. Halife tarafından künye ve lakap da verilirdi. Sultan, merkezde oturur, ülke toprakları hanedan mensuplarınca idare edilirdi. Merkeze bağlı beylik ve atabeglikler vardı. Sultanın hakim olduğu ülkelerde adına hutbe okunur ve para basılırdı. Fermanlara ve dîvanın kararlarına büyük sultanın imzası yerine tuğra çekilip, tevkiî (nişan) yazılır ve emir ondan sonra yürürlüğe girerdi. Harplerde ve devlet ileri gelenleriyle yaptığı seyahatlerde, hakimiyet işareti olarak, başının üstünde atlastan veya altın sırmalı kadifeden yapılmış çetr (hükümdar şemsiyesi) tutulurdu. Çetre, sultanın ok ve yaydan meydana gelen armaları işlenirdi. Hükümdarlık sarayının kapısında veya saltanat çadırının önünde, namaz vakitlerinde, günde beş defa nevbet (mehter) çalınırdı. Sultan, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenleriyle yüksek mevkili memur ve kumandanları huzuruna kabul edip, ülke meselelerini görüşür ahalinin halinden haberdar olurdu.
Saray Teşkilatı: Sarayda sultanın ailesi ve maiyeti otururdu. Saray teşkilatı ve teşrifatçılık, önceleri Oğuz töresine göre yapılırken, sonraları İslamî hüviyet kazandı. Sarayda, sultanla dîvanlar arasındaki irtibatı Hâcibü'l-hacib denilen Hâcib sağlar; örfî meselelerin hallinde kadıya da yardımcı olurdu. Hâcibler, sultanın güvendiği kişiler arasından seçilirdi.
Emîr-i Candâr: Saray muhafızlarının başı olup, maiyetindeki hassa birlikleriyle sarayın ve sultanın emniyetini sağlamakla görevliydi. Silahdar, merasimlerde sultanın silahlarını taşırdı ve silahhanedeki muhafızların âmiriydi.
Emîr-i Alem: Sultanın "Rayet-i Devlet" denilen bayrağını, saltanat sancaklarını taşımak ve muhafaza etmekle görevliydi. Emîr-i alemin maiyetinde alemdarlar vardı. Yasacı, bayrak ve nevbet takımını muhafaza ve idare ederdi.
Câmedâr: Sultanın elbiselerinin muhafızıydı. Emîr-i meclis, sultanın ziyafetlerini hazırlatıp, teşrifatçılık yapardı. Emîr-i Çeşnigîr, sultanın yemeklerini hazırlayan ve sofra hizmetlerini yapan çeşnigirlerin amiriydi. Şerabdar-ı has, sultanın şerbetlerini hazırlamakla, haftanın belirli günlerinde toplanan mecliste ve yemeklerde hizmetle görevliydi. Serhenk (Çavuş), törenlerde ve sultanın seyahatlerinde yol açardı. Ayrıca, Abdâr, Emîr-i Âhur, Üstadüddâr, Vekîl-i Has, Emîr-i Şikâr, Bazdâr ve Nedimler de sarayda vazifeli kişiler arasındaydı.
Hükûmet: Büyük dîvan denilen "dîvan-ı saltanat"ta devletin umumi işleri görüşülüp yürütülürdü. Selçuklularda büyük dîvandan başka, devletin malî, askerî, adlî ve diğer işlerine bakan dîvanlar da vardı. Dîvan başkanı, sultanın mutla vekili olan Sâhib, Sâhib-i Dîvan ve Hâce-i Büzürg de denilen vezirdi. Vezir bir tane olup, alâmet olarak destâr (sarık) ve altın divit verilirdi. Vezirin dividi, Devâtdâr'da olup, aynı zamanda sır kâtipliği de yapardı.
Selçuklularda, İstifâ dîvanı, malî işlerle ilgilenir, en önemli üyesine Müstevfî denirdi. Tuğra dîvanı, ferman, berat, menşur, mektup dahil, yazışmalara tuğra çekerdi. İşraf dîvanı; Müşrif-i memâlik de denilen müşrifin âmirliğinde genel teftiş yapardı. Dîvan-ı arz'a, Arzü'l-ceyş başkanlık ederdi. Emîr-i ariz de denilen bu zatın başkanlığındaki teşkilat, millî savunma hizmetleri ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamakla vazifeliydi. Şehzadelerin yetişmesiyle ilgilenen atabegler, eyalet merkezlerinde güvenlik hizmetleriyle ilgilenen ve şıhne (veya şahne) denilen askerî valiler, mülkî idareden mesul olan âmiller ve zabıta hizmetleriyle "emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker" (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) görevini üstlenmiş olan muhtesipler de hükümet teşkilatı içinde yer alırdı.
Adlî Teşkilat: Adliye; şer'î ve örfî kazâ olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şer'î davalara kadılar bakardı. Kâdı'l-kudât denilen baş kadı, Bağdat'ta bulunur, merkezde mahkeme başkanlığı yapardı. Baş kadı, diğer kadıları da teftiş ederdi. Kadılar, şer'î davalar, tereke (miras), hayrât ve vakıf işlerine bakarlardı. Selçuklu Türkleri, Hanefî mezhebinde olduklarından, davalar ve meseleler, bu mezhebin hükümlerine göre halledilirdi. Yanlış bir karar verilmişse, öteki kadılar, durumu sultana bildirerek, düzeltme yapılır, hatanın önüne geçilirdi. Kadıların yetişmesine çok dikkat edilirdi.
Örfî mahkemelerin başında, Emîr-i dâd denilen adalet emîri bulunurdu. Bunlar, devlete, kanunlara ve emirlere karşı gelenlerin davalarına, siyasî suçlara bakarlardı. Bir nevi olağanüstü mahkemeler demek olan Dîvan-ı mezalim'e başkanlık ederlerdi. Kazaskerler (Kadıaskerler), ordu mensuplarının davalarına bakardı. Dine aykırı görülen her harekete, muhtesip, anında müdahale ederdi. Adliye mensupları, bağımsız olup, büyük dîvana ve eyalet dîvanlara bağlı değildiler.
Ordu: Devletin temeli olan ordu, Hassa ordusu ve timarlı sipahilerden meydana eliyordu. sarayda özel olarak yetiştirilip, doğrudan sultana bağlı olan Gulamân-ı saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi. Bunlar senede dört defa maaş alırlardı. Hassa ordusu; melik, vali, vezir ve diğer yüksek rütbeli devlet memurlarının emri altında, her an harekete hazır askerler olup maaşlıydılar.
Sipahiler; süvari kuvvetleriydi. Sipahi ordusu mensuplarından her biri, ülkenin çeşitli bölgelerinde kendilerine tahsis edilen toprakların (ikta=dirlik) gelirlerinden geçimlerini sağlıyordu. Selçuklular, askerî iktalar sayesinde, maaş ödemeden bir orduyu beslemiş, mühim bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmişti. Bu sayede üretimin artmasını, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idarî bir kadronun kurulmasını temin etmişti. Bin süvariden fazla asker besleyen ikta sahipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcudu, 400.000'e kadar çıktı. Bunun 46.000'i merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmış durumdaydı. İkta sistemiyle, ülke menfaatlerini âhenkleştirip, kudretli askerî ve idarî teşkilata sahip oldular. Aynı sistem, Osmanlılar'ı da etkiledi. Halk arasından Haşer denilen ücretli askerler de alınırdı. Ayrıca gönüllü Gâziyân ve çeşitli askerî sınıflar da vardı.
Selçuklu ordusunun gezici hastaneleri ve Çerge denilen hamamları vardı. Orduda hafif silah olarak ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak, harbe, sökü, bozdoğan da denilen topuz, gürz, balta, nacak, çekre, zemberek, pala, cevşen (zırh) ve çokal kullanılırdı. Ordunun silahları ülke içinden, en iyi malzeme kullanılarak, sanatında pek mahir ustalar tarafından imal edilirdi. Büyük Selçuklularda deniz kuvvetleri olmamasına rağmen, bağlı devletlerde vardı. Ordunun ihtiyacının karşılanması ve meselelerin halline Dîvanü'l-ceyş bakardı.
Sosyal Hayat: Selçuklularda sınıfsız bir cemiyet hayatı vardı. Sosyal yapı, Ortaçağ Avrupası'ndan tamamen ayrıdır. Toplum; Selçuklu hanedanı ve mensupları başta olmak üzere askerî ve mülkî rical ile devlet teşkilatı dışında kalan ahaliden meydana geliyorsa da, Avrupa'daki gibi sınıf, Hindistan'daki gibi kast sistemi mevcut değildi. Hanedan ve devlet ileri gelenlerinin büyük yetkileri olmasına rağmen, şehirde ve köyde yaşayan halkın, kanun karşısında hak ve vazifeleri vardı. Şer'î hükümler karşısında herkes eşitti. Köylü hür olup, toprağın hâs ve ikta oluşuna göre hükümetin himayesi altında çalışırdı. Vergisini verirdi. Mülk, topraklar, veraset yoluyla çocuklara geçerdi.
İktisadî ve Ticarî Hayat: Selçukluların hakim olduğu Horasan, İran, Irak, Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkeleri bu devirde, ekonomik bakımdan en yüksek seviyeye çıkarak, milletler ve kıtalar arası ticarette köprü görevi görüyordu. Selçuklu ülkesinin her türlü ziraî mahsulün yetişmesine müsait iklim, coğrafî ve doğal zenginliklere sahip olması sayesinde bol mahsul yetişiyordu. Tahıl sıkıntısı çekilmeyip, o günkü şartlarda fiyatı da ucuzdu. Ülke içinde ve dışında, kıtalar ve milletlerarası ticareti emniyetle sağlayan yol ve kervansaraylar yapılmıştı.
Yabancı ülkelerle ticarî anlaşmalar yapılıp, çok düşük gümrük tarifeleriyle ihracat ve ithalat teşvik edildi. Karada eşkıyanın ve açık denizlerde korsanların tecavüzlerine uğrayan tüccarın zararının, hazineden tazmin edilerek garanti altına alınması, ticaretin gelişmesinde çok etkili oldu. Devletin tüccara garantisi, her türlü emniyet, huzur ve imkânın yanında ayrı bir teşvikti.
Ticaretin gelişmesi, gümrüklerin azlığı, üretimin bolluğu, otlak ve hayvanların çokluğu sebebiyle, Selçuklu ülkesinde zenginlik ve refah vardı. Bol buğday, pirinç ve pamuk tarımı yapılıyordu. Çok hayvan yetiştirilip diğer ülkelere satılıyordu. Bakır, demir, gümüş ve dokuma sanayii için şap madeni çıkarılıyordu. Halı, pamuk ve yünlü dokuma denizci örtüleri, ipek kumaşlar, ipek tül ve mendil dokunup ihraç ediliyordu. Kâşihanelerde zarif çiniler imal edilip, Selçuklu eserlerini süslüyordu. Yapılan ve satılan mallar, sıkı kontrolden geçerdi. Her zanaat kolu, bir lonca teşkilatına bağlıydı. Loncalar, meslek ve erbabını kontrol altında tutardı. Lonca reisine Ahî, ahîlerin reisine de Ahî Baba denirdi. Bu teşkilat daha sonra Osmanlılara geçti. Esnaf ve tüccar mallarının alınıp satıldığı, tanıtıldığı, mahallî, millî ve milletlerarası pazarlar kurulurdu. Selçuklular, şeker ve nadide eşya alıp, at, halı, ipek ve maden satarlardı. Devletin gelir kaynakları, arazi vergisi olan harac, ziraat vergisi olan öşür, iltizam, ganimet, bağlı ve komşu devletlerin hediye ve yıllıkları idi. Hayat pahalılığı, yok denecek kadar az olup, 1056 ile 1113 yılları arasındaki yetmişbeş senelik fiyat yükselmesinin oranının toplamı yüzde onu geçmemiştir.
İlim: Selçuklular, İslama tam bağlı, itikatta ve amelde Ehl-i sünnet mezhebine mensuptular. Türkler ekseriyetle itikatta Matüridî, amelde Hanefî mezhebindendir. Ülkede kısmen de itikatta Eş'arî ve amelde Şafiî ve diğer hak mezhep mensupları da vardı. Batınîler gibi sapık fırkalar varsa da, bunlarla âlimler ve devlet, mücadele halindeydi. Devlet, ilim ve âlimlerin yanında olup, gelişmesi için bütün imkânlarını seferber etmişti. Dinî eğitim ve öğretimin yapıldığı medrese, tekke ve zaviyeler ülkenin her tarafında yaygındı.
Selçuklu medreselerinde, dinî ve fennî bütün ilimler, konunun mütehassısları tarafından okutulurdu. Selçuklular zamanında değerli âlimler yetişip, halâ değerini koruyan orijinal eserler yazıldı. Ebü'l-Kasım Abdülkerim Kuşeyrî, Ebu İshak Şirazî, Ebu Meâlî Cüveynî, İmam-ı Gazalî, El-Hatîbî, Abdullah-ı Ensarî, Vâhidî, Fahru'l-İslam Pezdevî, Serahsî, Yûsuf-i Hemedanî, Şehristânî, İmam-ı Begavî, Kâdı Beydâvî, Abdülkâdir-i Geylanî, Nizamülmülk dahil daha pek çok âlim, Büyük Selçuklu ve onlara bağlı devletlerde çok hürmet ve himaye görüp, değerli eserler vererek insanlığa hizmet etmişlerdir.
Selçuklular, İslamî ilimlerin eğitim ve öğretiminin yapıldığı ve zamanın fen bilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sahip, üniversite mahiyetinde büyük medreseler yaptırdılar. En büyüğü, Bağdat'taki Nizamiye Medresesi olup, İsfahan, Nişabur, Belh, Herat, Basra ve Amul'da benzerleri vardı. Buralarda aklî ve naklî bütün ilimler öğretilirdi. Medreselerde, mütehassıslarınca okutulan riyaziye (matematik), hey'et (astronomi), hendese (geometri), cebir, fizik, kimya sahalarında derin âlimler yetişti. Rasathaneler kurularak, gök cisimlerinin hareketleri izlendi ve esaslı takvimler yapıldı. Bu sahalarda, edebî yönüyle de tanınan Ömer Hayyam, Muhammed Beyhekî, Ebü'l-Muzaffer İsferâyinî, Vâsıtî, Ahmed Tûsî ve daha pek çok âlim yetişip değerli eserler verdiyse de, onüçüncü yüzyılda İslam ülkelerindeki Moğol tahribatı sebebiyle, bunlardan faydalanma imkânı büyük ölçüde kaybolmuştur. Yazılan pek değerli eserler, Moğolların kanlı çizmeleri altında heba olmuştur.
Selçuklu sultan ve devlet adamlarının destek ve himayesiyle kıymetli edebiyatçı ve şairler yetişmiştir. Selçuklu sarayında, devlet teşkilatıyla edebiyat çevrelerinde genellikle Farsça, medrese çevrelerinde Arapça, Selçuklu hanedanı ve Türkmenler arasında ve orduda da Türkçe konuşulup yazılırdı. Nazım ve nesir sahasında kıymetli kitaplarıyla tanınan Meşhur Bostan ve Gülistan sahibi Sadi-i Şirazî, Ömer Hayyam, Enverî, Lami-i Cürcânî, Ebyurdî, Ezrâkî gibi edip ve şairler, nesir ve nazım eserler verdiler. Gazâ ve fetih ruhunu canlı tutan destanî eserler yazdılar. İlmî eserlerde olduğu gibi, edebî eserlerin bazıları, Moğol tahribatı sebebiyle ele geçmemiştir.
Mimarlık ve Sanat: Selçuklu mimarî ve sanat eserlerinin çoğu birer şaheserdir. Batınîler, Moğollar ve asırların tahribatına rağmen kalabilenleri uzmanlarınca halâ hayranlıkla incelenmektedir. Selçuklu sarayı, köşk, medrese, cami, mescit, türbe, kümbet, kervansaray, ribat, han çarşı, tıp fakültesi mahiyetinde her biri şifa yurdu olan hastane, kaplıca, hamam, çeşme, ev, yol, kale, sur, kule, tersaneler ve diğer sosyal, sivil ve askerî eserler belli başlı Selçuklu mimarî eserlerini oluşturur. Kitabe, hat, tezhip, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim ve seccadeler ise Selçuklu eserlerine ayrı bir zenginlik kazandırır. Çadır şeklinde yapılan kubbeler de Selçuklu mimarî eserlerinin bir başka zarafet ve ihtişam örneğidir. Çadır şeklinde kubbe, türbelerde çok kullanılmıştır. Sultan, evliya, âlim, devlet adamları ve hürmete lâyık kişiler adına yapılan muhteşem türbeler, ülkenin her tarafında mevcuttu.
İlk Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'in, Rey'de Künbed-i Tuğrul, İsfahan, Hemedan ve Merv'de diğer sultanların muhteşem türbeleri, çok süslü, kıymetli eşya ve mefruşatla doluydu. Bağdat'ta İmam-ı Azam Ebu Hanîfe'ye ve Necef'te Hazret-i Ali'nin makamına muhteşem türbe ve külliyelerin Sultan Melikşah tarafından yapılması, Selçukluların Sahabe-i Kiram, Ehl-i Beyt, âlim ve muhterem zatlara saygılarındandır. Selçuklular, Merv, Rey, İsfahan, Hemedan, Bağdat ve Nişabur'da muhteşem saraylar ve camiler inşa ettiler.
İsfehan ve Bağdat'ta rasathaneler kurularak, mîladî Gregorien sisteminden daha sağlam ve hassas olan Celalî Takvimi, Sultan Melikşah'ın "Celaleddin" lakabına nisbetle hazırlandı. İsfahan ve Bağdat'ta, büyük şehirler de dahil, ülkenin her tarafında şaheser vasıfta büyük ve muhteşem camiler yapıldı. Selçuklular zamanında, iki bin kişinin namaz kılabileceği, yirmi bin kişinin vaaz dinleyebileceği kadar büyük camiler yapıldıysa da, bu muhteşem eserler, Batınîler ve Moğollar tarafından tahrip edilmiştir. Melikşah'ın, İsfahan'da yaptırdığı Ulu Cami (Mescid-i Cuma), Batınîler tarafından kundaklandı. Yanan beşyüz yazma, paha biçilmez Kur'an-ı Kerim dışında cami, bir milyon altın sarfla tamir edildiyse de eski halini alamamıştır.
Han, kervansaray, çeşme, yol, köprü, ribat, hankâh, hamam, cami ve medreseler ülkenin her tarafında yaygındı. Selçuklularda hükümetin imar ve inşaat işlerine, Emîr-i mîmar yönetiminde bir heyet, nezaret ederdi. Ayrıca, büyük abidevî eserlerin, ihtiyaçları vakıf gelirinden karşılanan, daimî bir mimarları bulunurdu.
7 Şubat 2011 Pazartesi
Saltuklular Beyliği
Selçuklu fetihleri arasında Doğu Anadolu´da kurulan Türk devletlerinden birisi Saltuklular´dır. Anadolu´nun fethinde görev alan kumandanlardan Ebul Kasım, Erzurum dolaylarını ele geçirmiş ve Sultan Alparslan onu bu bölgenin beyliğine tayin etmişti. Ebul Kasım 1102´de ölünce yerine oğlu Ali geçti ve Bey oldu. Ali´den sonra Bey olan İzzeddin Saltuk bu hanedanın en güçlü beyi oldu ve beylik onun adı ile yani "Saltuk Beyliği" olarak anıldı (1072).
Bu beylik, önceleri Büyük Selçuklu Devleti´ne tabi idi, fakat bu devletin zayıflamasından sonra, bağımsızlığını kazandı. Saltuklu Beyliği Kars, Bayburt, Oltu, Trabzon, İspir ve Tercan bölgelerini ele geçirerek gücünü arttırdı. Önce Gürcülerle, sonra Bizanslılarla yaptığı savaşlarda da başarılı sonuçlar elde etti.
Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan´la ittifak kurarak kız alıp vermek suretiyle akrabalık kuruldu. Saltuklu beyleri bir çok defa Gürcülere karşı savaştılar. Nitekim bunlardan İzzeddin Saltuk bu savaşların birisinde Gürcülere esir düşmüş (1153), öteki Türk beyleri tarafından 10.000 dinar verilmek suretiyle kurtarılmıştır.
İzzeddin Saltuk 1174´te ölünce yerine oğlu Muhammed Kızıl Arslan geçti. Kızıl Arslan Bey, 1195´te Erzurum önüne kadar gelen Gürcü kuvvetlerini mağlup etti. İzzeddin Saltuk devrinde (1132-1168), Saltuklu Beyliği ülkesi Tercan´dan başlayarak Tahir Gediği´ne kadar uzanmakta; Erzurum, Bayburd, Avnik, Micingird, İspir, Oltu gibi şehir ve kasabaları kaplamakta idi.
Nasıreddin Muhammed (1168-1191)´in ise, Irak Selçuklu sultanı III. Tuğrul´a ve asıl iktidarı elinde tutan Atabeg Kızıl Arslan´a tabi olduğu anlaşılıyor. Yine onun zamanında Gürcüler Erzurum önüne geldilerse de, bir muhasaraya girişmeden aldıkları ganimetlerle yetinerek geri döndüler.
Bu devrin dikkati çeken bir olayı da bu hanedandan Muzaffereddin Melikşah adlı Saltuklu beyinin Gürcü kraliçesi Thamara ile evlenmesidir. XII. yüzyılın ortalarından itibaren Türkiye Selçukluları ve Eyyubi Devletleri, Doğu ve Güney-doğu Anadolu´daki beyliklerin varlıklarını tehdide başlamışlardı. O sırada Ulu Hakan olan Melikşah, Anadolu´da birliği korumak için bütün beylikleri itaat altına almak istiyordu. Süleymanşah da onun politikasını takip etti ve 1202´de Erzurum kalesini alarak Saltuklu Beyliği´ne son verdi (1202).
Saltuklular devrinde, Erzurum bölgesi imar edilmiş ve zenginleşmiş bir durumda idi. Ayrıca bölgenin iktisadi durumuna da bir canlılık getirmişlerdi. Saltuklulardan zamanımıza kadar bazı eserler de kalmıştır, bunlar Kale Mescidi, Tebsi Minare, Ulu Cami ile bazı türbelerdir. Ayrıca Tercan´da bulunan Mama Hatun kervansarayı ve türbesi de zikre şayan Saltuklu eserlerindendir.
Menteşeoğulları Beyliği
XIII. yy. sonlarında Muğla yöresinde egemenlik kuran beylik.
Selçukluların uçbeylerinden Kara Bey?in kurduğu (1282) beylik, Menteşe Bey zamanında oldukça genişledi. İzmir ve çevresi alındı. Ayrıca Ege Denizi´ndeki adalara seferler yapıldı. Menteşeoğlu Mesut Bey adalara çok önem verdi, Rodos yolunu elde tutarak Haçlı donanmasını dağıttı. XIV. yy.?ın başında Anadolu´nun en güçlü beyliği durumuna geldi. Sonra post kavgası yüzünden bölünerek zayıfladı. XV. yy.?ın başlarında Osmanlılara bağlı bir sancak haline geldi (1424).
Mengüçoğulları Beyliği
XIII. yy.da Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebinkarahisar´da hüküm süren beylik.
Beyliğin kurulduğu bu şehirleri, Mengücük Gazi´ye, Malazgirt Savaşı´nda gösterdiği yararlıktan dolayı Alparslan verdi (1072). Mengücük Gazi´nin oğlu İshak´tan sonra Mengücükler, Kemah-Erzincan kolu ve Divriği kolu diye ikiye ayrıldı. Bir süre sonra da Moğol istilâsı ile ortadan kalktı. Mengücükler, bulundukları bölgedeki şehirleri geliştirmişler ve kültür hayatının gelişmesini sağlamışlardı.
Germiyanoğulları Beyliği
İlk zamanlarda, XIII. asırda Selçuklular´ın uç beyleri arasında Karamanoğulları´ndan sonra en kudretlisi ve en büyüğü, Germiyanoğulları idi. Beylik, 1260 yıllarından 1390´a kadar takriben 130, sonra 28 Temmuz 1402 Ankara muharebesinden 1429 Şubatına, kadar tekrar 27 yıl olmak üzere takriben 156,5 sene devam etmiştir.
Germiyan aşireti XIII. yüzyılda ilk defa Malatya taraflarında görülür. Daha sonra Germiyanoğulları, muhtemelen Moğolların baskısı üzerine Kütahya bölgesine göç etmişlerdir. Germiyanoğulları bu bölgede Türkiye Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Mes´ud ve Moğollara karşı bağımsızlıkları için mücadele ettiler.
Bu beyliğin asıl kurucusu Kerimüddin Alişir´in oğlu I. Yakub´dur. Yakub Bey ikinci kez sultan olan Gıyaseddin Mesud 1302-1310´a tabi olmayarak İlhanlıların hakimiyetini tanıdı. Kurduğu beyliğin merkezi Kütahya idi. Yakub Bey´in idaresindeki Germiyanoğulları, Anadolu beyliklerinin en kuvvetlilerinden birisi olup, Bizans bu beyliğe her yıl muayyen bir vergi ve hediyeler göndermekte idi. Devletin başkenti Kütahya şehriydi. 1381´de Kütahya, Simav ve Tavşanlı, Osmanlılar´a verilmiş, Germiyanoğulları, Kula´ya çekilmişlerdir.
Germiyanoğulları, Batı Anadolu´da mühim yerleri kesin şekilde Bizanslılar´dan fethedip Türkleştiren Türkmen hanedanlarının başında gelir. Onun için prestijleri çoktu. En geniş şekliyle beylik, bugünkü Kütahya, Uşak, Denizli, Afyon vilayetleri ile Manisa vilayetinin doğusunu kaplıyordu. Bu topraklar 44.000 km2 eder. Aydınoğulları´nın da Germiyanlılar´a tabi olduğu düşünülürse, beylik, Ege´ye dayanıyor demektir. 1360´a doğru beylik, 37.000 km2 kadardı.
Germiyanoğulları, Afyon ve çevresini Sahib Ataoğulları´ndan almışlardır. Denizli´de 92 yıl saltanat süren İnançoğulları, Germiyanoğulları hanedanındandırlar. Yakub Bey ise 1314´de Alaşehir´i zaptetmiş ve haraca bağlamıştır. Aynı yıl içinde Anadolu´ya gelen İlhanlı beylerbeyi Emir Çoban´a itaat etti.
Süleymanşah 1361-1387´ın saltanatının ilk yılları sakin geçti. Fakat onun Karamanlılar ile Hamidoğulları arasındaki mücadelede, Hamidoğullarından İlyas Bey´in tarafını tutması, Karamanlılar ile arasının açılmasına sebep oldu. Süleyman Şah bu baskı sebebiyle Osmanlılar ile anlaşmak istedi. Bu maksadla da kızını Sultan I. Murad´ın oğlu Bayezid´e vermeyi ve çehiz olarak da bazı şehir ve kasabaları Osmanlılara bırakmayı teklif etti.
Yakub Bey 1399´da tutuklu bulunduğu İpsala´dan kaçarak Timur´un yanına kadar gitmeyi başarmıştır. Ankara savaşı 1402´ndan sonra Timur ona ülkesini iade etti. II. Yakub Bey böylece Timur´un hakimiyetini tanımış oluyordu. Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht mücadelesinde ise, yeğeni Çelebi Mehmed´in tarafını tutmuştu. Karamanlılardan Mehmed Bey´in iki yıl üst üste yaptığı sefer neticesi ülkesini terke mecbur kalan Yakub Bey, Çelebi Mehmed´in Karamanlıları yenmesi üzerine tekrar beyliğinin başına geçmişti (1414).
Kısa bir sükunet devresinden sonra, Yakub Bey ile Karamanlılar, Sultan II. Murad´a karşı Çelebi Mehmed´in öteki oğlu Mustafa Çelebi´nin tarafını tuttular. Mustafa Çelebi´nin İznik´te öldürülmesinden (1423) sonra, Yakub Bey Osmanlılar ile iyi geçinmeyi tercih etti. Yakup Bey erkek evladı bulunmadığı için ülkesini ölümünden sonra Osmanlılara bıraktı.
Ölümünden sonra Germiyanoğulları Beyliği tamamıyla Osmanlı Devleti´nin idaresi altına girmiş oldu (1429) Germiyanoğulları, zamanımıza kadar gelmişler ve Osmanlı hizmetinde sadrazamlığa, damatlığa kadar yükselen birçok şahsiyetler yetiştirmişlerdir. Germiyanoğulları 1. Kerimeddin Ali Şir Bey (12607-1264) 2. I. Yakub Bey (1264-1325) 3. Mehmed Bey (13257-1360) 4. Süleyman Şah Bey (Adil) (13607-1387) 5. II. Yakub Bey (1387-1390) Germiyanoğulları sarayı bilim adamlarının ve şairlerin yüksek himayeye nail oldukları bir yerdi.