Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ekim 2020 Pazar

Bitmek Bilmeyen Partilerin Vaatleri

Bitmek Bilmeyen Partilerin Vaatleri


PARTİLER çesitli kesimlere şu kadar maaş, bu kadar ikramiye vaat ediyorlar. Bir ölçüde normaldir, sosyal adalete de katkı sağlar...

Fakat bizde ölçüyü çoktan aştı, kaynak gösterilmeden ve enflasyonu nasıl olup da körüklemeyeceği anlatılmadan bol keseden vaatler yapılıyor.

Siyaset biliminde “müştericilik” (clientalism) denilen popülizm türü; oyları verin, devletten parayı alın.

Benim önemsediğim husus partilerin devlet ve hukuk konularında söyledikleridir.

YENİ ANAYASA

Dün Meral Akşener İYİ Parti’nin seçim bildirisini açıkladı. “Tüm kesimlerle uzlaşmalı, yönetme yetkisinin hem sebebi hem meşruiyet kaynağı olan yeni anayasa” vurgusunun altını çizdim.

Evet, anayasalar toplumsal uzlaşıya dayanmak zorundadır.

İktidardaki AK Parti ile ittifak yaptığı MHP ise bildirilerinde mevcut “cumhurbaşkanlığı yönetimi sistemi” ile Türkiye’nin daha iyi yönetileceğini savunuyorlar, yeni anayasa vurgusu yapmıyorlar.

Muhalefetteki CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi “yeni anayasa” istiyorlar, daha önemlisi “kuvvetler ayrılığı” ilkesini savunuyorlar.

Gerçekten bu ilke olmadan demokrasi olamaz.

İYİ Parti’nin bildirisindeki “tüm yetkilerin tek elde toplanmasını önleyeceğiz” vurgusu, bu ilkenin tanımıdır.

Çağımızda iyi yönetimin kuralı, “daha çok güç” değildir, gücün “denetlenmesi ve dengelenmesi”dir.

Parti içi demokrasi olursa meclis yürütme erkini denetleyebilir.

AK Parti ve MHP’nin seçim bildirilerinde “parti içi demokrasi” kavramı geçmiyor; CHP ve İYİ Parti’nin bildirilerinde vurgulu olarak ifade ediliyor.

BAĞIMSIZ YARGI

İktidar dâhil bütün partiler “tarafsız bağımsız yargı” kavramını vurguluyor, fakat bu nasıl olacak?

HSK’nın bütün üyelerini siyaset belirliyorsa, bu ilkenin gerçekleşmesi çok zordur.

Muhalefet partileri bildirilerinde HSK’nın bu yapısını değiştireceklerini söylüyorlar.

İYİ Parti bildirisinde “süreli görevli yargıç” kavramı getiriliyor: Yani bildirideki ifadeyle, “baktığı bir davaya bağlı olarak yargıcın yetkisinin elinden alınmaması” kuralı...

Bunu çok önemsiyorum çünkü hoşa gitmeyen karar veren hâkimlerin o dosyaya bakmaktan uzaklaştırılmaları, bu sütunda örnekleriyle defalarca eleştirdiğim ciddi bir sorundur.

Bugün HSK müfettiş göndermeden, gerekçe bile göstermeden hâkimleri o dosyalardan alıp başka mahkemeye atamaktadır! “Süreli görevli yargıç” ilkesi bunu önler, çok da iyi olur.

Elbette görev süresi içinde hâkim hakkında haklı şikâyet olursa disiplin soruşturması açılır.

EN BÜYÜK PROJE

Bir hukuk devletinde olması gereken asgari kıstaslar ve bunların hangi bildiriye ne ölçüde yansıdığı konusu bir köşe yazısına sığmaz.

Önemli olan bu konularda kamuoyunda hassasiyet oluşturmaktır.

Son on günde dövizde yaşadığımız çarpıcı gelişmeler hukuk devleti konusunda da çok öğretici oldu.

Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda ciddi kaygılar doğduğunda dolar 4.9 lirayı görmüştü, bu satırlar yazılırken dolar 4.4’lü rakamlardaydı; Türk Lirası değerleniyordu.

Çünkü MB üç puan faiz arttırarak bağımsız davranabileceğini göstermiş, Mehmet Şimşek ve MB Başkanı Murat Çetinkaya da Londra’da küresel finans çevrelerine bu yönde güvenceler vermişti.

Kanuna göre de “para politikasının uygulanmasında tek yetkili ve sorumlu” Merkez Bankası’dır.

Görüyorsunuz, MB’nin bağımsızlığı hukuk devleti kavramının unsurlarından biridir.

Belki de hukukçu olduğumdan diyorum ki Türkiye için en büyük proje “hukuk devleti”dir

Bahanemiz Hazır Dış Güçler

Bahanemiz Hazır Dış Güçler


HAÇLI ittifakı, küresel güçler, faiz lobisi, küresel finans çevreleri...

Bu söylemde ekonomi, rasyonel bir rekabet alanı değil gizli güçlere karşı bir savaş alanı olarak tasvir ediliyor.

Bizim düzeltmemiz gereken hiç hatamız yok, dış güçler saldırdığı için dolar 4.9’a, faiz yüzde 16’ya tırmanıyor!

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun deyişiyle:

“15 Temmuz darbe girişimi başarısız olduktan sonra Türkiye’yi ekonomi ile nasıl yıkabiliriz çalışmaları başladı. Fakat biz aldığımız tedbirlerle ekonomimizin bu saldırılardan en az hasarla kurtulmasını sağladık. Bu işin içinde ülkeler de var, finans kuruluşları da var, faiz lobisi de var...” (30 Mayıs 2018)

EKONOMİ DİLİ

Fakat Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’le MB Başkanı Murat Çetinka’ya Londra’da “küresel kuruluşlar”la görüştüler. Merkez Bankası’na baskı anlamına gelen sözlerin “seçim modunda söylendiğini”, aslında MB’nin bağımsız olduğunu, faizi gerekirse yine yükselteceğini söylediler.

Dolar aşağıya yöneldi. Çünkü faiz arttırımı, dünyada da yükselen dolara karşı Türk Lirası’nı değerlendirmişti.

Halbuki Şimşek ve Çetinkaya orada da “dış güçler ekonomimize saldırıyor” diye konuşsaydı!..

Saldırılar altında olan, OHAL’siz yönetilemeyen bir ülkeye büyük yatırımlar gelir mi?!

Bu havadan bir an önce çıkmamız gerekmiyor mu?

İşte Şimşek ve Çetinkaya ekonominin rasyonel ve kurumsal diliyle konuştukları için etkili oldular. Eminim “para politikasında tek yetkili Merkez Bankası’dır” diyen kanunu da orada okumuşlardır.

15 TEMMUZ’UN HASARI

Şimdi Başbakan Binali Yıldırım’ı dinleyelim, 15 Temmuz darbe ihanetinden on gün sonra Bloomberg’de bakın ne diyordu:

“Tabii ki darbenin ekonomik bir hasarı da var... Rusya’yla uçak krizi yaşadığımız zaman bizim ekonomik göstergelerimizde ne kadar oynama olduysa, bu darbe girişimindeki oynama da o kadar oldu. Öyle ekonomiyi alt-üst edecek bir değişim yaşamadık. Hafif borsada düşüş var, kurda hafif bir yukarıya doğru hareketlenme var. Faizde de, politika faizinde de çok hafif bir kıpırdanma var. Ama bunlar geçici.”

Evet aynen böyleydi çünkü çok şükür hükümet ve millet derhal duruma hâkim olmuş, daha sabah olmadan darbe bastırılmıştı.

Hatta ‘tehlike sürüyor’ söylemleri yerine, rejimin ve istikrarın ne kadar güçlü olduğu, normal işleyişe geçildiği dünyaya anlatılsaydı ekonominin ve dış politikanın daha iyi neticeler alması bile mümkün olabilirdi.

EKONOMİ GÖZÜYLE

Bir ülkeyi sürekli düşman saldırıları altında ve OHAL’siz yönetilemez durumda göstermek heyecan yaratabilir ama ekonomide rasyonel davranışları zorlaştırır.

Başbakan Yıldırım dün Siirt ve Şırnak mitinglerinin ardından Sabah’a “terör bitti, bölge rahatladı” diye konuştu.

Öyleyse OHAL neden devam ediyor?

Darbe girişimi üzerine OHAL ilanı lazımdı ama terörle mücadele için devletin olağan yetkileri yeterlidir. Hükümet 15 Temmuz öncesinde terör hendeklerini, terör barikatlarını olağan yetkilerle sökmüştü.

Terörle mücadele elbette devam edecektir, bunun için olağan yetkiler yeterlidir.

Ekonomiye ekonomi gözüyle bakmak...

Mesela Rahmi Koç “yatırımlar taşa toprağa gitti, rekabet gücü kazanamadık” demişti. (18.2.2016)

Mehmet Şimşek “elimde olsa İhale Kanunu’ndaki bütün istisnaları kaldırırım” demişti. (5.11.2014)

İktisadi sorunlarımıza böyle “yapısal” açılardan baksak daha doğru olmaz mı

İyi Haber

İyi Haber



İHRACAT artışımız aylar itibarıyla rekorlar kırıyor; bu elbette iyi haber. Bir iyi haber daha var: AB ülkeleri ile vize muafiyeti konusunda yapılan müzakereler de iyi gidiyor.

Bunlar elbette milletçe sevinmemiz gereken haberlerdir; sadece sevinmeyip aynı zamanda analitik gözle de bakmalıyız.

İktisadi analiz ekonomistlerin işi. Ben siyaset ve ideoloji sorunlarına bakmak istiyorum.

EN BÜYÜK PAZARIMIZ

Döviz sorunu dünyada ve hele de Türkiye’de daha bir ciddiyet kazanırken ihracatımızın artması elbette olumludur.

Ocak-nisan döneminde AB dışındaki ülkelere ihracatımız yüzde 2.8 azalırken, AB ülkelerine ihracatımız yüzde 21.1 artmış; toplam ihracat artışımız ortalama 10.4’tür.

Madalyonun bir de öbür yüzü var: İthalatımız daha fazla artıyor, ihracatın ithalatı karşılama oranı geriliyor, döviz ihtiyacımız artıyor.

Görüyor musunuz, en iyi pazarımız Avrupa Birliği ülkeleri... Öyle “Haçlı ittifakı, Batı medeniyeti çöküyor, ekonomimize saldırıyorlar” deniliyor ama gerçek ortada...

Avrupa’daki bir kriz Türkiye’ye zarar verir, Türkiye’de bir ekonomik daralma Avrupa’ya zarar verir; gerçek budur.

VİZEDE İYİ İŞARET

Dışişleri kaynaklarından sızan bilgilere göre AB yetkilileriyle Ankara’da yapılan “Vize Serbestisi Diyaloğu” iyi gidiyor.

Vize muafiyeti için AB’nin bütün ülkelere uyguladığı 72 şart var. Türkiye bunun 65’ini yerine getirdi. Kalan 7 madde için AB Bakanı Ömer Çelik’in inisiyatifiyle 7 Şubat’ta Daimi Temsilcimiz Büyükelçi Faruk Kaymakçı Ankara’nın 7 madde ile ilgili teklifini AB Komisyonu’na sunmuştu.

İşte bu konudaki teknik görüşmeler iyi gidiyor. Öyle üç-beş ayda sonuçlanması beklenmiyor ama “hukuk devleti” ilkesini de ilgilendiren bu 7 madde konusunda Ankara’nın AB’yle diyaloğunun gelişmesi ve vize serbestisinin daha bir gündeme gelmesi elbette olumludur.

AVRUPA DEĞİLSE...

Şimdi kendimize soralım: Türkiye için vize serbestisi bakımından en önemli ekonomik ve siyasi coğrafya neresidir; Asya’da, Afrika’da, Ortadoğu’da?

Sadece turizm değil, işadamlarının ticari temasları, sermaye hareketleri, akademik konferanslar, öğrenci ilişkileri gibi fevkalade önemli konularda Avrupa, Türkiye için birinci derecede önemlidir.

Ve bir soru daha: Hangi ülke ile vize görüşmelerinde “kişisel verilerin korunması, terörle mücadele ve ifade hürriyeti, yolsuzlukla mücadele” gibi hukuk devleti kavramıyla ilgili hususlar müzakere konusu oluyor?

Hatırlayınız, Başbakan Erdoğan AB’ye katılım sürecini “Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra en büyük modernleşme hamlesi” olarak nitelemişti; doğruydu. (2011 Hükümet Programı)

YÜKSELMENİN YOLU

Batı medeniyetinin ciddi sorunları var ama sorunsuz hangi tarih ve coğrafya
vardır ki?

İşte, biz de öncelikle Avrupa ile vizenin kalkmasını istemiyor muyuz? Niye göçmenler Batı’ya koşuyor?

Batı batmıyor; Çin, Hindistan ve Uzakdoğu yükselmekte olduğu için Batı’nın dört asırlık hegemonyası sona eriyor, onun yerine daha rekabetçi bir dünyaya doğru gidiliyor.

Bu canhıraş rekabette hamaset çıkmaz sokaktır.

Asya’nın yükselişi konusunda çok değerli bir eser yazmış olan Singapurlu Müslüman iktisatçı Kishore Mahbubani bu başarıyı Batı’dan aldıkları 7 faktöre (seven pillars) bağlıyor: Serbest piyasa, bilim ve teknoloji, pragmatizm, liyakat sistemi, uzlaşma kültürü, hukuk devleti, eğitim...

Biz de sorunlarımıza bu gibi ilkeler açısından bakmalıyız

Kadınlar Geliyor

Kadınlar Geliyor


İSLAM dünyasında kadınların eğitimi yükseliyor, iş hayatına katılımları artıyor.

New York Times’ın “evden işe en büyük göç” olarak tanımladığı bu dip dalgasının yüzeye çıkışı eşitlik ve özgürlük taleplerinin güçlenmesi şeklinde olacak.

NYT, özellikle internetin yaygınlaşmasıyla Endonezya’da, Pakistan’da, Mısır’da eğitimli birçok kadının internet sayesinde iş ağları kurduğunu örneklerle anlatıyor. Cakarta’da ‘hijup.com’ internet sitesi tesettürlü kıyafet konusunda moda tasarımları ve satış yapıyor, 1.5 milyon kadın izleyicisi ve müşterisi var mesela...

Anneleri ve nineleri için ev dışında iş genelde imkânsızdı, fakat son 15 yılda 50 milyon kadın internet üzerinden veya piyasada iş sahibi oldu... Bütün İslam dünyasında çalışan kadınların sağladığı gelir 1 trilyon dolar.” (NYT, 25 Mayıs)

ANNELER VE KIZLAR

Hayatını evinde, ev işleriyle ve itaatkârlıkla geçiren nineler ve anneler yerine “eğitimli, hırslı, teknoloji kullanan, girişimci” genç kadınlar geliyor. World Economic Forum’un Yeni Ekonomi ve Toplum bölümünün başkanı Müslüman kadın Sadiye Zahidi “yükselen pazar” durumundaki İslam ülkelerinde STEM yani “Bilim, Teknoloji, Mühendislik, Matematik” programlarında kızların erkekleri geçtiğini, Endonezya ve Malezya gibi ülkelerde “yeni girişimciler” arasında kadınların çoğunlukta olduğunu anlatıyor. “Silikon vadisinde kapüşonlu tişörtüyle genç adam, bir Müslüman tekno kentinde tesettürlü genç kadın” benzetmesi yapıyor.

Sadiye Zahidi’nin bence en önemli vurgusu, eğitimli ve girişimci bu kadınların “aileleri, toplumları ve ülkeleri için uzun vadede yol açacakları sonuçlar”dır.

Bu sonuçlar elbette eşitlik ve özgürlük taleplerinin artması olacak.

Suudi despotizmi, reformlara kadın haklarından başlama gereğini duydu değil mi?

TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTE

Türkiye bu meselenin hukuki sorunlarını Tanzimat’tan başlayarak Cumhuriyet devrinde tam çözüme bağladı, hukuken kadın erkek eşitliği sağlandı.

İnsanların geçimi tarladan piyasa ve büro işlerine yöneldikçe kadınların okuması fikri uzak kasabalara kadar ulaştı.

Üniversitelerimizdeki kız öğrenci oranı 1983’te yüzde 36 iken, artık eşitlenmiştir.

Bütün bunların sonucu, toplumda geleneksel “hiyerarşi” ve “itaat” kültürü yerine, modern “eşitlik” ve “hürriyet” kültürünün gelişmesidir.

AK Parti kadınların okullaşmasını ve çalışmasını çok teşvik etti. Referandumda hayır diyen “beyaz muhafazakârlar” üniversitelerde ve iş hayatında gelişti.

İşte sıkı gelenekçi kesimler eski “hiyerarşi” ve “itaat” kalıplarına uymayan türbanlı kızları bile eleştiriyorlar.

İSLAM ANLAYIŞI

Kızların kıyafetini seviyesiz sözlerle eleştiren bir vaiz karşısında, tesettürlü kadın yazar Yıldız Ramazanoğlu, “Genç kadınlar üzerinde, neden dini söylemler etkisini yitiriyor gün geçtikçe? Kadınları hadsizce tedip ve terbiye etmeye yönelen, kadına ve erkeğe ayrı ahlak öneren dil dinden soğutuyor” diye tepki gösterdi.

Yıldız Ramazanoğlu yüksek seviyeli bir Müslüman kadın düşünürdür.

Muhterem Hocamız Ali Badakoğlu BURSİAD konuşmasında şöyle diyor:

“Din size anahtar teslimi gelişmişlik, mutluluk ya da sağlık vaat etmez. Din bize ışık tutar, bize rehberlik eder. İslam dünyası olarak insan hakları, kadın hakları ya da kişisel özgürlükler gibi kavramlarla barışmak ve cinsiyet ayrımcılığını geride bırakmak zorundayız...”

Benim dip dalgası dediğim işte bu. Zaman alabilir ama demokrasi ve özgürlük kaçınılmazdır

10 Ekim 2020 Cumartesi

Neden Hürriyet?

Neden Hürriyet?


ÖZGÜRLÜK kelimesini de yeri geldiğinde kullanırım ama asıl tercihim ‘hürriyet’tir. Neden mi?

Namık Kemal’ler unutulmasın diye.

Arapçada ve fıkıhta “hür” kelimesi, köle statüsünde olmamak anlamındadır. Namık Kemal’den itibaren hürriyet kelimesi artık seçme hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, fikir ve ifade hürriyeti, eleştiri hürriyeti, yani otorite karşısında hür olmak anlamını kazandı.

Siyasi otoritenin “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak yüceltildiği bir gelenekte “otorite karşısında hürriyet” fikrinin savunulması ne kadar önemlidir, değil mi?

Namık Kemal’den itibaren bütün nesiller hürriyet kavramını bu anlamda kullandılar, savundular; Cumhuriyet’i kuracak nesillere devrettiler.


POPÜLİZM ÇAĞINDA

Bu haftaki The Economist dergisi yükselen otoriter popülizme karşı “Üç Viyanalı” hürriyet düşünürünü anlatıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 1930’larda dünyada faşizm ve Bolşevizm yükseliyordu. Ciltler dolusu kitaplarla ve totaliter dev propaganda makinalarıyla liberal demokrasinin öldüğü anlatılırken bu üç düşünür hürriyetleri, liberal demokrasiyi, piyasa ekonomisini savunmuşlardı. Üçü de Viyana doğumluydu: Joseph Schumpeter, Karl Popper ve Friedrich Hayek...

Dergi Viyana’da bugün “Faşist kökenli bir parti iktidardaki koalisyonun ortağıdır” diye esefle belirtiyor, Avrupa ve Amerika’da da otoriter popülizmin yükseldiğine dikkat çekiyordu.

Ben özellikle Karl Popper ve Friedrich Hayek’i okudum, etkilendim. Popper’i ülkemizde ilk zikredenlerden biri merhum Bülent Ecevit’ti.

Popper’in “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı baş eserini ilk tercüme edenlerden biri Mete Tunçay’dı. Milliyetçi düşünür Prof. Erol Güngör, Popper’in “Tarihselciliğin Sefaleti”ni tercüme ediyordu; ömrü vefa etmemişti.

Hayek’in eserlerinin tercümesinde merhum Turhan Feyzioğlu, sonra da liberal akademisyenler Mustafa Erdoğan ve Atilla Yayla öncülük etmişti.

Sağ-sol ayrımını aşan bir hürriyet felsefesi tablosudur bu.


BİZİM ÖNCÜLERİMİZ

Felsefi kökleri ve büyük eserleri unutulan fikirler boş sloganlara döner, hayatiyetini kaybeder. The Economist dergisi hürriyet felsefesinin büyük mirasından üç düşünürü Viyana simgesinde anlatmakla zamanımızda popülizme karşı hürriyet düşüncesine donanım kazandırmak istemişti.
Okuduğumda ben de elbette Namık Kemal gibi, “Hukuk Felsefesi” yazarı Münif Paşa gibi, Mülkiye’de anayasa hukuku dersini verirken kalp krizinden genç yaşta vefat eden Babanzade İsmail Hakkı Bey gibi öncülerimizi hatırladım.

Bunlar aynı zamanda kuvvetler ayrılığı fikrinin de öncüleriydi.

Bu birikimin sağladığı Meşrutiyet devrinde Mehmet Akif’in “Sırat-ı Müstakim” ve “Sebilürreşad” dergileri, Türkçülerin “Türk Yurdu” dergisi, materyalizmi savunan “İçtihat” dergisi çıkacaktı; daha önce hiçbiri çıkamazdı.


HÜRRİYET NE DEMEK?

Bütün bu gelişmelerin birikimiyledir ki 24 Kasım 1921 günü Birinci Meclis’te Mersin Mebusu Selahattin Bey (Köseoğlu) “Kuvvetler birliği istibdattır” diye konuştu.

Serbest Fırka lideri Fethi Bey’in 15 Kasım 1930 günü Meclis’te yaptığı fevkalade önemli konuşmadaki şu sözler, tarihten geleceğe uzanan özlemi yansıtıyor:

“Efendiler, biz bütün demokrasi memleketlerinde ve bilhassa cumhuriyetle idare olunan memleketlerde mutat olan, kanunî olan, tabiî olan hak ve hürriyeti istiyoruz.”

Bugün de böyle...

Özgürlükten bahsedelim ama ‘hürriyet’i de unutmayalım ki gelecek nesiller bu metinleri okursa “Hürriyet ne demek?” diye sormasın.

Bütü Yönleriyle Lozan

Bütü Yönleriyle Lozan

KİTAP ÖNERİSİ | Lozan Antlaşmasının yıl dönümlerini sığ tartışmalarla geçirmek yerine konuyu anlamak açısından bu üç eserin okunmasını öneriyoruz. Okuma sırası; 1 - Bilinmeyen Lozan 2- 99 Soruda Lozan 3- Belgelerle Lozan

 


 
Araba Sevdası

Araba Sevdası


HAZİNE ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tüm kamu kurum ve kuruluşlarında makam arabalarının envanterinin çıkarılmasını istedi, sıkı bir tasarrufa gidileceği bildiriliyor.

Arkadaşımız Neşe Karanfil’in haberine göre, kamuda taşıt alımlarına 2010 yılında 265.7 milyon lira harcanırken, 2016 yılında bu rakam 1.1 milyarı hava taşıtı olmak üzere 2.3 milyar liraya çıkmış; 2017’de biraz tasarruf olmuş, 2.3 milyardan 1 milyar 85 milyon liraya inmiş. (Hürriyet, 5 Eylül)

Son altı-yedi yılda iktidar gücünü konsolide ettikçe makam giderleri böyle artmış.


BİHRUZ BEY
Modern edebiyatımızın öncülerinden Recaizade Mahmut Ekrem’in en ünlü romanı “Araba Sevdası”dır. Romandaki Bihruz Bey, Şerif Mardin’in “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma” makalesinde belirttiği gibi tipik bir “alafranga” örneğidir.

Birçok olumsuz yönleri vardır, ben sadece “araba” simgesi üzerinde duracağım.

Roman 1896 yılında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmişti. Aşağıda, derginin ressamlarından Halil’in çizgileriyle Bihruz’un arabası görülüyor.




Bihruz bu arabayla gezintiler yaparak caka satıyor, hava atıyor.

O zaman “statü ve güç” simgesi olan araçlar böyle lüks faytonlardı, zamanımızda lüks Mercedesler.


STATÜ VE GÜÇ
Tanzimat’tan sonraki “aşırı batılılaşma” en çok Osmanlı sarayında ve yüksek bürokraside görüldü. Bihruz Bey de paşa çocuğuydu, mirasyediydi.

Şerif Mardin, imparatorluk bürokrasisini “statü, güç ve yönetme” kavramlarıyla tanımlar. İhtişam ve debdebe bunun dışavurumudur.

Naima Tarihi’nde de ihtişam ve debdebenin, gösterişli konak, kıyafet, at ve arabaların sadece yüksek yöneticilerin hakkı olduğu yazılıdır.

Bu “ihtişam ve debdebe”nin Doğu kültüründeki olumsuz etkileri konusunda merhum Sabri Ülgener hocamızın eserlerini mutlaka okumalıyız.

Cevdet Paşa, Abdülmecid döneminde “bakanlar ve yüksek devlet ricali payton ve araba edindikleri gibi Saray-ı hümayunda da mükellef araba ve tecemmülat-ı saire [diğer lüksler]” yüzünden devletin iflas noktasına geldiği anlatır. (Maruzat, s. 6)

Modernleşme tarihimizde devletin “ferman”la değil “kanun”la yönetilmesi yönündeki reformların bir amacı da “bütçe denetimi”ni sağlamak olacaktı.


ÜRETEREK TÜKETMEK
Şimdi iktisat tarihçisi Charles Issawi’nin 1982 yılındaki kitabında modernleşme modelleriyle ilgili şu satırları okuyalım:

“Japonya geleneksel tüketim kalıpları içinde modern üretime öncelik verirken, bunun aksine Ortadoğu’da yüksek ve orta sınıflar Avrupa’nın üretim metotlarını öğrenmekte başarısız oldular, Avrupai tüketim, kıyafet ve konaklara yöneldiler.” (An Economic History of the Middle East and North Africa, s. 156)

Bugün Türkiye’de tasarruf oranı yüzde 15-18 civarındadır; Uzak Doğu’da yüzde 40’ın üzerindedir! Bu yüzden borçlanarak tüketim yapıyoruz ve bunun faturasını doların 6 liraya çıkmasıyla ödüyoruz.

Görülüyor ki üretmeden, hele de devlet imkânlarının bir tarafına sarılarak tüketmek eski bir hastalığımızdır. Muhafazakârlar bu hastalığı “alafranga” kesimlere mahsus sanmıştı, imkânlar el değiştirince benzer davranışlar görülüyor.

Makam araçlarında tasarrufu destekliyorum. Dahası, bütçede parlamento denetimi, kamu idaresinde şeffaflık ve Sayıştay kontrolü güçlendirilmelidir.

Konfor hepimizin hakkıdır fakat devlet kesesinden, sübvansiyonlarla, ölçüsüz borçlarla, popülizmle değil; üreterek, pastayı büyüterek