Avrupa'nın 19. yüzyılı uzun bir yüzyıldır. Çünkü bu yüzyılın kendine has, diğer yüzyıllarda bulunmayan karakteristik özelliklerini göz önünde bulundurursak görürüz ki başlangıç noktası bizleri 1789 Fransız İhtilali’ne kadar götürecektir. Günümüze kadar etkisini sürdüren çeşitli siyasal fikir akımlarının, insan hakları söyleminin, ulusçuluğun, demokrasinin vb.
ortaya çıkışı hep 1789 Fransız İhtilali’ne gelip dayanır. Bu ihtilal yeni bir yüzyılın, yeni bir çağın habercisidir. Bir anlamda 19. yüzyıl Fransız İhtilali ile başlamış ve sonuçları 19. yüzyıl boyunca bütün çarpıcılığı ile devam etmiştir.
Diğer yandan, 19 yüzyıl hemen 1899’da bitmez, süreç devam etmektedir, bu yüzyıla son noktasını koyan olay da 1914 de meydana gelen I. Dünya Savaşıdır. Bu savaşla birlikte yepyeni bir dönem başlamaktadır. Aslında Avrupa'daki gelişmelere bağlı olarak bu durum Osmanlılar için de geçerlidir. Osmanlılar için de 19. yüzyıl uzun bir yüzyıldır..
. 1789 Fransız Devrimi ile 1815 Viyana Kongresi arasındaki dönem
1871 ile 1914 I. Dünya Savaşı arasındaki dönem
a. 1789- 1815 arasındaki dönem; 1789 Fransız Devrimi, öncelikle Avrupa'daki toplumların siyasal düzenini yıkan bir devrimdir. Fransız İhtilali sırasında yayımlanan İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi’ni incelemek, ihtilalin ruhunu ve özünü anlamak açısından önemlidir, nitekim buna göre;
*İnsanlar, hakları bakımından özgür ve eşit doğarlar ve öyle kalırlar. Bu haklar; Özgürlük, mülkiyet, ve zulme karşı direnme haklarıdır.
*Her türlü egemenlik esas olarak milletindir.
*Kanun, millet egemenliğinin ifadesidir.
*Her vatandaş özgür bir şekilde konuşabilir, yazabilir ve yayımda bulunabilir.
*Kamu düzenine dokunmadıkça, kimse dini ve siyasi inançlarında dolayı kınanamaz.
Görülüyor ki bu bildirge, insanın insan olmaktan dolayı daha doğduğu andan itibaren bir takım hak ve özgürlüklere sahip bulunduğunu ortaya koyuyordu. Hükümdarın otoritesini de bu temel hak ve özgürlüklerle sınırlıyordu. Fakat bu hakların bildirgede yer alması yetmiyordu,
bu haklar anayasada yer almadıkça, bu hakların nasıl kullanılacağı ve yetkilerin neler olduğu belirtilmedikçe, hakların bir liste halinde bir bildirgede yer almasının çok da fazla bir anlamı yoktu. Bu hakların anayasa ve yasalar ile teminat altına alınması gerekiyordu. İşte bu yüzden bundan sonraki mücadeleler bu yönde yapılacaktır, elbette ki mutlak hükümdarlara, mutlakiyetçiliğe karşı. Savunulan bu fikir akımına
siyasi liberalizm, anayasacılık vb. isimler verilmektedir. Bu akım sonraları modern demokrasi düşüncesinin de kaynağını oluşturacaktır.
Milliyetçilik İlkesi de kaynağını Fransız İhtilali’nden almıştır.
(Dikkat! Burada milliyetçiliğin ilk kez Fransız Devrimiyle birlikte ortaya çıktığı söylenmiyor. İlkeden ve evrensel bir durumdan bahsediliyor.) Bir bakıma kişi özgürlüğü ilkesininin millete de uygulanmasıdır yani milletlerin özgürlüğü, milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi hakkı, her ulusun kendi devletini kurup, kendi kendisini yönetme hakkı,
ulusçuluk ilkesi… Nasıl bir insan, insan olmasından dolayı bir takım temel hak ve özgürlüklere sahipse, bir millette, bir bütün olarak, özgürlüğüne yani bağımsızlığına sahip olabilmelidir, diye düşünüldü. Özellikle Napolyon savaşlarında Fransa; Avrupa devletlerinin topraklarına girerken, bu topraklardaki milletleri bağlı oldukları devletlere karşı ayaklandırmış, Fransa’nın bu milletlere özgürlük getirdiğini söylemişlerdir. Bu eylem etkili olmuş ve özellikle bu savaşlar sırasında milliyetçilik ilkesi daha hızla Avrupa ülkelerine yayılmıştır.
Bu fikirler sadece Fransa’da kalmayıp tüm Avrupa’ya yayılınca işin rengi değişir. Çünkü Avrupa’daki hükümdarların bu fikirleri kabul etmesi beklenemezdi. Kendi mutlak hükümdarlıklarını korumaya çalışan bu anlamda siyasi liberalizme karşı çıkan
Avusturya, Prusya, Rusya ve İngiltere ile Avrupa’nın küçük devletleri de dahil hepsi, ilk günden itibaren Fransız İhtilali’ne cephe aldılar, bu yüzden bu ihtilal, Fransa ve Avrupa devletleri arasında 1815’e kadar devam eden savaşlara yol açmış, aynı şekilde, Avrupa ülkelerinin içinde de Fransa’dan etkilenerek başlayan iç ayaklanmalar ve ihtilaller görülmüş ve bunların çoğu bastırılmıştır. Fransa’nın, Avrupa ile giriştiği savaşlar Napolyon döneminde bütün Avrupa’nın Fransız egemenliği altına alınmak istenmesi gibi bir niteliğe bürünmüşse de, sonuçta Fransa yenilmiş ve kaderinin
Viyana Kongresinde belirlenmesine razı olmak zorunda kalmıştır. Ama yine de bu savaşlar Fransız ihtilali fikirlerinin Avrupa’ya yayılmasını kolaylaştırmıştır.
|
1815 Viyana Kongresi'nde belirlenen sınırlar. Büyütünüz. Kaynak |
b. 1815 Viyana Kongresinden, Alman ve İtalyan devletlerinin kurulmasına;İngiltere, Rusya ve Prusya’nın düzenlediği Viyana Kongresinden sonra Avrupa’da yeni bir dönem, düzen başlıyordu, şimdi önemli gelişmelerinin başlamasına neden olan 1815 Viyana Kongresi kararlarını genel yaklaşımları açısından inceleyelim, Bu kararlara göre;
*Fransa, ihtilalden önceki sınırlarına geri sokuluyor ve Avrupa’nın haritası yeniden bu üç devletin istediği şekilde, milliyetçilik ilkesi dikkate alınmadan çiziliyordu. Örneğin Polonya toprakları Avusturya, Rusya ve Prusya arasında paylaştırılıyor ama önemli bir parçası Rusya’ya bırakılıyordu. Oysa Napolyon, Varşova Büyük Dükalığı adı altında bağımsız bir Polonya devleti kurdurmuştu.
*Söz konusu Avrupa devletleri bundan böyle patlak verecek herhangi bir özgürlükçü hareketi beraberce bastıracaklardı.
Fakat Viyana Kongresinde alınan kararlar halkların tepkisini çekmekte gecikmedi, bunun arkasından
1830, 1848 ihtilalleri patlak verdi, ihtilaller liberal eğilimler taşımakla birlikte esas olarak ulusçu, milliyetçi ayaklanmalardı. Örneğin 1830’da Rus sınırları içinde yaşayan Polonyalılar bağımsızlıkları için ayaklandılar ama ayaklanma Ruslar tarafından bastırıldı. 1848-49’da ise Macarlar, Avusturya’ya karşı ayaklandılar, Avusturya, isyan ile başa çıkamayınca Rusya’dan yardım istemiş ve isyan ancak böylelikle bastırılabilmişti. Kırım Savaşı konusunda da bahsettiğimiz gibi kaçan Polonyalı ve Macar mülteciler Osmanlılara sığınmış ve bu durum
“mülteciler sorunu”na yol açmıştı.
Viyana Kongresinin en önemli meselesi Alman ve İtalyan birliklerinin kurulmasına engel olmaktı. Milliyetçilik karşıtı karar alınmasını sağlayan devletlerin başında Avusturya geliyordu. Tıpkı Osmanlı devleti gibi bir imparatorluk olan Avusturya, milliyetçilik hareketlerini özellikle Alman ve İtalyan birliklerinin oluşturulmaya çalışılmasının kendisi için ciddi bir tehlike olduğunu farkındaydı. Bu durum Avusturya’yı tamamen dağıtıp küçük bir devlet haline sokabilirdi.
Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun 360 devleti, Viyana Kongresi ile ancak 36 devlete indirilmişti. Yani Almanya’da 36 ayrı devlet bulunuyordu. Bu 36 devlet Germen Federasyonunu oluşturuyor ve bunların başında da bir Avusturyalı prens bulunuyordu. Aynı şekilde İtalya denilen topraklar üzerinde de bir çok krallık bulunuyor ve bazı krallıkları Avusturya imparatorluk ailesinden prensler yönetiyordu. Yani Avusturya bu yolla hem Almanya’yı hem de İtalya’yı kendi denetimi altında tutmaya çalışıyordu.
Ama bu noktada Avustruya ile ters düşen iki devlet vardı, bunlardan
Prusya, Alman birliğini kurmaktan yanaydı,
Piyemonte ise İtalyan birliğini kurmaktan yana. Onun için Avusturya 1815’ten itibaren her iki devletle de ciddi bir mücadele içine girmek zorunda kalmıştır.
1848’de Macarların, Avusturya’ya karşı başlatığı milliyetçi ayaklanma sırasında Almanlar da kendi birliklerini sağlamak için harekete geçtiler ve lider olarak da Prusya’yı seçtiler.
Ama Avusturya’nın şiddetli tepkisi ile karşılaşınca savaşı göze alamadılar. Aynı şekilde Piyemonte 1848-49 yıllarında Avusturya ile iki kere savaşa girdi, ama her ikisinde de yenildi.
Bu iki yenilgi Piyemonte’ye bir şey öğretmişti, siyasi birliğini kurmanın yolu Avusturya’yı bir savaş meydanında yenmesinden geçiyordu, ama küçük Piyemonte’nin bu işi tek başına yapması imkansızdı, o halde diğer Avrupa devletlerinden destek bulmalıydı. Bu amaçla harekete geçen Piyemonte sırf Avrupa’nın desteğini sağlamak için Kırım Savaşı’na da küçük müttefik olarak katılmak zorunda kalmış ve İngiltere ile Fransa’nın sempatisini sağlamıştır. Özellikle Fransa’yı yanına çeken Piyemonte 1859 yılında Avusturya’ya yeniden savaş açtı bu sefer yalnız değildi. Fransa ile birlikte Avusturya’yı savaş meydanında iki defa yenilgiye uğratan Piyemonte’ye diğer İtalyan devletleri de katıldı. Böylelikle
1861 yılında Torino’da ilk İtalyan parlemantosu açıldı ve İtalyan krallığı ilan edildi. İtalyan birliğinin kurulmasını Alman Birliğinin kuruluşu takip etmiştir. Bu birliğin kurucusu, mimarı Prusya’nın başbakanı olan
Bismarck’tır. Alman birliği de üç ayrı savaş sonucu gerçekleşmiştir. Bunlar; 1864 Danimarka - Prusya savaşı ki, bu savaş sonucu galip gelen Prusya, Danimarka’nın elindeki bazı Alman topraklarını geri alıp Germen Konfederasyonu’na kattı. İkinci savaş 1866 yılında Avusturya ile yapıldı. Böylelikle Avusturya, Germen Konfederasyonundan elini çekmek zorunda kaldı. Ama hala birlik kurulamamıştı çünkü Fransız nüfuzu altında yaşayan Alman devletleri birliğe yanaşmıyorlar ve Fransa’nın desteğini alıyorlardı, anlaşılacağı gibi
Alman birliği önünde Fransız engeli de vardı. Bunu bertaraf etmek isteyen Bismarck önderliğindeki Prusya, 1870- 1871 savaşında Fransa’yı yendi ve bu galibiyet ile Alman İmparatorluğu’nun doğuşu gerçekleşmiş oldu (18 Ocak 1871).1871 yılında olanlar artık yeni bir dönemi işaret etmektedir, çünkü Almanya bu süreçten sonra hızla Avrupa politikasında sivrilecek ve
birliğini kurmakta geç kalmış olan İtalya ve özellikle Almanya’nın sömürge arayışına girmeleri, dünyanın yeniden paylaşılmasını talep etmeleri, Avrupa'daki ve dünyadaki dengeleri alt üst edecek, yeni savaşlar çıkacaktır. Bu savaşlar silsilesinin en sonunda hepinizin bildiği gibi I. Dünya savaşı vardır.
c. 1871- 1914 arasındaki dönem: Dünya diplomasi tarihinden bir örnek “Bismarck diplomasisi”Avrupa’da dengeler, siyasetler değişiyor, I. Dünya Savaşına doğru gidiş…Almanya, siyasi birliğini oluşturduktan sonra iki sorunla karşı karşıya olduğunu biliyordu.
a. Bazı Alman devletleri birliğe gönüllü değil, zorla girmişlerdi.
b. Fransa, 1871 yenilgisinin ve kaybettiği iki toprağın (Alsace ve Lorraine) acısını unutacak bir devlet değildi, elbette bu topraklarını geri almaya çalışacaktı.
Bu durumda Bismarck, ülkesinin içine ve Fransa’ya bakarak şu kararı verdi; Fransa yalnız olduğu sürece tek başına bir şey yapamazdı, ama Almanya’nın da kendi iç birliğini sağlamlaştırmadan Fransa ile mücadele edecek hali yoktu, o halde içeride birliğin sağlamlaşması devam etmeli ama dış politikada da barışı savunmalıydı, Fransa ile yeni bir savaş daha olmamalıydı, bunu için de Fransa’nın diplomatik ilişkiler yoluyla yalnız bırakılması şarttı , Fransa tek başına Almanya ile yeniden bir savaşı göze alamazdı.
Bismarck’ın aklına hemen ilk planda Avusturya geldi, çünkü Avusturya, Almanya ve İtalya’ya yenildiğinden ülkesinin güneyi ile işi bitmişti. Buraları Avusturya’nın egemenliğini kurabileceği hedef alanları olmaktan kendi isteği dışında çıkmıştı. Bu yüzden Avusturya’nın önünde tek bir hedef vardı. Balkanlar... Özellikle Selanik yolu ile Ege denizine inmek ve Adriyatik’e çıkarak denize ulaşabileceği kapılar açmak. Ama işte bu noktada önünde bir engel vardı. Rusya… O da Balkanları ve Boğazları ele geçirip güneye inme politikası uyguladığı için Avusturya ve Rusya’nın çıkarları Balkanlar üzerinde çatışıyordu. Bir diğer nokta da Rusya Panslavizm politikası uygulayarak, Slavların birliğini sağlamaya çalışıyor ve bu durum Avusturya’yı rahatsız ediyordu, çünkü kendi sınırları içinde oldukça fazla sayıda Slav yaşıyordu. Panslavizm'in kendi sonunu hazırlayan bir politika olduğu açıktı. Bu durumda yalnız kalan Avusturya’nın, kurulmasına engel olamadığı hatta savaştığı Almanya ile birleşmek, ona dayanmaktan başka seçeneği kalmamıştı.
Böylelikle Pangermen Blok oluştu.Fransa’nın birleşebileceği ikinci bir devlet İtalya idi, ama o sırada İtalya ve Fransa, Nice ve Savoie yüzünden çekişme halinde olduklarından, Fransa ve İtalya’nın birleşmesi olanaksız gözüküyordu.
Bismarck’ın en büyük korkusu ise Fransa’nın, Rusya ile birleşmesi idi (
Bismarck’ın Kabusu). Çünkü bu durumda Almanya, hem kuzeyden hem de güneyden iki devletle birden savaşmak zorunda kalacak ve araya sıkışacaktı (nitekim I. Dünya Savaşı’nda Bismarck’ın kabusu gerçek olacaktır). İşte bu yüzden Fransa’nın yalnız kalması ve özellikle Rusya ile asla birleşmemesi gerekiyordu. İngiltere- Fransa birleşmesi ise o sıralar imkansızdı çünkü bu iki devlet Mısır yüzünden birbirleriyle çatışma halindeydiler. Genel çerçevesi ile anlatmaya çalıştığımız bu siyaseti hayata geçirmek isteyen Bismarck çeşitli kombinezonlar denedi.
Örneğin; İlk önce
1872’de Avusturya ve Rusya’yı bir araya getirerek “
Üç İmparatorlar Ligi” denilen antlaşmanın imzalanmasına öncülük etti. Ama bu ittifak 1877 –78 savaşında Avusturya ile Rusya’nın, Balkan toprakları konusunda anlaşamamaları üzerine dağıldı. Bunun üzerine Almanya, sadece Avusturya ile 1879 yılında bir ittifak daha yaptı. Yani Pan-Germen blok bozulmamıştı, devam ediyordu.
Almanya yani Bismarck,
1881 yılında yeniden üç devleti bir araya getirmeyi başardı. Çünkü hala kafasında Fransa ve Rusya’yı birleştirmeme fikri vardı. Böylelikle
“II. Üç İmpararorlar Ligi” de imzalanmış oldu, ama bu ittifak da 1885-86 Bulgaristan olayları yüzünden dağıldı, sebep yine bildik bir sorundu, çünkü Avusturya ve Rusya; Bulgaristan’ı kendi denetimleri altına almaya çalışıyorlardı…
Bu son dağılmadan sonra Bismarck, İtalya ile ilişkiye geçti. Bu arada İtalya sömürge kazanma peşindeydi ve deniz aşırı yerlere göz dikemediği için, kendi ülkesine yakın mesafedeki hedefleri kolluyordu. O sıradaki hedefi ise Tunus idi. Fakat 1830’da Cezayir’i alan Fransa, 1881’de de Tunus’u alınca Fransa - İtalya ilişkileri iyice gerildi ve İtalya eğer sömürge elde edecekse bunu tek başına yapamayacağını, mutlaka sırtını güçlü bir devlete dayaması gerektiğini anlamıştı. Böylelikle o da Almanya’ya yanaştı, işte
1882’de
“Üçlü İttifak” adı verilen blok
Almanya, Avusturya ve İtalya arasında böylece kurulmuş oldu (Dikkat; I. Dünya Savaşı’nın “Üçlü İttifak grubu”ndan söz ediyoruz).
Fakat
1890 tarihinde Bismarck’ın başbakanlıktan ayrılması üzerine Almanya’nın izlediği siyaset de değişti. İmparator
II. Wilhelm için önemli olan Alman- Avusturya ittifakıydı. Rusya gözden çıkarılabilirdi, böylelikle Rusya kaybedilmiş oldu. Ayrıca Fransa’yı yalnız bırakma politikası bırakıldı ve denizaşırı yerlerde sömürgecilik politikası başladı.
Bu bir anlamda dışarıda sürdürülmeye çalışılan barış politikasına son vermek anlamına geliyordu çünkü izlenen bu politika ile Almanya diğer devletlerle artık doğrudan çatışmayı göze alıyor demekti.İşte bu şartlarda, İngiltere, Fransa ve Rusya bir araya gelmeye başladılar. Onlar da Avrupa’nın savaşa doğru gittiğini ve Üçlü İttifak'ın hızla silahlandığını, yeni sömürgeler aradıklarını, yeni bir güç dengesi peşinde olduklarını elbette görebiliyorlardı.
İlk ittifak tahmin edebileceğiniz gibi
1894 yılında Fransa ile Rusya arasında yapıldı bu
İngiltere’yi de telaşlandıran bir ittifaktı, Avrupa’da bloklar oluşurken kendisi bu durumun dışında yalnız kalamazdı, O da yıllardan beri sömürgecilik yüzünden savaştığı
Fransa ile 1904 yılında sömürgeler üzerine bir antlaşma yaptı, buna göre; Fransa; Mısır’ın İngilizlere ait olduğunu kabul ediyordu ama buna karşılık İngiltere de, Fransa’nın Fas’ı ele geçirmesine ses çıkarmayacaktı.
Bunun arkasından diğer antlaşmalar serisi geldi,
1907 yılında İngiltere ile Rusya arasında sömürge antlaşması imzalandı, buna göre; İran üçe bölünüyordu, Kuzey İran’ı Rusya, Güney İran’ı ise İngiltere alıyor, orta kısım ise tampon bir bölge olarak bırakılıyordu. Aynı antlaşmada Asya'daki paylaşıma ilişkin maddeler de vardı. Ayrıca
1908 yılında İngiltere ile Rusya arasında yapılan
Reval toplatısında İngiltere; Rusya’nın Balkan siyasetine karışmayacağını belirtti.
İşte böylelikle “Üçlü İtilaf” bloğu da yapılan bu tek tek uzlaşmalar (itilaf uzlaşma demektir) sonucu oluşmuş oldu.
1904-1914 arasındaki dönemde Avrupa, bloklar arası çatışmalara sahne olacak ve nihayet bu süreçte gerilen ipler I. Dünya savaşında kopacaktır…
Kaynak göstermeden yayımlanamazBu seride yer alan Osmanlı tarihiyle İlgili diğer konular ve kaynaklar için bkz.https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/06/osmanl-tarihi-ders-notlar-konular.html