Erkan GÖKSU
İNSANLIK TARİHİNİN DEĞİŞMEYEN
FENOMENLERİ:
ŞİDDET VE SAVAŞ
The Unchangeable Phenomenons of Human History:
Violence and War
Düşünce tarihinin temel taşlarından biri olan Sokrates’e izafe edilen bir diyaloga göre; büyük bilge öğrencilerinden “insan nedir?” sorusuna cevap vermelerini ister. Öğrenciler, hocalarının sorusunu garipserler. “Bunu bilmeyecek ne var; iki ayaklı ve tüysüz bir canlıdır” yanıtını verirler. Bu cevap büyük bilgeyi şaşırttığı kadar kızdırır da. Ertesi gün Sokrates, elinde tüyleri yolunmuş bir tavukla öğrencilerinin karşısına çıkar ve onlara belki de hayatlarının en önemli dersini verir: Yanında getirdiği tüysüz tavuğu havaya kaldırarak şöyle der; “Demek insan, böyle bir şey.”
Kendi geçmişinin farkında olan ve bu geçmişe ilgi duyan tek yaratık olan insan, varoluşundan beri “insan nedir” sorusunun cevabını aramıştır (
Thomson 1983: 1-4). Tarih boyunca birçok düşünür buna cevap vermek amacıyla çeşitli fikirler ileri sürmüş, her bilim dalı, kendi ilgi alanları ve bilimsel verileri ışığında “insanın ne olduğu” sorusunu açıklamaya çalışmışlardır.
[1] Bunu yaparken meseleyi felsefî boyutta değerlendirenler olduğu gibi, salt bilimsel verilere dayananlar, örneğin sadece biyolojinin, psikoloji
ya da budunbilim (etnoloji)in elde ettiği sonuçları gündeme getirerek insan gerçeğini kavramağa çalışanlar da olmuştur.
Bütün bu verilere göre insanın, “dik yürüyen (
Homo erectus), alet yapabilen (
Homo faber), hem cinsleriyle anlaşmada bir dil kullanan (
Homo lingua), kendi varlık alanı ve çevresindeki olay ve nesneleri simgeleştirebilen (
Homo symbolicus), akıl ve düşünme yetisi olan (
Homo sapiens) ve bu özellikleri birleştiren ve kuşaktan kuşağa
geçmesini sağlayan bir unsur olarak, kültür yaratan, öğrenen ve öğreten (
Homo culturalis) bir varlık olduğunu söylemek mümkündür.
Buna rağmen insanın ne olduğu meselesi hakkında birçok bilinmeyenin olduğu iddia edilebilir. Alexis Carrel bu bilinmezliği şu şekilde ifade etmektedir: “Uzmanların tanıdıkları insan, gerçek insan değildir. O sadece, her ilim tekniğinin belirlediği şemalardan oluşan bir şablondur. O hem anatomistlerin kesip parçaladıkları kadavra, hem psikologların, hem manevi hayata emredenlerin müşahede altında bulundurdukları şuur ve hem de iç murakabemizin (introspection) bizlere ifşa ettiği şahsiyettir. Hakikaten cehlimiz pek büyüktür. İnsanları incelemekte olanların kendilerine sordukları soruların çoğu cevapsız kalmaktadır. Konusu insan olan bütün bilimlerin gösterdiği bu gayretin yetersiz kaldığı ve kendi hakkımızdaki bilgimizin çok eksik olduğu bellidir.” (Carrel 1940: 11)
Bu eksiklik veya bilinmezlik, insanın ne olduğu sorusuna verilen cevapların veya eldeki bilimsel verilerin yanlış olduğu anlamına gelmez. Söz konusu olan, insanın çok karmaşık bir fiziksel ve ruhsal yapıya sahip ve bu yapı gereği, her geçen gün yeni sorulara hedef olmasıdır. Şu halde “insan nedir” sorusu, içinde sayısız cevapları barındıran, çok bilinmeyenli bir denklem şeklinde algılanabilir. Bu bitmek bilmeyen soruların kaynağı, zamana ve mekana bağlı gelişmeler karşısında insanın ürettiği değişik davranış biçimleridir. Herhangi bir davranış biçiminin nedenine ilişkin cevap arama gayreti, insan hakkında bilinmeyen bir soruya cevap aramakla aynı şeydir.
Bu çalışmada, tarih boyunca varolmakla beraber günümüzde artarak devam eden ve gerek bireysel gerekse toplumsal bakımdan insanlığa büyük yıkımlar yaşatan şiddet ve şiddetin geliştirilmiş bir şekli olarak savaş olgusu incelenecektir. İnsandaki yıkıcılığın, şiddet ve savaşın kökeni çerçevesinde, “insan insanın kurdu mudur?” sorusuna cevap aranacaktır.
1- Şiddet
Sözlüklerde “sertlik, katılık, sözle yola getirme yerine kaba kuvvet kullanma; azarlamada ve cezalandırmada aşırı gitme” şeklinde tanımlanan şiddet, saldırganlıkla bağlantılı bir davranış biçimidir. Bu anlamda şiddet, herhangi bir nesne, varlık ya da kişiye doğru yönlendirilmiş, yönlendirilişi kişinin istemediği ve o kişiyi tahrik edici, yıpratıcı bir eylemi, kimi zaman da eylemden kaçınmayı veya eylemsizliği içerir. Bu anlamda fiziksel anlamdaki her türlü saldırı, şiddet tanımı unsurları arasında yer alırken fiziksel olmayan kimi sözlü davranışlar da bu tanım kapsamına girer (Ünsal 1996: 29-30).
“Birçok canlı türünün varlığını sürdürme eşiği olarak değerlendirilen” şiddet olgusunu sadece bireysel değil, toplumsal ve siyasal olarak da ele alan araştırmaların sayısı gün
geçtikçe artmaktadır (Ay 2002: 13). Buna bağlı olarak şiddetin ne olduğu, kökeni, mahiyeti ve şekilleri gibi konularda çok farklı görüşlerin ileri sürüldüğü görülmektedir.
[3]Günümüzün uygar yaklaşımlarına göre şiddet kabul edilemez bir davranış şeklidir. Zira şiddeti kabullenmek, şiddetin artmasına yol açar (Moses 1996: 24). Ancak bu durum, şiddetin sosyolojik, psikolojik, politik, felsefi, psikiyatrik ve tarihî gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Tarih ve siyaset üzerine düşünen hiç kimse, şiddetin insan ilişkilerinde oynadığı büyük rolü görmezlikten gelemez. “Geçmişe ilişkin kayıtlara anlamlı bir şeyler bulmak için bakan herkes, şiddeti marjinal bir fenomen” olarak görmek durumundadır (Arendt 1996: 9-10).
Tarihte şiddet veya şiddetin tarihi konusunda söz söylemek ve bu konuda tartışmak, birçok bakımdan eğitimde şiddet veya aile-içi şiddet vs. gibi konuları tartışmaktan çok farklıdır. Zira tarih, şiddetin sonuçlarının, insanların şiddeti denetim altına alma çabalarının ve bunu yaparken yeni yeni şiddet biçimleri üretmelerinin tarihidir. Bu haliyle tarihi şiddet dışında düşünmek mümkün değildir. Şiddetin tarihte o kadar yaygın ve derin bir varlığı vardır ki, toplumun tüm ilişkilerinin ve kurumlarının içine o kadar yoğun bir biçimde sinmiştir ki, insanlık tarihini ve toplumu, en azından bugüne kadar varolan toplumları şiddet dışında düşünmek olanaksızdır (Berktay-Toprak 1996: 198).
İnsanlar arasında şiddetin ortaya çıkışı meselesi, bu konuda yapılan temel tartışmalardan birisidir. Bazı yazarlar şiddetin, insanın doğasında varolan “içgüdüsel” bir özellik olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak bu görüş, şiddetin kökeni konusuna “çevreci” ve “davranışçı” yaklaşımlar geliştiren bilim adamları tarafından reddedilmiştir (Fromm 1993: 33 vd).
İnsan davranışlarını, insanın doğasından yola çıkarak açıklayan içgüdü kuramcıları saldırganlığı da içgüdülere göre açıklamakta, insanın doğadaki diğer canlılar gibi saldırgan davranışlarda bulunmaya eğilimli kılan bir saldırganlık içgüdüsüyle doğduğunu ileri sürmektedirler.
Şiddet veya saldırganlığın içgüdüsel olduğu kuramı, Evrim teorisinin temel dayanaklarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Canlılar arasındaki ilişkiyi bir ölüm kalım savaşı olarak nitelendiren
Darwin (
Rüstov1939: 491), “şiddetin, insanın insanla ilişkisinden daha önce, diğer canlı türlerinde ve insanın doğa ile ilişkisinde de görüldüğüne” dikkat çekerek, doğadaki şiddetin kaynağını “doğal ayıklanma/
seleksiyon (
naturelle selection) mekanizması” ile açıklamaya çalışmıştır. Evrim teorisinin temel dayanaklarından biri olan bu iddiaya göre, bulundukları coğrafi konumun doğal şartlarına uygun yapıda ve güce sahip canlılar hayatlarını ve nesillerini sürdürebilmişlerdir. Uygun yapıda olmayan ve daha güçsüz olanlar ise yok olmuşlardır. Şu halde saldırganlık ve şiddet, canlıların ortak kökenli bir dürtüsü yani içgüdüsüdür ve bu içgüdü insana “insan-öncesi” atalarından kalıtımsal olarak geçmiştir.
[4]Şiddetin içgüdüsel bir davranış olduğu iddiasının en güçlü savunucusu Sigmund
Freud’tur. Freud, tüm normal ve normal dışı insan davranışlarının genetik olarak belirlenen iki temel içgüdünün etkisiyle çıktığını savunmuştur. Bunlar “yaşam içgüdüsü (Libido-Eros) ve saldırganlık-ölüm içgüdüsü (
Destrudo-
Thanatos)” dür.
[5] Freud, bu iki temel içgüdünün doğuştan geldiğini, tüm insanlarda ortak olduğunu, insanın ruhsal yaşamını ve davranışlarını belirleyen temel organizasyonun bu iki gücün etkisi altında biçimlendiğini söylemiştir.
[6]Saldırganlığı içgüdülerle açıklamak, kişiler arası ilişkilerde sorun olan bu davranışı olağan görmek anlamına geldiğinden, bu kurama “çevreci” ve “davranışçı” bilim adamları tarafından yoğun eleştiriler gelmiştir. Şiddetin kökeni konusuna çevreci yaklaşımla açıklayan yazarlar, içgüdücü yaklaşımın tersine insanın davranışını yalnızca çevrenin etkisi yani toplumsal ve kültürel etkilerin biçimlendirdiğini, bu durumun insanlığın ilerlemesinin önündeki en büyük engellerden birisi olan saldırganlık söz konusu olduğunda özellikle doğru olduğunu savunmuşlardır. Aydınlanma Çağı düşünürlerinden ilham alan bu yaklaşım, insanın iyi ve uysal bir varlık, cinsler arasındaki anatomik farklılıklar haricinde herhangi bir farklılık var ise bunun yalnızca eğitimden ve toplumsal düzenlemelerden ileri gediğini iddia etmiştir. Dolayısıyla iyi bir toplumsal çevrede yetişen insanlar, saldırgan ve yıkıcı olmayacaklar, insan yapısında bulunan güzellik ve iyi huylar açığa çıkacak bu da savaş ve çatışma olgularını ortadan kaldıracaktır (Fromm 1993: 57 vd).
İçgüdü teorisini eleştiren davranışçılar ise, davranışın tamamen doğuştan programlanmış ve öğrenilemez olduğu fikrine karşı çıkmışlar ve iyi kontrol edilen çevresel koşulların olduğu ortamlarda bile beklenmedik, küçük bir çevresel uyarının bazı öğrenilmiş davranış kalıplarına yol açtığını deneyleriyle göstermeye çalışmışlardır.
[7] Dikkatlerini doğal koşullarda ortaya çıkan hayvan davranışlarının mekanizmaları üzerinde odaklayan davranışçılar, yeni doğan hayvanların davranışlarını incelemişler ve doğuştan gelen tekrarlayıcı gözlenebilir motor hareketlerin içgüdüsel kökeni konusunda biyolojik araştırmalar yapmışlardır. Çeşitli hayvan türleri üzerine yapılan araştırmalar sonucu, içgüdü teorisi ve davranışçı teori arasında kısmi bir uzlaşma sağlanmıştır. Sonuç olarak birçok hayvan davranışının ne çevreden hiç etkilenmeden öğrenilmemiş içgüdüsel davranışlar ve ne de tamamıyla çevreden etkilenmeye açık öğrenilmiş davranışlar olduğu ortaya koyulmuştur.
[8]Bu araştırmacıların en önemlisi yaptığı çalışmalarla Nobel Ödülüne layık görülen Konrad Lorenz’dir. Lorenz daha beş yaşındayken ördek ve kazlarla ilgili olarak başladığı ve 1920’li yıllarda devam ettiği çalışmalarında yumurtadan yeni çıkan ördek yavrularının nasıl olup da hemen hangi ördeğin annelerini olduğunu bilerek, onu takip etmeye koyulduklarını ve onların çağrılarına cevap verdiklerini inceledi. Ona göre, ördek yavruları bu becerileri, deneyim yoluyla ancak çok özel bir biçimde öğrenmektedirler. Yavruların, anne diye ilk gördükleri orta boylu ve hareket halindeki şeyin peşi sıra gitmektedirler ve zaten normalde de bu orta boylu ve hareket halindeki şey anne olmakta, böylelikle bu konudaki içgüdüsel bilgi de yavrular için bir avantaj oluşturmaktadır. Lorenz’in deneyinde de ördek yavruları kuluçka makinesinden çıkar çıkmaz gördükleri ilk hareket eden nesne olarak Lorenz’i anneleri kabul edip onu takip etmeye başlamışlardır. Araştırmacının sonradan ortama getirdiği gerçek anneleriyle ise hiç ilgilenmemişlerdir. Daha sonra yapılan araştırmalarda yavru ördeklere doğru boyutta ve hareket halinde her nesneyle etkilenim yaptırılabileceği ortaya çıkmıştır. Bir grup yavru ördek, iple çekilen büyük bir balonu bile anneleri olarak kabul etmişlerdir. Ancak bu özel etkilenimin oluşabilmesi için doğru uyaranın uygun zamanda verilmesi gerekmektedir. Doğdukları günlerde çevrelerinde uygun boyutta hareket halinde bir cismin hareket etmemesi halinde, yavru ördekler, hiçbir şeyi anneleri olarak kabul etmeyeceklerdir. Yavruların içgüdüsel bir biçimde, doğuştan bildikleri şey, hareket halinde ve uygun boyutta olan ilk nesnenin anneleri olduğudur. Bu içgüdüsel bilgiye sahip olduktan sonra artık geriye tek bir deneyime duyulan ihtiyaç kalmakta, ama bu deneyim ihtiyacı karşılanmazsa içgüdüsel bilgi işe yaramamaktadır.
Ancak
Lorenz’in 1963 yılında yayınlanan “On
Agression” (Saldırganlık Üzerine) adlı kitabında, şiddet ve saldırganlık konusunda oldukça farklı fikirler ileri sürdüğü görülmektedir.
Lorenz bu eserinde saldırganlık ve şiddeti içgüdü teorisiyle açıklamış ve şiddetin, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi kalıtsal (genetik) faktörlerden kaynaklandığını iddia etmiştir.
Lorenz’e göre saldırganlık, tüm diğer organizmalarda da bulunan kavga etme içgüdüsünden kaynaklanır. Bu içgüdüyle ilgili enerji, değişen oranlarda her insan tarafından üretilmektedir. Saldırganlığın ortaya çıkması, biriken bu enerjiye, saldırganlık doğurucu uyaranın varlığına ve gücüne bağlıdır. Saldırganlık kaçınılmaz bir şeydir ve zaman
zaman kendiliğinden boşalabilir. Bu ilkel dürtüyü denetim altına alabilecek yegane unsur ise, ahlakî sorumluluktur.
[9]Şiddetin kökeni konusundaki bu teoriler hala tartışılmakta beraber, insanlar tarih boyunca şiddetin varlığını kabul etmiş, şiddeti aklîleştirip belirli kalıplarda biçimlendirmişlerdir (Moses 1996: 24). Ancak gerek şiddet algılamalarının birbirinden çok farklı olması, gerekse şiddetin yeni görünümler altında tarih boyunca artarak devam etmesi, konunun belirli sınırlarının çizilmesini zorlaştırmaktadır. Bu da şiddetin kökeni ve mahiyeti konularının, insanın fiziksel ve biyolojik sınırlarını aşan birçok faktörle izah edilebileceğini göstermektedir.
Şiddet, insanın insanla ilişkisinden daha önce insanın doğa ile ilişkisinde görülmektedir. İnsanın tabiat karşısında baş vurduğu bu şiddeti, doğal çevreyi dönüştürme aracı olarak değerlendirmek mümkündür (
Oskay1996: 185). Zira biyolojik bakımdan tabiat karşısında güçsüzlüğünü gören insan, yaşamını sürdürebilmek için tabiatla mücadele etmek zorunda kalmıştır. İnsanın, kendisine zarar verecek diğer varlıklardan korunabilecek, avlarını çabucak yakalamasına yardım edecek veya yiyeceklerini parçalamaya yarayacak güçlü fizikî özelliklerinin olmaması, hem hayatını devam ettirmek hem de kendisini diğer varlıklardan korumak için çeşitli araçlar geliştirmesini gerekli kılmıştır. Nitekim
Prehistorik kazılarda, şiddet kullanımına ilişkin ilk araçlar, mağaralarda ve açık hava
yerleşkelerinde, insan türüyle yaşıt ve onunla başat olarak ele
geçmektedir. Günümüz insanının, atası olduğu kabul edilen
Homo Saphiens Saphiens’in ortaya çıktığı üst
paleolitik evrede, yakın mesafe silahı olan mızrak (ucu) ve (taş) baltalar ile uzak mesafe silahı olan ok (uçları) bol miktarda kullanılmaktadır. Bu silahların daha çok
biophilia dürtüsünün yönettiği hayatta kalmaya (araççı amaç) yönelik bir şiddetin aracı olarak kullanıldığı varsayılmaktadır (Ay 2002: 15-16.). Yani
paleolitik insanının yaşamını sürdürmek, çevresinde bulduğu hayvanları avlamak için kullandığı araçlardır.
Lorenz’in, kişisel arkadaşlık ve sevgiden daha eski olduğunu söylediği tür içi şiddete ait bazı kanıtlara ise Neolitik çağda rastlanmaktadır.
[11] Nitekim bu dönemde bazı insan kafataslarında silah yarası izi saptanmıştır. Bununla birlikte, silahların doğaya ve araççı amaca yönelik kullanıldığı görüşü egemendir (
Fromm 1993: 195-196). Bunun böyle kabul edilmesinin en önemli gerekçesi, ilk savunma yapılarının insan türünün ortaya çıkışından yaklaşık yirmi bin yıl sonra, M.Ö. 5000’li yıllarda, Kalkolitik çağda ortaya çıkmasıdır. Bu durum, insanoğlunun yirmi bin yıl boyunca birbirini tehdit etmeyecek şekilde ve ahlaki ilkeler çerçevesinde barış içinde yaşadıkları bir dönem olduğu görüşünü doğurmuştur.
[12] Kalkolitik çağdan itibaren yerleşim birimlerinin çevresi, bir duvarla tahkim edilmeye başlanmış ve insan türünün kabileler düzeyinde örgütlenerek birbirini yağmalamaya başladığı döneme girilmiştir (Ay 2002: 15-16). Bu noktada şiddet toplumlar, ilkel veya gelişmiş siyasî teşekküller arasındaki şiddete, yani savaş şekline ulaşmıştır.
2- Gelişmiş Bir Şiddet Şekli Olarak Savaş
İnsanoğlu ilk çağlardan günümüze türünün yani varlığının devamı için önce diğer canlılarla, daha sonra ise hem cinsleri ile mücadele etme gereği duymuştur. Bu mücadeleler, insanın tabiat karşısındaki yaşam refleksi olarak nitelendirilebilir. Ancak bazı yazarların “ölüm kalım savaşı” olarak nitelendirdiği bu mücadeleler, asıl manasıyla savaş olgusundan oldukça uzaktır. Zira savaş, “devletler veya devlete benzer bölgeler arasındaki silahlı mücadele” ya da “uluslar veya aynı ülkelerdeki iki teşkilatın (iç savaş) arasında, başka bir yolla elde edemediği şeyi kuvvet zoruyla almak, istediklerini kabul ettirmek ve başkasının isteklerine boyun eğmemek amacıyla girişilen kuvvet denemesi” olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda şiddetin çeşitli tezahürlerinden biri olan savaşı, -diğer şiddet şekilleri gibi- “çok geliştirilmiş bir kültürel karmaşa” olarak değerlendirmek gerekmektedir (Fromm 1993: 195).
Tarih boyunca yaşanan bütün maddi ve manevi gelişmeler, bilimsel ve ahlakî ilerlemeler, insanın yaratılışından itibaren var olan şiddet ve savaş olgularını yok etmeye yetmemiştir. Hatta bu maddi ve manevi gelişmelerin, gerek teknolojik gerekse fikrî bakımdan savaş olgusunu kuvvetlendirerek, yayılma alanını ve yıkım gücünü artırdığını söylemek mümkündür. Nitekim savaşın toplumsal gelişmelere bağlı olarak değiştiğini gösteren birçok araştırma yapılmıştır. Bu araştırmalara göre ilkel toplumların çoğu, günümüzde kullandığımız anlamdaki savaş yeteneğine sahip değildirler. Bu tür toplumlarda her erkek (bazı toplumlarda kadın) olası bir savaşçıdır ve her zaman silahlı bulunur. Ancak bunlar, bağımsız olarak dövüşmeyi yeğleyen birer birey durumundadırlar. Zaman
zaman oluşan gruplaşmalarda bile, taktikler tasarlamak ve ötekilerin bu tasarıları benimsemelerini sağlamak için bir askerî önderin olmadığı görülmektedir. Birtakım kişilere yetenekli ve gözü pek savaşçılar olarak saygı duyulmasına ve bunların öğütlerine değer verilmesine karşın, öteki kişilerin onların peşinden gitmeleri zorunlu değildir. Savaşlarda merkezî örgütlenme ve değişmez şefler görülmemektedir. Bunlar fetih amaçlı ve çok düşman öldürmeyi amaçlayan büyük toplumlar arası savaşlar değildir.
[13]Bu durum göstermektedir ki savaş eğilimi, ilkel toplumlarda ön plana çıkan diğer insan dürtülerinden ve ilk şiddet veya saldırganlık tezahürlerinden farklılık arz etmektedir. Zira savaş, sadece insan dürtülerinin bir sonucu değil, aynı zamanda da uygarlığın ilerlemesinin bir sonucu olarak çıkmaktadır. Bu noktada denilebilir ki, “insanın savaş eğiliminin bir içgüdü olmadığı apaçık ortadadır” ve savaş “grupların ve ekonomik kalkınmanın artmasıyla birlikte gelişmiştir.” (Fromm 1993: 193-195)
Savaş, tarih boyunca birçok filozof, siyasetçi, asker ve bilim adamı tarafından bazen bir bilim, çoğu zaman da bir sanat olarak değerlendirilerek büyük bir titizlikle incelenmiş
[14] ve bu konuda çeşitli görüşler ve eserler ortaya konulmuştur (
Erendil 1998: 7
vd). Ortak yönleri, savaş konusunda toplumlara ve devletlere geleceğe yönelik faydalar sağlamak olan bu eserlerin başında “dünyanın en eski savaş stratejileri kitabı” olarak bilinen ve tanınmış Çin klasiklerinden biri olan Sun
Tzu’nun “Savaş Sanatı” adlı eseridir.
[15] Modern askerî stratejilerin hepsinin temelini oluşturduğu kabul edilen bu eserin, günümüzden 2500 yıl önce, eski Çin’de M.Ö. 5-3. yüzyıllar arasındaki “Savaşan Eyaletler” döneminde (
Chou Hanedanın parçalanma dönemi) yazıldığı bilinmektedir.
Taocu felsefenin hakim olduğu eserde savaş “
devletler için hayatî önemde bir konu, bir ölüm-kalım meselesi, hayata ya da yok oluşa giden yol” olarak değerlendirilmekte ve bu yüzden “onu derinlemesine incelemenin kaçınılmaz olduğu” söylenmektedir (Sun-
Tzu 2001: 43)
. Ancak eserin temel doktrinini, “savaşmadan kazanmak” prensibi teşkil etmektedir (Sun-
Tzu 2001: 49)
. Sun
Tzu’nun birçok dile çevrilen eserindeki savaş teknikleri, halen birçok ülkenin askeri okullarında ders olarak okutulmakta ve esere büyük önem verilmektedir.
[16]Eski Çin’de savaş ve savaş strateji üzerine yazılmış başka eserler de vardır. Bu eserler de
Taoist öğretinin izleri taşımakta ve genel olarak savaşı “ahlak dışı”, “uğursuz” bir olgu olarak değerlendirmektedirler (
ZhugeLiang-
Lium Ji 1997: 12, 15, 86).
[17] Ancak hepsinin birleştiği ortak nokta, savaşın bir ölüm kalım meselesi olması ve savaş meselesine gerekli özenin gösterilmemesinin riskinin büyük olmasıdır. Bir ülkenin ve üzerinde yaşayan insanların yaşamını sürdürmesi
ya da yok olması çoğu zaman askerî harekatlara bağlıdır. Bu nedenle bu konu, olanca dikkatle incelenmelidir.
[18]Eski Yunan’da
Socrates öncesi doğa felsefelerinde savaş, varlığın vazgeçilmez bir unsuru olarak düşünülmekte ve bu yönüyle savaşın olumlu bir içeriğe büründüğü görülmektedir. Bu görüşü savunan
Herakleitos(M.Ö. 540-480) savaşın evrensel döngüyü sağladığı ve dolayısıyla savaş olmadan hiçbir şeyin olmayacağını söylemektedir. Ona göre savaş, “evrene hakim bir güç, yok oluş nedeni ve her şeyin babasıdır.” (
Yustrow 1932: 4.;
Hançerlioğlu 1987: 64).
Voltaire’in “Avrupa’ya savaş sanatını öğretti” dediği
Machiavelli’nin (1469-1527) “Savaş Sanatı” adlı kitabı da savaş konusunda yazılmış temel eserlerden biridir.
[20] Machiavelli bu eserde savaş sanatının bir yöneticinin bilmesi gereken en önemli şeylerin başında geldiğini vurgulamış ve bu nedenle hükümdarların savaş sanatını kendilerine tek çalışma ve meşguliyet haline getirmelerini önermiştir. Ona göre “İdare edenler için tek ‘bilim’ budur. Bu sanat ihmal edildiği için ülkeler kaybedilir, geliştirildiği zaman kazanılır. Savaş, ayakta kalmanın, yönetmenin, otoritenin aracıdır.”
Machiavelli’ye göre bir hükümdar devlet yönetmenin en önemli araçlarından biri olan savaşı kuramsal ve uygulayabilecek şekilde bilmek zorundadır.
[21] Machiavelli’nin politik veya askeri düşüncelerinde, “kötü” varlıklar olarak nitelendirdiği insanların mutluluğu gibi bir düşüncesi yoktur.
[22] Onun bütün amacı, devletin bekası ve mutluluğudur ve insanlar da bunun için vardır. İnsan ise bir doğa gücü, canlı bir enerji kaynağıdır ve tasarlanan devletin kurulmasında bir araçtır (
Gökberk 1994: 190.; Sabine, 1969: 14).
[23] Savaş konusunda önemli fikirler ileri süren bir başka düşünür de
Hegel’dir. Ona göre savaş, toplumun birliğinin, devlet, toplum ahlak ve birey yaşamının gelişmesinin yada yozlaşmanın ortadan kaldırılmasının vasıtasıdır. Diyalektik bir süreç olan tarihin dokusunu dünden bugüne devletler arasında sürüp giden savaş olgusu dokur. “Savaş, gelişmenin devamının aracıdır.” Tarihin diyalektiği savaşı zorunlu kılmaktadır.
[24] Devletler, serbest, özgür ve bağımsız olarak varolmak için, gerekli ise savaşı bir araç ve bir şeref olarak kabul ederler.
Hegel’e göre savaş olmaksızın bütün ve birliğin anlamı yok olup gider ve insan yaşamı da ruhsuz bir doğa olarak kalır. Bu görüşünü şu sözleriyle ifade eder. “Yalnızlıkta, işsizlikte, kendi köşesine çekilip soyutlanmada özel-tikel sistemleri köklenmeye ve katılaşmaya bırakmamak için, yani bütünün parçalanmasına, çözülüp çökmesine ve ruhun uçup gitmesine izin vermemek için, hükümet zaman
zaman savaş aracılığıyla onları, kendi özel-iç yaşamında ve benliğinde sarsmalıdır.” (
Kojeve 2001)
Marks ve Engels gibi yazarlar da savaşın devrimci bir işleve sahip olduğunu iddia ederek savaşı, toplumsal hareketin donmuş ve ölmüş siyasal biçimlerini alt etmekte ve parçalamakta kullanılan bir araç olarak nitelemişlerdir. Bu yazarlar ayrıca savaşı iktisadî gelişmenin hızlandırıcısı olarak da görmektedirler (Engels 1996: 169-184; Marx-Engels, 1998)
Savaş kuramını gerçek anlamda sistematikleştiren,
Napoleon savaşlarına katılmış deneyimli bir subay olan Prusyalı Carl
Von Clausewitz’dir.
Clausewitz, emeklilik yıllarında kaleme aldığı “Savaş Üstüne” adlı eserinde, geçmiş tecrübeler ile çağdaş yorumu bir araya getirerek savaşın tanımını, teorisini, ne olduğu veya olmadığını o döneme kadar yapılmış en doyurucu izahlarla açıklamayı başarmıştır (
Clausewitz 1975). Kitabın şöhretini artıran diğer bir husus ise, yazılışından sonra gelişen olayların
Clausewitz’in anlattıklarını doğrulaması olmuştur. Bu durum onu, savaş hakkında yazılmış en ünlü eser haline getirmiştir.
[25]Clausewitz’e göre savaş, “çok daha büyük çapta olmak üzere, düellodan başka bir şey değildir. Bir savaşı oluşturan sayısız kişisel düelloları tek bir kavram içinde toplamak istersek, iki güreşçiyi düşünmemiz uygun olur. Her biri, fizikî gücü sayesinde, diğerini iradesine boyun eğdirmeye çalışır; en yakın amacı hasmını alt etmek, yıkmak, böylece tüm direnişini yok etmektir.” (Clausewitz 1975: 43-44) Yine ona göre, “şiddet, şiddeti göğüslemek için, bilim ve sanatların buluşları ile silahlanır. Gerçi kaydedilmeye değmez bazı ufak tefek sınırlamaları devletler hukuku yasaları adı altında kabul eder ama, bunlar uygulamada savaşın gücünü zayıflatmaz. Şiddet, yani fizikî kuvvet, (Devlet ve Kanun kavramlarının dışında manevi kuvvet diye bir şey yoktur) böylece savaşın aracı olmaktadır; amacı ise düşmana irademizi zorla kabul ettirmektir. Bu amacı tam bir güven içinde geçekleştirebilmek için, düşmanı silahtan arındırmak gerekir ve işte bu silahsızlandırma, tanımlama gereği, savaş operasyonlarının gerçek anlamda ilk amacıdır. Bu amaç, son amacın yerini almakta, onu bir bakıma, savaşın kendisine ait bir şey değilmişçesine, bir kenara itmektedir.” (Clausewitz 1975: 44)
Clausewitz’in savaş kuramı konusunda ortaya attığı en önemli görüş ise, savaş ile politika arasındaki bağdır. Ona göre, “Bir toplum (bütün milletler ve özellikle uygar milletler) için savaş, mutlaka politik bir durumdan doğar ve politik bir etkenden çıkar. İşte bunun içindir ki savaş, politik bir eylemdir. Ancak eğer savaş hiçbir engel tanımayan tamamen başına buyruk bir eylem olsaydı, mutlak kavramından çıkarabileceğimiz gibi mutlak bir şiddet gösterisinden ibaret bulunsaydı, o zaman savaş politikanın yardımına çağrılır çağrılmaz onun yerini alır ve tıpkı bir kere atıldı mı artık önceden ayarlandığı yoldan başka bir yol izlemesine imkan bulunmayan bir torpil gibi kendi yasalarına uyardı. Nitekim, politika ile savaş yönetimi arasındaki ahenksizlik bu tür teorik ayırımlara yol açmaya görsün, mesele hep bu biçimde ele alınmıştır. Oysa, hiç de öyle değildir ve bu tamamen yanlış bir düşüncedir. Yukarda gördüğümüz gibi, gerçek alemde savaş böyle bir defada gerilimi boşalan aşırı bir şey değildir; hep aynı biçimde ve aynı ölçüde gelişen güçlerin değil, kah atalet ve sürtünmenin karşısına çıkardığı direnmeyi yenecek dereceye çıkan, kah hiç bir etkisi olmayan güçlerin eseridir. Savaş bir bakıma şiddetin düzenli kalp atışlarına benzer, kısa veya uzun bir süre içinde gevşeyip gücünü yitirir. Diğer bir deyişle, amacına erken veya geç ulaşır; fakat kat ettiği yol boyunca bu amacı şu veya bu yönde etkileyecek ve yol gösterici bir zekanın iradesine bağlı kalacak kadar sürer. Bu itibarla, savaşın politik bir amaçtan doğduğunu düşünecek olursak, bu amacın sonuna kadar ona yön vermesini doğal karşılamak gerekir. Bununla birlikte, politik amaç zorba bir kanun koyucu değildir; elindeki araçların niteliğine uymak zorundadır ve bunun için de zaman zaman değişikliklere uğrar, fakat yine de ön plandaki yerini muhafaza eder. Böylece politika savaş eylemi ile iç içedir ve onun üzerinde savaşın patlayıcı güçlerinin elverdiği ölçüde sürekli bir etki icra etmekten geri kalmaz… Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir… Şu halde savaş sadece politik bir eylem olmakla kalmayıp gerçek bir politik araç, politik ilişkilerin bir devamı ve bunların başka araçlarla gerçekleştirilmesidir.” (Clausewitz 1975: 62-63)
Clausewitz’in bu görüşü, savaşın ne olduğu konusunda ilk akla gelen tanım olmakla beraber, zaman zaman eleştirilere de uğramıştır. Bazı yazarlar bu tanımının “sadece politika ile sınırlı bırakılmamasını doğru bulmayarak, savaş kuramında en az politika kadar ekonominin de etkili olduğu” gerçeğini dile getirmişlerdir. Bazı yazarlar ise “aslında savaş, politikanın devamını sağlayan bir araç değildir.” diyerek Clausewitz’in görüşünü tümden reddetmişlerdir. Ancak savaşın politikaya hizmet edip etmediği bir yana, politika ile savaşın bir çeşit fonksiyonel birlik oluşturduğu fikrine hemen hemen herkes katılmaktadır (Maciavelli 1999: 23).
Clausewitz’in görüşünü tümden reddeden yazarların başında İngiltere’nin önde gelen askeri tarihçilerinden olan John
Keegan gelmektedir.
Keegan, otuz yıllık okuma, araştırma, öğrenme ve yorumlama süresi içinde hazırlamış olduğu “Savaş Sanatı Tarihi” adlı çalışmasının
[26] hemen başında
Clausewitz ve eseri hakkın şu yorumu yapmaktadır: “
Clausewitz ‘Politikanın uzantısı olarak savaş’ tanımını yaparak, düşünmesini bilen subaylara, mesleklerinin eski, karanlık ve temel niteliklerinden düşünsel düzeyde kaçış noktası oluşturmuştu. Ne var ki
Clausewitz, savaşın kendi tanımından farklı olduğunun da farkındaydı. En tanınmış yazılarından birine, ‘Eğer uygar insanların savaşları, o vahşilerinkinden daha az zalimce ve daha zarar verici olsaydı’ diye başlamıştı. Bu düşünceye uzun süre bağlı kaldığı söylenemez. Çünkü, gerçekte savaşın ne olduğu değil ne olması gerektiği konusunda geniş kapsamlı bir kuram geliştirmeye çalışıyordu ve belli bir noktaya kadar başarılı oldu. Kültür açısından bakıldığı zaman
Clausewitz’in ‘Savaş nedir?’ sorusuna verdiği yanıt hatalıdır. Ama şaşırtıcı değildir. Hepimiz kendi kültürümüze yeterince uzaktan bakıp, kişi olarak bizi nasıl şekillendirdiğini algılamayı çok zor buluruz. Modern Batılılar, bireysellik inancına tutkularından dolayı, bu algılamayı diğer insanlar kadar zor kabul ederler.”
Görüldüğü gibi bazı yazarlar savaşı devletin varlığı, toplumun sağlığı ve ahlakî gelişmenin şartı olarak görmekte ve insanı araç olarak değerlendirmektedirler. Bazıları ise insanı ve toplumu en önemli varlık olarak görerek savaşı sadece bir araç olarak ele almaktadırlar. Bu görüşlerin hepsinin ortaya koyduğu en önemli gerçek, savaş olgusunun inkar edilemeyeceği olduğu kadar, kaçınılmaz bir realite oluşudur (
Yustrow 1932: 4
vd). İnsanlar ve devletler, tarihin her döneminde haklı veya haksız sebeplerle savaş olgusuyla karşı karşıya kalmışlar, hatta çoğu zaman barışı sağlamanın yolunu bile savaşta bulmuşlardır.
[27] Bu durum, fert veya toplumların hayatlarını devam ettirebilmeleri ve barış içinde yaşaya bilmeleri için muhtemel savaşlara hazırlıklı olmalarını gerekli kılmaktadır.
[28] Nitekim gittikçe artan bir şiddetle insanlığa yönelen savaş tehlikesi, zaman
zaman kendi topraklarında huzur içinde yaşamak isteyen, başka toplumların hayat hakkına ve bağımsızlığına karşı hiçbir olumsuz harekette bulunmayan topluluklara, milletlere ve devletlere de yönelmiştir. Bu konuda Atatürk’ün şu sözleri oldukça önemli mesajlar içermektedir: “…Harp zarurî ve hayatî olmalı… ‘öldüreceğiz’ diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye harbe girebiliriz. Lakin, millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, 1959: 124.)
3- Savaşsız Bir Toplum Özlemi ya da Altınçağ Kuramı
Savaşın tarih boyunca insanlığın gündeminden hiç eksik olmadığı gerçeği her bakımdan rahatsız edici olmakla beraber, bu durum genel olarak kabullenilmiş gibi görünmektedir. Ancak insanlığı savaş ve onun her türlü yıkımından kurtarma gayreti içinde olanlar da yok değildir. Bu gayretin düşünce dünyasındaki tezahürü, birçok düşünür tarafından insanlığı her türlü olumsuzluktan ve tabiî ki savaştan arındırmak amacına yönelik teorilerin ortaya atılması olmuştur. İnsanlar tarihin her döneminde mutlu yaşayacakları ve bu mutluluğu bozacak hiçbir şeyin olmayacağı bir toplum modelini arzulamışlardır. Bu “mutlu toplum” tasavvurunun zamandan zamana değişmeyen adı; “Altın çağ” veya “doğa hali” (tabiî yaşama hali)dir.
Çok eski geçmişe ait bir efsane olan “Altın Çağ”, ilk defa Antikçağ Yunan düşünürü
Hesirodos tarafından kullanılmıştır.
[29] Ancak tarih boyunca birçok düşünür tarafından da çeşitli şekillerde ifade edilmiştir.
[30]İnsanı, yalnızca kendi içgüdüsel kaynaklarını kullanarak kazandığı bir dünyada, özerk bir iradî varlık olarak tasavvur eden düşünürler, “tabiî yaşama hali”ndeki “doğa insanı”nı tanımlamaya çalışmışlardır (
Heller-
Feher 1993: 79.;
Mjuyev 1987: 31). Buna göre, Altın Çağ’da “doğal yaşam” süren insan, her türlü toplumsal öğe ve bağdan uzak, yalnızca doğasına uyan davranışlarda bulunmuştur (
Althusser 1987: 13.;
Mjuyev 1987: 31). Dolayısıyla bu çağda insanlar, ne toplumsal düzen ne de bu düzen için gereken normlara ihtiyaç duymadan her türlü kötülükten uzak, rahat ve huzur içinde yaşamışlardır.
“Altın çağ” efsanesi veya “doğal yaşama hali” kuramı, tarih boyunca birçok felsefî düşünceye, toplumsal ve ideolojik teoriye temel teşkil etmekle beraber, en önemli etkisini devlet ve hukuk teorilerinde göstermiştir. Burada da “doğal insan” kavramının, siyasî otoritenin yozlaşmış emredici karakterini eleştirmek ve temeli insan ve toplumun özünde yatan alternatif bir devlet kuramı oluşturmak amacını taşıdığını söylemek mümkündür. Düşünürler doğal yaşama halinden bahsederken doğal yasalara atıflarda bulunmuşlar ve dolayısıyla insanın, olması gereken bu düzeni yakalama zorunluluğunu ileri sürmüşlerdir (Kılıçbay 1992: 116.; Heller-Feher, 1993: 79).
Devleti, akıl ve irade ürünü olarak gören doktrinlerin ortak sistematiğini teşkil eden “toplumsal sözleşme” teorisi, ilhamını bu kuramdan almıştır (Kubalı 1950: 130). “Toplumsal sözleşme” teorisine göre, “toplum hayatı, insanlar için doğal bir hal değildir. İnsanlar, “tabiî yaşama hali” denilen dönemde, tam bir inziva ve mutlak bir özgürlük içinde yaşamışlardır. Toplum bilincinden de yoksun olan bu insanlar, sonraları çeşitli sebeplerle bir araya gelmek ihtiyacı hissetmişler ve aralarında bir anlaşma yaparak toplumu ve toplum hayatının gerektirdiği hukukî düzenlemeleri yapmışlardır.” (Kubalı 1950: 131.; Arsal 1937 : 1064.)
Oldukça eski bir fikir olan “toplumsal sözleşme” teorisinin izlerine bazı Eski Yunan filozoflarında (Epikür, Platon gibi) ve Ortaçağ düşünürlerinde (Saint
Agustin, Saint Thomas,
Marcile de
Padoue) rastlanmakla beraber, bu teori kesin şeklini Yeniçağda almıştır. Bu dönemde Thomas
Hobbes (1588-1679)
[31] ve John Locke (1632-1704)
[32] gibi düşünürler tarafından bazı farklılıklarla savunulan bu teori, en kapsamlı ve ses getirici haline ise Jean
Jacques Rousseau ile ulaşmıştır.
[33] “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temeli Hakkında” isimli eserinde Rousseau
[34], özel mülkiyet hakkını insanlık için temel yıkım sebebi olarak görmüş ve “Altın çağ” olarak vasıflandırdığı “doğa durumu”ndan medenî topluma
geçişi, özel mülkiyetin ortaya çıkışına bağlamıştır.
[35]Rousseau’ya göre de, insanların bir düzene bağlı olarak toplu yaşamaları, yani toplum hayatı, insan tabiatına aykırıdır. İnsan tabiatına uygun olan, bireyin toplum hayatına girmeden evvel bulundukları mutlak inziva ve özgürlük hali, diğer bir tabirle tabiî yaşama halidir. Tabiî yaşama halinde açlığını gidermekten ve dinlenmekten başka bir mutluluk tanımayan, açlıktan ve fiziksel sıkıntılardan başka bir acı bilmeyen, başkalarına muhtaç olmayan ve belki de kendisinden başka kimseyi tanımayan insan, sonsuz bir mutluluk içindedir.
[36]Doğal yaşama halinde basit ve önemsiz olan ihtiyaçlarla, onların karşılanması arasında tam bir ölçülülük vardır. Rousseau’ya göre Hobbes’un bu hali “hırs ve gurur devri” olarak göstermesi yanlıştır. Bilakis, ilkel çağlarda ormanlarında tek başına hayat süren, gürbüz ve sağlıklı olan, hayvanları taklit ederek yaşayan insan, saldırı ve savunma için lüzumlu kuvvete ve çevikliğe sahip, değişmez tabiat karşısında ilgisiz, yarını düşünmekten uzak, aynı zamanda nefis sevgisi ve merhamet hislerine sahip bir varlıktı.
Ancak bu “doğal yaşama hali” bir takım iç ve dış sebeplerle devam edememiştir. İnsanda varolan zeka ve dil kabiliyetlerinin gelişmesi, fertleri birbirleriyle münasebette bulunmağa sevk etmiştir. Diğer taraftan, bir takım dış sebepler de insanın doğal yaşama halinden uzaklaşmasına yardım etmiştir. Kurak yıllar, uzun, dondurucu kış ve yakıcı yaz mevsimleri ve daha birçok etken onu, yaşayabilmek için başkalarıyla önce geçici topluluklar halinde, daha sonraları da devamlı topluluklar halinde birleşmeğe mecbur etmiştir. Böylece, tabiî yaşama halinden çok farklı olan “vahşet hali” başlamış ve bu hal ile, henüz hiç bir kanuna bağlı olmayan, yalnız intikam korkusunun frenlediği insanlar ilk kıskançlık, kavga ve ihtiras devrine girmişlerdir. Bu devirde kurulmaya başlayan aile müessesesi, ihtiyaçların daha kolay giderilmesi ve ahlakî hislerin meydana gelmesini temine yaramakta ve insanlık için daha mutlu bir devrin başlamasını hazırlamakta iken uğursuz bir tesadüf cemiyet halinde yaşamanın bütün fenalıklarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu uğursuz tesadüf, madenlerin ve ziraatın keşfidir. Madenleri işlemek ve çiftçilik insanlar arasında eşitsizliği, ferdi mülkiyeti, serveti ve sefaleti doğurmuş, kıskançlıkları, ihtirasları, kavgaları arttırmıştır. Zenginlerin gaspları, fakirlerin haydutlukları, herkesin ölçüsüz ihtirası, insanlardaki tabiî merhamet ve şefkat duygularını ve adaletin henüz zayıf olan sesini boğarak insanları kindar, hırslı ve kötü yapmıştır. Bayağılaşmış, acı çeken insanlık, ne geriye dönebilmiş ne de uğursuz kazançlarından vazgeçebilmiştir. Kendisine şeref veren yeteneklerini kötüye kullanmak yüzünden, kendi kötülüğüne çalışmaktan başka bir şey yapmayan insanlık, çöküşünü ve felaketini hazırlamıştır. İnsanlık kendisini bekleyen bu çöküş ve felakete düşmemek için, tam eşitlik, özgürlük ve mutluluk içinde devam etmekte iken, bozulan doğal yaşama haline veda etmek zorunda kalmıştır. Bozulan doğal yaşama halinin insanlığı felakete sürüklemesine engel olmak için birbirleriyle çarpışan kuvvetleri ve çıkarları bir araya toplamak, bir toplum halinde birleştirmek gerekmiştir ki, bu gayeyi gerçekleştirecek olan da ancak bir toplumsal sözleşmedir (Kubalı1950: 135-138).
Rousseau, insanlar arasında “toplumsal sözleşme”nin gerekli olduğunu izah amacıyla “doğal yaşama hali”ni bir hipotez olarak kabul etmiş ve zamanındaki insanlar ve müesseseler hakkındaki kötümser düşüncelerinin etkisiyle, ideal bir toplumun ahlaki temellerini kurmak ve göstermek gayretiyle doğal yaşama halini tasavvur etmiştir. Yani gerek Rousseau gerekse diğer düşünürlerin insanların mutlak bir rahatlık, özgürlük ve mutluluk içinde yaşadıklarını iddia ettikleri “Altın çağ” veya “doğal yaşama hali” betimlemesi, yeni bir toplum modelinin ilkelerini yaratmak amacına yönelik sosyo-politik ve ideolojik bir amaca hizmet etmektedir. Yaşadığı çağın her türlü karmaşa ve insanî yozlaşmasına şahit olan düşünürler, “doğal yaşama hali” veya “Altın çağ” tasavvurunda, oluşturulmasını istedikleri toplumsal düzenin temelini teşkil edecek bir modelini yaratmaya çalışmışlardır. Nitekim “doğal yaşama hali” kuramında insan, bir zamanlar yaşamış olması gereken ideal bir varlık olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu durum, tarihî bir gerçek olarak görülmemekte, bugüne ve geleceğe yönelik tasarlanan bir toplumsal hayat modeli için hareket noktası teşkil etmektedir (Althusser 1987: 12-13). Dolayısıyla “doğal yaşama hali” veya “altın çağ” kuramının, hem tarihî, hem de “ideolojik bir efsane” olduğu rahatlıkla söylenebilir (Popper 1989: 89).
Sonuç
İnsanlık tarihinin değişmez fenomenleri; “şiddet ve savaş hakkında söylenecek hiçbir söz, ne yeryüzündeki şiddet ve savaşı ne de bu konudaki tartışmayı bitiremez.” Ancak şu gerçekleri gözardı etmemek yerinde olacaktır:
“İnsanlık tarihindeki büyük düşünürlerin pek çoğu; insanlar uygarlaştıkça, teknoloji ilerledikçe şiddetin azalacağını, bunun yerine diyalog ve barış dolu bir dünyanın kurulacağını öngörürler hep. Ama gelişmelerin adeta günlük gerçekleştiği 21. yüzyılı yaşadığımız şu zaman diliminde bile bu kehanetin tutmadığını görüyoruz.
Hayatımızın her alanını kapsayan teknoloji ürünleri şiddet içeren unsurlarla dolu. Haber saatleri ve gazeteler dünyanın dört bir tarafından derledikleri şiddet haberlerini evlerimize taşımakta. Son zamanlarda yaygınlaşan bilgisayar oyunları ise, oyun olmanın ötesinde kişilerin sanal dünyada kurdukları bir savaş ve cinayet ortamından farksız bir halde.
Tüm bu olumsuz ortamda kişiler, şiddete yol açan unsurları iyi analiz etmeli ve bu ortamda ruh sağlıklarını korumalıdırlar. Şiddet sadece bir otorite sorunu olmaktan öte, kişilerin sorunudur. Analizi yapılan bu şiddet öğelerine karşı alınacak tedbirlerin bir an önce hayata geçirilmesi, hem ruhsal hem de toplumsal sağlık açısından bir gerekliliktir.” (Balcıoğlu 2001).
KAYNAKÇA
Ağaoğulları, Mehmet Ali-Levent Köker, Tanrı Devletinden Kral Devlete, Ankara, 1991.
Akın, İlhan, Kamu Hukuku, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1980
Althusser, Louis, Politika ve Tarih, Çev. A. Enel-Ö. Sezgu, Varlık Yay., Ankara, 1987.
Arendt, Hannah, “Şiddet Üzerine”, Cogito (Şiddet), Sayı.5-6, Kış-Bahar, İstanbul 1996.
Arsal, Sadrî Maksudî, “Beşeriyet Tarihinde Devlet ve Hukuk Mefhumu ve Müesseselerinin İnkişafında Türk Irkının Rolü” , II. Türk Tarih Kongresi Zabıtları, Ankara 1937.
Arsebük, Güven, “İnsan, Evrim, Alet”, Bilim ve Teknik Dergisi, TÜBİTAK Yay. Sayı. 332., Ankara (Temmuz) 1995
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Derleyen: Nimet Unan, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay., Ankara, 1959.
Ay, Eyyüp, “Din ve Şiddetin Anlak Karelerinden Kesitler”, İslamiyat, V/1, 2002
Balcıoğlu, İbrahim, Şiddet ve Toplum, Bilge Yayıncılık, İstanbul 2001.
Berktay, Halil-Zafer Toprak, “Tarihçi Gözüyle ‘Şiddetin Tarihi’ Üzerine Bir Söyleşi”, Yöneten: Ahmet Kuyaş, Cogito (Şiddet), Sayı.5-6, Kış-Bahar, İstanbul 1996.
Büyükanıt, Yaşar (Kur. Yz.) (Çev.), “Clausexitz’in 1970’lerde Uygulanması”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Yıl.94, Sayı:253, Mart 1975.
Carrel, Alexis, Bilimeyen İnsan, Çev. Nasuhi Baydar, İstanbul, 1940
Cassirer, Ernest, İnsan Üstüne Bir Deneme, Çev., Nacla Arat, YKY., İstanbul 1997.
Clausewitz, Carl Von, Savaş Üzerine, Çev: Şiar Yalçın, İstanbul, 1975.
Çotuksöken,Betül, “Ernest Cassirer’de İnsan Felsefesi”, Yüzyılımızda İnsan Felsefesi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1997.
Darwin, Charles, İnsanın Türeyişi, Sevim Belli, Onur Yay., Ankara 2002.
Darwin, Charles, Türlerin Kökeni, Çev. Öner Ünalan, Onur Yay., Ankara 1996.
Demirsoy, Ali, Kalıtım ve Evrim, Ankara 1984.
Demirsoy, Ali, Yaşamın Temel Kuralları: Genel Biyoloji, Genel Zooloji, C:I-II, Ankara 1998.
Dent, N.J.H., Rousseau Sözlüğü, Çev: B. Gözkan-N. Ilgıcıoğlu-A. Çitil-A. Kavanlıkaya, İstanbul 2002.
Diamond, Jared, Tüfek Mikrop ve Çelik, TÜBİTAK Yay. Ankara 2002.
Engels, Friedrich, “Tarihte Şiddetin Rolü”, Cogito (Şiddet), Sayı.5-6, Kış-Bahar, İstanbul 1996.
Erendil, Muzaffer, Tarihte Strateji, Gen. Kur. Baş. Yay., Ankara 1998.
Freund, Julien, Beşeri Bilim Teorileri, Çev: Bahaeddin Yediyıldız, Ankara, 1991.
Fromm, Erich, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Birinci Kitap, Çev. Şükrü Alpagut, Payel Yay., İstanbul 1993
Fromm, Erich, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, İkinci Kitap, Çev. Şükrü Alpagut, Payel Yay., İstanbul 1995
Fromm, Erich, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, Çev. Yurdanur Salman-Nalan İçten, Payel Yay., İstanbul 1994
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul 1994.
Güvenç, Bozkurt, Kültür ve Eğitim, Ankara 1995
Hançerlioğlu, Orhan, Düşünce Tarihi, Remzi Yay., İstanbul 1987.
Heller, A.-F. Feher, Postmodern Politik Durum, Çev. Şükrü Argun-Osman Akınhay, Öteki Yayınevi, Ankara, 1993.
Hesiodes, İşler ve Günler, Çev. Sabahattin Eyüboğlu- Azra Erhat, T.T.K. Yay., Ankara 1977.
Hobbes, Thomas, Leviathan, Çev. Semih Lim, İstanbul, 1993
İnan, Afet, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, T.T.K. Yay., Ankara, 1969.
Jomini, Antoine Henri, Savaş Sanatının Ana Hatları, İstanbul 2002.
Keegan, John, Savaş Sanatı Tarihi, Çev: Füsun Doruker, İstanbul, 1995.
Kılıçbay, Mehmet Ali, Doğunun Devleti Batının Cumhuriyeti, Gece Yay., Ankara, 1992.
Kojeve, Aleksandre, Hegel Felsefesine Giriş, Çev. Selahattin Hilav, YKY (Cogito Dizisi) İstanbul 2001
Kranz, Walther, Antik Felsefe, Çev. Suad Y. Baydur, E. F. Yay. İstanbul 1978.
Kubalı, Hüseyin Nail, Devlet Ana Hukuku, İ.Ü.H.F. Yay., İstanbul, 1950
Lorenz, Konrad, “Ecco Homo (İşte İnsan)”, Cogito (Şiddet), Sayı.5-6, Kış-Bahar, İstanbul 1996.
Lorenz, Konrad, “Saldırganlığın Spontanlığı”, Cogito (Şiddet), Sayı.5-6, Kış-Bahar, İstanbul 1996.
Machiavelli, Nicolo, Savaş Sanatı, Çev. Berna Hasan, İstanbul 1999.
Marx, Karl-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Evrensel Basım Yayın, Çev. Yılmaz Onay, İstanbul 1998
Meriç, Cemil, Saint Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, İletişim Yay., İstanbul, 1995.
Metin, Sedat, “İran-Irak Harbi ve Clausewitz”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Yıl.106, Sayı. 307, Ocak 1987.
Moses, Rafael, “Şiddet Nerede Başlıyor?”, Cogito (Şiddet), Sayı.5-6, Kış-Bahar, İstanbul 1996.
Mjuyev, Vadim, Kültür ve Tarih, Çev. Suat H. Yokova, Başak Yay., Ankara 1987.
Oskay, Ünsal, “Efendi/Köle İlişkisi Açısından Şiddet ve Görünümleri”, Cogito (Şiddet), Sayı.5-6, Kış-Bahar, İstanbul 1996.
Özlem, Doğan, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986.
Popper, Karl, Açık Toplum ve Düşmanları, Çev. Mete Tunçay, Cilt I, Remzi Kitabevi, İstanbul 1989.
Riches, David, (der.), Antropolojik Açıdan Şiddet, Çev. Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., İstanbul 1989.
Rüstov, Alexander, “Harbin Sosyolojik Mahiyeti”, Cemil Birsel’e Armağan, İstanbul 1939.
Sabine, George, Siyasal Düşünceler Tarihi II, Çev: A. Öktem, Ankara 1969.
Sabit (Mirliva) (Çev.), “Clausewitz, Ölümünün Yüzüncü Yıldönümünde”, Askeri Mecmua, Yıl.50, Sayı.85, Haziran 1932.
Saran, Nephan, Antropoloji, İstanbul 1993.
Sedef, Şükrü, “Von Clausewitz’den Seçmeler”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Yıl.105, Sayı.306, Kasım 1986.
Smith, James B., “Clauwitz ve Uçaklar üzerine Bazı Düşünceler”, Çev: Hv. K.K.lığı Tet. Krl. Baş.lığı, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Yıl.106, Sayı. 307, Ocak 1987.
Sun-Tzu, Savaş Sanatı, Çev: Adil Demir, İstanbul 2001.
Tahsin, Hasan, Fenn-i Esliha, Mekteb-i Fünun-ı Harbiyye-i Şahane Matbaası, İstanbul, 1313 (1897).
Tezcan, Mahmut, Kültürel Antropoloji, A.Ü.D.T.C.F. Yay., Ankara 1996
Thomson, David, “Rousseau ve Genel İrade”, Siyasi Düşünce Tarihi, Derleyen. David Thomson, Şule Yay., İstanbul, 1997.
Thomson, David, Tarihin Amacı, Çev. Salih Özbaran, Izmir 1983.
Ünsal, Artun, “Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi”, Cogito (Şiddet), Sayı.5-6, Kış-Bahar, İstanbul 1996
Wells, Calvin, Sosyal Antropoloji Açısından İnsan ve Dünyası, Çev. Bozkurt Güvenç, İstanbul 1994.
Yustrow, Başkumandan ve Harb Fenni, Çev. N.Bürian, Gnkur. X. Şube, Askerî Matbaa, İstanbul 1932
Zhuge Liang-Lium Ji, Savaş Sanatında Ustalaşmak, Çev. Sibel Özbudun, İstanbul 1997.