Bilim-Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim-Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2019 Pazar

Arkeoloji Nedir?

Arkeoloji Nedir?



Sir Mortimer Wheeler, İngiltere'de Maiden Kalesi'nde
ızgara yöntemi kullanarak kazı yapıyor. 1934-1937
Kaynak: Brian Fagan, 
Archaeologists: Explorers of the Human Past 

Arkeoloji, geçmiş dönemlerde yaşamış insan topluluklarının kültürel ve toplumsal düzenlerini, günümüze kadar gelebilen maddi kalıntılara dayanarak araştıran, belgeleyen ve gelişim sürecini inceleyerek yorumlamaya çalışan bir bilim dalıdır.

Geçmişi algılamaya yönelik iki farklı bakış açısı vardır. Bunlardan biri durağan ve zaman derinliği olmayan bakış açışıdır. Buna göre insan ve içinde yaşadığı dünya, çok da eski olmayan bir dönemde yaratılmış ve yaratıldıktan sonra evrim geçirmemiş, değişiklikler yalnızca ayrıntı düzeyinde kalmıştır. Bu, söylencelere dayalı, kanıtlanması gerekli olmayan, " inanılan" geçmiştir.
Bundan tümüyle farklı olan ikinci bakış açısı ise, geçmişi anlamak için soru sorar ve sorduğu soruları yanıtlayacak somut kanıtlara gerek duyar. Elde ettiği sonuçlara göre geçmişi tanımlamaya ve yorumlama çalışır. Bu bakış açısında, geçmişin zaman derinliği ve geçmişten günümüze kadar sürekli bir değişim vardır.

Çağdaş bilimin temeli, sorgulama ve sorulara somut kanıtlar aranmasına dayanır; bu aynı zamanda çağdaş düşünce sisteminin de temel ilkesidir. Bugün "Batı düşünce sistemi" olarak adlandırdığımız çağdaş düşünce sisteminin temelinde "evrim" kavramı vardır. Burada evrim sözcüğünün yüklendiği iki anlam vardır: Geçmiş zamansal olarak yassı değil, derindir; durağan değil devingendir;  zamanın derinliği de, değişim de somut verilerle kanıtlanabilir.

Geçmişi bu bakış açısıyla inceleyen jeoloji, jeomorfoloji, paleoantropoloji, sanat tarihi, tarih gibi birçok bilim dalından biri de arkeolojidir. Dolayısı ile arkeoloji, zaman boyutu olan, kanıtlanabilir geçmişi ortaya koyan bir bilim dalı olarak düşünce sisteminin bir parçası olmuştur. Geçmiş dönemleri inceleyen bilim dallarının odaklandıkları konular birbirinden farklıdır; ancak sürecin anlaşılabilmesi için bunların bütüncül bir bakış açısıyla ele alınması gerekir. Aydınlanma çağından bu yana geçmişi inceleyen bilim dallarının inanç sistemleriyle uyuşmayan sonuçları ortaya çıkarması, önceleri toplumda belirli bir dirençle karşılaşmıştır.
Austen Henry Layard, Ninova'yı kazıyor. 
(Mary Evans Picture Library/Alamy)

Arkeolojinin kendine özgü alanı insan ve kültürüdür; bu nedenle arkeoloji, geleneksel toplumların fazla ilgilenmediği yerbilimleri ya da doğa bilimleri gibi alanlara kıyasla geleneksel bakış açısının olumsuz yanlarından çok daha fazla etkilenmiştir.

Genel olarak arkeolojinin kapsamıyla ilgili yanlış bir kanı, arkeolojinin yalnızca çok eski dönemlerle ilgilendiği, yakın dönemlerin ise sanat tarihinin alanına girdiği şeklindedir. Nitekim ülkemizde Bizans, Osmanlı ya da Cumhuriyet dönemi, arkeolojinin alanı olarak görülmemiş, bu dönemler sanat tarihi ya da tarih bölümü içinde akademik programımıza girmiştir. Oysa sanat tarihi, geçmişi yalnızca sanat eserlerinin üslup özellikleriyle, tarih ise geçmişteki insanların kendi yazdıklarını esas alarak değerlendirir. Buna karşın arkeoloji, aşağıda ayrıntılı olarak tanımlanacağı gibi, toplumun yaşamıyla ilgili her türlü maddi kalıntıyı inceler. Bu nedenle artık günümüzde Bizans, Osmanlı ve Yakınçağ arkeolojisi, sanat tarihi ya da tarihten çok farklı uzmanlık alanları olarak gelişmiştir.

Arkeolojinin zamansal alt sınırının başlangıcı, insanın ilk standart, tanımlanabilir aleti yapmasıdır, üst sınırı ise “dün"e kadar gelir. Ancak ilk insan tanımı, bilim dallarının ele alışına göre farklılık gösterir. Fizik antropoloji ya da biyoloji açısından insanın tarihi, yaklaşık 5 milyon yıl kadar önce belirli fiziki özelliklerle diğer primatlardan farklılaşmasıyla başlar. Kuşkusuz bu dönemde de bazı aletler kullanmıştır. Ancak bunlar standartlaşmamış ve gelişigüzel kullanımlar olduğundan arkeolojik anlamda tanımlanamaktadır. Arkeolojik anlamda insan tanımını, seçilerek kullanılan ya da yapılan aletlerin standartlaşması belirler; bu, bilginin ve deneyimin toplum içinde paylaşılması sürecinin de başladığı anlamına gelir. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik de budur. Bugünkü bilgilerimizleilk standart aletleri, yani arkeolojinin başlangıcını yaklaşık 2,5 milyon yıl önceleri olarak görmekteyiz. Bu tanımın bir başka anlamı da arkeolojinin bilgiyi, bireylerin gelişigüzel davranışları ve yaptıklarından değil, içinde bulunduğu toplumu, kültürü yansıtan bulgulardan üretmesidir. Başka bir anlatımla arkeolojik anlamda insan tanımı, bireylerin, birçok primatın yaptığı gibi, bir nesneyi kendi becerileriyle gelişigüzel alet olarak kullanmalarını değil, edindikleri deneyim ve beceriyi toplumla paylaşmalarını ve sonraki kuşaklara bunu aktarmalarını içerir.
Şili'nin Atacama Çölü'nde Guatacondo'nun hava fotoğrafı, M.S. 200 ile 500 yılları arasına tarihlenmiştir. 
Kazılmayan yapıların nasıl göründüğüne dikkat edin..
Kaynak: Michael Chazan, World Prehistory and Archaeology


Yukarıdaki tanımda da değinildi gibi arkeoloji,  geçmişi "maddi kalıntı”lara dayanarak inceleyen bir bilim dalıdır; bu insanın geçmişini inceleyen tarih, dilbilim, sosyal antropoloji gibi diğer alanlarla arkeoloji arasındaki yaklaşım ve yöntem farkını belirler.  Bu nedenle burada, arkeolojinin temelini oluşturan "maddi kalıntı " kavramı daha ayrıntılı olarak tanımlanacaktır.

Maddi kalıntı, insan tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenen, kullanılan, değiştirilen, yapılan ya da biçimlendirilen her şeyi kapsamaktadır. Arkeolojinin bir bilim dalı olarak gelişmeye başladığı ilk dönemlerde, arkeoloji kapsamı içinde, toplumun üst yapısıyla ilgili kalıntılar düşünülmüş, bu bakımdan uzun süre sanat tarihi ile birlikte ele alınmıştır. Bu dönemlerde arkeologlar daha çok, sanatsal değeri olduğu kabul edilen heykel, süsleme, değerli eşyalar, saray, tapınak, sur gibi önemli yapılarla uğraşmışlar, çabalarını bunların tarihlendirilmesi ve üslup değerlendirmesi üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bugün artık, insan yaşamını ilgilendiren her türlü kalıntı arkeoloji kapsamı içine girmiştir. Örneğin, insanın yaşamını sürdürmesi, teknolojisiyle ilgili her türlü araç-gereç ve eşya, inanç, sanat, toplumsal örgütlemeyle ilgili (silah, ticaret, büyü vb.) ya da en basit barınaktan, karmaşık amaçlı bir yapıya kadar her türlü kalıntı, doğal çevre ile ilgili olarak insan tarafından etkilenen her şey (tarla, topoğrafya, hayvan, bitki vb.) arkeolojide maddi kalıntı kapsamı içinde değerlendirilmektedir.

Zaman içinde bir bilim alanı olarak arkeolojinin yalnızca bakış açısı değil, kullandığı yöntemler de değişmiştir ve değişmektedir. Bir bulgunun maddi kalıntı olarak tanımlanabilmesi için, arkeolojinin elindeki yöntemlerin o bulguyu tanımlayabilecek nitelikte olması gerekir; örneğin, 1950'li yıllara kadar bir kömür parçası tanımsız bir bulgu iken, organik maddelerin ölçümüne dayalı radyoaktif tarihleme yöntemlerinin gelişmesiyle tanımlı bir bulguya dönüşmüştür.

Arkeoloji geçmişi maddi kalıntılara dayanarak inceler, ancak o toplumun anlaşılmasında maddi kalıntıların getirdiği bir sınırlama da vardır. Herhangi bir topluluğu tüm maddi kalıntılarıyla dondurup, gelecekte bir arkeoloğun onu olduğu gibi görmesini sağlayabilsek dahi, sözlü bilgiler, psikolojik davranışlar, insan mantığının içinde gelişen sebep-sonuç ilişkilerinden bağımsız olarak o toplumu anlamaya çalışmak oldukça güçtür. Diğer bilim dallarında olduğu gibi, arkeolojide de yapılan incelemenin etkinliği, o bilim dalının inceleme sırasında vardığı bilgi ve teknik düzeyle sınırlıdır. 
Arkeolog, birçok bilinmeyenle dolu geçmiş bir toplumu incelediği zaman, eline geçen bazı nesnelerin belge olduğunu anlamayabileceği gibi, teknik düzeyi onu belge olarak ortaya çıkaracak düzeyde ele olmayabilir. Arkeologlar ilk dönemlerde yalnızca, kendi kültürleri çerçevesinde, onlara "güzel" ve "ilginç" gelen kalıntıları ele almışlar, diğerlerinin ya hiç farkına varmamışlar ya da bilimsel açıdan yararlı bilgi ekle edilebileceğini düşünmemişlerdir. Örneğin tüm durumdaki heykeller ve bezemeli kaplar ele alınmış, ancak kırık parçaların, günlük kullanıma ait basit nesnelerin bilgi kaynağı olabileceği düşünülmemiştir. Bu yaklaşım, yalnızca Yunan-Roma gibi yüksek uygarlıklar için değil, hemen hemen ele alınmış tüm kültürler için geçerlidir. Taş Devri kültürleri incelenirken en büyük ve belirgin alet olan elbaltaları, bu döneme ait tek kalıntı olarak düşünülmüş, çok uzun yıllar sonra elbaltalarıyla birlikte sayıca onlardan daha çok ve daha ufak yongalardan oluşan aletlerin de var olduğu anlaşılmıştır. Aynı şekilde, Taş Devri insanlarının mağaralarda yaşadığı sanılmış, açık hava yerleşmeleri çok sonra fark edilmiştir.
Bu çizim, Giovanni Belzoni'nin,  II. Rameses'in başını Nil nehrine taşıtırken gösteriyor.
(DeAgostini/Getty images)

Bunun yanı sıra, uzun süre arkeoloji tanımsal olarak kalmış, ancak çok yakın bir zaman önce "sayısal dağılım"ın ve istatistiksel değerlendirmenin, toplum yapısını anlamadaki önemi ortaya çıkmıştır. Örneğin, bir yapı kalıntısı incelenirken, yapıdan çıkan tek bir değerli kabın yanı sıra birçok günlük kullanım kabının da olduğunun göz ardı edilmesi, o tek değerli kabın işlevi konusunda yanıltıcı sonuçlar doğurmuştur.

Arkeoloji geçmişe soru sormaktır. Sorulan soruya ve kullanılan yönteme göre, alacağımız yanıt değişir. Ancak soruyu ne şekilde sorarsak soralım, geçmiş yaşanmıştır ve hiç bir zaman değişmez; soruyu soruş şeklimize, soruyu soranın düşünce sistemine göre aldığımız yanıtlar değişse de, bu geçmişi değiştirebildiğimiz anlamına gelmez, yalnızca soruyu soranın bakış açısını yansıtır. Bu nedenle geçmişin sorgulandığı dönemin ya da kişinin düşünce yapısına, ilgi alanına, sorularına yanıt ararken, eldeki teknik donanıma göre farklı anlamlar çıksa da, bu geçmişi değiştirmez. Dolayısıyla, aşağıda daha ayrıntılı olarak değinileceği gibi, kültür tarihinin anlatımı, arkeolojinin kendi tarihi içinde sürekli olarak değişmiş, soruların vurgusu başkalaşmıştır.

Arkeoloji her zaman diğer sosyal bilim dallarının ve özellikle felsefe, sosyoloji ve antropolojinin etkisi altında kalmış bir alandır. Dolayısıyla soruyu soran arkeoloğun yaşadığı dönemin genel ilgi alanı, sorulan soruları da belirler. Ancak diğer sosyal bilim alanlarıyla bütünleşmiş, toplumsal gelişim çizgisini irdeleyen kuramlar bağlamında yapılan sorgulamaların yanı sıra, arkeolojiye ait daha tanımsal yaklaşımlar da her zaman görülmüştür. Bunların da düzeyi bireye ve dönemin yönlenmesine göre çeşitlenir. Soracağımız soru çok basit olarak "Burada oturanlar nasıl evlerde yaşardı?" olabileceği gibi; daha karmaşık olarak "Burada yaşayanlar evlerinin hangi bölümlerini ne amaçla kullanıyorlardı ?" ya da "Doğal çevre ortamıyla kurdukları ilişki nasıldı? " şeklinde de olabilir.

Arkeoloji, geçmiş dönemleri incelerken çok sayıda ayrıntıyı ele almak durumundadır; bunlar uygarlığın gelişim sürecinin somut kanıtlara dayanmasını sağlayan ayrıntılardır ve dolayısıyla araştırmaların ilk aşamasında topluma yansımayan bilgilerdir. Buna karşılık arkeolojinin topluma yansıyan yüzü müzelerdir. Müzelerde ise geleneksel olarak sergileme, genellikle göze güzel gelen, toplumun kolaylıkla algılayabileceği heykeller, bezemeli kaplar, takılar gibi buluntulara dayalı olduğundan, arkeologların yalnızca bu tür eserlerle uğraştığı düşünülmektedir. Oysa bu tür eserler, yukarıda değindiğimiz çeşitli soruların yanıtları aranırken ortaya çıkan ve arkeolojinin olmazsa olmazı olmayan buluntulardır. Bu durum toplumda arkeolojinin başlıca amacının "değerli ve ilginç nesneler bulmak" olduğu gibi yanlış algılanmasına yol açmıştır. Oysa arkeolojinin amacı, yukarıda da değinildiği gibi insan ve kültürünün gelişim sürecini belgeleyerek tanımlamaktır; eser bulmak değildir.


Kaynak: 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 19-24

22 Mart 2018 Perşembe

Bir Zamanlar Tanrıydılar

Bir Zamanlar Tanrıydılar


Oğuz Tekin
Bir Roma mozaiğinde kuş avlayan kedi tasvir edilmiş
 Pompei'deki Fauno Evi'nde bulunmuş
Napoli Ulusal Arkeoloji Müzesi

Kedinin yeryüzünde ilk ortaya çıktığı tarihi kesin olarak söylemek mümkün olmasa da, bu tarihi milyonlarca yıl öncesine götürmek olasıdır. Kedinin anayurdunun* Kuzey Afrika olduğu ise, artık kabul edilen bir görüştür. Kedi kemikleri ve kafatası parçaları tarihöncesi devirlerden beri arkeolojik kazılarda ele geçmektedir. Konya yakınındaki Hacılar'da, İsrail'deki Jericho'da, İndüs Vadisi'ndeki Harappa'da ve Kıbrıs'ta Khirokitia'da tarihöncesi döneme (neolitik) ait kedi kemikleri ve dişleri bulunmuştur. Tunç çağlarına girdiğimizde ise buluntu miktarı artmaktadır. Troia kazılarında, erken tunç dönemine tarihlenen kedi kalıntıları ele geçmiştir. Ancak, ilginçtir ki, evcil kedinin anayurdu olarak kabul edilen Mısır'da tarih öncesi dönemden, hatta eski krallık döneminden (MÖ 2686-2118) günümüze kalan kedi kalıntısı yoktur. Evcil kedilerin eski Mısır sanatında resmedilmesi ise yaklaşık olarak MÖ 2000 yılından itibarendir. Böylece, evcil kedinin tarihini günümüzden 4000 yıl öncesine götürebiliriz.

Eski Mısır'dan bir kedi mumyası
[…]
Kedi Neden Önemli?
Genelde eski çağ toplumları için kedinin neden önemli ve kutsal sayıldığı anlamamız için, önce, kediyi böylesine önemli yapan özellikleri bilmemiz yerinde olacaktır. Bunlar: 1- Salgın hastalıkları taşıyan ve tahıl ambarlarına zarar veren fare ve sıçan gibi kemirgenler ile yılanlar ve böcekler için önemli bir silahtır. 2- Doğuştan varolan avlanma hünerleri, 3- Yavruları uğruna kendi canlarını feda etmeleri, 4- Etkili gece görüşü (insana göre altı kat fazla), 5- Uzun mesafalere yolculuk ettikten sonra (bazen 100 km.'den fazla), başladıkları noktaya geri dönebilmeleri, 6- Nem ve hava basıncındaki değişiklikleri hissedebilmeleri, 7- Sarsıntıdan önce sergiledikleri davranışla depremi önceden sezmeleri.

Eski Mısırlılar, kedilerin karanlıkta parlayan gözlerinin güneş tanrıları Atum-Ra'yı simgelediğine inanırlardı. Atum-Ra, güneşin batmasından sonra yeraltı dünyasının karanlığında parıldamaya devam ederdi.

[…]
ESKİ MISIR'DA KEDİ
Mısır kedisine ilişkin bilgileri, o dönemde yapılmış kedi resimlerinden ya da kedi heykelciklerinden elde ettiğimiz gibi, özellikle Herodotos (Historia), Diodorus Siculus (Bibliotheken) ve Claudius Aelianus (De Natura Animalium) gibi eskiçağ yazarlarından da elde etmekteyiz. 

Tanrıça Bastet'in heykeli Eski Mısır
Eski Mısır'da kedi tasvirleri, Orta Krallıktan itibaren görülmesine karşın, evcil kedi tasvirleri Yeni Krallık (MÖ 1570-1070) ve Geç Dönem (MÖ 1070-332) sanatında sık görülür. Bir kedinin dinsel bir bağlamda görülmesine en erken örnek, bir dizi fildişi büyü bıçağında bulunur. Bu bıçaklar MÖ 2000-1500 arasına tarihlenir. Bu bıçaklar hayvanlar ve mitolojik yaratıklarla süslenmişti. Koruyucu işlevleri vardı; yani, onu taşıyan insanı günlük tehlikelere karşı koruyordu: hastalıktan, kazadan, akrep ve yılan sokmasından vb. Kedinin insanlarla birlikte ilk görülmesi, Orta Mısır'daki Beni Hasan'dadır. Burada bulunan III. Baket'in mezar duvarında resmedilmiş kedinin evcil mi, yoksa ehlileştirilmiş mi olduğu açık değildir. Kedinin popülaritesinin doruk noktasına ulaşması ise Ptolemaioslar döneminde (MÖ 332-30) olmuştur.

Günümüz kedisinin en yakın yabani akrabası olan Felis silvestris  
lybica (Afrika yabani kedisi), sarımsı kahverengi, sarı-gri tüylü ve çizgilidir. Bugünkü Mısır kedilerinden biraz daha büyüktür. Ancak günümüz Mısır kedileri arasında hâlâ Antik Mısır kedisini andıran kediler görülebilir. İlk köken tarihi ne olursa olsun, MÖ 2. binyıl Mısır'ında kedi evcil bir hayvandı ve Felis silvestris  lybica'dan türemişti. Eski Mısırlılar evcil kediye "miu/miyu" diyorlardı ki bu sözcüğün "miyav" ile benzerliği dikkat çekicidir.

[…]
ESKİ YUNAN DÜNYASINDAKİ KEDİ
Ege dünyasında, geç tunç çağına (MÖ 1700-1200) ait duvar resimlerinde ve diğer sanat eserlerinde bazı kedi tasvirlerine rastlamaktayız. Örneğin Thera (Santorini) adasındaki Akrotiri'de bulunan bir duvar resminde yabani bir kedi ağaçların arasında ördekleri tutmaya çalışmaktadır. Ancak buradaki hayvanın kedi mi yoksa kedigillerden başka bir hayvan mı olduğu açık değildir. Keza bir kedinin ördek yakalarken tasvir edilmesi Girit mühürlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Yine Girit'teki Mallia sarayında bulunmuş bir sürahi ve iki maşrapa, kedi rölyefleri ile süslenmiştir. Ayia Triada ve Knossos duvar resimlerinde çalılar arasında kuş avlamaya çalışan kedi tasvirleri vardır. Doğu Girit'te Palaikastro'da pişmiş topraktan bir kedi başı bulunmuştur.

Girit'ten Yunanistan'a geçtiğimizde, yine geç tunç çağına (MÖ 1700-1200) ait bazı kedi tasvirlerini görmekteyiz. En çarpıcı örneklerden biri Mykenai'daki mezarlarda ele geçmiştir. Tunçtan bir hançer üzerinde ördek avlayan kediler resmedilmiştir.

[…]
Kedinin, klasik ve Helenistik çağ Eski Yunan dinindeki yerine ilişkin doğrudan kanıt pek yoktur. Ancak, Yunan dünyasında Artemis ile Roma dünyasında da Diana ile ilişkisi vardır. Nitekim Eski Yunanlar Mısır Tanrıçası Bastet'i kendi tanrıçaları Artemis ile eş tutuyorlardı. Artemis ile kedinin ortak yanları da vardı. Artemis'in hünerlerinden biri de kedinin vücuduna girebilmesiydi (metamorfoz). Bazı Yunan yazarlar kedinin, Athena Glaukopis (Parlayan Gözlü Athena/Kedi Athena) için kutsallığını vurgular. Bu arada kedilerin MÖ 5. yüzyıl Atina'sındaki mezar taşlarında da resmedilmiş olduğunu söylemeliyiz.

ESKİ ROMA'DA KEDİ
Kuşkusuz, kedilerin İtalya'da görülmesi, Romalıların Mısır'ı ele geçirdikleri MÖ 30 yılından itibaren olmamıştır. Kedi, çok daha önceleri, MÖ 8. yüzyılda başlayan kolonizasyon hareketi döneminde, Eski Yunanlarla birlikte Güney İtalya'ya getirilmişti. Yukarıda da gördüğümüz gibi, İtalya'da kediye ilişkin en eski kanıtlar, Güney İtalya'daki Rhegion ve Taras kentinin sikkelerinde vardı. Sikkeler dışında kedi tasvirlerine Chiusi'de bulunmuş MÖ 6. yüzyıla tarihlenen bir Etrüsk ayaklı kâsede rastlamaktayız. Kâsenin ağız kenarı boyunca dizilmiş dört kedi başı vardır. Keza, MÖ 5-4. yüzyıla ait Apulia ve Campania vazolarında da kediler resmedilmiştir.

[…]
İmparatorluk dönemine geldiğimizde Roma'da kedilere ilişkin tasvirlere daha sık rastlamaktayız. En çarpıcı örneklerden biri Pompei'de bulunmuş ve MS 1. yüzyıla tarihlenen mozaiktir. Burada bir kedi çalılıklar arasında kuş avlamaktadır [ilk resim].

İmparatorluğun Latince konuşulan bölgelerinde karşımıza çıkan ilginç bir durum da, kişi adlarında karşımıza çıkmaktadır. Cognomen ya da lakap olarak "küçük kedi" veya "yavru kedi" anlamına gelen Felicula veya Felicla adını da taşıyan kadınlar; keza "kedi" anlamına gelen Cattus ve Catta ile "küçük kedi" anlamına gelen Cattulus veya Cattula adını taşıyan erkek ve kadınlar vardır. Bu tür bilgilerin çoğunu mezar taşlarından almaktayız.

[…]
Erken Hıristiyanlık devrinde Romalılar kedilere karşı iyi davranıyorlardı. Kilise, yaklaşık üç yüz yıl boyunca İsa'nın öğretilerine sadık kaldı. Pagan komşularıyla barış içinde yaşayan Hıristiyanlar hayvan kurbanına karşıydılar ve çoğu kez de pagan tanrılara kurban edilmiş hayvanların etlerini yemiyorlardı. Koyun ve sığır gibi bazı hayvanların kutlamalar gibi bazı önemli olaylar vesilesiyle öldürülüp etleri yense de, kediler yalnızca kurban ediliyor ama etleri yenmiyordu. Kedi eti, yalnızca kıtlık veya açlık döneminde yenirdi. Denebilir ki Roma İmparatorluğu'nun ilk üç yüz yılında pagan inancında olanlar ile Hıristiyanlar ve kediler, barış içinde birarada yaşadılar. Bizans döneminde de kediye kötü davranıldığına -ya da sonraki dönemlerde olacağı gibi- veya katliamına ilişkin bir kanıt yoktur.

ORTAÇAĞDA KEDİ
Kedinin değerine ilişkin bir kayıt 10. yüzyıl civarında yazılmış olan Gal Kralı Hywell Dda'nın ünlü kanunlarında yer almaktadır. Burada kedinin değeri için şunlar yazılıdır: 
"Bir kedinin fiyatı dört pence'dir. Özellikleri; görmesi, işitmesi, fare öldürmesi, pençelerinin eksiksiz olması, yavrularına iyi davranması ve onları yememesidir. Bu özelliklerinden herhangi biri kusurlu olduğunda, alınan ücretin üçte biri iade edilmelidir." 
Bu kayıt bize kedinin ortaçağdaki önemini göstermektedir. Ancak, Hıristiyan kilisesinin de kışkırtmasıyla, yaklaşık olarak 1000-1700 yılları arasında kedilerin ve sahiplerinin başına gelenler, önceki yüzyıllara göre kediler hakkındaki fikirlerin çok değiştiğinin kanıtıdır. Bu zaman diliminde milyonlarca kedi ve onların sahibi olan yüzlerce kadın zalimce davranışlara maruz kalmış ve öldürülmüşlerdir. Özellikle 14-17. yüzyıllar arası kedi ve sahiplerinin katliama kurban gittikleri yıllardır. İngiltere'deki ilk büyücü davası 1566'da, I. Elizabeth döneminde görüldü. Evlerinde kedi besleyen Agnes Waterhouse ile kızı Joan büyücülükle suçlanıp idam edildiler. 
Avrupa'daki katliamların başlıca nedeni, kedilerin ruhunda eski pagan Tanrıların kalıntılarının bulunduğu ve şeytanla işbirliği içinde olduklarının düşünülmesiydi. Kedi besleyen yüzlerce insan da (özellikle kadınlar) yanlış olarak büyücülükle suçlanmış ve bu yüzden öldürülmüştür. Aslında bu düşüncelerin temelinde Hıristiyan teolojinin rolü vardı. Şeytana ve insanlıktan çıkmaya ilişkin görüşlerin Hıristiyanlıkta uzun bir geçmişi vardır. Bu nedenle önce Yahudiler, sonra Ortodoks Katolik Hıristiyanların dışındaki Hıristiyanlar (heretikler) ve paganistler; Hıristiyanların gazabına uğradı. 11. yüzyılda paganistler, heretikler ve Yahudiler Batı Avrupa'da katledildiler. 12. yüzyılda kilise, siyah kedinin şeytani gücü simgelediğine inanıyordu. Şeytanın ve diğer şeytani ruhların kedide, özellikle siyah kedide barındığı düşünülüyordu. Yani şeytan, siyah pelerinini kediden almıştı

[…]
Ancak günümüz Hıristiyan dünyasının tavrı da, ortaçağ Hıristiyan dünyasından çok farklıdır; kedi köpekle birlikte insanın en yakın dostu olarak görülmekte ve evlerde beslenmektedir. Yüzyıllardır bir yandan Tanrı mertebesine çıkarılan, bir yandan kurban edilen, bir yandan lanetlenerek katledilen, bir yandan da sevilerek beslenen kedinin başına gelenler herhalde hiçbir hayvanın başına gelmemiştir.

Oğuz Tekin, Prof. Dr.
Yazının tamamı Toplumsal Tarih’in 123. (Mart 2004) sayısında...


*Son yapılan araştırmalarda kedinin anayurdunun Anadolu olduğunu ileri süren görüşler de var. DK

6 Mart 2018 Salı

Sümer Yazısının Kökeni, Gelişimi, Analizi

Sümer Yazısının Kökeni, Gelişimi, Analizi

Samuel Noah Kramer

Kramer, Sümer Mitolojisi, s. 45 

Çivi yazısı dizgesi büyük bir olasılıkla Sümerlerin icadıydı. Gün ışığına çıkarılmış en eski yazıtlar -geçtiğimiz yıllarda Uruk’taki kazılarda çıkarılmış dördüncü binyılın ikinci yarısından kalma binden fazla tablet ve parça- Sümer dilinde yazılmışlardır. Ancak yazıyı icat eden Sümerler olsun ya da olmasın, İÖ üçüncü binyılda onu etkin bir yazı aracı haline getirenler kesinlikle onlardı.
Kullanımsal değeri, yazıyı Sümerlerden alan ve kendi dillerine uyarlayan çevre halklarca da yavaş yavaş kabul edildi. İÖ ikinci binyılda bütün Yakın Doğu'ya yayılmıştı.

Çivi yazısı resim-yazı gibi başladı: her işaret bir ya da daha fazla somut nesnenin resmiydi ve resimlenen nesneyle özdeş ya da yakın ilişkili bir sözcüğü temsil ediyordu. Bu tip bir dizgenin eksikleri açıktır; işaretlerin karışık biçimleri ve çok fazla sayıda işaret gerekmesi günlük kullanımını fazlasıyla güçleştirir.

Sümer kâtipler, işaretlerin biçimlerini giderek resim-yazılı kökenleri görünmez hale gelene değin basitleştirerek ve gelenekselleştirerek ilk güçlüğün üstesinden gelmişlerdi. İkinci güçlüğe gelince, işaretlerin sayısını azalttılar ve çeşitli yardımcı düzenlemelere baş vurarak etkin bir sınırlama getirdiler. Bunların en önemlisi ideografik değerlerin yerine geçen fonetik değerlerden oluşur. Yan sayfadaki tablo yüzyıllar içinde bu iki katkı gelişimi gösterme amacıyla hazırlanmıştır.


Birinci Sütunun Satır Satır Çözümlenmesi
1. Bir yıldız resmidir; bu aslında Sümerce An, “gök” sözcüğünü simgeler. Bununla birlikte aynı işaret dingir, “tanrı” sözcüğünü göstermek için de kullanılmıştır.
2. Ki, “yer” sözcüğünü simgeler, işaretin yorumu hâlâ tartışmalı olmakla birlikte, yerin resminin yapılmaya çalışıldığı açıktır.
3. İnsan gövdesinin üst kısmının az çok uyarlanmış resmi olabilir; Lu, “insan” sözcüğünü simgeler.
4. Vulva resmidir; sal, “vulva” sözcüğünü gösterir. Aynı işaret munus, “kadın” sözcüğünü de simgeler.
5. Dağ resmidir; ilk anlamı “dağ” olan kur sözcüğünü simgeler.
6. Sümer yazı dizgesini ilk icat edenler tarafından zekice geliştirilmiş bir işareti gösterir; sıradan resim-yazı simgeleri belli güçlükler taşıdığından, bunlar aracılığıyla resimsel sözcükleri gösterebiliyorlardı. Okurun da dikkatini çekeceği gibi, geme, “köle-kız” simgesi gerçekte, munus, “kadın” ve kur, “dağ" sözcük işaretlerinin birleştirilmesinden oluşmuştur; yani tablomuzdaki 4. ve 5. işaretler. Dolayısıyla, bu bileşik işaret, sözcüğü sözcüğüne “dağ-kadın” düşüncesini açıklar. Ama Sümerler köle-kızlarını çoğunlukla çevrelerindeki dağlık bölgelerden ele geçirdiklerinden bu bileşik işaret tam olarak Sümerce “köle-kız”, geme sözcüğünü göstermektedir.
7. Baş resmidir; Sümerce sag, “baş” sözcüğünü simgeler.
8. Bu da baş resmidir, bununla birlikte, başın alt kısmında yer alan dikey çizgiler ağzı göstermektedir. Dolayısıyla bu işaret Sümerce ka , “ağız" sözcüğünü simgeler. Aynı işaret doğallıkla dug, “konuşmak” sözcüğünü de gösterir.
9. Büyük bir olasılıkla yiyecek kabı olarak kullanılan bir tas resmidir; ninda, “yiyecek” sözcüğünü simgeler.
10. Ağız ve yiyecek işaretlerinin bileşimi olan bir işarettir (tabloda 8. ve 9.); ku, “yemek” sözcüğünü simgeler.
11. Akarsu resmidir; a, “su” sözcüğünü simgeler. Bu işaret, Sümer yazısının kaba, resim-yazı niteliğini giderek kaybedip fonetik bir yazı dizgesine dönüş sürecini kusursuz olarak gösterir. Söylendiği gibi, 11 numaralı işaret aslında Sümerce a, “su” sözcüğünü simgelemek için kullanılıyordu. Bununla birlikte,
Sümerlerin, söylenişi a, “su” sözcüğüyle aynı, ancak tamamıyla başka bir anlama, “içinde” anlamına gelen, bir diğer a sözcükleri vardı. Bu “içinde” sözcüğü, resimsel olarak ifade etmenin çok güç olduğu, ilişki gösteren ve bir kavramın yerini alan bir sözcüktür. O zaman Sümer yazısının mucitleri “içinde" sözcüğünü göstermek için ister istemez epeyce karmaşık bir resim-işareti icat etmeye çalışmak yerine parlak bir düşünce buldular ve iki sözcük de birbirinin aynı gibi olduğundan a, “su” sözcüğünün işaretini kullandılar. Bir başka deyişle ilk Sümer kâtipler, iki sözcüğün sesi özdeşse, aslında belli bir sözcüğe ait olan bir işaretin tamamıyla farklı anlamdaki başka bir sözcük için kullanılabileceğini fark ettiler. Bu uygulamanın yaygınlaşmasıyla, Sümer yazısı resim-yazı niteliğini yitirip, giderek daha da fonetik bir yazı halini almaya başladı.
12. “Ağız” ve “su” sözcüklerinin bir bileşimidir (8 ve 11 numaralar); nag, “içmek” sözcüğünü simgeler.
13. Yürüme konumundaki bir ayak ve üst kısmının resmidir; du, “gitmek” sözcüğün yanı sıra gub, “durmak” sözcüğünü de simgeler.
14. Bir kuş resmidir; mushen, “kuş" sözcüğünü simgeler.
15. Balık resmidir; ha, “balık” sözcüğünü simgeler. Bu işaret Sümer yazısının fonetik gelişimi için bir başka örnek oluşturur. Çünkü Sümerce ha sözcüğü yalnızca “balık” değil “-ebilmek” anlamına da geliyordu; yani, Sümerlerin söyleyişi aynı, ama anlamı farklı iki tane ha sözcükleri vardı. Böylelikle, yazının gelişiminin başlangıcında Sümer kâtipler aynı 11 numaradaki a, “su” işaretini a, “içinde” sözcüğünü göstermek için kullandıkları gibi, ha, “balık” işaretini fonetik olarak özdeş ha, “-ebilmek” sözcüğünü göstermek için kullanmaya başladılar.
16. Bir öküzün başı ve boynuzlarının resmidir; gud, “öküz” sözcüğünü simgeler.
17. Bir inek başı resmidir; ab, “inek” sözcüğünü simgeler.
18. Arpa başağı resmidir; se, “arpa” sözcüğünü simgeler. Birinci sütunda bulunan, ayrıntısıyla gözden geçirdiğimiz işaretler günümüze kadar ulaşmış Sümer yazısının gelişimindeki en erken dönemdendir.

Bununla birlikte, resim-yazının icadının üzerinden çok geçmeden Sümer yazarlar resim-yazılar ters
dönecek biçimde tableti çevirmeyi daha kullanışlı buldular. Yazı gelişirken, bu uygulama standart hale geldi ve işaretler düzenli olarak 90 derece döndürüldü.  Tabletimizin ikinci sütununda resim-yazı işaretleri dönmüş olarak gösterilmektedir. Bugünkü verilerimizden yola çıkarak, bu resim-yazının kabaca İÖ 3200-2800'den kalma olduğu söylenebilir.

Üçüncü sütun, kabaca İÖ 2800-2600’lere tarihlenebilecek “kadim” yazı olarak adlandırabileceğimiz yazıyı gösterir.

Dördüncü sütun, İÖ 2600-2450, klasik dönemin işaret-biçimlerini içerir; Bu dönemin yazıtları bugün' bilinen en saf Sümerceyi kapsar. Nippur kadim silindiri (resim III), herhalde bu dönemin sonuna ait bilinen en eski miti gösterir.

Beşinci sütun Sargon devri, kabaca İÖ 2450-2150, işaret-biçimlerini içerir; Sümerlerin; Samiler ve Gutiler tarafından ciddi bozgunlara uğramaları bu dönemde olmuştur.

Kabaca İÖ 2150-2050'de, Yeni-Sümer devrinde Sümer etkisi kısa bir dönem canlandı. Altıncı sütun bu dönemin Sümer yazısını gösterir.

İÖ yaklaşık 2050'de Ur kentinin yıkılışıyla Sümer'in siyasi varlığı gerçekten sona erdi. Bunu izleyen dönem, kabaca İÖ 2050-1700, “erken Sümer-sonrası” diye bilinir. Artık yaşayan bir dil olmayan Sümerce bu dönem boyunca Sami fatihlerin edebi ve dinsel dili olarak kaldı. Çoğu çok daha önce oluşturulmuş olsa da, kaynak malzememizin büyük bölümü bu dönemde yazıldı; o zaman kullanılan işaret-biçimleri yedinci sütundadır.

Son sütun İÖ birinci binyılda Asur kraliyet kâtiplerince kullanılan yazıyı gösterir. Ondokuzuncu yüzyılın Avrupalı bilim adamlarının ilk olarak çalıştıkları ve çözdükleri yazı, gerçekten de bu sonuncu, oldukça geleneksel hale getirilmiş olan yazıdır. Ve mantığa aykırı bir biçimde, günümüzde de öğrencilere ilk öğretilen çivi yazısı bu yazıdır.
Kalhu'da MÖ 9. yüzyıldan kalan bir sarayın kabartmaları üzerine oyulmuş çivi yazısı
Mezopotamya ve Yakındoğu, İletişim Yayınları, s. 11

Çivi yazısının gelişimini gösteren ve analizini yapan benzer başka bir tablo.
Kaynak: Mezopotamya, İletişim, s. 70
Metin: Kramer, Sümer Mitolojisi, Kabalcı Yayınları, s. 190-193

19 Ağustos 2016 Cuma

Kabuk Adam

Kabuk Adam

Aslı Erdoğan

[Giriş]*


Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz
intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır.

Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası, çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer. Hepimizin çoktan öğrendiği gibi, bir öykü, gerçekten yaşanmış da olsa, gerçekliği yansıtmaktan çok uzaktır, onun birkaç resminden, simgesinden oluşmuştur. Az sonra başlayacağım, Karayipler'de geçen o korkunç öyküyü yaşamış kişi benim. Oysa biliyorum ki, son noktayı koyduğumda, elimde bulacağım, gerçeğin tortusundan ibaret olacak. Yaşadıklarım, o her biri elmas değerindeki anlar su damlaları gibi kayıp gitti avcumdan. Gerçekliğin sonsuz okyanusundan tek bir deniz kabuğu kaldı geriye. Ona kulağımı dayayarak sonsuz bir şarkıyı sözcüklere dökmeye çalışacağım. Anlayabildiğim, yorumlayabildiğim kadarını elbette.


Size Kabuk Adam'ın öyküsünü anlatacağım, tropik bir adayı, cinayet ve işkencenin, şiddetin bataklığında filizlenen bir aşkı, içinde yetiştiği toprak kadar acı dolu bir aşkı anlatacağım. Çıldırtıcı gücünü, sonuna dek yaşanmayan arzulardan, en gizli hayallerden alan bir tutkuyu, ölümle yaşamın sınırında kurulan mucizevi bir dostluğu ve bütün yıkımların nedeni olan korkuyu, insanın en temel özelliği olan korkusunu, alçaklığını, umutsuz yalnızlığını. ..

Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir.


Aradan bir yıla yakın bir zaman geçti. İstanbul'da, karlı bir mart akşamı, sobanın yanına oturmuş, tropiklerin bunaltıcı sıcağını, palmiyelerin durmak bilmeyen hüzünlü danslarını ve okyanusu düşlüyorum. Mercan kayalıklarını binlerce yıllık bir öfkeyle döven hırçın okyanus. Hayatımda ilk kez görüyordum onu, görkemliydi, ulaşılmazdı, bulabileceğim bütün imgelerden çok

daha büyüktü. Yaşamın olduğu kadar sonsuzluğun da kaynağıydı. Bir peygamberdi o, bir katil, bir karabüyücü. İşte, ancak o zaman, okyanusu hatırladığımda, Kabuk Adam Tony de gözlerimin önünde beliriyor. Kısacık boyu, derin yara izleri ve kapkara gözleriyle Kabuk Adam. Sonra hepsi, yavaşça geri geliyor; palmiyelerle kaplı kumsal; gettonun girişindeki tahta iskelesi, deniz kabukları, hindistancevizi ağaçlı buruna yolculuk, beni kendimden dışarı çıkarıp, yasak bir dünyaya, bir başka insana taşıyan
yolculuk. Ölüm, korku, dehşet, arzu, yağmurlar, dans, siyah sular, cinayet, gece bulutu, arzu. Ve aşk. Ve yitirmek. Bir gece yarısı, kamp ateşinin solgun ışığında parıldayan bıçak.

Bana okyanusun şarkısını öğreten Kabuk Adam, öylesine derin, yırtıcı ve gerçekdışı bir aşkla sevdiğim Kabuk Adam Tony.


Tony'yi tanıdığım yaz, hemen hemen bitmiş bir insandım. Yaklaşık iki yıldır, Avrupa'nın en büyük nükleer fizik laboratuvarında çalışıyordum. Meslektaşlarıma, akrabalarıma, Türkiye'deki dostlarıma göre (aslında tek bir dostum bile yoktu) övünülecek bir konumdaydım. En iyi okulların diplomalarım kağıt peçeteler gibi üst üste yığmış, böylesine genç bir yaşta, yirmi beş yaşındaydım, bu dev laboratuvarda tez olanağı elde eden ilk Türk öğrencilerden biri olmayı başarmıştım. Üstelik de bu alandaki kadın fizikçilerin oranı yüzde beşi bile zar zor buluyordu. Uzun yıllar baleyle uğraştığım, kısa ömürlü edebiyat dergilerinde öyküler yayımlatıp, ödüller kazandığım için "çok yönlü" diye tanımlanırdım.


Sonuçta, insanlara pazarlayabileceğim birkaç özelliği, birkaç kurumsal başarıyı, gene kağıt peçeteler gibi diyeceğim, üst üste koymuştum. Oysa gerçekte ben, bunalımdan bir türlü kurtulamayan,

hiçbir düşünceye, inanca ya da insana bağlanamayan, sürekli huzursuz, karamsar ve yapayalnız biriydim. Yaşama coşkumu çoktan kaybetmiş, belki de hiç kazanamamıştım. Bana kalırsa, kişisel tarihimin tek bir teması vardı; hayal kırıklığı. Ağır aile baskısı ve şiddetle dolu geçen çocukluk yıllarım, dünyayı, acı çekenler ve çektirenlerin bulunduğu bir savaş alanı gibi algılamama neden olmuştu ve sanırım haklıydım da. Emekleme çağımdan beri, sadece zeki ve başarılı olduğum sürece sevgi - ya da "sevgi" diye adlandırılan bir şeyi göreceğimi öğretmişlerdi bana, ama hiç kimse, sevmeyi nasıl başaracağımı öğretmemişti. Hayatıma girenler de, bir yandan beni pohpohlarken, bir yandan da burnumu alabildiğine sürtmeyi görev edinmişlerdi. (Sonraları bunun, erkeklerin kadınlara karşı genel bir tavrı olduğuna karar verdim.) Daha bu yaşta, sinirli insanların, ömürlerinin ortasında edindikleri
kolit, ülser, astım gibi hastalıkların tümüne sahiptim.

Hepsinden önemlisi, ölüme hazırlanan yaşlı bir kadın kadar umutsuz ve kırgındım.


Bu araştırma merkezi, beni çökerten son darbe olmuştu, içten içe çürümüş bir ağacı deviren fırtına gibi. Böyle bir yere kabul edilmenin boş gururu kısa zamanda aşınmış, kaskatı gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalmıştım. Burası, fizikçi jargonunda denildiği gibi, bir gettoydu ya da bir manastır. Bizden

istenen üç şey vardı: Çalışmak, çalışmak, çalışmak. Hastalanmadan, üzülmeden, bunalıma girmeden, aşık olmadan, hiç teklemeyen bir jet motoru gibi çalışmak. Haftanın yedi günü, günde on dört, deneyler başladığında on altı, saat çalışmak; bir sonraki toplantıya, yetiştirilmesi ve kesinlikle hatasız olması gereken raporlar, yerin yüz metre altında, küçük, kapalı odalarda tutulan vardiya nöbetleri, bilgisayarın başında çabucak biten geceler. Aldığım eğitim sonucu çalışmaya, kendimi işime adamaya alışıktım, ama burada, en tembellerden ve kaytarıcılardan biri olup çıkmıştım. Ne kadar istesem de -istemiyordum da- o Çin'den, Japonya'dan, Hindistan'dan gelmiş, sürekli, hiç yorulmadan çalışan, bilgisayar ekranından yalnızca üç-beş saatlik bir uyku için ayrılan, hırslı, "süper-zeka" doktora
öğrencileri gibi olamazdım. Çünkü yaşamaya katlanabilmenin bazı koşulları vardı: Okumak, öykü yazmak, arada bir dans  etmek, sokaklarda başıboş dolaşmak gibi. Bunların bedeli de
çok pahalıydı, maaşım kesilmiş, kariyerim bitme noktasına yaklaşmıştı.

Böyle bir yerde yıllarca tutunabilmek için, insanın bir tutkusunun, işi dışında herhangi bir bağlılığının olmaması, kendi benliğini gözden çıkarmayı, bedenini dışlamayı, duygularının çoğunu bastırmayı öğrenmesi gerekir. Laboratuvardaki herkes, şu ya da bu biçimde korkunç bir yalnızlığı ve ruhsal çöküntüyü dışa vuruyordu; bir hapishanede olduğu gibi, görünmeyen, çok güçlü kurallar insan ilişkilerini yönlendiriyordu. Gözü dönmüş bir hırs, ispiyonculuk, paranoya, katı duygusuzluk, depresyon, cinsel doyumsuzluk, yaygın bir alkol alışkanlığı, hatta şizofreni; işte böylesine kokuşmuş bir ortam. İnsanlığın en üretken ama  aynı zamanda insana karşı en duyarsız kurumundaydım ve yanlış toprağa ekilmiş bir bitki gibi hızla kuruyordum.


Tek arkadaşım olan Maya, şöyle özetlerdi koşulları: "Burası, en yakın dostunuz kafasına bir silah dayadığında, başınızı çevirip bakacak zamanı, gücü, hatta isteği bile bulamayacağınız bir yerdir." Ben de şöyle eklerdim: "Zaten dostunuz da yoktur." Aslında biz, ikimiz, çok şanslıydık, çünkü o koşullar için olağanüstü bir dostluk kurmayı ve yaşatmayı başarmıştık. Maya bu çılgın, delidolu kız, Yunan'dı, gerçek bir Yunan hem de. Homeros, Yunan trajedileri; Kavafis ve o şarap renkli deniz vardı iri,

depderin gözlerinde. İlyada'dan, Macbeth'den, Ömer Hayyam'dan dizeler okurdu ezbere; üç dili su gibi konuşur ve bu üç dilde, inanılmaz güzellikte şiirler yazardı. Çok zeki ve duyarlıydı, bu iki özelliğin bir kadında birleşmesi, onu çoğu zaman felakete götürür. Maya da yıllardır "manik-depresif' olduğu gerekçesiyle tedavi görüyordu. Benim gibi eski bir balerin, yetenekli bir amatör ressamdı. Fiziği, şiiri, dansı, sevişmeyi, içkiyi, kedisini, birlikte olduğu erkekleri çılgıncasına, tutkuyla, ölesiye severdi.

Laboratuvardaki ilk yazımın sonlarına doğru, bir pazar akşamı, elimde Nabokov'un "YEİS"iyle ofisinin önünden geçiyordum. Aynı koridorda çalışıyorduk; gece gündüz bilgisayara bakan bu kapkara, hüzünlü gözler ve düşünceli yüz çoktan ilgimi çekmişti. Onu bir tanrıça heykeline benzetirdim o zamanlar; hep oturan ve düşünen, geniş kalçalı, doğurgan bir tanrıça. Sürekli çalışması, kendisine uyguladığı katı disiplin, keskin hatlı Grek yüzünün ödün vermeyen ciddiliği beni korkuturdu, kapısının

önünden sessizce geçmekle yetinirdim. O akşam, birkaç saniyeliğine gözünü ekrandan ayırmış, gülümseyerek beni içeri davet etmişti. "Aa, Nabokov mu okuyorsun?" Uzun uzun edebiyattan
söz etmiştik; Lolita, on dokuzuncu yüzyıl Rus romanı, kadın yazarlar ... Şimdiye dek, edebiyatla bu kadar ilgilenen bir başka fizikçi daha tanımamıştım, ama sanırım daha ilk günden, ondaki edebiyat sevgısının açığa çıkardığı çok önemli, temel özellikleri sezmiştim. Bir hafta sonra -artık her gün ofisine uğruyor ve günümün biricik mutlu dakikalarını orada geçiriyordum- bana üç yıl önce, iki bardak su ve altmış tane mor renkli uyku hapıyla kendini öldürmeyi denediğini anlattı. Hemen ardından da, yerinden fırlayıp dosyalarını toparladı ve bir toplantıya yetişmek üzere çabucak çıktı; beni sandalyeme mıhlanmış, gözlerim yaşlarla dolu bir halde bırakarak. Ertesi akşam, ben de ona benzer bir deneyimden geçtiğimi söyleyince, bir daha hiç ayrılmamacasına kenetlendiğimizi biliyorduk; trajik bir mucizenin birleştirdiği Siyam ikizleri gibi. Kısa zamanda, birbirimizin desteği olmadan, hayatımıza katlanamaz duruma geldik; depresyon kış yağmurları gibi bastırdığında, terk edildiğimizde,  aşağılandığımızda, bizi kobra yılanı gibi izleyen intihar düşüncesi kafasını kaldırdığında, hep birbirimizi kurtarıyorduk. Bir yandan cezaevi ya da askerlik arkadaşlıklarına benziyordu ilişkimiz, ancak bu tür dostluklarda görülebilecek fedakarlıkları içeriyordu, ama aynı zamanda ortak geçmişlerin, ortak acıların, ortak ruhların kesişmesiydi. Bazen birbirimizi yansıtan iki ayna oluyorduk, bazen birbirimizi bütünlüyor, bazen de kendi gücümüzün son kırıntılarını ötekine aktararak sağ kalmayı başarıyorduk. "İçtikleri su ayrı gitmeyen Türk ile Yunan"ın ünü laboratuvara yayılmıştı; eminim ki, o erkek-egemen bilim dünyasının maço fizikçileri, bizi lezbiyen sanıyorlardı.

Karayipler'de, St. Croix adındaki küçük adada -Amerika'ya ait Virgin (Bakire) Adaları'ndan biridir bu- yapılacak Yüksek Enerji Fiziği seminerlerine, Maya kabul edilmemiş olsaydı başvurmazdım herhalde. NATO'nun finanse ettiği bu yaz okulunda, fizik dünyasının önde gelenlerinin ders vermesi umurumda

bile değildi. Karayipler'e bedava uçak bileti ve bedava otele tav olmuştum daha çok; benim gibi yoksul bir Türk'ün eline,  böyle bir fırsat hayatta bir kez geçerdi. Bunun bir tatil olmadığı, yönetici profesörün işi çok sıkı tutup günde en azından sekiz saatlik bir çalışmayı şart koştuğu konusunda uyarılmıştım gerçi. Zaten fizikçileri yeterince tanıyor ve beni bekleyen ortamı kolayca tahmin edebiliyordum. Gölgede otuz beş derecede, okyanusun kıyısında fizik problemleri çözen, fizikten başka bir şey  görmeyen, düşünmeyen, konuşmayan, tatsız tuzsuz, renksiz insanlar. Gene de Karayipler beni büyülüyor, sayısız gizemi çağrıştırıyordu. İspanyolların, altınlarını yağmalamak için yok
ettikleri o soylu halkın, Karayip Kızılderililerinin adını (onlardan geriye yalnızca bu ad kaldı; bu da yok oluşlarının en trajik yönü) taşıyan binlerce, on binlerce ada. Takımadalar, mercanadaları, okyanusun ortasında noktacıklar. Kölelikten kaçıp dağlara sığınan, gizli mağaralarda kasava zehiriyle toplu halde intihar eden Arawak kabilesi, onların madenlerdeki, plantasyonlardaki yazgılarını tamamlamak için anayurtlarından koparılan Afrikalılar; okyanusun üzerine bir utanç bulutu gibi yayılan kamçı sesleri, çığlıklar, ağıtlar; ayaklanmalar, köle direnişleri, cinayetler, savaşlar, korsanlar, sömürge cezaevleri (Şeytan ve Cüzzamlılar Adası!); Küba Devrimi; karabüyü ayinleri, voodoo ve obeah; Jamaika, samba, kalipso ve siyah isyanın müziği reggae. Kızıl ve kara insan, ilk kez bu topraklarda, beyaz insanın acımasız açgözlülüğüyle karşılaşmış ve savaşmıştı. Yüzlerce yıllık bir kin ve acıdan, özgün, melez ve çok zengin bir kültür doğmuştu. Kızılderililerin onurunu ve cesaretini, Afrikalıların yaşama bağlılığını ve direncini, Avrupalıların hırsını harmanlayan bir kültür. St. Croix, bu, alanı birkaç yüz  ilometrekareyi ancak bulan ada, tarihin ilk Kızılderili-Beyaz savaşının olduğu yerdi. Kolomb'un hepsi de birer vahşi yağmacı olan yorgun "fatihleri", "Yeni Dünya"ya ilk kez burada, Oklar Körfezi'nde ayak basmıştı. St. Croix'nın hemen yanındaki St. Thomas ise, adı bile bilinmeyen bir zenci Spartaküs'ün komutasında, onlarca yıl Avrupalı köle sahiplerine direnmişti. İsimlerini İncil'deki on bin şehit bakireden alan bu adaların her biri, unutulmuş, dahası hiçbir yazılı metne geçmemiş kahramanlıklar ve trajedilerle 
doluydu. (Çünkü buralarda yazılı tarih Beyaz Adam'm tarihidir.) Atlanta' dan kalkan uçağa bindiğimde bunları düşünüyordum

işte; ellerinde fizik kitapları bulunan, gözlüklü, sakallı, o çok yakından tanıdığım insanlar yanıma oturduğunda, fizikçi olduğuma ilişkin hiçbir ipucu vermedim. Cabrera Infante'nin Küba üzerine bir kitabını okumaya çalışıyordum, ama tropiklere, öykülerin geçtiği topraklara o anda gidiyor olmanın coşkusuyla  içim kıpır kıpırdı. Porto Riko'dan aktarma yapan uçak, "normal" yolcularının çoğunu boşaltmış, hemen hemen tamamen fizikçilerle dolmuştu. Bu son gelen grupta hasır şapkalı,

güneş gözlüklü Maya da vardı. Bir şaşkınlık çığlığıyla karşılamıştı beni; o doğruca Avrupa'dan gelmişti, bense bir haftadır New York'ta serserilik etmekteydim. Bilet numaralarına aldırmadan yanına geçtim.
"Cennete gidiyoruz, cennete," dedi coşkuyla, uçak tam inmek üzereyken.
"Evet, ama bu simüle edilmiş bir cennet," diye yanıtladım, somurtarak.
Yüksek Enerji Fiziği bilmeyenlerin tam anlamayacağı, "profesyonel" bir espriydi bu. Bizim işimizin çoğu simülasyondur, yani henüz gerçekleşmemiş, belki de hiç gerçekleşmeyecek deneylerin koşullarım bilgisayara yükleyip var olan (ya da olmayan) parçacıkların, bu koşullarda nasıl davranacaklarını saptamaya çalışırız.
"Ne olursa olsun, ben serseriliği sürdürmeye kararlıyım," diye ekledim.
Dediğimi de yaptım aslında; bu yapay cennette, gecikmiş bir kaşif ruhuyla, pek de ciddiye almadığım bir serseriliği simüle edeyim derken, gerçeğin en dibine yuvarlandım.
***

*Giriş olarak düşündüğüm bölümü alıntıladım. Başlığı ben koydum. 


 Everest Yayınları, 2013/7, s. 1-8




ASLI ERDOĞAN
Kitapları İngilizceden Arapçaya pek çok dile çevrildi, tiyatroya, dans tiyatrosuna ve baleye uyarlandı, Serra Yılmaz tarafından Milan La Scala'da seslendirildi. "MAHPUS" adlı öyküsü Fransa'da filme dönüşmekte. Sait Faik, Yunus Nadi, Dünya Yılın Kitabı ödülü ("Hayatın Sessizliğinde"). Deutsche Welle gibi ödüllerin yanı sıra pek çok burs kazandı, 2012'de Zürih Şehir Yazarı seçildi, Norveç Lillehammer Edebiyat Festivali'nin ana konuşmasını yaptı (2011 ). 

Fransız Lire dergisi tarafından 'Geleceğe Kalacak 50 yazar' arasında gösterilen Aslı Erdoğan'ın yapıtları birer 'çağdaş klasik' olarak nitelendirildi.
Le Monde, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Neue Zürcher Zeitung, die Welt, der Freitag, die Presse, der Tagesspiegel gibi gazetelerde ve Lire, die Berliner Literaturkritik gibi başlıca edebiyat dergilerinde Aslı Erdoğan'ın yapıtları üzerine yüzden fazla çalışma, makale ve söyleşi, Ingo Arend, Ruth Klüger, Barbara Frischmuth gibi önemli yazarların değerlendirmeleri yayımlandı. Mucizevi Mandarin İsveç'te yılın kitapları arasına seçildi, La Libre Belgique, yazarı Antonin Artaud ve Malcolm Löwry ile kıyaslarken, Norveç Aftenposten gazetesi şu cümleyle değerlendirdi. "Joyce ve Dublin, Kafka ile Prag nasıl birbirinden ayrılamazsa, bundan böyle Aslı Erdoğan ve Rio da birbirine aynı kopmaz bağlarla bağlanacak."

Yazarın Sait Faik ödüllü son kitabı Taş Bina ve Diğerleri önümüzdeki aylarda İsveç, Norveç ve Fransa'da yayımlanacak.

Everest Yayınlarındaki kitapları: Hayatın Sessizliğinde, Kabuk Adam, Mucizevi Mandarin, Bir Kez Daha, Kırmızı Pelerinli Kent, Bir Delinin Güncesi, Taş Bina ve Diğerleri