Arkeoloji-Antropoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arkeoloji-Antropoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Aralık 2019 Cumartesi

Antropoloji Nedir?

Antropoloji Nedir?

Suavi AYDIN
Yılmaz Selim ERDAL

Antropoloji en kısa tanımıyla insan çeşitliliğinin bilimidir. İnsanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya; insanların başlangıcından beri çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların bu uyarlanmaları nasıl dönüştürdüğünü görmeye ve göstermeye çalışır. 

1422 yılında Floransalı bir haritacı olan Cristoforo Buondelmonte 
tarafından  yapılan İstanbul Haritası
 İstanbul'un ilk haritası olduğu belirtiliyor

Bu nedenle yerküreyi bir bütün olarak ele alır ve insanlığı bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Bu yönüyle antropoloji hem bütüncül hem de farklılıkları vurgulayıcı bir doğaya sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, antropoloji için insan hem yerküreyi düzenleyen, tasarlayan hem de yerkürenin koşulları tarafından düzenlenen, biçimlendirilen bir varlıktır. Yerkürenin koşulları onu hem kültürel, toplumsal ve biyolojik bakımdan çeşitlendirmiş; hem de yerküre kültürel, toplumsal ve biyolojik olarak çeşitlenmiş, insanın müdahaleleriyle bu uzun süreçte dönüşmüştür. Belki de bu dönüşümün en yakın ve yakıcı sonucu bugünkü küresel ısınma sorunu olmuştur. Bu geniş ele alış biçimi antropolojiyi farklı bir yaklaşıma sahip kılmıştır. Bu yaklaşım yine insana eğilen diğer bilimlerle antropoloji arasındaki farkı da açıklar.

Antropolojinin Yaklaşımı ve İlkeleri

Yukarıdaki tanımlama denemesine dayanarak antropolojinin yaklaşımını oluşturan altı temel ilkeyi çıkarabiliriz.

Bütüncülük:[1] Antropoloji bütün insanî olguları bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Diğer insan bilimler ve biyolojik bilimler ise insanın bir yönü üzerine yoğunlaşır. Siyaset bilimciler toplumsal düzeni kuran iktidar, otorite, çıkar grupları ve onların siyasal organları ve bunların karşı karşıya geldikleri çatışmacı ortamlar üzerinde durur. İktisatçılar, toplumsal düzenler içindeki üretim ve tüketim kurumlarıyla, dağıtım sorunlarıyla uğraşır. İnsan biyologları, insanın biyolojik varlığına yönelir.

Oysa antropologlar, inceledikleri toplumun iktisadî kurumlarıyla siyasal örgütlenmeleri, dinleriyle kimlik sorunları, statü sistemleriyle dilleri, teknolojileriyle sanatları, çocuk yetiştirme uygulamalarıyla fiziksel çevreleri, evrimiyle biyolojik farklılıkları arasındaki bütün varoluş biçimlerini, bir öncelik sonralık ilişkisi kurmadan bir bütün içinde görmeye çalışır. Bu bütünlük içinde kapsayıcı bir insanlık tarihi kurmaya uğraşır ve bütün bu olguların birbiriyle ilişkilerini anlamaya çalışarak bütüncü bir kültür kuramına yönelmeyi amaçlar.

Evrensellik: Antropoloji insanın evrenselliğini savunur. Bu bakış açısına göre bütün toplumlar ve kültürler tümüyle ve eşit biçimde insanîdir. Buna göre hiçbir insan grubu maymuna daha yakın sayılamaz ya da hiçbir halk geri bir kültüre sahip ya da kültürsüz değildir. Böylelikle Kalahari çölünde avcı-toplayıcı bir yaşam süren Kung! halkıyla sanayi toplumu eşiğinde yaşayan Kuzey Amerikalılar arasında insanî yaratım ve değerler bakımından tam bir eşitliği ve incelemeye değer olmayı öngörür. 

Antropolog için hiçbir insan topluluğu çok küçük, çok uzak, çok büyük, çok gelişmiş, çok geri, çok eski değildir. Bütün toplumlar, insan çeşitliliğinin farklı yönlerini ve görünümlerini sunarlar. Bu bakımdan bütün toplumlar insanlık mirasının değerli örnekleridir ve bu çeşitliliği yansıtan her yaşam biçiminden öğrenecek çok şey vardır. Çok şey öğrenirken, bir taraftan da insan türünün olanaklarını, yeteneklerini, neleri yapıp-yapamayacağını ve sınırlılıklarını da öğreniriz. Hatta canlılar dünyasındaki yakın akrabalarımız olan iri maymunlardan bile kendimiz hakkında hâlâ öğreneceğimiz çok şey vardır.

Uyarlanma: İnsan tıpkı diğer hayvanlar gibi içinde bulundukları çevrenin baskısı altındadır. İklim, yağış miktarı, toprak gibi fiziksel çevre[2] etkenleri ile yaşadıkları yere özgü bitki ve hayvan varlığı gibi yaşamsal çevre[3] etkenleri onların yaşam biçimlerini belirler. Bu etkenlere bir de kendi yarattıkları mekânsal çevrenin[4] etkisi eklenir. Dolayısıyla belirli bir yaşam biçiminin oluşmasında bu çevresel etkenlerin baskısı birincil derecede rol oynar. Belirli bir insan topluluğunun devamlılığı ve istikrarı, bu çevresel etkenlere uyarlanabilme yeteneğine bağlıdır. Bu açıdan başarılı olanlar, yani çevresel etkenlere başarıyla uyarlanabilenler kararlı, sürekli ve güvenli bir yaşam biçimi oluştururlar. Bu yüzden insan topluluklarının özgül kültürleri, büyük ölçüde bu uyarlanmanın sonucu olarak görülür.

Bütünleşme: Belirli bir kültürün ögelerinin birbiriyle bütünleşmesi, o kültürün ayakta kalmasında, istikrarında ve sürekliliğinde belirleyici bir rol oynar. Din, akrabalık, iktisadî yaşam, siyasal örgütlenme gibi ögelerin birbirlerini destekleyici bir bütün oluşturması, kültürlere bu açıdan yarar sağlar. Öte yandan bu bütünlüklü kültür anlayışı, belirli bir topluluğu inceleyen antropoloğa o topluluğu anlamasında yardımcı olur. Ayrıca antropolog, bir topluluk için bu bütünlüğü varsaydığında kültürel ögeler arasındaki uyumsuzlukları, değişme karşısındaki uyum güçlüklerini ve yine değişme sırasında ortaya çıkan çatışmaları daha kolay gözlemleyebilir.
Ancak bu bütünlük varsayımı görece küçük ölçekli topluluklar için geçerli bir varsayımdır. Toplumun ölçeği büyüdükçe ve toplum karmaşıklaştıkça çatışmalı ögeler artar, toplumun katmanları arasında çıkar ayrılıkları ortaya çıkar, bu katmanlar toplumu kendi istekleri doğrultusunda dönüştürmeye çalışırlar. Dolayısıyla büyük ölçekli toplumlarda antropolog için o toplumu bütünlüğü içinde görmek zorlaşır. Antropolog bu durumu da göz önünde tutarak çalışır ve çalışma alanlarını, sorun ve sorularını bu duruma göre tasarlar.

Kültürel Görecilik: Antropolog toplumların kültürel bakımdan farklı olduğunu bilir. Antropoloğun inceleyeceği topluluk, yaşam biçimi bakımından antropoloğun yaşadığı toplumdan farklı olduğu kadar, farklı bir değerler dünyasına da sahip olacaktır. Dolayısıyla antropolog, sağlıklı bir araştırma yapabilmek için, inceleyeceği topluma kendi değer sisteminin içinden bakmaktan kaçınmak durumundadır. Biz, kişinin kendi toplumunun değerlerini ve geleneğini yüceltmesini, onu benzersiz ve diğerlerinin üzerinde bir toplum olarak düşünmesini ve başka toplumları bu açıdan değerlendirmesini etnikmerkezcilik kavramıyla karşılıyoruz.

İşte antropoloğun ve antropolojinin araştırmaya ve incelemeye başlamadan önce yapması gereken ilk iş etnikmerkezcilikten kurtulmak olmalıdır. Zira etnikmerkezcilik, anlamaya değil yargılamaya yol açacaktır. Ötekileri gerçek anlamda anlamak ancak kültürel görecilik yaklaşımıyla mümkündür. Kültürel görecilik, kısaca, başkaları nın inanç ve davranışlarını onların kendi gelenek ve deneyimleri içinde değerlendirmek ve yorumlamaktır. Doğal olarak bir toplum için doğru olan bir başkası için de doğru olmak zorunda değildir. O nedenle antropoloğun kendi deneyimlerinden ve içinden geldiği toplumdan kaynaklanan doğruları bir kenara bırakarak araştırma yapması gerekecektir. Böylelikle bu düzeyde kültürler arasında öncelik-sonralık, üstünlük-gerilik, acayiplik-normallik gibi sıralamalar anlamsızlaşır ve her kültür, kendi öznel varoluşuyla, en az diğerleri kadar değerli, sorun çözücü ve benzersiz hale gelir.

Karşılaştırmacılık: Antropoloji tek bir toplumu ya da kültürü ele almakla yetinmez, genel bir kültür kuramına yönelir. Bu nedenle belirli olgular bakımından farklı toplum ve kültürleri karşılaştırmaya eğilimlidir. Genel bir kültür kuramına yönelmeyen antropolojiler bile, böyle bir genel kuramın olamayacağını göstermek için, kültürleri karşılaştırmaya ve bu karşılaştırma çabası içinde onların özgüllüklerini göstermeye girişmişlerdir. Örneğin antropolog namus adına işlenen cinayetleri belli bir bölgenin ya da topluluğun sorunu olarak görmekten kaçınacak ve bu tür olayların yaşandığı bütün coğrafyalarda ve tarihsel süreklilik içinde bu eylemi doğuran etkenleri anlama çabasına girerek, incelediği alanı çözümlemeye çalışacaktır. Böylelikle tek bir yere bakacak ama çok geniş bir bağlantılar ağı kurmaya uğraşacaktır. Böyle bir yöntemsel çabanın bilimsel adı karşılaştırmacılıktır.
Bütün bu ilkeler göz önünde tutulduğunda antropolojinin sorduğu temel sorulara çık-seçik hale gelmektedir. 

Bu çerçevede antropolojinin üç temel sorusu vardır:
1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden farklıdırlar, nasıl farklılaşırlar?
2. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl benzeşirler?
3. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl değişirler?
.........................

[1] Bütüncü kültür kuramı: Bir topluluğu bütün biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak anlamaya ve buradan yola çıkarak, kültürlerin farklılıkları kadar bütün kültürleri içine alacak
evrensel bir kültür bilgisine ulaşmaya çalışan kuramsal yönelimdir.

[2] Fiziksel çevre: İnsanı ve diğer canlıları kuşatan, onların yaşamının temeli olan iklimsel,  meteorolojik, atmosferik ve yersel çevre koşulları bütünüdür.

[3] Yaşamsal çevre: İnsanın birlikte yaşadığı, zaman zaman sembiyotik ilişki içine girdiği, zaman zaman evcilleştirerek ya da yabanî olarak doğrudan yararlandığı ya da yaşamını tehdit altında tutan bitki ve hayvan varlığıdır.
[4] Mekânsal çevre: İnsan eliyle doğanın sunduğu olanaklar değerlendirilerek ya da teknolojik olanaklarla yaratılan kültürel-yapay çevredir

Kaynak: Suavi AYDIN, Yılmaz Selim ERDAL, Antropoloji, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 3-5


Mezar Tepeleri Geleneği Üzerine: Hektor'un Cenaze Töreni

Mezar Tepeleri Geleneği Üzerine: Hektor'un Cenaze Töreni

Dilara Kahyaoğlu

Tümülüs geleneğinin Trakya ve Anadolu'da (ve dünyanın bir çok yerinde) oldukça eski dönemlere ait olduğunu gösteren yazılı, yazısız belgelere, mitlere/efsanelere sahibiz. Bakın Homeros, İlyada'sında bu geleneği nasıl anlatmış.

Pergamon Antik Kenti’nin batısındaki ovada yer alan
tümülüslerin en büyüğü olan Yığma Tepe'nin havadan görünüşü

Hektor'un Cenaze Töreni
Sonra yaşlı Priamos seslendi adamlarına:
“Haydi, Troyalılar, şimdi odun getirin kente,
korkmayın pusu kurar diye Argoslular;
Akhilleus kara gemilerden buraya gönderirken beni,
on ikinci şafak sökmeden size bir şey yapmam, dedi.”

Yaşlı Priamos böyle konuştu.
Dokuz gün odun taşıdılar yığın yığın.
Ölümlülere parlayan şafak sökünce onuncu günü,
Gözyaşı içinde götürdüler Hektor’un ölüsünü,
Koydular yığınların tepesine, verdiler ateşe.


Gül parmaklı şafak sabah erken parlayınca,
Ünlü Hektor’un ölüsü çevresinde toplandı bütün halk.
Hepsi geldi bir araya, topluluk kuruldu,
Parıldayan şarapla söndürdüler odun yığınını,
Söndürdüler ateş gücünün sardığı her şeyi,
Sonra topladı kardeşleri, dostları ak kemikleri,
Hepsinin yanaklarından iri yaşlar dökülüyordu.
Kemikleri alıp koydular bir altın kutuya,
Erguvan rengi yumuşak örtülerle sardılar kutuyu.
Sarar sarmaz indirdiler derin bir çukura.
Ekli kocaman taşlarla ördüler üstünü.
Sonra bir mezar tümseği yapmaya başladılar,
Gözcüler diktiler çepeçevre dört bir yana.
Mezar bitmeden Akalar saldırmasın diye,
Bir mezar tümseği olunca toprak kabara, kabara,
Gerisin geri döndü hepsi kente.

Toplanıp bir güzel kutladılar çok ünlü şöleni,
Zeus Oğlu Kral Priamos'un sarayında,

İşte böyle yapıldı atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni.


[Ve İlyada burada biter. Destanda dillendirilen son sözler, son acı bunlar olur.]

Homeros, İlyada (XXIV, 778-805), Eski Yunanca'dan Çevirenler: Azra Erhat, A. Kadir, Can Sanat Yayınları, 1984


Çalışma Soruları

1. Destanda anlatılanlardan yola çıkarak Hektor'u nasıl gömdüklerini betimleyiniz hatta bir resmini çizmeyi deneyebilirsiniz.

2. Arkeolojide bu tip mezarlara tümülüs deniyor. Tümülüslerin, höyüklerden farkı nedir. Karşılaştırınız. [Bu soru, mutlaka bilinmesi gereken kritik bir bilgiye odaklanılması içindir]

3. Yukarıda şiirsel bir dille aktarılan ölü gömme geleneği, Troya'da yaşayan herkes için geçerli miydi? Tartışınız. Görüşünüzü argüman kullanarak destekleyiniz.

....

Şu kaynağa da bir göz atınız. https://arkeofili.com/pergamondaki-en-buyuk-tumulusun-yapim-yontemleri-arastirildi/

2. Soru için şu kaynaklara bakmanız tavsiye edilir.
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2019/12/tumulus-nedir-kurgan-nedir.html
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2019/12/hoyuk-nedir.html

6 Aralık 2019 Cuma

Tümülüs Nedir, Kurgan Nedir?

Tümülüs Nedir, Kurgan Nedir?


Kendilerine defineci diyen soyguncuların güya yaptıkları kazı sonucu mahvedilmiş bir tümülüs
Kırklareli’ne bağlı Yündolan Köyü civarındaki C tümülüsü.
Tümülüs, bir mezar tepesidir. Soylu bir kişi için yapılan taş mezarın yerinin belli olması için üzerine  toprak yığılarak külah biçimli bir tepe oluşturulur. Genellikle toprağın akmaması için killi topraktan yararlanılır. Dolayısıyla höyüklerden farklı, bir yerleşim dolgusu değil, altında bir ya da birden fazla mezar olan bir anıt yapıdır. Tümülüs geleneği Anadolu'ya Avrasya steplerinden Trakya üzerinden geldiği için, en yaygın olarak Trakya'da görülür. Ancak Batı ve Orta Anadolu' da ve daha ender olarak
Doğu Anadolu'da da tümülüslere rastlanır.
Tümülüs geleneğinden bin yıl kadar daha eski olan mezar tepeleri, genellikle "kurgan" ya da farklı dolguları nedeniyle ''taşlıtepe" olarak adlandırılırlar. Bunların içinde tümülüsteki gibi taştan yapılma bir mezar odası değil, genellikle toprağa açılmış ahşap mezar odaları bulunur. Tümülüslerin yüksekliği ve büyüklüğü de, onu bırakan kültürün gücü ile bağlantılıdır. 50 m'yi bulan yükseklikte tümülüsler olduğu gibi, birkaç metre yüksekliğinde alçak tümülüslere de rastlanır.

Anadolu'nun en görkemli tümülüsleri arasında, Yassıhöyük Gordion'daki Kral Midas Mezarı olarak adlandırılan tümülüs gelmektedir. Tümülüsler bazen tekil, bazen de onlarca tümülüsün bir arada bulunduğu "tümülüs mezarlığı" şeklinde olabilirler. Bunların en bilinen örneği Sardes çevresindeki Bintepeler'dir.

Metin: Mehmet Özdoğan, 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 48-50


EK 1
Tümülüs geleneğinin Trakya'da oldukça eski dönemlere ait olduğunu gösteren yazılı, yazısız belgelere, mitlere/efsanelere sahibiz. Bakın Homeros, İlyada'sında bu geleneği nasıl anlatmış.

Hektor'un Cenaze Töreni
Sonra yaşlı Priamos seslendi adamlarına:
“Haydi, Troyalılar, şimdi odun getirin kente,
korkmayın pusu kurar diye Argoslular;
Akhilleus kara gemilerden buraya gönderirken beni,
on ikinci şafak sökmeden size bir şey yapmam, dedi.”

Yaşlı Priamos böyle konuştu.
Dokuz gün odun taşıdılar yığın yığın.
Ölümlülere parlayan şafak sökünce onuncu günü,
Gözyaşı içinde götürdüler Hektor’un ölüsünü,
Koydular yığınların tepesine, verdiler ateşe.
Gül parmaklı şafak sabah erken parlayınca,
Ünlü Hektor’un ölüsü çevresinde toplandı bütün halk.
Hepsi geldi bir araya, topluluk kuruldu,
Parıldayan şarapla söndürdüler odun yığınını,
Söndürdüler ateş gücünün sardığı her şeyi,
Sonra topladı kardeşleri, dostları ak kemikleri,
Hepsinin yanaklarından iri yaşlar dökülüyordu.
Kemikleri alıp koydular bir altın kutuya,
Erguvan rengi yumuşak örtülerle sardılar kutuyu.
Sarar sarmaz indirdiler derin bir çukura.
Ekli kocaman taşlarla ördüler üstünü.
Sonra bir mezar tümseği yapmaya başladılar,
Gözcüler diktiler çepeçevre dört bir yana.
Mezar bitmeden Akalar saldırmasın diye,
Bir mezar tümseği olunca toprak kabara, kabara,
Gerisin geri döndü hepsi kente.
Toplanıp bir güzel kutladılar çok ünlü şöleni,
Zeus Oğlu Kral Priamos'un sarayında,

İşte böyle yapıldı atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni.

Homeros, İlyada (XXIV, 778-805), Eski Yunanca'dan Çevirenler: Azra Erhat, A. Kadir, Can Sanat Yayınları, 1984





Höyük Nedir?

Höyük Nedir?

Mehmet Özdoğan

Herhangi bir yerde kurulmuş olan yerleşim yerinin yıkıntısının bıraktığı yükselti. Yukarıda tanımladımız arkeolojik dolguyu basit bir göçebe çadır yeri için değil, bir topluluğun yerleşim yeri için tanımlarsak, bu dolgunun içindeki kalıntı ve bulgular daha fazla çeşitlenecek ve dolayısıyla dolgu kalınlaşacaktır. En basit kerpiç bir ev bile, sahipleri terk ettikten sonra şu ya da bu neden­le yıkılsa, içindeki işe yarayan yapı malzemeleri başkaları tarafından alınsa bile, mutlaka temelleri, duvarın en alt sırası, tabanı, taban üzerindeki ocak, seki, depo gibi yapı öğeleri ve o dönemde kullanılmış olan her türlü malzeme kırık da olsa, o dolgunun içinde bulunacaktır.

Yerleşmeler her zaman yaşamak için en uygun yer se­çilerek kurulur; en uygun yer de çoğu kez su kaynağı ile bağlantılıdır. Bu nedenle evler yansa, yıkılsa da, yerleşme aynı coğrafi noktada devam eder. Yerleşmeler terk edilse ve farklı bir insan topluluğu o bölgeye herhangi bir nedenle gelse de, gene yeğleyeceği yer çoğunlukla aynı noktadır. Yeni bir ev kurulurken daha önceki yıkıntının molozu düzletilir. Ancak çok ender durumlar dışında, bu yıkıntı tümüyle kazılarak atılmaz. Düzletilen eski molozun üze­rine yeni bir ev kurulur. Dolayısıyla yukarıda tanımladı­ğımız arkeolojik dolgu, kendinden sonra kurulan evin altında, yeni yapılandan farklı niteliğiyle korunagelir. Yerleşim yeri, bu arkeolojik dolguların artmasıyla giderek yükselmeye başlar. Böylelikle yerleşme yeri çevreye göre daha korunaklı hale gelir ve bu alan yeni yerleşimciler için su kaynağının ötesinde tercih sebebi olur. Hep aynı yerde yerleşilmesi sonucunda, zaman içinde bir höyük oluşma­ya başlar. Höyükte her bir yerleşimi temsil eden dolguya "tabaka" adı verilmektedir. Ardı ardına dizili tabakalar, çoğu kez belirli bir kültür dönemini temsil eder. Süreç içinde daha sonra farklı bir kültüre ait tabakalar oluşmuşsa, altta bir çok tabakadan meydana gelen ve kültür birliği olan arkeolojik birime "kültür evresi" adı verilir.
Aşağı Pınar kazısı, MÖ 5200 yılları, 4. kültür katı.
https://arkeofili.com/neolitik-donem-uzerine-prof-dr-mehmet-ozdogan-roportaji/
Ahşap mimarinin yanarak korunmuş durumu. Duvar içinde görülen yuvarlak izler, yanarak ortadan kalkmış olan ahşap direklerin izleridir. Orası şiddetli bir yangın geçirdiği için, yanmış olan tabandan çok sayıda in situ [yerinde]  buluntu ve tahıl örneği çıkmıştır.


Höyükleri oluşturan tabakaların kalınlığı her şeyden önce kullanılmış olan yapı malzemesine bağlıdır. Eğer yerleşimde evler ahşap gibi zamana dayanıksız organik maddelerden yapılmış ise, tabakanın kalınlığı bir kaç cm kadar ince olacaktır. Eğer bu ahşap evde ahşapların arasında çamur dolgu kullanılmış ve ev şiddetli bir yangın geçirmişse, bu çamurun bırakacağı moloz daha kalın olacaktır.
Yapı malzemesi taş ise, taş yeni gelenler tarafından yeni yapılarda kullanılabileceği için, dolgunun
kalınlığı buradan ne kadar taş çekildiğiyle bağlantılıdır. Buna karşılık killi toprağın samanla karıştırılıp güneşte kurutulmasıyla elde edilen kerpiçten yapılan yapılar, genellikle daha kalın arkeolojik dolguların oluşmasını sağlar. Çünkü bu tür yapıların çoğunluğu toprak düz damlıdır ve yalnızca damdaki toprağın kalınlığı bile yaklaşık 50 cm'dir. Duvarlar yıkıldığında kerpiçlerin büyük bir kısmı
kullanılamayacak hale geldiğinden, buraya yeni gelenler bu molozu tümüyle sıyırmak yerine düzlemeyi yeğleyeceklerdir. Kerpiç yapılardan oluşan bir dolgunun kalınlığı birkaç metreyi geçebilir. [Kerpiç, hammaddesi samanla karıştırılmış toprak olduğundan, zamana en dayanıklı yapı malzemelerinden biridir.]

Şanlı Urfa, Lidar Höyük
Höyükte yerleşim sona erdikten sonra, doğal aşınmayla yamaçları dikleşmiş ve tipik höyük görünümünü almıştır.  Höyüğün üst yüzeyinin düz olması en son kültür katının kentsel nitelikli bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.

Dolgu kalınlığını yapı malzemesi dışında belirleyen ikinci öğe, yerleşimdeki yapıların anıtsallığıdır. Eğer arkeolojik dolguyu oluşturan yerleşim surla çevrili, içinde tapınak, saray gibi anıtsal yapılar olan bir kent ise, bunun bırakacağı molozun kalınlığı bazen 5-6 m yüksekliğinde olabilir. Buna karşılık basit çiftçilerin oturduğu bir köyün bırakacağı dolgu kalınlığı göreli olarak çok daha incedir. Ancak her ne olursa olsun, mutlaka her yerleşimden geriye ince ya veya kalın, altındakinden ve üstündekinden farklı bir dolgu, bir tabaka kalacaktır.

Elazığ, Munzuroğlu Köyü
Terk edildikten sonra yıkılmış olan günümüze ait kerpiç yapılar. Yapılar terk edildikten sonra, iki ay içinde
kerpicin erimesiyle höyükleşmeye başlamıştır.
Höyük oluşumunda belirleyici olan, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, doğal çevrenin yerleşim yerine uygun seçeneklerinin kısıtlılığıdır. Bu nedenle özellikle kurak ya da yarı-kurak bölgelerde höyükler daha yüksek ve daha çok katmanlıdır. Örneğin Güneydoğu Anadolu'da ya da Suriye -Mezopotamya'da yüksekliği 50 m'yi geçen, Şan Urfa'da Sultantepe, Adıyaman'da Samsat, Gaziantep'te Songurus, Kilis'te Oylum Höyük gibi höyükler bulunmaktadır.

Yağışlı, su kaynaklarının bol olduğu bölgelerde, yerleşmelerin sürekli aynı yerde bulunması gerekmediğinden höyük oluşumu daha enderdir. Kültürel değişim sürecinde su kaynağı olan herhangi bir noktada yeni yerleşim yerleri kurulabilir. Yerleşimler sık sık yer değiştirdiklerinden, bu tür bölgelerdeki höyüklerin dolgu kalınlıkları genelllikle çok daha azdır. Örneğin Trakya Bölgesi'nde ya da Balkanlar'da bu tür tabakalı yerleşimlerin yüksekliği genellikle 1 ila 3 m kadardır; bunlar arkeolojik yayınlarda "düz yerleşme" olarak tanımlanır.
Bazı höyükler halen yaşayan höyüklerdir. Üzerlerinde günümüzde yaşamın sürdüğü köy ya da kent bulunabilir. Örneğin İstanbul tarihi yarımadada, Sultanahmet çevresindeki çekirdek bölgede arkeolojik dolgunun kalınlığı yer yer 30 m'yi bulmaktadır.

Samsat Höyüğü
52 m'yi geçen yüksekliğiyle Anadolu'nun en büyük höyüklerinden olan ve Atatürk Barajı gölü altında kalan Samsat Höyüğü. Höyükte Neolitik Çağ'da başlayan yerleşim, kesintisiz olarak Ortaçağ'a, Artuklu dönemine kadar sürmüştür. Samsat Höyüğü, Halaf, Obeid, Uruk dönemlerinin bilinen en büyük yerleşim yerlerinden biri olmanın yanı sıra, Roma döneminde eyalet merkezi ve Kommogene Krallığı'nın başkentidir.
Höyüklerdeki yerleşmeler sona erdikten sonra, doğal etkenlerle höyüklerin yüzeyi aşınarak belirli bir biçim alır. Genellikle dik yamaçlar ve düz biçimli tepesiyle höyükler, Anadolu topografyasının tanımlı öğeleri arasındadır.

En üst katmanlardaki yerleşim de toprakla kaplandığında alışık olmayan bir göz, bunları doğal bir yükselti olarak algılar. Ancak kazıldığı zaman höyükler bir "zaman arşivi" gibi geçmişle ilgili bilgiyi verir.
Harran, Yukarı Yarımca Köyü Höyüğü
Höyüğün biçimi, aşınma nedeniyle kubbeli bir görünüm almıştır. Yerleşimin çevresinde sur gibi anıtsal bir yapının bulunmadığı, yamacın eğiminden anlaşılmaktadır .

Resimleri, kitaptaki örneklerden yola çıkarak ben yerleştirdim. Alt yazılar yazara aittir. DK

Kaynak: 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 41-47

24 Kasım 2019 Pazar

Arkeoloji Nedir?

Arkeoloji Nedir?



Sir Mortimer Wheeler, İngiltere'de Maiden Kalesi'nde
ızgara yöntemi kullanarak kazı yapıyor. 1934-1937
Kaynak: Brian Fagan, 
Archaeologists: Explorers of the Human Past 

Arkeoloji, geçmiş dönemlerde yaşamış insan topluluklarının kültürel ve toplumsal düzenlerini, günümüze kadar gelebilen maddi kalıntılara dayanarak araştıran, belgeleyen ve gelişim sürecini inceleyerek yorumlamaya çalışan bir bilim dalıdır.

Geçmişi algılamaya yönelik iki farklı bakış açısı vardır. Bunlardan biri durağan ve zaman derinliği olmayan bakış açışıdır. Buna göre insan ve içinde yaşadığı dünya, çok da eski olmayan bir dönemde yaratılmış ve yaratıldıktan sonra evrim geçirmemiş, değişiklikler yalnızca ayrıntı düzeyinde kalmıştır. Bu, söylencelere dayalı, kanıtlanması gerekli olmayan, " inanılan" geçmiştir.
Bundan tümüyle farklı olan ikinci bakış açısı ise, geçmişi anlamak için soru sorar ve sorduğu soruları yanıtlayacak somut kanıtlara gerek duyar. Elde ettiği sonuçlara göre geçmişi tanımlamaya ve yorumlama çalışır. Bu bakış açısında, geçmişin zaman derinliği ve geçmişten günümüze kadar sürekli bir değişim vardır.

Çağdaş bilimin temeli, sorgulama ve sorulara somut kanıtlar aranmasına dayanır; bu aynı zamanda çağdaş düşünce sisteminin de temel ilkesidir. Bugün "Batı düşünce sistemi" olarak adlandırdığımız çağdaş düşünce sisteminin temelinde "evrim" kavramı vardır. Burada evrim sözcüğünün yüklendiği iki anlam vardır: Geçmiş zamansal olarak yassı değil, derindir; durağan değil devingendir;  zamanın derinliği de, değişim de somut verilerle kanıtlanabilir.

Geçmişi bu bakış açısıyla inceleyen jeoloji, jeomorfoloji, paleoantropoloji, sanat tarihi, tarih gibi birçok bilim dalından biri de arkeolojidir. Dolayısı ile arkeoloji, zaman boyutu olan, kanıtlanabilir geçmişi ortaya koyan bir bilim dalı olarak düşünce sisteminin bir parçası olmuştur. Geçmiş dönemleri inceleyen bilim dallarının odaklandıkları konular birbirinden farklıdır; ancak sürecin anlaşılabilmesi için bunların bütüncül bir bakış açısıyla ele alınması gerekir. Aydınlanma çağından bu yana geçmişi inceleyen bilim dallarının inanç sistemleriyle uyuşmayan sonuçları ortaya çıkarması, önceleri toplumda belirli bir dirençle karşılaşmıştır.
Austen Henry Layard, Ninova'yı kazıyor. 
(Mary Evans Picture Library/Alamy)

Arkeolojinin kendine özgü alanı insan ve kültürüdür; bu nedenle arkeoloji, geleneksel toplumların fazla ilgilenmediği yerbilimleri ya da doğa bilimleri gibi alanlara kıyasla geleneksel bakış açısının olumsuz yanlarından çok daha fazla etkilenmiştir.

Genel olarak arkeolojinin kapsamıyla ilgili yanlış bir kanı, arkeolojinin yalnızca çok eski dönemlerle ilgilendiği, yakın dönemlerin ise sanat tarihinin alanına girdiği şeklindedir. Nitekim ülkemizde Bizans, Osmanlı ya da Cumhuriyet dönemi, arkeolojinin alanı olarak görülmemiş, bu dönemler sanat tarihi ya da tarih bölümü içinde akademik programımıza girmiştir. Oysa sanat tarihi, geçmişi yalnızca sanat eserlerinin üslup özellikleriyle, tarih ise geçmişteki insanların kendi yazdıklarını esas alarak değerlendirir. Buna karşın arkeoloji, aşağıda ayrıntılı olarak tanımlanacağı gibi, toplumun yaşamıyla ilgili her türlü maddi kalıntıyı inceler. Bu nedenle artık günümüzde Bizans, Osmanlı ve Yakınçağ arkeolojisi, sanat tarihi ya da tarihten çok farklı uzmanlık alanları olarak gelişmiştir.

Arkeolojinin zamansal alt sınırının başlangıcı, insanın ilk standart, tanımlanabilir aleti yapmasıdır, üst sınırı ise “dün"e kadar gelir. Ancak ilk insan tanımı, bilim dallarının ele alışına göre farklılık gösterir. Fizik antropoloji ya da biyoloji açısından insanın tarihi, yaklaşık 5 milyon yıl kadar önce belirli fiziki özelliklerle diğer primatlardan farklılaşmasıyla başlar. Kuşkusuz bu dönemde de bazı aletler kullanmıştır. Ancak bunlar standartlaşmamış ve gelişigüzel kullanımlar olduğundan arkeolojik anlamda tanımlanamaktadır. Arkeolojik anlamda insan tanımını, seçilerek kullanılan ya da yapılan aletlerin standartlaşması belirler; bu, bilginin ve deneyimin toplum içinde paylaşılması sürecinin de başladığı anlamına gelir. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik de budur. Bugünkü bilgilerimizleilk standart aletleri, yani arkeolojinin başlangıcını yaklaşık 2,5 milyon yıl önceleri olarak görmekteyiz. Bu tanımın bir başka anlamı da arkeolojinin bilgiyi, bireylerin gelişigüzel davranışları ve yaptıklarından değil, içinde bulunduğu toplumu, kültürü yansıtan bulgulardan üretmesidir. Başka bir anlatımla arkeolojik anlamda insan tanımı, bireylerin, birçok primatın yaptığı gibi, bir nesneyi kendi becerileriyle gelişigüzel alet olarak kullanmalarını değil, edindikleri deneyim ve beceriyi toplumla paylaşmalarını ve sonraki kuşaklara bunu aktarmalarını içerir.
Şili'nin Atacama Çölü'nde Guatacondo'nun hava fotoğrafı, M.S. 200 ile 500 yılları arasına tarihlenmiştir. 
Kazılmayan yapıların nasıl göründüğüne dikkat edin..
Kaynak: Michael Chazan, World Prehistory and Archaeology


Yukarıdaki tanımda da değinildi gibi arkeoloji,  geçmişi "maddi kalıntı”lara dayanarak inceleyen bir bilim dalıdır; bu insanın geçmişini inceleyen tarih, dilbilim, sosyal antropoloji gibi diğer alanlarla arkeoloji arasındaki yaklaşım ve yöntem farkını belirler.  Bu nedenle burada, arkeolojinin temelini oluşturan "maddi kalıntı " kavramı daha ayrıntılı olarak tanımlanacaktır.

Maddi kalıntı, insan tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenen, kullanılan, değiştirilen, yapılan ya da biçimlendirilen her şeyi kapsamaktadır. Arkeolojinin bir bilim dalı olarak gelişmeye başladığı ilk dönemlerde, arkeoloji kapsamı içinde, toplumun üst yapısıyla ilgili kalıntılar düşünülmüş, bu bakımdan uzun süre sanat tarihi ile birlikte ele alınmıştır. Bu dönemlerde arkeologlar daha çok, sanatsal değeri olduğu kabul edilen heykel, süsleme, değerli eşyalar, saray, tapınak, sur gibi önemli yapılarla uğraşmışlar, çabalarını bunların tarihlendirilmesi ve üslup değerlendirmesi üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bugün artık, insan yaşamını ilgilendiren her türlü kalıntı arkeoloji kapsamı içine girmiştir. Örneğin, insanın yaşamını sürdürmesi, teknolojisiyle ilgili her türlü araç-gereç ve eşya, inanç, sanat, toplumsal örgütlemeyle ilgili (silah, ticaret, büyü vb.) ya da en basit barınaktan, karmaşık amaçlı bir yapıya kadar her türlü kalıntı, doğal çevre ile ilgili olarak insan tarafından etkilenen her şey (tarla, topoğrafya, hayvan, bitki vb.) arkeolojide maddi kalıntı kapsamı içinde değerlendirilmektedir.

Zaman içinde bir bilim alanı olarak arkeolojinin yalnızca bakış açısı değil, kullandığı yöntemler de değişmiştir ve değişmektedir. Bir bulgunun maddi kalıntı olarak tanımlanabilmesi için, arkeolojinin elindeki yöntemlerin o bulguyu tanımlayabilecek nitelikte olması gerekir; örneğin, 1950'li yıllara kadar bir kömür parçası tanımsız bir bulgu iken, organik maddelerin ölçümüne dayalı radyoaktif tarihleme yöntemlerinin gelişmesiyle tanımlı bir bulguya dönüşmüştür.

Arkeoloji geçmişi maddi kalıntılara dayanarak inceler, ancak o toplumun anlaşılmasında maddi kalıntıların getirdiği bir sınırlama da vardır. Herhangi bir topluluğu tüm maddi kalıntılarıyla dondurup, gelecekte bir arkeoloğun onu olduğu gibi görmesini sağlayabilsek dahi, sözlü bilgiler, psikolojik davranışlar, insan mantığının içinde gelişen sebep-sonuç ilişkilerinden bağımsız olarak o toplumu anlamaya çalışmak oldukça güçtür. Diğer bilim dallarında olduğu gibi, arkeolojide de yapılan incelemenin etkinliği, o bilim dalının inceleme sırasında vardığı bilgi ve teknik düzeyle sınırlıdır. 
Arkeolog, birçok bilinmeyenle dolu geçmiş bir toplumu incelediği zaman, eline geçen bazı nesnelerin belge olduğunu anlamayabileceği gibi, teknik düzeyi onu belge olarak ortaya çıkaracak düzeyde ele olmayabilir. Arkeologlar ilk dönemlerde yalnızca, kendi kültürleri çerçevesinde, onlara "güzel" ve "ilginç" gelen kalıntıları ele almışlar, diğerlerinin ya hiç farkına varmamışlar ya da bilimsel açıdan yararlı bilgi ekle edilebileceğini düşünmemişlerdir. Örneğin tüm durumdaki heykeller ve bezemeli kaplar ele alınmış, ancak kırık parçaların, günlük kullanıma ait basit nesnelerin bilgi kaynağı olabileceği düşünülmemiştir. Bu yaklaşım, yalnızca Yunan-Roma gibi yüksek uygarlıklar için değil, hemen hemen ele alınmış tüm kültürler için geçerlidir. Taş Devri kültürleri incelenirken en büyük ve belirgin alet olan elbaltaları, bu döneme ait tek kalıntı olarak düşünülmüş, çok uzun yıllar sonra elbaltalarıyla birlikte sayıca onlardan daha çok ve daha ufak yongalardan oluşan aletlerin de var olduğu anlaşılmıştır. Aynı şekilde, Taş Devri insanlarının mağaralarda yaşadığı sanılmış, açık hava yerleşmeleri çok sonra fark edilmiştir.
Bu çizim, Giovanni Belzoni'nin,  II. Rameses'in başını Nil nehrine taşıtırken gösteriyor.
(DeAgostini/Getty images)

Bunun yanı sıra, uzun süre arkeoloji tanımsal olarak kalmış, ancak çok yakın bir zaman önce "sayısal dağılım"ın ve istatistiksel değerlendirmenin, toplum yapısını anlamadaki önemi ortaya çıkmıştır. Örneğin, bir yapı kalıntısı incelenirken, yapıdan çıkan tek bir değerli kabın yanı sıra birçok günlük kullanım kabının da olduğunun göz ardı edilmesi, o tek değerli kabın işlevi konusunda yanıltıcı sonuçlar doğurmuştur.

Arkeoloji geçmişe soru sormaktır. Sorulan soruya ve kullanılan yönteme göre, alacağımız yanıt değişir. Ancak soruyu ne şekilde sorarsak soralım, geçmiş yaşanmıştır ve hiç bir zaman değişmez; soruyu soruş şeklimize, soruyu soranın düşünce sistemine göre aldığımız yanıtlar değişse de, bu geçmişi değiştirebildiğimiz anlamına gelmez, yalnızca soruyu soranın bakış açısını yansıtır. Bu nedenle geçmişin sorgulandığı dönemin ya da kişinin düşünce yapısına, ilgi alanına, sorularına yanıt ararken, eldeki teknik donanıma göre farklı anlamlar çıksa da, bu geçmişi değiştirmez. Dolayısıyla, aşağıda daha ayrıntılı olarak değinileceği gibi, kültür tarihinin anlatımı, arkeolojinin kendi tarihi içinde sürekli olarak değişmiş, soruların vurgusu başkalaşmıştır.

Arkeoloji her zaman diğer sosyal bilim dallarının ve özellikle felsefe, sosyoloji ve antropolojinin etkisi altında kalmış bir alandır. Dolayısıyla soruyu soran arkeoloğun yaşadığı dönemin genel ilgi alanı, sorulan soruları da belirler. Ancak diğer sosyal bilim alanlarıyla bütünleşmiş, toplumsal gelişim çizgisini irdeleyen kuramlar bağlamında yapılan sorgulamaların yanı sıra, arkeolojiye ait daha tanımsal yaklaşımlar da her zaman görülmüştür. Bunların da düzeyi bireye ve dönemin yönlenmesine göre çeşitlenir. Soracağımız soru çok basit olarak "Burada oturanlar nasıl evlerde yaşardı?" olabileceği gibi; daha karmaşık olarak "Burada yaşayanlar evlerinin hangi bölümlerini ne amaçla kullanıyorlardı ?" ya da "Doğal çevre ortamıyla kurdukları ilişki nasıldı? " şeklinde de olabilir.

Arkeoloji, geçmiş dönemleri incelerken çok sayıda ayrıntıyı ele almak durumundadır; bunlar uygarlığın gelişim sürecinin somut kanıtlara dayanmasını sağlayan ayrıntılardır ve dolayısıyla araştırmaların ilk aşamasında topluma yansımayan bilgilerdir. Buna karşılık arkeolojinin topluma yansıyan yüzü müzelerdir. Müzelerde ise geleneksel olarak sergileme, genellikle göze güzel gelen, toplumun kolaylıkla algılayabileceği heykeller, bezemeli kaplar, takılar gibi buluntulara dayalı olduğundan, arkeologların yalnızca bu tür eserlerle uğraştığı düşünülmektedir. Oysa bu tür eserler, yukarıda değindiğimiz çeşitli soruların yanıtları aranırken ortaya çıkan ve arkeolojinin olmazsa olmazı olmayan buluntulardır. Bu durum toplumda arkeolojinin başlıca amacının "değerli ve ilginç nesneler bulmak" olduğu gibi yanlış algılanmasına yol açmıştır. Oysa arkeolojinin amacı, yukarıda da değinildiği gibi insan ve kültürünün gelişim sürecini belgeleyerek tanımlamaktır; eser bulmak değildir.


Kaynak: 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 19-24

16 Haziran 2019 Pazar

Taş Kesilmiş Niobe

Taş Kesilmiş Niobe


Manisa Sipil Dağı'ndaki Ağlayan Kaya, mitolojik kahraman Niobe ile özdeşleştirilmiştir.
İzmir-Manisa karayoluna yakın olduğu için oradan geçerken dahi görülebilir. Karşıdan değil de
profilden bakınca başı önüne eğik bir kadına benzer. Bir sanat yapıtı mı yoksa aşınmış bir kayanın doğal
olarak aldığı biçim mi olduğu Antik Çağ'dan beri tartışılmaktadır.
Eski Yunan yazarlarının yapıtlarında da sözü edilen bu kayanın Zeus'un taşa dönüştürdüğü
efsanevi Niobe olduğuna inanılır.
Pelops'un kız kardeşi ve aynı zamanda Thebes'in kralı Amphion'un eşi olan Niobe, evliliğinden yedi erkek ve yedi kız çocuğu dünyaya getirmiş­ti. Kızlarının güzelliği ve oğullarının cesurluğu ile her fırsatta övünen Niobe, daha da ileri giderek işi, Leto'yu sadece iki çocuk -Apollon ve Artemis- sa­hip olmakla aşağılamaya kadar götürmüştü.

Sınırları aşan bu kadının söyle­diklerini duyan ve babası Teiresias gibi ünlü bir kahin olan Mante, yaşanacak felaketi tahmin ettiğinden Thebesli kadınları Leto ve çocukları için ibadet et­meye ve kurbanlar sunmaya ikna etti. Bunun üzerine kadınlar Olymposlu­ların gazabına uğramamak için tütsüler yakıp saçlarına defne ağacı yaprakla­rından taçlar taktılar. Tütsü kokusu havaya yayıldıkça orada bulunanlar da dualar etmeye başlamışlardı. Olan biteni öğrenen Niobe kısa bir süre sonra yanına aldığı insanlarla beraber kadınların toplanmış olduğu alana geldi. Gi­yinişinde ve yürüyüşünde bile tanrıçalara benzemek isteyen bir eda ile, sade­ce iki çocuğu olan bir kadına ibadet etmektense birbirinden güzel on dört ço­cuğu olan ve Zeus ile bir zamanlar Titanların lideri olan Atlas'ın torunu olan ve aynı zamanda Kadmos Krallığı'nda kraliçe olan bir kadına tapmalarını söyledi onlara. Hakaretlerinde ve aşağılamalarında o kadar ileri gittik ki, Ar­temis'in bir kızdan çok erkeğe, Apollon'un ise bir erkekten çok kıza benzedi­ğini bile söyledi. Niobe'ye göre on dört çocuktan birkaçını kaybetmesi ondan çok fazla bir şey almayacaktı. Fakat Leto'nun böyle bir felaketle karşılaşması durumunda tamamen yapayalnız kalacağını da ekledi konuşmasına.

Niobe'nin çocuklarının öldürülmesi
Sanatçı: Marcantonio Raimondi  1541

İbadeti yarıda kesmeye cüret eden Niobe yüzünden Thebesli kadınlar alçak seslerle Leto ve çocuklarına dua etmeye ve onlardan af dilemeye çalış­tılarsa da artık çok geçti. Leto bir kadın ve iki Olymposlu'nun annesi olarak kendisine yapılan bu saygısızlık karşısında çocuklarını çağırarak
onlardan bu kendini bilmez kadının küstahlığını cezalandırmalarını istedi. Apollon Ni­obe'nin oğullarını Kithairon Dağı'nda avlanırken buldu. Aralarından sadece annesi Leto'ya dua eden Amyklas haricindeki diğer altı delikanlıyı gönderdi­ği oklarla öldürdü. Aynı şekilde kızların hepsi de Amyklas gibi Leto'ya dua eden biri haricinde (Meliboia) sarayda iplik eğirirken Artemis'in gizli oklarıyla can verdiler. Kardeşlerinin cansız bedenlerini aniden yanında gören ve ka­pıldığı korku yüzünden sararıp solan Meliboia, daha sonra Khloris ismini al­dı ve birkaç yıl sonra Neleus ile evlendi. Her iki kardeş de başlarına gelen fe­laketten hemen sonra Leto onuruna bir tapınak inşa etmeyi ihmal etmedi. Bununla beraber bazı yazarlar, Niobe'nin hiçbir çocuğunun iki Olymposlunun gazabından sağ olarak kurtulamadığını ve Amphion'un da Apollon'a başkal­dırması nedeniyle yine aynı tanrı tarafından öldürüldüğünü öne sürerler.
Niobe'nin çocuklarının öldürülmesi 1772
Sanatçı. Jacques Louis David 


Acılı anne çocuklarının ölüm haberi üzerine ağıtlar yakıp dokuz gün dokuz gece onların cansız bedenlerini gömmek için her yeri aradı durdu. Zi­ra bu olayda Leto'nun tarafını tutan Zeus, Thebeslilerin hepsini taşa çevirmiş­ti. Niobe'nin cesetleri bulamayacağını anlayan Olymposlular onuncu günde kendi aralarında düzenledikleri cenaze töreni ile Apollon ve Artemis'in öl­dürdüğü çocukların cesetlerini gömdüler. Çocuklarının ölümüne neden ol­duğu için dayanılmaz acılar içerisinde babası Tantalos'un ülkesinde bulunan Sipylos Dağı'na gelen Niobe, burada çektiği azaptan kurtulması için Zeus ta­rafından bir kayaya dönüştürüldü. Niobe'nin dönüştürüldüğü kayanın bir yüzü ilkbahar aylarında rahatlıkla görülebilir bir şekilde bugün bile ıslak ve nemlidir.[1]

Hem kendi hayatını hem de çocuklarını kaybeden, Amphion'un ölü­münden sonra ülkede yaşayan
insanların hepsi büyük işler başaran kralları için ağıtlar yakıp dualar ettiler. Fakat kendisi gibi boş yere gururlanmayı adet haline getiren kardeşi Pelops'un dışında hiç kimse Niobe'nin ölümüne üzü­lüp ağıtlar yakmadı.[2]

Niobe'nin sahip olduğu çocukların sayısı yazarlara göre büyük farklılık gösterir. Örneğin Homeros'a göre on iki olan bu sayı Hesiodos'a göre yirmi, Herodotos'a göre dört ve nihayet Sappho'ya göre ise on sekizdir. Fakat Euripides ve Apollodoros tarafından nakledilen ve akla daha çok yatkın olan anlatıma göre Niobe'nin yedi kızı ve aynı şekilde yedi tane oğlu vardı. Efsane­nin Thebes versiyonuna göre Niobe bir Titan olan Atlas'ın torunuydu. Argiv­liler ile Pelasgların anlattığı şekliyle Niobe yine bir Titan, fakat bu kez Phoro­neus'un kızı ya da annesi olarak tasvir edilmiştir (Apollodoros: ii. 1. 1, Kritik - Euripides Orestes 932). Buna göre Niobe, Zeus'un o güne dek baştan çıkardığı ilk ölümlüdür. (Sicilyalı Diodoros: iv. 9. 14; Apollodoros: a.g.e.; Pausani­ as: ii. 22. 6). Söz konusu efsanede geçen olaylar ayrıca sayıları yedi olan Titan tanrı ve tanrıçalarının Olymposlular tarafından yenilgiye uğradıktan hemen sonra cezalandırılmalarıyla da alakalı olabilir.

Eğer durum gerçekten böyleyse hikaye, Yunanistan, Filistin, Suriye ve Avrupa'nın kuzeybatı  taraflarında uzun bir süre geçerli olan ve ayın yedi günden oluşan dört haftadan oluştuğu ve her bir günün yedi gezegensel güçten biri tarafından yönetildiği tezine dayanan takvimin değiştirildiğini anlatır niteliktedir. Homeros'un anlatımın­da karşılaştığımız (llyada xxiv. 603-17) Amphion ve çocuğu, muhtemelen bu takvimdeki on üç ayı sembolize etmektedir. Sispylos Dağı da çok büyük bir olasılıkla Titan kültünün Anadolu' daki son uğrak yeridir. Söz konusu kültün Yunanistan'daki son durağı ise Thebes şehriydi. Niobe'nin çocuklarını kay­bettikten sonra sözü edilen dağa gelmesi, burada Titan kültünün izlerine rast­lamasındandır. Onun insan formunu andıran bir kayaya çevrilen cesedi, yay­dan kopan oklar gibi Güneş' ten kopup gelen ışıkları gördüğünde karla kaplı zemininde daima ıslak bir görünüm kazanır. İnsan şeklini andıran bu görü­nüm, MÖ 15. yüzyılın sonlarına doğru aynı dağa Hititlerin Ana Tanrıçası'nın silüetinin oyulmasıyla daha da pekiştirilmiştir. Bir başka önemli ayrıntı ise, mezarı her güneş çıktığında eriyen karların verdiği ıslaklığı andıran Niobe'nin adının da "karlı" anlamına gelmesidir; sözcükteki b harfi Latince bir kelime olan nivis'deki v'yi ya da Yunanca bir kelime olan nipha'daki ph'yi temsil etmektedir. Kraliçenin kızlarından biri Hyginus'un anlatımında, eğer chionos niphades "kar bulutu" sözcüğünün bir varyantı değilse, Yunanca ile hiçbir alakası olmayan Chiade olarak isimlendirilmiştir.

Parthenios (Erotika Pathemata 33), eserinde, efsaneyi oldukça farklı bir şekilde anlatır. Buna göre Niobe'nin aşağılamalarına daha fazla dayanama­yan Leto, Niobe'nin babasının ona aşık olmasını sağlar. Niobe babasının ken­disine olan ilgisini fark ettiğinde onu şiddetle reddeder. Kızıyla ensest bir iliş­ki yaşamak isteyen fakat bunda başarılı olamayan baba, bunun üzerine Ni­obe'nin çocuklarının hepsini yakar. Acılı annenin yaşadıkları bununla da bit­mez. Kocası Amphion da vahşi bir domuzun saldırısına uğrayarak hayatını kaybeder. Hem çocuklarnı hem de kocasını kaybeden Niobe de kendisini bir kayalıktan atarak hayatına son verir.

Parthenios dışında Euripides'in Phoeni­cian Women (Fenikeli Kadınlar) adlı eseri üzerine çalışma
yapan mitolog tara­fından da teyit edilen bu hikayenin; Kinyras, Smyrna ve Adonis'in anlatıldı­ğı efsanelerin yanı sıra Tanrı Molokh onuruna çocukların yakılması şeklinde olan gelenekten de etkilenmiş olduğu açıktır.

1. Hyginus: Fabulae 9 - 10; Apollodoros: iii. 5. 6; Homeros: llyada xxiv. 612; Ovidius:
Metamorp­ hoses vi. 146-312; Pausanias: v. 16. 3; viii. 2. 5 - i. 21. 5; Sophokles: Elektra 150-52.

2. Ovidius: Metamorphoses vi. 401-4.

Metin: Yunan Mitleri, Tanrılar, Kahramanlar, Söylenceler, Rober Graves, Say Yayınları, 2010/2, s. 342-344

13 Haziran 2019 Perşembe

Altın Dal Üzerine

Altın Dal Üzerine

Kitaptan bir görsel
age,  s. 97
...
Frazer'ın başlangıçtaki amacı alçakgönüllü bir şeydi, eski bir İtalyan halk töresini açıklamak­ istiyordu. Kaçak bir köle, özel bir altın ağaçtan bir dal kopara­bilirse, Nemi' deki kutsal ormanın kralıyla ölümüne dövüşmeye ve de ormanların ondan sonraki kralı olmaya hak kazanırdı. İlginç fakat şaşırtıcı olmayan bir töre, diye düşünebilirsiniz. Fakat Frazer, Nemi'deki altın dalın, Vergilius'un epik şiirindeki kahraman Aeneas'a yeraltına girme iznini veren ve onun yeraltının gizlerini öğrenmesini sağlayan altın dalla benzerliği üzerinde uzun uzun düşündü.

Frazer buradan yola çıkarak, altın dalın, kralın ve onun için verdiği savaşın, ölümünün ve yerine bir başkasının geçişi­ anlama geldiğini açıklamaya çalışırken, geçmiş söylencelerin başından günündeki ilkel halkların uygulamalarına kadar tüm mit ve dinsel tören dünyasının kapılarını açmış oldu. Uygar toplumun­ töre ve boşinanlarının ilkel halkların inançları ve uygulamalarıyla birçok bakımdan karşılaştırılabilir olduğunun keşfi, Frazer'ın kültüre bağımlı dünyası için şaşırtıcı bir keşifti.

Frazer, ilk kez, hem kolay anlaşılır hem de biçem bakımından güzel bir dille, daha o zamandan küçülmeye başlamış olan bir dün­yada gezginlerin rastgele edindikleri gözlemlerini bize sunuyor ve dünyanın en ücra köşelerinden dönen her gün daha çok sayıdaki bilimsel gözlemcinin düşüncelerini, yorumlarını ortaya seriyordu. Sonuç, yeni bir bilim dalı olan antropolojinin ilk zaferlerinden biri oldu.
Frazer'ın kendi dünyasının kültürlü okurlarına önerdiği şey, geri ve ilkel halkların edimlerinin anlaşılabilir şeyler, hatta kendi anlayışlarıyla akla uygun şeyler olduğu idi. Fakat bundan daha devrimci bir şey vardı ortada: Frazer, bizim ''yabanıllar"dan öğrenebileceğimiz şeyler olduğunu bildiriyor ve ilkel kurumların incelenmesi­ kendi toplumumuz üzerine ışık tutacağını söylüyordu.

Frazer bir İngiliz üniversite araştırmacısının olaysız, sakin özel yaşamını yaşadı. Hatta uzun süre de ders vermedi. Kırk beş yaşında­ bir dulla geç bir evlilik yaptı. Çocukları yoktu, birbirine son derece yakın bir çifttiler. Frazer yeryüzünün her köşesinden çok da kimseyle mektuplaşmasına karşın Yunanistan' dan öte İngiltere sınırları dışına çıkmamıştı. Kendi kişisel tarihi, yaşam öyküsünün eski sekreterinin yazdıklarına bakılırsa tekdüzeydi: "Onun yaşamının gerçekleri, aslında bir kitap listesinden ibarettir."

Ama bu kitaplar, özellikle de bu kitap: Altın Dal bütün dünyayı sarstı. Frazer, Freud'u okumayı reddetse de, Çorak Ülke'yi anlaşılmaz da bulsa, Freud da, T.S. Eliot da Frazer'ın yazdıklarından etkilenmiştir. 
...

Frazer'ın başarısının özü, başka kültürleri anlamak için kendi ürünün dışında durmak gereksinimini görmesinde yatmaktadır. Bu amaca tam anlamıyla ulaşamadı - başarısız kaldığı ve "yabanıl ve onun yöntemleri" gibi ahlaki gülünçlüklere sığındığı oldu zaman zaman. Ama o sıralar biz de bu amaca ulaşamamıştık henüz. Fra­zer başka kültürlerde bazen temelsiz boşinanlar gibi görünen şeyle­rin, onları gerçek olarak kabul eden halkların gözünde karmaşık inanç sistemlerinin birer parçası olduğu anlayışına yaklaşmakta bize yardımcı olmaktadır. Ve de tersi - bizim en aziz bildiğimiz inançlarımızın başkalarına aptalca bir kendini aldatma gibi görünebileceği anlayışına.

Frazer görüşlerini şöyle özetliyor: "Her şey olup bittikten sonra bizim yabanıla olan benzerliklerimiz, ondan farklılıklarımızdan daha fazladır; onunla ortaklaşa sahip olduğumuz ve bile isteye de gerçek ve yararlı olarak tuttuğumuz şeyleriyse yabanıl ata­lara borçluyuzdur."


Altın Dal Dinin ve Folklorun Kökleri, James G. Frazer, Cilt 1, Payel Yayınları, İlksöz Bölümü, Çeviren: Mehmet H. Doğan,  2004/2,