ABD’deki yüzlerce çocuğu felç eden nadir bir virüs türü görüldü.
ABD’de çocukları felç eden nadir bir virüs türü görüldü
Son zamanlarda, enterovirüs D68 (EV-D68); ABD’de yüzlerce insanı felç eden bir hastalıkta, kilit rol oynamakla suçlanıyor. Virüsün varlığını işaret eden bulgular ise şu ana kadar en iyi
Türkiye, kanser sıklığında AB ülkeleri ve ABD'nin gerisinde
Sağlık Bakanlığının son kanser istatistik verilerine göre Türkiye, kanser görülme hızında AB ülkeleri ile ABD'nin gerisinde kaldı. AB ülkelerinde bir yıl içinde her yüz bin erkekten 314'üne ve her yüz bin
Sevres sonrası Osmanlı İmparatorluğundan ayrılması tasarlanmış bölgeler Harita: Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt I, s: 127
Kürdistan ile iIgili Üç Madde Birinci Dünya Savaşından sonra kuzey Irak Kürtlerinin de yaşadığı Irak toprakları İngiltere'nin mandasına verildi. Sevresle saptanan Osmanlı sınırları içindeki Kürtlere ise, Sevres Antlaşmasının üç maddesi (md. 62-64) yerel (teritoryal özerklik getirmekte, bu özerkliğin bağımsızlığa dönüşmesini de ilk bakışta mümkün kılan bir ifade kullanmaktaydı. Md.62:"Fırat'ın doğusunda, ileride saptanacak Ermenistan'ın güney sınırının güneyinde ve (...) Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu Antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde (...) üç üyeden [İngiliz, Fransız, İtalyan] oluşan bir Komisyon hazırlayacaktır. (...) Md.63: klasiktir: "Osmanlı Hükümeti, 62. maddede öngörülen [hükümlerle ilgili kararları] üç ay içinde kabul etmeyi ve yürürlüğe koymayı şimdiden yükümlenir." Md.64:"işbu Antlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra, 62. maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyetine başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı tanımayı Türkiye'ye salık verirse, Türkiye, bu tavsiyeye uymayı ve bu bölge üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi, şimdiden yükümlenir. (...) "Bu vazgeçme gerçekleşirse ve gerçekleşeceği zaman, Kürdistan'ın şimdiye dek Musul İlinde kalmış kesiminde [İngiliz mandası altında] oturan Kürtlerin, bu bağımsız Kürt Devletine kendi istekleriyle katılmalarına, Başlıca Müttefik Devletlerce [İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya] hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır." Kürdistan'ın Bağımsızlığı Konusu Görüldüğü gibi md.62'ye göre Osmanlı sınırları içindeki Kürtler teritoryal özerkliğe kavuşmaktaydı. Yalnız, bu "özerk toprak"ın güney sınırı belli olmakla birlikte, kuzey sınırı belirsizdi. Çünkü bu sınır, aynı zamanda, kurulması kararlaştırılmış olan Büyük Ermenistan'ın güney sınırıydı ve sınırlar konusunu incelerken görmüş olduğumuz gibi, saptanması Sevres md.89 hükmü sonucu ABD Başkanı W.Wilson'a bırakılmıştı. (Wilson, daha ileride göreceğimiz gibi, Ermenistan'a Karadeniz'e açılma olanağı verecek bu saptamayı 22 Kasım 1920 tarihli bir belgeyle Müttefiklere ulaştıracaktır.) İşte, bu belirsizliktir ki, Sevres'in md.62 ile teritoryal özerklik verdiği ve md.64'le bağımsızlık kapısını "açık" bıraktığı Kürtler, yine Sevres'in md.89'la getirdiği bu Ermeni tehdidi yüzünden, Ankara'nın yönettiği kurtuluş savaşına güçlü bir destek vereceklerdir. En ilginç olan, md.64 idi, çünkü Osmanlı Kürtlerine ilk bakışta büyük olanaklar getiriyor biçiminde yorumlanabilecek bu madde pek o kadar net değildi. Maddede, Osmanlı sınırları içindeki Kürtlerin bağımsız devlet kurabilmeleri için 2 koşul ileri sürmekteydi. 1) Osmanlı'dan bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak MC'ye başvurmak. Bu "kanıtlama"nın nasıl olacağı belli değildi. Bu bölgede pek bilinmeyen bir usul olan plebisit yapmanın zorluğu bir yana, böyle bir oylamanın sonucunun kimin tarafından "kanıtlama" olarak kabul edileceği de açık değildi. (Üstelik, aynı yönde bir oylama Lausanne'daki Musul görüşmeleri sırasında Ankara tarafından kuzey Irak için istendiğinde, Lord Curzon "Kürtler bir oy sandığını gördüklerinde bomba sanabilirler" diyecektir). Bununla birlikte, kesin olan bir husus varsa, o da bu konudaki saptamanın tamamen İngiliz etkisinde yapılacağıydı. 2) MC Konseyinin bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğuna karar vermesi ve Osmanlı devletini bu yönde bir kararı tanımaya çağırması. Bir kere, böyle bir kararın hangi ölçütlere dayanacağı tamamen belirsizdi. Bununla birlikte, ABD'nin MC'ye girmeyi kabul etmediği göz önüne alındığında ve Konsey'e tamamen İngiltere'nin egemen olduğu anımsandığında bu konuda da esas olarak İngiltere'nin etkili olacağı söylenebilirdi ve dolayısıyla Kürtlerin kaderi tamamen bu devletin eline verilmişti. İkincisi, bu durumda, böyle bir bağımsızlığın İngiltere'nin o sıradaki ulusal çıkarlarına uyup uymayacağı hususu önemli oluyordu. İngiltere gibi, "sürekli dostları veya düşmanları olmayan, yalnızca sürekli çıkarları olan" bir devletin ittifakları ise her an değişebilirdi. Nitekim, Kürtlere, güneydeki Suriye'ye egemen bir Fransa'nın etkisinde kalabilecek bir bağımsızlık vermektense, veya güneyde kendi mandası Irak'ta yaşayan Kürtlerle birleşerek güçlenebilecek bir Kürdistan yaratmaktansa, Sevres'le iyice zayıflamış bir Osmanlı'yı İngiltere tercih edebilirdi. işte, md.64'ün son fıkrasında yer alan ve ne anlam ifade ettiği açık olmayan hükmün (... hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır) işlevinin burada devreye girdiği söylenebilecektir: İngiltere için esas olan, güneydeki (Musul'daki) Kürtlerin yaşadığı petrol bölgeleriydi. Kuzeyin dağlar, kanyonlar ve yaylalarla parçalanmış arazisinde petrol olmadığı tahmin ediliyordu. Üstelik, buradaki Kürt aşiretlerini denetim altına almak, bu topoğrafya yüzünden çok zordu. İngiltere bu yüzdendir ki, önceleri istediği bilinirken, sonraları bu bölgeyi kendi mandası altına almaktan vazgeçmişti. ileride, kuzey Kürtlerinin yaşadığı bölgede petrol çıkarsa, İngiltere'nin buraya sahip çıkabilmesi, herhalde, kuzeydeki bağımsız Kürdistan'ın güneydeki İngiliz mandasına katılmasıyla olamazdı. Ancak bunun tersi mümkün olabilirdi. işte son fıkrayla İngiltere, herhalde, rakibi Fransa'nın böyle bir olasılığı engellemesini şimdiden önlemek amacını gütmüştü. Nitekim, San Remo hazırlık konferansının 19 Nisan 1920 tarihli oturumunda bu maddeyi ileri süren ve savunan bizzat Lord Curzon olacak, buna karşılık Fransız Başbakanı Millerand "konunun çekinceli olduğunun kaydedilmesini istediğini" belirtecektir (Olcay, s. 465-467). Zaten, Kürdistan'a doğrudan bağımsızlık vermek isteyen İngiltere'ye, Musul'da fazlasıyla ödün vermiş bir Fransa'nın karşı çıkmasıdır ki, özerklik formülüyle dahi olsa bu bölgenin Osmanlı toprakları içinde kalmasına yol açmıştır (Helmreich, s.22). Bu durumda Kürdistan'ın bağımsız olması, tamamen, İngiltere'nin uydusu olmasına ve öyle kalacağı izlenimini vermesine bağlı gözüküyordu. Kürtlerin bağımsız devlet kurabilmelerinin bir büyük devlete tam anlamıyla bağlı olması durumu, Yüzyılın başında da, İngiltere'nin yerine ABD'nin geçmesiyle aynen sürecektir. Kaynak
Baskın Oran, "Sevres Barış Antlşaması"", Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s: 130-131
John Stewart Curry'nin duvar resminde John Brown. Kansas'taki köle tacirlerine karşı yürüttüğü amansız savaşlar sonucu ve idam edilmesiyle birlikte bir destan kahramanı haline gelmiştir.
Başlatmış olduğu ayaklanma ile siyahların kurtuluşu hareketine öncülük eden John Brown, 9 Mayıs 1800'de ABD'nln Connecticut eyaletinde Torrington kasabasında doğdu. Siyahların haklarını ilk çalışmaya başladığı günden beri savunan Brown, püriten bir aileye mensuptu.
Yıllarca ABD'nln çeşitli eyaletlerinde dolaşarak çiftçilik, yün ticareti, koyun ve toprak alım satımı yaptı. 1849'da New York'ta North Elba'da köleliğe karşı olan Gerrit Smith'in bağışladığı topraklara yerleşti. Burada kalabalık ailesini geçindirmek için çiftçilik yaparken, bir yandan da siyahların yaşama koşullarına tanık oluyor ve köleciliğe karşı mücadele etmeyi planlıyordu. 1845'te yerleşmeye yeni açılan Kansas Eyaleti'ndeki toprakların paylaşımı nedeniyle çiftçilerle tarım işletmecileri arasında çıkan çatışmalar John Brown'un buraya gelerek ayaklanma girişimlerini başlatmasına neden oldu. Bölgeye silah ve cephane yüklü arabayla gelip, Osawatomie'ye yerleşen Brown, 1855'te beş oğlu ile birlikte köleciliğe karşı mücadele eden kuvvetlere katılarak, kısa bir süre içinde hareketin fiili önderi oldu. Köleciliği savunan güçlere karşı gerilla savaşı biçiminde yürütülen bu eylem devam ederken, 21 Mayıs 1856'da Kansas'taki Lawrence kentinin kölelik taraftarları tarafından yakılarak, yağma edilmesi ayaklanma sürecini hızlandırdı. Bunun üzerine Brown'un önderlik ettiği gerilla grupları misillemeye girişerek, Pottawatomie Deresi yakınlarında bir kasabaya baskın düzenlediler. Bu baskından sonra yörede adı efsaneleşen John Brown, bir süre sonra kaçak kölelerle birlikte Virginia'ya gitti. Amacı kaçak kölelere sığınacak bir yer temin etmekti. Bunun için girişimlere başlayarak, 1858'de Ontario'da Chatham şehrinde köleciliğe karşı beyazların da katıldığı bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda kendi hazırlamış olduğu geçici bir anayasa kabul edildi. Aslında Brown, kağıt üzerinde kurulan bir devletin başkomutanı olmuştu. Bu hareket, ABD'de köleliğe karşı olan güçler tarafından onaylandı. Hatta daha önce Brown'a toprak bağışlayan Gerrit Smith ile birçok beyazın desteği sağlandı. Gerçekte John Brown'ın amacı genel bir ayaklanma başlatmaktı. Nitekim bir yıl sonra, 1859'un yazında Virginia-Maryland sınırında bulunan Harpers Ferry'deki Federal cephaneliğin yanında bir çiftlik kiralayarak karargahını kurdu.
Beyazların yanısıra siyahların da bulunduğu grup toplam 23 kişiydi. Aralarında Brown'ın 3 oğlu ile 2 damadı vardı. Esas amacı Federal Hükümet'in cephaneliğini basıp, silahları kölelere dağıtarak, ayaklanmayı başlatmaktı. Sonunda 16 Ekim 1859 gecesi ani bir saldırıyla cephaneliği ele geçirdi. Hemen ardından adamlarının bir bölümünü yöredeki diğer çiftliklere göndererek oradaki kölelerin ayaklanıp, efendilerini rehin almalarını istedi. Kısa sürede bölgede 60'a yakın köle sahibi kişi rehin alındı. Brown ise baskının ertesinde günboyu yerel milislere karşı direndi. Ne var ki, bir gün sonra Washington'dan gelen deniz piyadeleri karşısında dayanamadı ve ağır yaralı olarak ele geçti.
Thomas Hovenden'ın tablosunda John Brown'ın hayatının son anları gösterilmiş. 1884 . edocs.uis.edu
Bu arada çatışma sırasında 2 oğlu ile 8 adamı da öldürülmüştü. Charlestown hapisanesine konulan John Brown, yargılanacağı mahkemeye sedye ile getirildi. Köleleri ayaklandırma, adam öldürme ve devlete ihanet suçlarından idama mahkum edilen Brown, 2 Aralık 1859'da asıldı.
John Brown Mahkemede. Savunmasında "Bu suçlu topraklar ancak kanla arınabilir" demiştir.
Kendisi bir beyaz olmasına rağmen siyahların kurtuluşu hareketine önderlik eden John Brown'un eylemi daha sonraki birçok ayaklanmanın da habercisi oldu. Marx, John Brown'un idam edilmesinden sonraki ayaklanmalarla Çarlık Rusyası'ndaki köylü ayaklanmalarını dönemin en önemli toplumsal olayları olarak nitelendirir. John Brown'ın Cesedi John Brown'ın cesedi mezarda çürüyor John Brown'ın cesedi mezarda çürüyor John Brown'ın cesedi mezarda çürüyor Ama ruhu yürüyor bizimle John Brown köleler kurtulsun diye öldü John Brown köleler kurtulsun diye öldü John Brown köleler kurtulsun diye öldü Ama ruhu yürüyor bizimle Gökteki yıldızlar eğilmiş bakıyor Gökteki yıldızlar eğilmiş bakıyor Gökteki yıldızlar eğilmiş bakıyor John Brown'ın mezarına [600 bin kişinin öldüğü iç savaşta siyahlar sözleri yukarıda yazan şarkıyla, kuzey orduları da bunun daha farklı bir versiyonunu söyleyerek yürüyorlardı.] Şarkı için linkler https://www.youtube.com/watch?v=bSSn3NddwFQ https://www.youtube.com/watch?v=jso1YRQnpCI(Pete Seeger) Kaynak Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim, cilt 1, s:182-183 (metin) ve s.187 (şiir, Bülent Somay'ın makalesinin son bölümünden) http://www.cs.cornell.edu/nystrom/images/antietam/pages/page_17.html
West Point'ten 1813'de mezun olan Albay James Ripley belki de dört yıl süren kanlı Amerikan iç savaşının çıkmasından sorumlu kişilerin başında geliyor. Aslında bu anlaşmazlık birkaç ay içinde halledilebilirdi. 1861'de Birleşik Devletler ordusunun Savaş Gereçleri Bölümünün başına getirildiğinde altmış yedi yaşında olan Ripley ordunun silahlarını güçlendirmek için teklif edilen her türlü buluşa burun kıvırıyordu.
Ripley, özellikle piyade için gerekli ateşli silahların alınmaması için her türlü bürokratik yolu deneyen adam olarak da tarihe geçmiştir. Aralıksız atış sağlayan Spencer tüfeklerinin askerlerin çok fazla cephane harcamasına neden olacağını ve bunun da orduya pahalıya mal olacağını öne sürmüştür.
En büyük aptallığıysa yaptığı bir şey değil, yapmadığı bir şey nedeniyledir ve iki tarafın da on binlerce asker kaybetmesine yol açmıştır.
Hikayemiz 1852'de İngiltere'nin modern dünyanın ilk fuarını Kristal Saray'da düzenlemesiyle başlıyor. Fuarda, Amerikan standı açıldığında sadece mekanik parçalar olan kutular ortaya çıktı. İzleyicilerin arasından gönüllüler alındı ve birazcık yardımla birkaç dakika içinde bu parçaları bir Colt tabancaya dönüştürdüler. Bu silah kusursuz bir isabet oranına sahipti ve çok kolay bir araya getirilebiliyordu. Bu gösteri öylesine yeni bir şeydi ki, İngiliz Parlamentosu bu yeni teknolojiyi keşfetmek üzere bir komisyon oluşturup Amerika'ya gönderdi.
Komisyonun ilk durağı Springfield cephaneliğiydi. O sırada burada 1855 model Springfield 58 tüfeklerinin seri üretimine geçilmişti. Bu yüksek isabet oranına hayran kalan İngiliz hükümeti tüm fabrikayı satın aldı. Üç yıl içinde de İngilizler kendi Springfield tüfeklerini üretmeye başladılar. 577 kalibre Enfield... Bu model Amerikalıların Springfiel'ine çok benziyordu. Sadece kabzasında ve kalibresinde ufak farklılıklar vardı.
Amerika'da düşmanlıkların artması federal hükümeti hazırlıksız yakaladı. Ancak daha sonra ortaya atılan bazı iddialara göre Buchanan'ın emrindeki Savaş Bakanı Jefferson Davis, hala görevdeyken alınan önemli kararları sabote etmişti. Ordunun yirmi binden az askeri vardı. Dahası, sahip olmaları gereken modern silahlar da yoktu. 1855 model Springfield tüfekleri sadece yirmi otuz bin kadardı ve çoğu da güneydeki cephaneliklerdeydi.
Konfederasyonun Sumter Kalesine ateş açmasından üç gün sonra Lincoln yetmiş beş bin gönüllüye çağrıda bulundu. Yaz sonunda ise yarım milyon adama daha savaş çağrısında bulunuldu. Birlik'in sorunu gönüllüler bulmak değil onlara silah verebilmekti. Aslında gönüllülerin birçoğu geri çevriliyordu. Albay Ripley'nin masasına gelen sorun buydu.
Öncelikle Ripley o an sahip olunan silahlarla ilgili bir sorun olmadığını söyledi. Bu silahlar 1812'de yapılan savaşlarda güzel güzel çalışmıştı. Ancak herkes ateş mekanizmalı silahlar konusunda ısrarlıysa aralıksız atış yapan silahlar alınabilirdi. Ancak burada bir sorun vardı; Springfield silah fabrikasının ve öteki silah üreticilerinin bu kadar silahı yapması en az bir yıl alırdı. Zaten silah alımı için özel sektöre başvurmaktan bahsedilemezdi bile.
Bu ikilem karşısında Ripley'nin emrindeki bir personel müdürü krize basit bir çözüm önerdi: İngiltere'ye gidip, gerekli silahlan Enfield'dan satın almak. İngilizler bu silahlar için maliyetine fiyat veriyordu, çünkü kendileri daha ileri bir teknolojiye geçişin hazırlıkları içindeydiler. Sonuç olarak Birlik ordusu birkaç ay içinde silahlanabilirdi.
Albay James Ripley bu fikri duyunca çılgına döndü. Bir zamanlar İngilizlere karşı savaşmıştı şimdi silah almak için tutup onlara koşması düşünülemezdi bile. Dahası, Ripley savaşın yaz sonuna kadar biteceğinden emindi ve birkaç yüz bin silah satın almak boşa gidecek paralar demekti. Silahlar ulaştığında belki de ordular çoktan dağılıyor olacaktı. Sonunda şöyle bir fikirle geldi; bu bir Amerikan savaşıydı ve Amerikan mallarıyla yapılmalıydı. Bundan başkası hiç de vatanseverce bir davranış olmazdı.
Personel müdürü bu fikri geri çekti, bir daha düşündü ve bu yaşlı adamın kalbini kazanacağını umduğu yeni bir fikirle geri geldi. İstihbarat birimlerinden alınan bilgiye göre Konfederasyoncular çoktan İngiltere'ye gitmiş ve tüm Enfield silahlarını satın alıp daha da yenilerini imal ettirmek üzere anlaşıyorlardı.
Ripley yine çıldırdı ancak bu kez paniğe kapılmadı. Eğer Konfederasyon İngiliz silahlarını satın almak istiyorsa bu onların bileceği işti, Ripley'yi hiç ilgilendirmezdi. Tekrar, silahlar gelene kadar savaşın biteceğini ve Amerikan askerlerinin Amerikan silahlarıyla savaşacağını yineledi. Personel müdürü ısrarla karşı çıktı ve Federal hükümetin Konfederasyonun o silahları almasına engel olması gerektiğini savundu. Eğer Ripley o silahları kullanmak istemiyorsa bile ötekilerin almaması için satın alınıp okyanusa atılabilirdi.
Personel müdürü Ripley'in huzurundan kovuldu ve bir daha bu konuyu gündeme getirmemesi istendi. kaynak: Baktabul Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler http://www.baktabulum.com/showthread.php?t=9394
Üç ay sonra Manassas'ta otuz beş binin üzerinde Birlik askeri savaşa girdi. Çoğunluğunda eski püskü silahlar vardı. Son saldırıyı Henry Tepesinden yaptılar ve Konfederasyon direnişini kırdılar. Bu son kahramanca atak Stonewall Jackson'ın adamlarının yepyeni Enfield tüfekleriyle açtığı yaylım ateşiyle son buldu. Bu silahlar üç yüz elli metre öteden bir insanı vurabiliyordu. Yüz metreden daha yakından ateşlendiğinde ise mutlaka öldürücü oluyordu. Bu mesafeden Birlik askerlerinin eski tüfekleri bir işe yaramazdı.
Sonunda Ripley yönetimden gelen baskılara dayanamadı ve Enfield tüfekleri sipariş etmeye başladı. Ancak artık çok geçti. İlk stoklar Güney'e gitmişti. Savaşın en ironik yanlarından biri İngilizlerin hem güneylilere, hem de kuzeylilere Enfield tüfeklerini satmaya devam etmiş olmasıdır. Ripley umutsuz bir şekilde yüzünü Prusyalılara döndü.
Prusyalılar çoktan üstten doldurmalı silah teknolojisine geçmişlerdi ve eski önden doldurmalı silahları satmak için can atıyorlardı. Onlardan başka Belçikalılardan da bir miktar silah alındı. Ancak bu tüfekler arkasında olanlar için önünde olanlardan çok daha tehlikeliydi. Birlik askerlerinin çoğu bürokrasiyi bir yana bırakıp soğuk bir mantıkla savaş alanında hayatlarının buna bağlı olduğunu düşünerek, kendi paralarıyla Sharps ve Burnside gibi daha ileri teknoloji ürünü ve Ripley'i isyan ettirecek kadar pahalı mermileri olan silahları satın aldılar.
Amerikan İç Savaşı'nın en büyük mitlerinden biri savaş boyunca Konfederasyon ordularının yetersiz bir donanımla savaşmış olduğudur. Bu, Albay Ripley sayesinde, savaşın ilk yılları için kesinlikle doğru değildi. 1862 yazına kadar Birlik askerleri, özellikle batıdaki operasyonlarda eski tüfeklerle savaşmıştı. kaynak: Baktabul Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler http://www.baktabulum.com/showthread.php?t=9394
Konfederasyon birliklerinde ise Enfieldler vardı. Enfieldler olmadan Güney kesimi 1861 ve 1862'deki savaşlarda yıkılabilirdi. Konfederasyon ordusu üstten doldurmalı silahlarla donanmış bir Birlik ordusuyla karşılaşsaydı ve bir de Enfieldleri olmasaydı Güney'in asla İkinci Manassas, Antietam, Gettysburg gibi zaferleri olamazdı.
Ripley'nin ordusu ilk savaşlarından çoğunu kaybetti. Kendilerinde de olabilecek silahlarla etkisiz hale getirildiler. Ripley değişime karşı savaştı ve bu yüzden aralıksız atış yapan tüfeklerin alınması gecikti. Bu karar daha erken alınsaydı iç savaş çok daha kısa sürebilirdi. Ripley, 1863'de ordudan atıldı. Daha sonra hatası için özür diledi mi, dilemedi mi bilinmiyor...
Sovyet-Afgan Şavaşı, Sovyetler Birliği'nin Aralık 1979'da Afganistan'a girmesiyle, 9 yıl sürecek bir savaş başlamış; Sovyetlerin dağılmasına varan gelişmelere ve hem iç ve hem de dış etkilere maruz kalmasına sebep oldu.
Afganistan krallıkla yönetilen bir devlet idi. Ülkede 1973 yılında Davud Han liderliğinde Cumhuriyet ilan edildi. Davud Han'ın hazırladığı Anayasa 1977'de kabul edildi. Davud Han devlet başkanı sıfatıyla kendi aile çevresinden, yakınlarından, devrik kraliyet ailesinin üyelerinden kurulu bir hükümeti iş başına getirdi. Bunun üzerine 10 yıldır ayrı çalışan iki sol örgüt, Halk ve Bayrak partileri Davud Han'a karşı birleştiler. Halk kanadı lideri Hafızullah Amin'in düzenlediği bir darbeyle Davud Han devrildi, kendisi ve aile üyelerinin çoğu öldürüldü. 27 Nisan 1978'de Afganistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Ama Halk ve Bayrak kanatları arasındaki birlik hızla bozuldu. Orduya dayanan Halk kanadı giderek güçlendi. Yeni yönetimin reform programında kadınlara eşit haklar, toprak reformu ve klasik Marksist - Leninist doğrultuda yönetsel önlemler yer alıyordu. Temel Afgan kültür öğeleriyle çatışan bu program ve siyasal baskılar, nüfusun geniş kesimlerini karşısına aldı. 1978 yazında Nuristan bölgesinde ilk ayaklanmalar patlak verdi ve eşgüdümsüz de olsa tüm ülkeye yayıldı. 5 Aralık 1978'de, Sovyetler ile Afganistan arasında Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı.
Konu başlıkları [gizle] 1 Sovyet darbesi ve işgali 2 Uluslararası tepkiler 3 Sovyetlerin geri çekilmesi 4 Sonuçları
Sovyet darbesi ve işgali [değiştir]Bu gelişmelerden kısa süre sonra ülkede Sovyet yanlısı iktidara karşı ulusal direniş hareketi başladı. Ayaklanmalar karşısında Afgan ordusu güçsüz kalınca iktidarda bulunanlar Sovyetler'den yardım talep ettiler. Bu talep üzerine ve kısa sürede Afganistan'a çok sayıda Sovyet uzmanı ve askeri geldi. Sovyetler, 27 Aralık 1979'da ülkeyi fiilen işgal ettiler. Devlet başkanı Hafızullah Amin öldürüldü ve yerine Babrak Karmal getirildi. Sovyetler'in işgal hareketi, çok sayıda Afganlı'nın Pakistan ve İran'a sığınmasına sebep oldu.
Pakistan, bu durum üzerine BM'ye ve İslam Konferansı Örgütü'ne başvurarak, Afganistan'daki gelişmelerin önlenmesini ve Sovyet askerlerinin çekilmesini istedi. Ancak, bu girişimlerden sonuç alınamadı.
Ülkenin işgali Amerikan destekli mücahitlerin direnişine yol açtı. 1980'de ülke içindeki bazı gruplar Sovyet işgaline karşı birleştiler. Mücahit olarak adlandırılan güçlerin silahlı direnişi 1984'te yoğunlaştı. Afgan mücahitleri Sovyetler'e büyük kayıplar verdirdiler. Bu dönemde özellikle mücahitlere yapılan Amerikan yardımı belirgindir. Türkiye'nin o dönemde sahip olmadığı pek çok modern silah, özellikle helikopterlere yönelik kullanılan omuzdan atımlı Stinger füzeleri mücahitlere bol miktarda verilmiştir.
Uluslararası tepkiler [değiştir]Mücahitlerin direnişleri, çevre ülkeler ve Batı dünyasını da harekete geçirdi. Çünkü, Afganistan'ın Sovyet kontroluna girmesi, onların, Hint Okyanusu'na ve keza İran üzerinden Basra Körfezi'ne çıkmalarına imkan vermekteydi. Bu durum, Batı ülkelerini olduğu kadar, İran, Çin ve Pakistan gibi çevre ülkelerini de tehdit eden bir durum yaratmaktaydı. Keza, dünyanın diğer süper gücü ABD gelişmelerden en çok endişe duyan ülke idi. ABD, Sovyetler'in bu teşebbüsü üzerine SALT-II Antlaşması'nı onaylamaktan vazgeçti ve 5 Ocak 1980'de bu ülkeye yaptığı tahıl ihracatını da durdurdu. Ayrıca Sovyet işgaline tepki olarak, ABD ve 70'e yakın ülke Moskova'da düzenlenen 1980 Yaz Olimpiyatları'na katılmadı.
Dolayısıyla Afganistan'ın işgali, Dünya'nın iki süper gücünü bir kere daha karşı karşıya getirdi. İşgal, mahalli olmaktan çıkıp bir Dünya sorunu haline dönüştü. Fakat tüm bu gelişmelere rağmen Sovyetler, 1985 yılında Afganistan'daki askeri etkinliklerini daha da arttırma yoluna gittiler. Giderek artan Sovyet tehdidi ve etkinliği, Afgan mücahitlerinin direnişini ortadan kaldırmaya yetmedi.
Sovyetlerin geri çekilmesi [değiştir]1982 yılında BM'ce ele alınan Afganistan sorunu; Afganistan, Pakistan, ABD ve Sovyetler Birliği arasında yapılan görüşmelerle çözüme kavuşturulmaya çalışılmakta idi. Ancak, görüşmeler uzun süre devam etti ve sorun 14 Nisan 1988 Cenevre Antlaşması ile çözümlendi.
Cenevre Antlaşmasının imzalanmasından sonra, Sovyet askerleri 1988-1989 yılı içinde Afganistan'dan çekildiler. Sovyetler'in çekilmesinden sonra ülkede "mücahit" gruplar birleşerek bir hükümet kurdular. Fakat bir süre sonra iktidar için iç çekişmeler başladı.
Afganistan olayı BM temsilcisi Perez de Cuellar'ın siyasi işler yardımcılarından Diego Cordovez'in gayretleri ve altı yıllık bir çabadan sonra çözüme kavuştu. Amerikan Dışişleri Bakanı Schultz ile Sovyet Dışişleri Bakanı Şevardnadze arasında 21-23 Mart 1988'de Washington'da yapılan toplantılarda son pürüzleri giderildi ve Afganistan ile ilgili antlaşmalar 14 Nisan 1988'de Cenevre'de imzalandı.
Bu antlaşmalar 4 esas belgeden meydana gelmektedir. Bunlar: Karşılıklı Münasebetlerin İlkeleri Konusunda İkili Anlaşma ile; Afganistan ve Pakistan, birbirlerinin egemenlik, siyasi bağımsızlık, toprak bütünlüğü ile güvenlik ve bağlantısızlık ilkelerine saygı göstermeyi ve birbirlerinin içişlerine karışmamayı taahhüt etmekteydiler. Milletlerarası Garantiler Konusunda Deklerasyon ise; Amerika ile Sovyetler Birliği arasında imzalanmış olup, Afganistan ile Pakistan'ın içişlerine karışmayacaklarını ve birinci belgedeki ilkelere saygı göstereceklerini belirtiyorlardı. Mültecilerin Kendi istekleri ile Dönmelerine Dair Anlaşma da; mültecilerin serbestçe evlerine dönmelerinin sağlanması hususundaki tedbirleri kapsamaktaydı. Diğer İlgili Konular Anlaşması ise; bu anlaşmalarla ilgili diğer konuların ne şekilde ele alınacağını belirtmekteydi. Bu antlaşmalarda dikkati çeken nokta, Sovyetler'in Afganistan'dan çekilmesine dair herhangi bir ifadenin yer almamış olmasıdır. Buna göre, Sovyetlerin bölgeden çekilmesi, ikinci belge olan "Garantiler Deklarasyonu" çerçevesinde gerçekleşecekti. Bununla, Sovyetler'in prestijleri korunmaya çalışılmıştı. Nitekim, Sovyetler'in Afganistan'dan çekilmeleri konusunda Amerika ile bir takvim tespit edildi ve 120. 000 kişilik Sovyet işgal kuvvetinin 15 Şubat 1989'a kadar çekilme işlemini tamamlaması kararlaştırıldı.
Sonuçları
Afganistan sorunu, Sovyetler Birliği açısından da önemli sonuçlar doğurdu. İşgal olayı, başarısızlık ve hezimetle neticelendi. Başarısızlık, Sovyet Cumhuriyetleri arasında tesirler yarattı ve bu ülkelerde Sovyetler'e karşı bağımsızlık mücadelesine yol açtı. Bu nedenle Afganistan hezimeti Sovyetler Birliği'nin dağılmasında önemli rol oynadı. Sovyet işgali, Afganistan'da, günümüzde de devam eden sorunların bir ölçüde temelini teşkil etti. Nitekim, Afganistan 1997'de aşırı dinci Taliban örgütünün ülkeyi sarsan olaylarına sahne oldu. Taliban örgütünün faaliyetleri tüm dünyayı ve özellikle de Rusya'yı yakından etkiledi. Mücadele bir süre sonra Taliban ile Özbek asıllı general Raşid Dostum kuvvetleri arasında iç çatışmalara dönüştü. Taliban Örgütü'nün özellikle Tacikistan'ı da hedef olarak alması, Rusya'yı daha da endişelendirdi.
Gelişmeler üzerine Bağımsız Devletler Topluluğu Güvenlik Konseyi 27 Mayıs 1997'de Moskova'da toplandı ve Afganistan'daki gelişmeleri görüştü. Rusya ile BDT üyesi Orta Asya ülkeleri Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan Taliban rejiminden kaçanların mülteci akımına karşı sınırda önlemlerini artırdılar. Tacikistan ve Kırgızistan'da 30,000 kişilik Rus askeri alarm durumuna geçirildi. Sonuç olarak Afganistan ne zaman sona ereceği tahmin edilemeyen bir iç kargaşa ortamına girdi.
Angola İç Savaşı yeni bağımsızlığını kazanmış olan Angola'nın Portekiz himayesinden Nisan 1974'te çıkmasından sonra oluşmuş bir ihtilaftır. Afrika'nın en uzun süren anlaşmazlığıdır. 2002 yılında resmen biten ve 27 yıl süren savaş, bitene kadar 500,000 insanın ölümüne ve binlerce insanın da göçüne sebep olmuştur.
Soğuk Savaş'ın üçüncü dünya ülkelerindeki en büyük yansıması olarak görülen bu savaşta üç taraf vardır:
Angola İşçi Partisi (MPLA), tabanı Kimbundu ve Luanda melezlerinden gelir, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ile bağlantıları vardır. Angola Ulusal Bağımsızlık Cephesi (FNLA), etnik kökeni Bakongo olmakla birlikte ABD, Çin ve Zaire'deki Mobutu rejimi ile bağlatılıydılar. Angola'nın Tam Bağımsızlığı İçin Ulusal Birlik (UNITA), Jonas Savimbi önderliğinde Ovimbundu bölgesi merkezli idiler. ABD, Güney Afrika'daki apartheid yanlısı yönetim ve birçok Afrikalı liderin desteğini alıyorlardı.
Savaşın Kökenleri
1950'li yıllarda Angola'daki Portekiz varlığına karşı ilk ciddi milliyetçi hareketler başladı.Marksist eğilimli bir örgüt olan Angola İşçi Partisi (MPLA), Angola bağımsızlık hareketinin yönlendirici gücü haline geldi.MPLA'nın başlıca dayanağı Bambundulardı.Öte yandan bölgesel, sınıfsal ve ideolojik temellere dayalı başka gruplar da ortaya çıktı.1960'lar ve 1970'lerde sürdürülen bağımsızlık mücadelesinin sonunda Portekiz'in çekilmesi üzerine, Angola 11 Kasım 1975'te bağımsızlığını kazandı.
Bağımsızlık sonrası
Portekiz'in çekilmesinden sonra baş gösteren örgütler arası iktidar mücadelesi bir iç savaşa yol açtı.SSCB ve Küba desteğini arkasına alan MPLA denetimi ele geçirdiyse de, Batı ülkelerinin desteklediği, Umbundulara dayanan UNITA kuvvetleri ile çarpışmalar zaman zaman alevlenerek sürdü.Özellikle Angola-Namibya sınırındaki çatışmalar yoğun bir düzeye ulaştı.
1980'lerde Güney Afrika Cumhuriyeti ile çatışmalar Angola'nın en önemli dış siyaset sorunu oldu.1982'de Angola topraklarının yaklaşık 129.500 km²'lik (% 10) bölümünü işgal eden Güney Afrika, ertesi yıl bu bölgede kalıcı garnizonlar oluşturdu.Ayrıca başta barajlar olmak üzere ekonomik hedeflere yönelttiği saldırılarla ve UNITA gerillalarına yardım ederek Angola'yı içerden çökertmeye çalıştı.ABD'nin aracılığıyla iki ülke arasında yürütülen görüşmeler özellikle Küba askerlerinin çekilmesi ve Namibya'ya bağımsızlık verilmesi konularında kilitlendi.1984'te Lusaka'da varılan ateşkes anlaşması sonucunda işgal edilen bölgelerden çekilen Güney Afrika, saldırılarını gene de sürdürdü.Bu arada Mart 1984'te Küba'yı ziyeret eden Angola devlet başkanı Jose Eduardo dos Santos, Namibya'ya bağımsızlık verilmesi koşuluyla Küba askerlerinin kademeli olarak çekilmesi konusunda bir anlaşmaya vardı.Angola, Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerle sıkı ilişkilerini sürdürmekle birlikte, Batı'ya açılmaya yönelik bir siyaset izlemeye başladı.Özellikle Fransa ve İspanya'yla kapsamlı ticari antlaşmalar yapıldı.Bütün bu gelişmeler rağmen, 1980'lerin sonlarında MPLA başkent Luanda yöresiyle kıyı şeridini ve petrol bölgelerini, UNITA ise ülkenin doğu ve güneyini denetim altında tutuyordu ve iç savaş tam anlamıyla kilitlenmişti.1989'da, Namibya'nın statüsüne ilişkin uluslararası anlaşma uyarınca Küba askerlerini Angola'dan çekmeye başladı.
1990'lar ve 2000'ler
1991'de MPLA ve UNITA, ABD ile SSCB'nin zorlamasıyla uzlaşmaya vardılar.Barış antlaşması uyarınca Mayıs 1992'de Angola'da, uluslararası gözetim altında serbest, çokpartili seçimler yapıldı.Ancak UNITA ve MPLA adaylarından ikisinin de % 50'yi bulamaması üzerine aynı yılın ekim ayında seçimlerin ikinci turunun yapılması kararlaştırıldı.Ancak seçimere kısa bir süre kala kolluk kuvvetlerinin UNITA taraftarlarına saldırması, gerginliği ve çetışmaları yeniden başlattı.Ülkenin bu sefer kuzeyindeki yerleşim yerlerini kontrolü denetimi altına alan UNITA, ABD ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nin kestikleri yardımı Zaire'den buldu.Ocak 1993'te Etiyopya'da taraflar arasında yapılan barış görüşmeleri sonuçsuz kaldı.
Şubat 2002'de hükümet güçleri UNITA lideri Jonas Savimbi'yi öldürdü.Savimbi'nin öldürülmesinden sonra UNITA içinde fikir ayrılıkları baş gösterdi. Mart ayı içinde UNITA'ya karşı yürütülen askeri operasyonların sona erdirildiği açıkladı.Nisan'da UNITA ve MPLA arasında başlayan barış müzakereleri antlaşmayla sonuçlandı.UNITA içinde barış antlaşmasına karşı çıkan yöneticiler ayıklandı ve tutuklandı, hemen ardından UNITA yönetimi silahlı mücadeleye son verdiğini açıkladı.Aynı yıl içinde Angola'da görev yapan BM gücü de ülkeden çekildi.