Roma Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Roma Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2019 Çarşamba

"Rubicon'u Geçmek" Deyiminin Tarihsel Kökeni

"Rubicon'u Geçmek" Deyiminin Tarihsel Kökeni

Dilara Kahyaoğlu


Rubicon, Roma Cumhuriyeti döneminde İtalyan Galya'sını,  esas İtalya'dan (merkez) ayıran küçük bir nehirdir. İki eyalet arasında sınır olarak kabul ediliyordu.

Galya eyaletinin yöneticisi olan Julius Caesar, MÖ 49 yılında ordularıyla birlikte Rubicon nehrini geçerek esas İtalya bölgesine yani başka bir eyalete (merkez) girdi. Bunu yapmakla bir komutanın ordusunu,  görevli olduğu eyaletten dışarı çıkarmasını yasaklayan yasayı çiğnemiş oldu. Bu hareketi savaş ilanı olarak kabul eden senatoyla arasında çıkan savaş üç yıl sürdü. Bu savaşın sonunda Sezar Roma'ya hakim oldu ve kendi egemenliğini kurdu. Bu hareketi hiç bir zaman unutulmadı çok sayıda başarısına rağmen onu diktatör olarak görenler tarafından senatoda suikasta uğradı ve öldürüldü.


Sezar bunu neden yapmıştı? Bu da başka bir hikayenin konusu..

"Rubicon'u Geçmek" deyimi,  bu olaydan sonra; geri dönüşü olmayan noktaya gelmek, sınırı geçmek, geri dönüşü olmayan bir adım atmak (köprüleri atmak, gemileri yakmak gibi) anlamında günümüze kadar kullanılageldi halen de kullanılmaktadır.

Bugünkü Rubicone nehrinin Sezar'ın geçtiği ırmakla aynı ırmak olduğu genel olarak kabul edilmekle birlikte farklı düşünenler de vardır. Bir kısım araştırmacı kuzeydeki Pisciatello ırmağının veya güneydeki Uso ırmağının asıl Rubicon olduğunu ileri sürmektedir.
Eski bir fotoğrafta Rubicone köprüsü 

AnaBritannica, 18. cilt, s. 572

6 Aralık 2018 Perşembe

İskenderiye Kütüphanesini Kim Yaktı?

İskenderiye Kütüphanesini Kim Yaktı?

Dilara Kahyaoğlu
2014
Canlandırma resimde İskenderiye Kütüphanesi… 19. yy,  O. Von Corven
Antik yazarlar, dünyanın ilk büyük kütüphanesinin İskenderiye Kütüphanesi olduğunu yazarlar. Bugün bu kütüphane yoktur ve nasıl yok olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte; kütüphaneyi yok eden devlet ve kişi adlarının yer aldığı bir şüpheliler listesi vardır. Bu efsanevi kütüphanenin yok olmuş olması; özellikle ilk çağ ile ilgili araştırma yapan kimseleri derinden etkileyen bir konudur çünkü eskiçağa ait birçok yazma eser yok olup gitmiştir. Eğer onlar elimizde olsaydı ilkçağ tarihi ile ilgili çok daha fazla şeyler bileceğimiz kesindir. Bugün elimizde o çağlardan kalma çok az eser vardır çoğu da orijinal kaynaktan yapılan özetler veya göndermelerdir. Tarih disiplini, yazılı kaynakların incelenmesi ile başlamıştır (“tarih yazıyla başlar”). Bu tür belgelerin eksikliği veya yokluğu ilkçağ tarihini inceleyenleri zorlayan koşullar yaratır.

Belge fetişizmi “modern tarihçilik” açısından doğru bir yaklaşım olmasa da, [1] tarih yapmak için elbette belge şarttır. Hiçbir belgenin olmadığı tarihsel dönemler için başvurulacak ana kaynak arkeolojik bulgular olmakta; onlar da olayların/olguların; tarihlerini, yerlerini, kişi isimlerini, nedenlerini ve sonuçlarını bildirme konusunda yetersiz kalmaktadır. Kısacası İskenderiye kütüphanesindeki eserlerin yok olmuş olması; araştırmacılar için paha biçilemeyecek değerde bir hazinenin kaybı anlamına gelir.

Peki, gerçekte böyle bir kütüphane var olmuş mudur? Bazı antikçağ yazarlarına bakarsak evet… Ama bugüne kadar kütüphanenin bir zamanlar var olduğunu gösteren arkeolojik kalıntılar henüz bulunamamıştır.


Antik Çağ’da Dünyanın 7 Harika’sından biri olarak kabul edilen İskenderiye Fenerinin de bulunduğu İskenderiye şehri, adından anlaşılacağı gibi Büyük İskender tarafından kurulmuştu. İskender’in ölümünden sonra generallerinden Ptolemy, Mısır’ı egemenlik alanı içine alarak İskenderiye’yi  kendisine merkez yapmış, Mısır yıkılana kadar da buraları bu aileden gelen hükümdarlar yönetmişti (Ptolemy Hanedanlığı). 

Kütüphanenin, ilk Ptolemy (I.SOTER) tarafından kurulduğu kabul edilir. Kaynaklara göre, Atinalı bilgin, hatip Demetrius, sürgüne gittiği İskenderiye’de I. Soter’i bir kütüphane kurması konusunda ikna eder (y. MÖ 295). İşi üzerine alan Demetrius, dünyadaki her kitabın birer kopyasının bulunduğu evrensel bir kütüphane tasarlar ve Muses / Musaeaum Tapınağı (müze sözcüğünün kökeni) denilen binanın yapımına başlar (Muses: İlham perileri). Burası kraliyet sarayının bir bölümünde inşa edilir. Daha sonra iktidara gelen II. Ptolemy ise, yapıyı genişletir ve babasının yapısının yanına Kraliyet Kütüphanesi’ni inşa ettirir. Kütüphane zaman içinde çoğu Yunanca olan el yazmaları ile dolar taşar ve Serapis Tapınağı’nda yeni bir bölüm açılır.

III. Ptolemy’nin, kütüphanedeki eserleri çoğaltmak için; limana gelen gemidekilerin, yanlarındaki bütün el yazmalarını, yetkililere teslim etmelerini emrettiği de söylenenler arasındadır. Böylece gelen ele geçen yazma eserler; kâtipler tarafından kopyalanıyor, kopyaları sahiplerine verildikten sonra orijinalleri kütüphaneye yerleştiriliyormuş. Çevirmek, çoğaltmak, saklamak, kataloglamak, araştırma yapmak ve ders vermekle görevli bilginlerin/çalışanların sayısının II.Ptolemy zamanında 100 kişi olduğu da iddia ediliyor. Çalışanların maaşları hükümdar tarafından ödeniyordu.
Sezar'ın Ölümü
Jean-Leon Gerome (1824-1904)
Walters Sanat Galerisi, Baltimore
İskenderiye Kütüphanesi’nin ve içindeki paha biçilmez bütün eserlerin bir yangında tamamen yanıp yok olduğu yüzlerce yıldır aktarılan bir hikâyedir.[2] Birinci şüpheli Julius Sezar’dır. Sezar, iç savaştaki rakibi General Pompeius’u (Büyük Pompey) Mısır’a kadar takip eder, İskenderiye’yi işgal eder ama donanmasını Mısır filosu tarafından sarılmış halde bulunca güvenliği için Mısır gemilerinin ateşe verilmesini emreder. Mısır filosu yanar ama bu arada yangın kontrolden çıkar limana çok yakın bulunan binalar ve depolar da ateş alarak yanarlar (MÖ 48). Filozof Seneca, tarihçi Livius’tan (Roma Tarihi adlı eserini MÖ 63-14 yıllarında yazmıştır) bir alıntı yaparak Sezar’ın çıkardığı yangında 40 000 kadar belgenin yok olduğunu yazıyor. Aynı şekilde Yunanlı tarihçi Plutarch ile Romalı Tarihçi Dio Casius da benzer şeyler söyleyerek Sezar’ı işaret ediyorlar. (Ek 4'e bkz.)

Fakat Tarihçi ve coğrafyacı Strabon, MÖ 20 yıllarında İskenderiye’de çalışıyordu ve eserlerinde büyük bir kütüphanenin varlığından hiç söz etmemiştir. Sözünü ettiği sadece kraliyet sarayına bağlı bir müzenin varlığıydı. Bu kadar önemli bir varlıktan Strabon’un hiç bahsetmemesi o zamana kadar artık görkemli kütüphanenin varlığını sürdüremediğinin bir işareti olarak yorumlanabilir. Sezar’la ilgili bir başka iddia da şudur. Sezar, kitapları Roma’ya götürmek üzere gemilere yükletir o sırada gemilerde başlayan bir yangın kitapların yanıp gitmesine neden olur. Hatta bu durumu telafi etmek isteyen Kleopatra’nın sonraki sevgilisi Romalı Antonius, Bergama kütüphanesinden 200 000 kitap getirmiş, Kleopatra’ya hediye etmiştir.

Roma İmparatoru Marcus Aurelius zamanında çıkan bir iç savaşta müze ve kütüphanenin yerle bir olduğu da ileri sürülür (3. yüzyıl sonu).

Diğer şüpheli Sezar’dan sonra yaşamış biridir: I. Theodosius… Hıristiyan olan Roma imparatoru Theodosius, kendini paganizmi yok etmeye adamıştı ve bu amaçla, Mısır’daki Serapis Tapınağı’nın yıkılmasını emretti. Aynı yere bir Hristiyan kilisesi yapıldı. İşte bu Serapis’in yıkıldığı sırada içindeki kütüphane de yıkılmıştır (391).

Diğer şüpheli Halife Ömer’dir. İkinci Halife Ömer’in Mısır’ı fethi sırasında İskenderiye’ye giren Amr İbnül As, Halifeye “kütüphanedeki kitapları ne yapalım” diye sormuş o da bunların Müslümanlığa aykırı olduğunu söyleyerek belgelerin yakılmasını emretmiş. Bunlar hamamlarda yakılır. Söylentiye göre İskenderiye’deki hamamları 6 ay boyunca ısıtmaya yetecek kadar çok belge yakılmış. Bu suçlama, olaydan 300 yıl sonra bunları iddia eden, yazar ve Hristiyan bilgin Gregory Bar Hebraeaus’a (1226-1286) aittir. Buradaki iddia temelsizdir. Böyle büyük bir felaketten devrin hiç bir bilgin ve yazarı bahsetmemektedir. Belki de İskenderiye Kütüphanesinden o güne kadar her ne kaldıysa onlar da işte bu dönemde yok olmuş olabilir. Net bilmiyoruz… [4]

Hep aynı şeye dönüp geliyoruz: Belge yok… Belge yoksa bilgi de yok, kanıt da yok… Ama ya bir gün yepyeni belgeler bulunursa, orijinal belgeler, doğruluğu kanıtlanmış belgeler? İşte o zaman tarih değişir… İşte tarih aynı zamanda budur.

Ama yine de şu anki bilgilerimiz kapsamında en makul yaklaşım, Mısır’ın çöküş süreci içinde kütüphanenin yavaş yavaş eriyip yok olduğudur. Elimizdeki veriler kütüphanenin parça parça yok olduğunu göstermektedir.

Belki de küçük bir parçası ayakta kalmış olan kütüphanenin bilinen son yöneticisi Theondur ki O, MS 415 yılında İskenderiye’de bir grup Hristiyan tarafından linç edilen kadın filozof ve bilgin Hypatia’nın babasıydı.

Bir inanç da şudur; kütüphanede ki birçok belge çöle veya başka yerlere gömüldü, saklandı. Fantastik bir fikir olarak bugün çölden veya bir yerlerden bazı eserlerin çıkacağını hayal ederek kendimizi umutlandırabiliriz. Peki böyle bir mucize hiç oldu mu? Evet: “Ölü Deniz Yazmaları”…

2004 yılında bazı arkeologlar kütüphanenin kalıntılarını bulduklarını iddia ettiler ama bunların Roma döneminden kalma yapılar olduğu sonradan anlaşıldı. 16 Ekim 2002’de gerçek kütüphanenin olduğu varsayılan yerin yakınlarında Biblioteca Alexandrina (İskenderiye Kütüphanesi) isminde modern bir kütüphane eski kütüphanenin anısına açılmıştır. İnternetin hakim olduğu dünyamızda, kütüphanelerin hala bir önemi var mıdır? Ne dersiniz?


EK 1 
Batlamyus (Klaudyos Ptolemaios) İskenderiye, üretim dönemi: 127-145
Yaşamı hakkında hiçbir şey bilmediğimiz ünlü Yunanlı astronomi, matematikçi ve coğrafya bilgini… İskenderiyeli oluşu ve soyadı; Ptolemy ailesiyle bir bağı olabileceğini akla getirse de bu konuda bir şey bilinmemektedir. Batlamyus’un bazı eserleri günümüze kadar ulaşmıştır. En önemli eseri olan “Almagest” 9.yüzyılda Arapça’ya (Yunanca’dan), 12. Yüzyılda da Latince’ye çevrilmiştir.

Yerin, evrenin merkezi olduğunu ve hareket etmediğini, sabit olduğunu iddia ederek “yer merkezli evren” modelini ileri sürmüş ve bu yaklaşım 15. yüzyıla kadar bir dogma olarak kabul edilmiş, aksi tezlerin tartışılması bile tabu olarak görülmüştür.[3]

15. yüzyılın sonlarında yapılan ayrıntılı gözlemler bu sistemin doğruluğu konusunda ciddi kuşkular uyanmasına yol açtı ve nihayet Mikolaj Kopernik (Nicolaus Copernicus )merkezinde güneş olan “güneş merkezli evren” modelini ileri sürerek yüzlerce yıl süren bu dogmanın yıkılmasına öncülük etti. Galileo ve Kepler de aynı yoldan giderek Kopernik’in tezini güçlendirecek argümanlar sağladılar.

Kopernik, ciddi hasta oluşunun da verdiği cesaretle yazdığı kitabı, ömrünün sonuna doğru bir mektupla birlikte Papa’ya göndermiş ve orada şunları yazmıştı: "Aziz peder, kitapta yazılanları okuyanların hemen reddedeceklerini biliyorum. Ben ömrüm boyunca; çevremin düşüncelerine aldırmayan, fikirlerini savunan biri olamamışımdır. Etrafın tepkisinden dolayı, başladığım konulardan vazgeçmeye niyetlendiğim oldu. Fakat çekingenliği üzerimden atarak çalışmalara devam ettim. Yazdıklarımı eleştirenler olursa onlara aldırmayacağım ve saçma kabul edeceğim..."

EK 2
Ptolemy Hanedanlığına İlişkin Notlar
Hanedanlığı ilk kuran kişi İskender’in generali I. Ptolemy’dir ve Soter adı ile onurlandırılmıştır. 
Kardeşlerle evlenme geleneğini başlatan bu hanedanlık değildir. Bu adet eski bir “Mısır” geleneğidir. Firavunlar da kız kardeşleriyle evlenirlerdi ama yasal eşleri yanında bir hareme de sahiptiler. Ptolemy hanedanlığında bu eski Mısır geleneğini başlatan kişi IV. Ptolemy olarak görülmektedir. Kızkardeşi Arsinoe ile evlenmiş ondan bir çocuk sahibi olmuştur. VI. Ptolemy de yine kızkardeşi II. Kleopatra ile evlenmişti.

II. Ptolemy babasını, kardeşini ve karısını “kardeş tanrı” ilan ettirerek bir hükümdarlık kültü (tapınım) başlatmıştır. Hükümdar ve ailesini tanrılaştırma geleneği de eski bir Doğu geleneğidir. İmparatorluk döneminden itibaren Romalılar da aynı âdeti almışlar ve hükümdar ve karısını tapılan kutsallar haline dönüştürmüşlerdir. Örneğin, Augustus'un cenaze töreninde, ölen imparatorun Roma Panteonu'na mensup tanrıların arasına katıldığı açıklanmıştı. (ayrıca bkz. Augusutus Tapınakları)

V. Ptolemy’nin MÖ 196’da yayımladığı kararlar ünlü Rosetta Taşı’na (Reşid Taşı) yazılmış bir şekilde 1799 yılında Fransızlar tarafından bulundu ve eski Mısır hiyeroglif yazısının çözülmesinde anahtar oldu. Yazının çözülmesi Kleoptara sözcüğünün çözülmesi ile başlamış, ancak ondan sonra gerisi gelmiştir. Yalnız burada adı geçen Kleopatra, I. Kleopatra’dır. Kendisi Suriye hükümdarı Antiokhos’un kızıydı, V. Ptolemy ile evlenmişti. Taşta üç dilde şunlar yazılıydı: Borçlar, vergiler, teslim olan asiler; af edilecek, mahkûmlar serbest bırakılacak ve tapınaklara daha çok yardım edilecek… Kararlar mealen böyleydi.

Romalıların Mısır’ın iç işlerine diplomatik olarak müdahale etmeleri V. Ptolemy’den beri başlamıştır. XII. Ptolemy’den beri Mısır hükümdarlarını Romalılar belirlemiş olduğu için bunların meşruluğu tartışmalıdır.

Mısırlılar bu yabancı hanedana karşı özellikle IV. Ptolemy zamanından itibaren sık sık ayaklanma çıkardılar. Bu ayaklanmalar çoğu zaman çok kanlı şekilde bastırıldı. Kimi zamanda yukarıdaki kararlarda görüldüğü gibi bazı haklar elde etmeyi başardılar. Ayaklanmalar kimi zaman hükmeden kişi veya kişileri etkileyecek derecede güçlü oluyordu. Örneğin X. Ptolemy’i, ayaklanan İskenderiye halkı ülkeden kovdu. O da Filistin’e giderek paralı asker topladı ve onlarla geri gelerek şehre yeniden egemen oldu ama askerlere verecek parası yoktu. Bunun üzerine Büyük İskender’in tapınak mezarını soyarak elde ettikleri ile borçlarını ödemeye kalktı ama bu durum halkı daha da sinirlendirdi. İkinci bir ayaklanma çıkararak bu kişiyi tekrar ülkeden kovdular o da gidip Likya kıyılarını talan etmeye başladı ve orada öldürüldü. Benzer bir olay, XI. Ptolemy’nin de başına gelmiştir. Romalı General Sulla tarafından amcasının dul eşi III. Berenike ile evlendirilerek tahta ortak edilmişti ama o tek başına tahta hâkim olmak istiyordu. Evlendikten 19 gün sonra karısını öldürttü. Kraliçeyi çok seven İskenderiye halkı ayaklandı ve XI. Ptolemy’i öldürdü.

EK 3
Kurguda İskenderiye Kütüphanesi [Romanın tanıtım bölümünden alınmıştır]

İslamın Halifesi Hz. Ömer'in komutanı Amr Bin As 642 yılında İskenderiye'yi işgal eder. Halife, İslam'a aykırı olan her şeyin yok edilmesini emretmiştir. Yok edilmesi gerekenler arasında bin yaşında olan ve bir milyondan fazla kitabı barındıran İskenderiye Kütüphanesi de vardır. Yaşlı bir Hıristiyan filozof, Yahudi bir Hekim, matematiğe ve astronomiye ilgi duyan güzel Hypatie,[5] General Amr'ı bu bilgi ve sanatın tapınağını yok etmekten vazgeçirmeyi deneyecekler. Ona bu duvarlar arasında yaşayıp ölen bilginlerin, filozofların, şairlerin hayatlarını anlatacaklar. Öklit, Arşimet, dünyanın Güneş etrafında döndüğünü bulan Aristarcos, Batlamyus ve gerçek uğruna hayatlarını veren daha niceleri. General, Hz. Ömer'in emrine uyacak mı? İskenderiye Kütüphanesi'ni gerçekten Araplar mı yaktı? Öklid'in asasındaki giz ne?.. Jean Pierre Luminet antik çağın bu istisnai zekalarını anlatırken, destanı, efsaneyi ve gerçeği bir potada eritiyor. Mizah ve şiirle esinlenmiş anlatımının gerisinde derin bir bilgelik gizleniyor. Astrofizikçi, yazar ve şair Jean Pierre Luminet denemelerinde olduğu gibi romanlarında da bilimin güzelliklerini edebi zevkle süslüyor.
Kaynak: Oklid'in Asası, Jean-Pierre Luminet, Güncel Yayıncılık

EK 4
Jean-Claude Carriere, Umberto Eco, İskenderiye Kütüphanesi Hakkında Konuşuyor
J. -P. de T. : Kitabı gözümüzde çok yüksek bir yere koyuyor, onu bile isteye kutsallaştırıyoruz. Fakat gerçekte, yakından bakacak olursak, kütüphanelerimizin insanı hayrette bırakan bir bölümü hiçbir yeteneği olmayan insanlar, veyahut alıklar ya da takıntılı insanlar tarafından yazılmış kitaplardan oluşuyor. İskenderiye Kütüphanesi’nde bulunup da duman olup uçan iki yüz veya üç yüz bin tomar arasında, büyük ölçüde kara cehalet örnekleri vardı kesinkes.
U. E. : İskenderiye Kütüphanesi’nde o kadar çok kitap olduğunu zannetmiyorum. Eskiçağ kütüphanelerinden bahsettiğimizde hep abartıyoruz, daha önce de konuştuk. Ortaçağ’ın en ünlü kütüphanelerinde en çok dört yüz kitap bulunduğu ispatlandı! İskenderiye’de daha fazla olmalı, orası muhakkak, çünkü Caesar zamanındaki, yalnızca bir kanadı etkileyen ilk yangında, kırk bin tomar yanmış diye anlatılır. Her halükârda, kütüphanelerimizi Eskiçağ’ınkilerle kıyaslamaktan sakınmalıyız. Papirüs üretimi basılı kitap üretimiyle kıyaslanamaz. Elle yazılmış tek bir kodeksi veya bir tomarı meydana çıkarmak, aynı kitabın çok sayıda nüshasını basmaktan çok daha fazla vakit alır.
J. -C. C. : Ama İskenderiye Kütüphanesi çok iddialı bir proje; bir kralın -büyük bir kral bile olsa- özel kütüphanesiyle yahut da bir manastırın kütüphanesiyle hiçbir bakımdan kıyaslanamayacak bir devlet kütüphanesi. İskenderiye daha ziyade Bergama’yla kıyaslanabilir, oranın da kütüphanesi yanmıştı. Her kütüphanenin kaderi günün birinde yanmaktır belki de.
J. -P. de T. : Ama yangında yalnızca şaheserlerin yanmadığını biliyoruz artık.
J. -C. C: Artık kesin gözüyle baktığımız bir teselli. Yavan kitapların çoğunluğu yok oluyor, bununla birlikte bunların bazıları gayet oyalayıcı ve bir şekilde eğitici olabilir. Böyle kitapları okumak bizi daima çok eğlendirmiştir. Bazılarıysa, yazarlarının akıl sağlığını düşünecek olursak, bizi endişelendirmiştir. Kötü, saldırgan, nefret, hakaret dolu, suça, savaşa çağrı yapan kitaplar da görmüşüzdür. Evet, hakikaten dehşet uyandırıcı kitaplar. Ölüm nesneleri. Yayıncı olsaydık, Kavgamı basar mıydık?


Dipnotlar

[1] Yani o konuyla ilgili belgeler varsa her şeyi çözebilirim, sadece belgeleri yayımlarsam iş bitmiştir, böylece gerçeği açıklamış olurum, yaklaşımı 19. Yüzyıla ait bir yaklaşımdır (Ranke). Bugün bunun olamayacağı; belgeleri seçmenin, yorumlamanın, onları kullanarak çıkarımlarda bulunmanın vb. tarihçilik olduğu kabul edilmektedir, dolayısıyla birden çok yorum olabilmekte aynı konuda farklı yaklaşımlar sergilenebilmektedir (Carr). Dikkat! Yine de tarihçilik bu kadar kaygan zeminde yapılan bir şey değildir. Yazılan her şeyin kanıtları sunulmak zorundadır. Yoksa yapılan iş sadece bir masal olur. 

[2] Bir kere daha Umberto Eco'ya kulak verelim olayın başka yönüne dikkat çekiyor. 

"... Yazılı sayfa kültü, daha sonra da kitap kültü, yazı kadar eskidir. Romalılar daha o zamandan tomarlara sahip olmak ve koleksiyonunu yapmak isterlermiş. Kitapları kaybettiysek, başka sebeplerden kaybettik. Dinî sansür sebebiyle yok edildiler yahut da kütüphaneler ilk fırsatta yanmaya meyilli oldukları için yok oldular, tıpkı katedraller gibi, çünkü her ikisi de büyük ölçüde ahşaptan inşa edilmişti. Ortaçağ’da yanan bir katedral ya da bir kütüphane, Büyük Okyanus’a düşen bir uçağın gösterildiği bir savaş filmi gibidir az çok. Normal bir şeydi. Gülün Adı’ndaki kütüphanenin sonunda yanması o devir için sıradışı bir olay değildi kesinlikle.
Fakat kitapların yanma sebepleri, aynı zamanda sizi kitapları emin bir yere koymaya, yani onların koleksiyonunu yapmaya iten sebeplerdi. Keşişlik kurumunun temelini attığı şey budur. Muhtemelen, barbarların defalarca Roma’ya gelişi ve çekip gitmeden önce şehri ateşe verme alışkanlıkları yüzünden, kitapları yerleştirecek emin bir yer bulmak akıl edildi. Bir manastırdan daha emin neresi olabilir? Bunun üzerine bazı kitaplar hafızanın üzerine çöken tehditlerin ulaşamayacağı bir yere konmaya başlandı. Fakat aynı zamanda, tabiatıyla, bazı kitapları kurtarmayı, bazılarınıysa kurtarmamayı seçmekle bir eleme yapılmaya başlandı."
Kaynak: Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın

[3] Aksi görüşün Antik Çağ’da savunulmasına rağmen… Örneğin; Pisagor (MÖ 5yy), Filolaos (MÖ 4yy) ve Sisamlı Aristarkus (MÖ 3yy) … Üçü de evrenin merkezine Güneş’i koyuyordu.

[4] Bernard Lewis' "The Arab Destruction of the Library of Alexandria: Anatomy of a Myth" (İskenderiye Kütüphanesi'nin Araplar Tarafından Yıkımı: Bir Efsanenin Anatomisi) adlı makalesinde bu iddiayı eleştirmiştir. 

[5] Bu bizim bildiğimiz tarihi kişilerden Hypatia değil. Onun ölümü 415 yılıdır. 


Kaynaklar
*Roy Macleod, İskenderiye Kütüphanesi, Dost Kitapevi, 2006
*AnaBritannica'nın ilgili maddeleri
*Jean-Claude Carriere, Umberto Eco, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Can Yayınları
*Andre Bonnard, Antik Yunan Uygarlığı Euripides'ten İskenderiye'ye 3, Evrensel Basım Yayın, 2004, s. 211-224

*İzlenmesini öneririm. Ders içinde de kullanmaya, tartışmaya uygundur.
İskenderiye Kütüphanesi ve Hypatia - Carl Sagan anlatıyor (1980)


Kaynak göstermeden kullanılamaz


20 Haziran 2017 Salı

Domitius Ahenabarbus Altarı

Domitius Ahenabarbus Altarı

Ersin Doğer

Münih Kabartmaları
Geç Cumhuriyet dönemi anıtsal heykeltraşlık eserleri içinde dönemin eklektik karakterini en iyi yansıtan örnek Domitius Ahenabarbus Altarı olarak bilinen kabartmalardır. Gerçekte bu kabartmalar ne bir altara ne de bir anıta aittir; ne Domitius Ahenobarbus’a aittir ne de Ahenobarbus ailesinden biri tarafından dikilmiştir. Eserin tarihi de oldukça tartışmalıdır ve İ.Ö.2.yüzyıldan İ.Ö.30 yılına dek değişik tarihleme teklifleri vardır. Son yıllara kadar yaklaşık İ.Ö.115 yılında ve heykeltıraş genç Skopas tarafından yapıldığı ve deniz yaratıklarının tasvir edildiği bir grup heykelin oturduğu bir heykel kaidesi olarak görev yapmış olduğu konusunda fikir birliği vardı. Bununla birlikte kabartmaların oluşturduğu heykel kaidesini İ.Ö.90’lı yıllarda Roma’da Censor olan ve Batı Anadolu kıyılarında korsanlara karşı yapılan deniz savaşlarında zafer kazanan Marcus Antonius ile birleştirme girişimleri vardır. Bu kaidenin tarihi için İ.Ö. erken 1.yüzyıl teklif edilmektedir.


Münih Kabartmaları, Mitolojik Sahne. Aşağıda detaylar...











Bu grup açık havada dört taraftan görülebilir bir durumda konumlanmıştı ve kabartmalar da Marcus Antonius ile birlikte onurlandırılan Mars ve Neptun tapınaklarının yanında idi. Anıt ve kabartmaları uzun zaman önce yıkılmışlar; birbirlerinden ayrılmışlar ve Münih ile Paris’e taşınmışlardır. Bu nedenlerden dolayı meslektaşlar bu eserleri artık Domitius Ahenobarbus Altarı olarak değil, Paris-Münih Kabartmaları olarak adlandırmaktadırlar. 19.yüzyılda bu iki kabartmanın, aynı Cumhuriyetçi anıtını süslediği kabul edilmekteydi. Bununla birlikte Münih ve Paris kabartmaları ayrı stillerdedir ve farklı konuları tasvir etmektedir.

Münih’deki üç kabartma (Münih Kabartmaları) mavi noktacıklı beyaz renkli Doğu Hellen mermerinden yontulmuştur ve üzerinde Amphititrite ile Neptün’ün düğün törenini kutlayan deniz yaratıkları ve tanrılarının geçit töreni "Thiasos" tasvir edilmiştir. Karısı ile içinde yer aldığı arabanın dizginlerini tutan Neptün’ün başı profilden adaleli gövdesi cepheden verilmiştir. Bir Nereid ve Neptün’un mahçup ve peçeli eşi “pudicitia” pozunda tasvir edilmişlerdir. Çift kabartmanın ortasındaki bir arabada otururlar. Arabanın cephedeki tekerleği çerçeveden taşar ve iki Triton tarafından çekilir. Öndeki Triton suları sakinleştirmek için bir deniz kabuğunun içine üflemekte ve Neptün ile Amphititre’nin gelişini haber vermektedir; diğeri ise sırtında bir kithara taşır. Bu iki triton Neptün ile Amphititre’nin gelecekteki çocuğu olan Triton'un haberci imaları olabilir. Tritonların saçları dağınıktır, göğüsleri adalelidir, fakat yılankavi gövdelerin kuyrukları balık kuyruğudur. Yarı at veya boğa, yarı balık olan ve dizginleri küçük kanatlı Puttolar tarafından çekilen diğer karışık yaratıklar sırtlarında ve ellerinde hediye kutuları ve meşaleler bulunan Nereidler taşırlar. Bir tanrı ile bir Nereid’in mitolojik evlenme sahnesi anlaşılır bir şekilde Hellenistik üslupta tasvir edilmiştir. Bu üslubun zevk anlayışı kıvrılan balık kuyruklu, persfektif kurallarına göre kısaltılmış hayvanlar, zarif ve iyi orantılanmış figürler ve şeffaf elbiselerden meydana gelmektedir.

Bu kabartmadaki figürlerin hem konu, hem de üslup olarak karşılaştırılabilecekleri en geç orijinal model İ.Ö.2.yüzyıla tarihlenen Pergamon’daki Zeus Altarı’dır.

Münih Kabartmaları’nın Doğu Hellen kökenli mermeri ve Helenistik üslubu son yıllarda araştırmacıların yeni görüşler ileri sürmelerine yol açmıştır. Onlara göre bu kabartmalar bir Roma eseri değil, Hellenistik kökenlidir ve fethedilen bir ülkeden zafer kazanan bir Romalı bir general tarafından getirilmiştir.


Puşkin Müzesi'ndeki alçı döküm paneller.



Paris Kabartması. Tarihi Sahne.
Panel, Roma sanatına özgü, imparatorluk döneminde gelişecek olan tarihi kabartmaların en eskisidir. http://www.louvre.fr/en/oeuvre-notices/so-called-domitius-ahenobarbus-relief

Paris Kabartması ise farklı ve damarsız bir mermerden oyulmuştur ve Romalıların aynı anıtta farklı mermer kullanmayı sevdiklerine bir örnektir. Bu kabartma, Münih Kabartması’ndan hem farklı bir üslupta, hem de değişik bir konuda tasvir edilmiştir. Kaidenin diğer uzun yüzünde yer alan bu kabartma üzerindeki sahneler Hellen mitolojisinden değil, Romalı tarihsel bir olaydan alınmıştır. Burada bir sayıma (Census) eşlik eden tanrı Mars’a yapılan bir kurban töreni tasvir edilir. Kabartmanın merkezinde bir altar bulunur. Altarın solunda kurban kabul eden tanrı Mars vardır ve çevresindeki diğer figürlerden daha büyüktür. Zırhlı ve miğferlidir; yukarıya kalkık sağ elinde mızrak vardır. Sol elinde kınında olan bir kılıç tutar ve geniş bir kalkana dayanır. Mars altara doğru yaklaşan tören alayına bir bakış fırlatmaktadır. Mars’ın solunda iki müzisyen tasvir edilmiştir ve altarın arkasında ayakta iki refakatçi durmaktadır. Birisi altarın sağında bulunan bir figürün elinde tuttuğu bir patera’ya bir testiden sıvı kurbanı (libasyon) yapmaktadır. Toga ve tünik giymiş ve togasının üst kenarı ile başını örtmüştür. Bu şahıs ne altara, ne Mars’a, ne libasyon kabına değil, yaklaşan tören alayına doğru bakmaktadır. Altarın kompozisyonun merkezinde yer almış olmasına karşın sanatçının bakışını kutsal tören alayına yoğunlaştırmıştır.

“Suovetaurilla” denen, resmi görevi boyunca Censorları koruduğu için tanrı Mars’a sunulan üç hayvan (boğa, domuz, koç) kurbanı olan törenin önemi Roma dini için önemlidir. Boğa kabartması tüm boyutu ile alanı kaplar. Aslında “victimarii” denen hizmetçiler küçüktürler ve “limus” denen peştemal-önlük benzeri uygun kıyafetler giyerler ve oval kalkanlar kullanan 2, atına binmek üzere olan 1 asker tarafından takip edilirler. Atın kuyruğu Toskana tipi sütun üzerine taşar. Census’un gerçekleştirilmesinden sonra Roma halkının arındırılması için bir kefaret kurbanı (lustrum) vuku bulur. “Census”, Romalı vatandaşların mali statülerini kaydetme amacı ile her vatandaşı birden beşe kadar derecelenen vergi dilimine paylaştırmak, nüfus sayımını yapmak ve askerliğe uygun vatandaşların sayısını saptama işlemidir. Kabartmanın solundaki sahne bu sayımın yapıldığı bir sahnedir. Oturan bir şahıs elinde tuttuğu "Tabula Census" üzerine verilen bilgileri yazmaktadır. Yanında kendi ile ilgili kişisel bilgileri veren ayakta bir kişi vardır. Diğer oturan bir adam ise şahittir ve ayaktaki diğer birine doğruları sözlü olarak onaylar. Oval kalkanlı iki asker Census ve Sauvetaurellia arasında geçiş görevi yapar. Seyirci kabartmadaki sahnelerin öyküsünü soldan sağa doğru okumalıdır.







ayrıca bkz.
http://www.louvre.fr/en/oeuvre-notices/so-called-domitius-ahenobarbus-relief
https://www.youtube.com/watch?v=Ko_1YTYrypk (müzeden video görüntü, Paris Kabartması)

Metnin Kaynağı: Ersin Doğer, Roma Heykeltıraşlığı (Ders Kitabı), Ege Üniversitesi Yayınları, s.43-45
link: https://www.academia.edu/3388277/Roma_Heykelt%C4%B1ra%C5%9Fl%C4%B1%C4%9F%C4%B1_Ders_Kitab%C4%B1_Ege_%C3%9Cniversitesi_Yay%C4%B1nlar%C4%B1_Edebiyat_Fak%C3%BCltesi_Yay%C4%B1n_No_146_2009_%C4%B0zmir

16 Haziran 2017 Cuma

Bir Üst Sınıf Kültürü Olarak Grekoromen Medeniyet

Bir Üst Sınıf Kültürü Olarak Grekoromen Medeniyet

G. E. M. de Ste. Croix
Vincent Van Gogh, 1885'den Aardappeleters ("Patates Yiyen")
https://en.wikipedia.org/wiki/G._E._M._de_Ste._Croix#/media/File:Van-willem-vincent-gogh-die-kartoffelesser-03850.jpg
....
Grekoromen [Yunan+Roma] medeniyet esas olarak şehirliydi, bir şehir medeniyetiydi ve yerli olmadığı, topraktaki köklerinden serpilmediği yerlerde, büyük oranda bir üst sınıf kültürü olarak kaldı. Onu benimseyenler kırsal kesimde yaşayan yerlileri sömürdüler ve karşılığında çok az şey verdiler. Rostovtzeff’in bir bütün olarak Roma İmparatorluğu’ndan söz ederken söylediği gibi:

Kırsal kesimin nüfusuyla kıyaslandığında, hem İtalya’da hem de eyaletlerde bulunan şehirlerin nüfusları, küçük bir azınlık teşkil ediyordu. Medeni yaşam, tabii ki, şehirlerde yoğunlaşmıştı; bir miktar entelektüel ilgiye sahip her adam ... bir şehirde yaşıyordu ve başka bir yerde yaşamayı tahayyül bile edemezdi: Ona göre geōrgos ya da paganus [çiftçi ya da köylü] yarı-medeni ya da uygarlaşmamış, aşağı bir varlıktı. Bizim için antik dünyadaki yaşamın az ya da çok antik şehirlerdeki yaşamla aynı anlama gelmesi, hiç tuhaf değildir. Bize hikâyelerini anlatanlar şehirlerdi, kırsal kesim her zaman sessiz ve içine kapanık kalmıştı. Kırsal kesime dair bildiklerimizi büyük oranda şehirliler vasıtasıyla biliyoruz. ... Kırsal kesim nüfusunun sesi nadiren duyulmuştur. ... Bu yüzden, Roma İmparatorluğu üzerine kaleme alınan modern çalışmaların pek çoğunda, kırsal kesimin ve burada yaşayan nüfusun karşımıza hiç çıkmaması ya da sadece zaman zaman, Devlet ya da şehirlerdeki yaşamda vuku bulan belirli olaylarla ilgili olarak çıkması şaşırtıcı değildir (SEHRE (1) I. 192-3).

Bu nedenle Amerikalı Ortaçağ tarihçisi Lynn White’a tüm kalbimizle katılabiliriz:
Antikitenin fiilen tüm yazılı kayıtları ve ünlü arşivleri şehirlerde üretildiğinden, genel olarak antik toplumların esasen şehirli olduklarını düşünürüz. Aslında bunlar, nadiren kavrayabildiğimiz ölçüde tarımsal toplumlardı. Görece müreffeh bölgelerde bile, tek bir kişinin topraktan uzakta yaşamasını sağlamak için, on kişiden fazla insanın toprakta çalışması gerektiğini söylemek muhafazakâr bir tahmin olacaktır. Şehirler kırsal ilkellik okyanusunda birer medeniyet (etimolojik olarak “şehirleşme”) resifiydi. Susuzluk, sel, veba, toplumsal kargaşa ya da savaş nedeniyle bir anda tahrip olabilecek, ürkütücü küçüklükte bir tarımsal artıkla destekleniyorlardı. Yiyecek kaynaklarına en yakın olanlar köylüler olduklarından, açlık zamanında saklayabildikleri kadarını saklıyor ve yiyeceklerin şehre ulaşmasını engelliyorlardı (Fontana Econ. Hist. Of Europe, I. Middle Ages, der. C. M. Cipolla [1972], s.144-5).
....
Eski Yunan medeniyeti doğal bir büyümenin ürünüydü (yukarıda kullandığım ifadeyi tekrar edecek olursam “topraktaki köklerinden” serpilmişti) ve her ne kadar şehirde ya da yakınında yaşayan kültürlü beyefendi, çoğunlukla şehir pazarında ürünlerini satmak dışında çiftliğini terk etmeyen kaba köylüden çok farklı türde bir kişi olabilse de, her ikisi de aynı dili konuşur ve bir ölçüde birbirlerine benzediklerini düşünürlerdi.(2) Yunan Doğu’nun yeni kurulan yerleşimlerinde durum genellikle bir hayli farklıydı. Şehirlerin içinde ya da çok yakınında yaşayan üst sınıflar çoğunlukla Yunanca konuşur, Yunan tarzı bir yaşam sürer ve Yunan kültürünü paylaşırlardı. Şehirli yoksullara dair çok az şey biliyoruz; fakat bir kısmı en azından okuryazardı, yurttaş haklarından yararlanmadıkları yerlerde bile eğitimli sınıflarla karışmışlardı ve muhtemelen onların bakış açılarını ve değer sistemlerini kayda değer ölçüde paylaşıyorlardı. Fakat nüfusun en büyük kesimini oluşturan ve Yunan medeniyetinin muazzam yapısını (kölelerle birlikte) sırtlayan köylüler, genel olarak, atalarınınkiyle hemen hemen aynı yaşam düzeyinde kaldılar: Pek çok bölgede çoğunluk büyük ihtimalle ya Yunanca konuşamıyor ya da çok bozuk bir Yunanca konuşuyordu ve pek çoğu, yüzyıllar boyunca –Grekoromen medeniyetinin sonuna ve daha sonrasına dek– asgari  biraz üstünde, okuma yazma bilmeden ve neredeyse şehirlerin parlak kültürüyle temas kurmadan kaldı. (3) A. H. M. Jones’un söylediği gibi:
Şehirler ... iktisaden kırsal kesim üzerindeki asalaklardı. Gelirleri esasen şehirli aristokrasinin köylülerden aldığı rantlardan oluşuyordu. ... Şehir yaşamının debdebesinin bedeli, büyük oranda bu rantlarla ödeniyordu ve köyler aynı ölçüde, şehirlerin çıkarları için yoksullaşıyordu. ... Şehirlerin önde gelenleri yalnızca üç vesileyle köylülerle temas kurardı, vergi tahsildarları, polis ve toprak sahipleri olarak (GCAJ 268, 287, 295).
Bu Yunan Doğu açısından olduğu kadar Romalı Batı’nın büyük bir kısmı için de geçerliydi ve tüm Roma dönemi boyunca Yunan dünyasının daha geniş kesimleri açısından da böyle olmaya devam etti. Şehirle kırsal kesim arasındaki temel ilişki her zaman aynı kaldı: Söz konusu ilişki, esasen karşılığında çok az fayda sağlanan bir sömürü ilişkisiydi.

Bu, antikitenin en büyük hekimi ve tıp yazarı Galen’in Sağlıklı ve Sağlıksız Yiyecekler Üzerine başlıklı incelemesinin başlarında yer alan, dikkat çekici bir pasajda çok güçlü bir şekilde ortaya konmuştur. Yaşamı milattan sonra ikinci yüzyılın son yetmiş yılını kapsayan Galen, söz konusu kitabı, Marcus Aurelius döneminde (161-80) ya da kısa bir süre sonra yazmış olmalıdır. Bu dönem, uzunca bir süredir bize Gibbon’un ünlü deyişiyle dünya tarihinin “insan ırkının en mutlu ve en müreffeh koşullar içinde bulunduğu” (DFRE 1.78) dönemi olarak sunulan Antoninler Çağı’nın(4) bir parçasıdır. Galen’in, “Roma yönetimine tabi halkların pek çoğunu etkileyen” kesintisiz bir dizi kıtlık yılının korkunç sonuçlarını tasvir etmeye koyulduktan sonra yaptığı açık ayrım, toprak sahipleriyle kiracılar ya da zenginlerle yoksullar arasında değil, şehirlilerle köylüler arasındadır. Gerçi onun amaçları açısından her üç ayrım kümesi de açıkça aynı anlama gelmiş olmalıdır ve onun için (ya da köylüler için), tasvirindeki “şehirlilerin”, paraları sadece toprak sahipleri sıfatıyla mı, yoksa kısmen vergi tahsildarları olarak da mı topladıkları pek de bir şeyi değiştirmemiştir.
Yaz sona erer ermez, şehirlerde yaşayanlar, bütün bir yılı geçirmek için yeterli tahılı toplamaya yönelik evrensel pratiklerine uygun olarak, tarım alanlarından tüm buğdayı, arpa, fasulye ve mercimekle birlikte alır ve köylülere [agroiki] yalnızca baklagilleri [ospria te kai chedropa] bırakır, hatta bunların da önemli bir bölümünü şehre götürürlerdi. Böylece kırsal kesimde yaşayanlar [hoi kata tēn chōran anthrōpoi], kışın geriye kalanları tükettikten sonra, sağlıksız beslenme biçimlerine başvurmak mecburiyetinde kalırlardı. İlkbahar boyunca ince dalları ve ağaç sürgünlerini, çiçek soğanlarını ve besleyici olmayan bitkilerin köklerini yer ve ellerine geçen her türlü vahşi sebzeden geriye bir şey bırakmaksızın sonuna kadar faydalanırlardı; daha önce deneme amaçlı olarak bile tadına bakmamış oldukları yeşil otlar gibi şeyleri bütün olarak haşladıktan sonra yerlerdi. Ben şahsen bazılarının ilkbaharın sonunda, geriye kalanların da yaz başlarında, ciltlerini kaplayan sayısız yaradan mustarip olduklarını gördüm. Her örnekte yaraların türü aynı değildi, zira bazıları yılancıktan, bazıları iltihaplı yumrulardan, bazıları da yayılmış çıbanlardan mustaripti; diğerlerininse mantar, uyuz ve cüzzam benzeri döküntüleri vardı.
Galen, bu hastalıklı insanların pek çoğunun öldüğünü söyleyerek devam eder. Kuşkusuz, tecrübesinin belli ki istisnai olduğu bir durumu ele alıyordu; fakat, göreceğimiz üzere, söz konusu istisnailiğin nitelikten ziyade nicelik meselesi olduğunu gösteremeye yetecek başka kanıtlar da mevcuttur. Grekoromen dünyada açlığa hayli sık rastlanırdı: Muhtelif modern yazarlar sayısız örnek toplamışlardır.(5)
....
Büyük hatip Antakyalı Libanius’un, Angareiai üzerine (Latincesi De angariis, Orat. L) isimli konuşmasında, şehirlerin kırsal kesime ve burada yaşayanlara mutlak olarak bağımlı olduğu iddiasının özellikle vurgulandığını görürüz. (Angareia sözcüğü aslında konuşmada yer almaz ve Peri tōn angareiōn başlığı muhtemelen Bizanslı bir âlime aittir; fakat kimse belgenin şehir yönetimine özgü belirli bir angareiai türüyle ilgili olduğuna itiraz etmeyecektir). Libanius, 385 yılında, İmparator I. Theodosius’a, civarda yaşayan köylülerin, molozların şehirden taşınması için kendilerinin ve hayvanlarının çalışmaya zorlanması nedeniyle çaresizliğe kapıldıklarından yakınır. Yetkililer tarafından özel kişilere, şehrin belirli kapılarının sorumluluğunu üstlenmelerini ve geçen her şeye el koymalarını mümkün kılan izinler verildiğini söyler. Bu kişiler, askerlerin yardımıyla talihsiz köleleri kamçı zoruyla çalıştırırlar (§§ 9, 16, 27 vb.). Liebeschuetz’in belirttiği gibi, “honorati’nin (muvazzaf ya da emekli imparatorluk görevlilerinin ve askerî subayların) hayvanları talep edilmezdi; diğer ileri gelenlerse biraz zorlanarak da olsa, hayvanlarının muaf tutulmasını sağlamayı başarabilirlerdi. Tüm çileyi köylüler çekerdi. Toprak sahiplerinin kayıpları üzerine tek bir söz bile söylenmemiştir” (Ant. 69). Libanius uygulamanın yıllardır sürdüğünü kabul etmek zorunda kalsa da (§§ 10, 15, 30) bunun yasa dışı olduğunu iddia eder (§§ 7, 10, 17-20). Eyalet valisinin bile böyle bir yetkisi olmadığına kanıt olarak, zekice, imparatordan daha önce bu tür bir izin belgesi alınmış olmasını gösterir (§ 22). Diğer şehirlerden gelen ziyaretçilerin Antakya’da olan bitenler karşısında dehşete düştüklerini de belirtir (§ 8) – bu ifadeyi ciddiye almak için bir sebep yoktur. Konuşmasının sonlarına doğru Libanius, şikâyet ettiği uygulamanın, şehrin tahıl tedariği üzerinde olumsuz etkide bulunduğunu söyler (§§ 30-1), ki bu imparatorun dikkatini daha çok çekecek bir argümandır. (Bunu, İmparator Domitian’ın, neredeyse üç yüzyıl önce, çalışan köylülere dayatılan angaria benzeri yükümlülüklerin, toprağı işlemede sıkıntılara yol açabileceğine yönelik şikâyetiyle karşılaştırabiliriz: IGLS V. 1998, 28-30. satırlar.) Ve sonra Libanius konuşmasının zirvesine ulaşır: Philanthrōpotatos basileus’a yalvarır:
Sadece şehirlerle değil kırsal kesimle de ilgilendiğinizi ya da daha doğrusu kırsal kesimi şehirlere tercih ettiğinizi gösterin – zira kırsal kesim şehirlerin dayandığı temeldir. Şehirlerin kırsal kesime dayanarak kurulduğu ve kırsal kesimin, onlara buğday, arpa, üzüm, şarap, zeytinyağı ve insanlarla diğer canlılar için gerekli besinleri sağlayan sağlam temeller teşkil ettiği iddia edilebilir. Eğer öküzler, sabanlar, tohumlar, bitkiler ve sığır sürüleri olmasaydı, şehirler de ortaya çıkamazdı. Bir kez ortaya çıktıklarındaysa, kırsal kesimin kısmetine bağlı kalırlar ve deneyimledikleri iyi ya da kötü ne varsa oradan kaynaklanır.
....

1. Bkz. Jones, LRE II.841-5 (ve notları, III.283); Brunt, IM 703-6 (“Jones yiyecek tedariği için elde edilen genel koşullara dair en açık fikre sahiptir” der).
2. Klasik dönem Atinalıları arasında yüksek okuryazarlık oranı için bkz. F. D. Harvey’in takdire şayan makalesi, “Literacy in the Athenian democracy”, REG 79 (1966) 585-635. Atina hiç kuşkusuz bu konuda ve başka pek çok açıdan istisnaiydi. Okuma yazma bilmemek, Helenistik dönem ve Roma Mısırı’nda, özellikle kadınlar arasında çok yaygındı: bkz. H. C. Youtie, Scriptiunculae (Amsterdam, 1973) II.611-27, 629-51 (nos. 29 ve 30) (küçük eklemelerle) iki makalenin yeniden baskısı, “Άγράμμτος: an aspect of Greek society in Egypt”, HSPC 75 (1971) 161-76 ve “Βραδέως γράϕων: between literacy and illiteracy”, GRBS 12 (1971) 239-61. Burada yeterli kaynakça bulunabilir. Tabii ki okur yazar olması beklenen bir köy papazı, bir κωμογραμματεύς bile böyle olmayabilir ya da çok az okuma yazma bilebilirdi. Bilinen iki örenekten P. Petaus 11 ve 21’de söz edilmiştir: bkz. Youtie’nin yukarıda adı geçen makaleleri ve Scriptiunculae II. 677-95’teki no.34’ü, “Pétaus, fils de Pétaus, ou le scribe qui ne savait pas écrire”, CE 41 (1966) 127-43’in yeniden basımı.
3. Yunan Doğu’da, şehir ve kırsal kesim arasındaki bu temel karşıtlığa dair en iyi anlatı için bkz. Jones, GCAJ 259-304 (V. Kısım, “The achievement of the cities”), özellikle 285 ff. Jones’a ait bir diğer önemli çalışma CERP (genellikle GCAJ olarak alıntılanır), ikinci baskısında, CERP2 (1971), pek azı önemli olan eklerle yeniden yayımlanmıştır. Geç Cumhuriyet ve Principate ile sınırlı yakın tarihli bir çalışma için bkz. MacMullen, RSR: Bu kitabın ilk bölümleri (I. “Rural” ve II. “Rural-Urban”, s. 1-56) çok iyi seçilmiş aydınlatıcı malzemeye sahiptir – tarihselden ziyada antikçi bir nitelik taşır, zira bu kitap (MacMullen’in çalışmalarının geri kalanı gibi) herhangi bir tutarlı kuram ya da yöntem yapısıyla desteklenmemiştir; bu yüzden herhangi bir organizasyon ilkesinden yoksundur ve nadiren açıklama getirmeyi başarır, hatta hiç başaramaz. Arkaeolojik olduğu kadar edebî kanıtlara da özellikle hâkim olan büyük bir bilim insanının fikirleri için bkz., Rostovtzeff, SEHRE2, örneğin, I.255-78 (II.654-77), 344-52, 378, 80, 505. Batı’daki benzer bir durum için bkz. I.22, 59-63, 203-6 (İtalya); 252 (Trakya). Belki de, Strabo’nun agroikoi, mesagroikoi ve politikoi şeklinde sınıflandırmasının bir benzerine rastlamadığımı eklemeliyim (XIII.i.25, s. 592); bu Platon’un, alıntılamış olduğumuz Laws III.677-81’inin bir aksinden daha fazlası olmayabilir.
4. Beş İyi İmparator Çağı: Roma İmparatorluğu’nu birbiri ardına yöneten Nerva, Trajan, Hadrian, Antoninus Pius ve Marcus Aurelius’un hüküm sürdükleri MS 96-180 arasındaki dönem. –çev.
5. Brunt’ın da dediği gibi (IM 703) antik kıtlıklarla ilgili “kapsamlı incelemelere hala ihtiyacımız bulunmaktadır”. Kendisinin konuyla ilgili kısa çalışması takdire şayandır ve diğer çalışmalara da birkaç referans verir. Bunlar arasında MacMullen, ERO 249-54’e (eklerinden biri tamamıyla kıtlıklara ayrılmıştır) ve H. P. Kohns, Versorgungkrisen und Hungerrevolten im spätantiken Rom’a (= Antiquitas I.6, Bonn, 1961) dikkat çekeceğim.

Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi, G. E. M. de Ste. Croix, Yordam Kitap,  Eylül 2014

10 Haziran 2017 Cumartesi

Roma Yolları

Roma Yolları


Sasha Trubetskoy3 Haziran 2017

Roma yollarının, bir metro haritası gibi yorumlanması ve gösterilmesi.  MÖ. 125


Üzerine tıklayarak büyütünüz
http://sashat.me/wp-content/uploads/2017/06/Rome_III-01-1.png


Haritanın yaratıcısı Sasha Trubetskoy, bu haritanın anakronik* olduğunu özellikle belirtiyor, yukarıdaki linke basarak soruları, yorumları ve Sasha'nın cevaplarını okuyabilirsiniz. İngilizceniz yeterli değilse, sorun değil, Google çeviri kullanın, harika bir iş yapıyor.  DK

*Anakronik: Herhangi bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması. Özellikle edebiyat ve sanatta genellikle eserin geçtiği tarihi döneme ait olmayan varlıkları ve uygulamaları belirtmek için kullanılır. Yunanca kökenli olan kavram Türkçeye Fransızca anachronisme sözcüğünden geçmiştir.

15 Nisan 2017 Cumartesi

Vali Plinius ile İmparator Traianus’un Mektupları

Vali Plinius ile İmparator Traianus’un Mektupları





Mektup 23:
Plinius’dan İmparator Traianus’a,

Efendim, Prusias’lıların (Bursa) harabeye dönüşmüş eski bir hamamları var. Burayı hoşgörünüze sığınıp onarmak istemişlerdi. Ancak ben bir yenisinin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu iş için elimize şu kaynaklardan para geçecek:
İlk olarak özel şahıslardan şimdiden bağış toplamaya başladım. İkincisi buranın halkı hazineden zeytinyağı masrafları için kullandığı parayı hamamın yapımına harcamaya razı. Her şeyden öte kentin saygınlığı ve senin çağının görkemi böyle bir yapı gerektirir.




Mektup 24:
İmparator Traianus’tan, Plinius’a,

Yeni bir hamamın yapımı Prusias’lıların gücünü aşacak bir yük olmayacaksa, onların bu arzusunu yerine getirebiliriz ama bu yüzden yeni bir vergi yükümlülüğüne girmemeleri ve zorunlu amaçlar için ayrılan gelirden daha fazla harcamamaları koşuluyla.


Açıklama
Plinius’un Mektuplarından Seçmeler:
Genç Plinius, devlet görevliliği sırasında yazdığı veya kendisine gelen çeşitli mektupları 10 kitap halinde Epistulae (Mektuplar) adıyla kitaplaştırmıştır. Bunlardan 10. kitap Plinius’un Anadolu’da görev yaptığı süreye ait mektuplardan oluşur. Genç Plinius İ.S. 111-113 yılları arasında Bithynia Eyaletinde (Sakarya Irmağının batısından Marmara ve Karadeniz kıyılarına uzanan, yaklaşık Bursa, İzmit illeri ve yakın çevresini kapsayan
bölge) valilik yapmıştır. Bu mektuplar bize Anadolu’da Prusias (Bursa), Nikaia (İznik), Nikomedia (İzmit) gibi Roma Dönemi şehirlerinde yaşanan çeşitli sorunları gösterdiği gibi, Roma tarihi açısından da imparatorun artık mutlak bir güce kavuşmuş olduğunu, ve valilerin en basit olaylarda bile kendisine danışmadan karar vermeye çekindiklerine işaret etmektedir. Diğer yandan bu mektuplar sayesinde büyük kamu projelerinin finansmanı n mümkün olduğunca merkezi hükumet tarafından değil, bizzat yerli halkın katkılarıyla gerçekleştirildiğini görüyoruz. Ayrıca Mektup 34’den de görüleceği gibi, Romalılar yerli halkın siyasal gruplaşmalara girmeleri ve iç huzursuzluklar çıkmasını kesin bir şekilde istemiyorlar.

Yukarıdaki mektup örnekleri, “Genç Plinius’un Anadolu Mektuplarıbe, (Çev. Çiğdem Dürüşken ve Erendiz Özbayoğlu), Yapı Kredi Yayınları, 1999, İstanbul” isimli yayından kısaltılarak kullanılmıştır.

Kaynak: Uygarlık Tarihi, Prof.Dr. Taciser SAVAŞ (ed.) Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 197

4 Mart 2017 Cumartesi

Traianus/Trajans Sütunu

Traianus/Trajans Sütunu

Kuzey yüzünden bir detay

"Traianus Sütunu’nu görüyorsunuz. Olağanüstü bir sanat eseri ve çok iyi durumda korunmuş. Neden bu kadar iyi korunmuş? Bu durum, olasılıkla Papa V. Sixtus’un bunu ve daha sonraki bir imparatora ait olan Marcus Aurelius Sütunu’nu Roma’nın Rönesans Dönemi rekonstrüksüyonunda önemli birer anıt olarak kullanmış olması ile ilintilidir. Fakat o dönemde bunun üstünde olması gereken Traianus heykelini, diğerinden de Marcus Aurelius heykelini kaldırtıp yerlerine Peter ve Paul’ün heykellerini koydurdu. Bugün Traianus Sütunu’nun üstünde Peter, Marcus Aurelius Sütunu’nda da Paul var. Ama ne kadar iyi korunmuş olduğunu görüyorsunuz. Sütun gövdesi Dac silah ve zırhları ile bezeli bir kaide üzerinde yükseliyor, en tepede de Traianus’un bronz bir heykeli vardı."

Bir sahnenin çizimi
Romalılar Tuna'yı geçiyor ve bir Dakya kalesine saldırıyorlar.



*** kaynak için bkz.


Kuzey tarafının ayrıntılı görünümü
ayrıntılar için bağlantıya tıklayınız
Doğu tarafının ayrıntılı görünümü


"Ama asıl ilginç olan üzerinde yer alan kabartmalardır. Fazla ayrıntıya girmeyeceğim, ama göreceğiniz gibi mimari hakkında da ipuçları verdiği için bir fikriniz olmasını istiyorum. Bu mermerden yapılmış spiral bir friz. Bu friz dönerek kaideden sütunun tepesine kadar dolanıyor. Frizde, Traianus’un Dacia’ya düzenlediği askeri seferler bir belgesel formatında anlatılıyor. Daha önce sözünü ettiğimiz iki Dacia seferi ortada yer alan, bir kalkan üzerine yazı yazan zafer figürü ile ayrılmıştır. Roma sanatında daha önce buna benzer bir şey olmadığı için bu konuda çok tahmin yürütülmüştür. Yani bu bir buluştu ve olasılıkla Damascus’lu Apollodorus’un yaratıcı zekasının bir ürünüydü."
***
Güneydoğu tarafının ayrıntılı görünümü
Güney-güneybatı tarafının ayrıntılı görünümü 
"Bazı araştırmacılar, kanımca kulağa son derece inandırıcı gelen bir fikir öne sürmüştür. Sütunun iki kütüphane arasında yer almasına ve Romalıların rulo şeklinde yazmalar kullanmasına dayanılarak bu sütunun bir Roma elyazması olarak düşünülmüş olabileceği var sayılmaktadır. Burada olasılıkla kaideden tepeye bir sütuna sarılmış bir elyazması söz konudur. Metin bölümü olmayan sadece resimlerden oluşan bir elyazması açılmış ve bir sütun etrafın sarılmış gibi. İki yanda yer alan kütüphanelerden görülebilecek şekilde yerleştirilmiş olması nedeniyle de bu çok mantıklı bir yorumdur."
***


Batı-güneybatı tarafının ayrıntılı görünümü 
Batı tarafının ayrıntılı görünümü
"Kabartmaların ne kadar iyi durumda olduğunu görmeniz için kaideden bir ayrıntı. Bu tabii bir heykel dersi değil, bu nedenle herhangi bir ayrıntıya girmeyeceğim, ama mimari açıdan önemli olan birkaç sahneye hızlıca bakmak istiyorum. Bu en altta yer alan bir figür. Burada Romalıların fethetmeye gittiği kuzey topraklarında, Dacia’da bulunan Tuna Nehri’nin kişileştirilmiş tasvirini görüyoruz. Bu çok önemli, çünkü Damascus’lu Apollodorus’un Tuna Nehri üzerinde bir köprü inşa ettiğini biliyoruz. Bu onun en önemli mühendislik başarılarında biriydi. Burada bu köprüyü görüyoruz ki, bu da onun tasarımcısının Damascus’lu Apollodorus olma olasılığını arttırır. Romalı askerlerin teknelerden inmiş olduklarını görüyorsunuz, yürüyerek bir kemerden geçiyorlar.

Burada da Romalı askerleri görüyorsunuz. Romalı askerler sadece savaşmıyorlar, gittikleri yerleri de Romalılaştırıyorlardı. Bu konudan, Roma dünyasındaki kolonileşme hareketinden, Traianus’un imparatorluğun sınırlarını en uç noktalara taşıdığından söz ettik. Romalıları bir yere gidince ne yapıyorlardı? Yapılar inşa etmeye başlıyorlardı. Enlemesine, boylamasına yerleştirilen taşlarla duvarlar yapmaya başlıyorlar, içinde Roma’ya özgü yapılar olan kaleler, surlar inşa ediyorlardı. Romalı askerlere savaş bittikten sonra general ya da imparator tarafından toprak verildiğini anımsayacaksınız. O topraklar artık onların malı oluyordu ve yaşamlarına orada devam ediyorlardı. Yani bu yerleşimleri Roma yapıları ile doldurmak için nedenleri vardı. Buradaki birçok sahnede Romalı askerleri şehir inşa ederken görüyoruz.

Bu sütunun en iyi bilinen sahnesi. Burada bu inşa edilen kalelerden birinin içinde, miğferleriyle, kalkanlarıyla savaşan Romalıları görüyoruz. Elleriyle bir şeyi kavramışlar. Kabartmanın orijinalinde askerlerin elinde madenden yapılmış mızraklar olduğunu düşünüyoruz. Aşağıda ise Daclar betimlenmiş. Tozlukları, tunikleri, dağınık saçları ve sakallarıyla onları ayırt edebiliyoruz. Kampa saldırıyorlar. Tabii zaferi Romalılar kazanacak ama Daclar da kahramanca, yiğitçe savaşırken gösterilmişler. Yani düşman da en az Romalılar kadar güçlü görünüyor. Böylece burada Romalıların onlardan daha güçlü olduğu, güçlü bir düşmanı yenilgiye uğrattığı vurgulanmış oluyor.Eğer koç başının nereden geldiğini merak ediyorsanız, işte burada bir tane var. Romalıların herşeyi keşfettiklerini size söylemiştim. Burada bir kütük ucuna geçirilmiş koç başı ile kale duvarlarını yıkmaya çalışıyorlar.

Sütundaki belki de en dokunaklı, en ilginç sahne bu, en tepede yer alan sahne. Burada Dacların lideri Decebalus, D-e-c-e-b-a-l-u-s boğa üzerindeki zafer figürü gibi diz çökmüş durumda betimlenmiş. Elinde bir bıçak var. Ne yapıyor? Görüyorsunuz sağında, solunda Romalı askerler var. Esir alınmak üzere ve Roma’da Traianus onuruna düzenlenecek zafer alayında sergilenecek. Bunun olmasını istemediği için, kahramanca kendi hayatını sonlandırıyor. Romaların eline düşmemek için bıçağı kalbine saplamak üzere. Bu sütunda Romalıların Dacları bu kadar cesur olarak betimlemiş olmaları çok ilginçtir.

Roma’da, EUR’daki Roma Uygarlığı Müzesi’nde ( Museo della Civiltà Romana) kalıplar ve modeller olduğundan bahsetmiştim. Burada Traianus Sütunu’ndaki tüm kabartmaların kalıbı var. Bu, müzede çektiğim bir fotoğraf. Burada tüm kabartmaların göz seviyesinde olduğunu ve rahatlıkla incelenebileceğini görmenizi istedim. Antik dönemde bunlara bakmak çok daha güç olmalıydı. Ama arka planın olasılıkla mavi renkli olduğunu belirtmeliyim. Ayrıca olasılıkla yer yer, madeni mızraklar gibi, sahneleri daha kolay okunur hale getirecek bazı ekler de yapılmıştı.

Eminim hepiniz New York’ta İkiz Kulelerin yıkıntılarına (Ground Zero’ya) gitmişsinizdir. Ondan birkaç blok ötede kule yangınlarında hayatını kaybeden itfayecilerin anısına yapılan bir anıt var. Burada bu anıtı görüyoruz: “Hayatını kaybedenlere ve hayatta kalanlara adanmıştır”. Bu anıtta ilginç olan, eğer Google’dan bulup Fireman's Memorial in New York sitesine girerseniz, bu anıtın tasarımcısının Traianus Sütunu’na olan hayranlığından ve burada sanatsal model olarak onu kullandığından söz ettiğini göreceksiniz. Buradaki kalabalık insan figürlerini; figürlerin yapılarla ilişkisini Roma’daki Traianus Sütunu’nundaki örnekleri model alarak tasarlamıştır.

En uçta, iki yanında kütüphane bulunan Traianus Sütunu’dan sonra bir tapınak yer almaktadır. Bunun derin portikosu, bağımsız sütunları, önde cepheye vurgu yapan merdiveni ile başka yerlerden de bildiğimiz tipte, geleneksel bir tapınak olduğunu görüyorsunuz. Burada aşağıdan yukarı uzanan spiral merdivenlerin betimleyen bir gravür görüyoruz. Burada ise, aşağı mezar odasına inen merdivenler var. Mezar odasında biri Traianus’a, diğeri Plotina’ya ait iki urne bulunmuştur. Tabii, bunlar burasının aynı zamandaTraianus’un mezarı olarak da kullanıldığını söylemektedir. Yani kazanılan zafer sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda ölüme karşı da kazanılan bir zaferdir.

Ve en tepe. Üzerinde St. Peter heykeli ile net bir şekilde görüyoruz. Ama bir sikke üzerinde burada duran orijinal heykelin tasviri var; Kaide, gövde ve Traianus heykeli. Traianus çıplak bir kahraman olarak betimlenmiş. Traianus sütunun zirvesine yerleştirilmiş olan bu heykelde ölümünden sonra tanrılaşmış olarak tasvir edilmiştir. Sikkenin üzerindeki Traianus’dan Optimus Princeps olarak söz edilmektedir. Traianus’un çok sayıda ünvanı vardı, bunlardan biri de Dacicus, yani Dac Fatihi idi. Ama yaşamının sonunda bir de Optimus Princeps yani tüm zamanların en büyük princeps’i (önderi) ünvanı verilmiştir. Bu onun Augustus’dan bile büyük olduğu anlamına gelmektedir. Bu tartışılabilir ama sanırım Traianus’un Augustus’dan bile büyük bir imparator olduğu olasılıkla doğru bir saptamadır.

Bu yapı kompleksinin harika bir rekonstrüksüyonu. Burada girişi, arkasındaki atlı heykeli ve tanımladığımız tüm birimleri görüyoruz. Bakın bu çok ilginç. Kendinizi foruma girmiş gibi düşünün; burada duruyorsunuz, üzerinde Traianus’un adı yazılı bazilikaya ve arkasındaki Traianus Sütunu’na ve tapınağa doğru bakıyorsunuz. Burada durduğunuzda büyük olasılıkla Traianus Sütunu’nun sadece en tepesini görebiliyordunuz. Çünkü çok yüksek bir yapı olan Ulpia Bazilikası sütunun geri kalanının görülmesini engelliyordu.Bu çok teatral bir düzenlemeydi. Burada durup önce Traianus’u bir anlamda yaşarken görüyordunuz, sonra arkaya doğru baktığınızda sütunun üzerindeki, Ulpia Bazilikası üzerinde süzülüyormuş gibi bir his uyandıran bronz heykelde tanrılaşmış halini görüyordunuz. Bu, Damascus’lu Apollodorus tarafından tasarlanmış olan çok etkileyici bir tablo. Sanırım, Gian Lorenzo Bernini gibi 17. yüzyıl mimarlarına kadar onun bir benzeri yok."
*** bkz.

-------------------------------

***Kaynak:
Roma Mimarlığı: Ders 14 Transkript, 5 Mart, 2009, TÜBA Ulusal Açık Ders Malzemeleri,
Dersi veren öğretim üyesi: Profesör Diana E. E. Kleiner, Yale Üniversitesi
Türkçe çeviri ve seslendirme: Yaprak Eren
http://www.acikders.org.tr/course/view.php?id=100

2 Mart 2017 Perşembe

Marcus Aurelius Sütunu

Marcus Aurelius Sütunu

"Marcus Aurelius, Meditationes'i (Kendime Düşünceler) Roma'nın kuzey komşusu Quadi ve Marcomanni'ye [Germenler] karşı, saltanatının bir kaç yılını savaş alanında geçirmesi gereken savaşlarla uğraşırken yazdı. Bu seferler, Traianus'unkiler gibi  Roma'daki başka bir sütunda, Traianus Sütunu'nda olduğundan daha kaba  ama bazı bakımlardan daha güçlü ve hiç de daha az saldırgan olmayan bir biçemle anlatılıyordu. Bu seferlerin amacı, imparatorluğun genişletilmesi değil, Tuna sınırında gittikçe artan baskıya karşı imparatorluğun savunulmasıydı.  Bu, bundan sonraki yüzyılda Roma askeri tarihinin kalıcı örüntüsü olacaktır. 
Marcus 180'de, bu savaşları yönetirken Vindobona'da (Viyana) öldü. Yerine oğlu ve ardılı Commodus geçti."
Roma Dünyası, İletişim Yayınları, s: 103

Marcus Aurelius Sütunu, MS  180-192, Roma


Marcus Aurelius Sütunu

Sütunun genel görüntüsü ve bulunduğu meydan

18 Oca 2011 tarihinde yüklendi

Column of Marcus Aurelius - HD footage, information and facts on the great pillar in Rome; the Column of Marcus Aurelius. This Doric column, covered in brilliant relief, commemorates the Roman Emperor Marcus Aurelius and his military campaigns.

28 Mar 2015 tarihinde yayınlandı
Scaling the Column of Marcus Aurelius in Rome with the American Academy in Rome, Oct. 2009

Videoda görülen merdivenlerin çizimi


DİĞER bloglarıma da bkz. 

"MAYA MOR RASTGELE KARŞILAŞMALAR" TEFRİKA ROMAN
https://tefrika-mayamor.blogspot.com/

TARİH EĞİTİMİ
https://tarihegitimi.blogspot.com/

ANLATI, ÖYKÜ, OYUN
https://babillkulesi.blogspot.com/