Avrupa Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avrupa Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Kasım 2019 Salı

Alman Halkının Çoğu Kamplarda Neler Olup Bittiğini Biliyordu

Alman Halkının Çoğu Kamplarda Neler Olup Bittiğini Biliyordu




Savaştan sonra kurtarılan kamplardaki durumu gören Amerikan askerleri; Naziler tarafından kamplarda işkence edilen ve öldürülen tutsakların cesetlerini Alman halkına göstererek onları gerçeklere bakmaya, gerçekle yüzleşmeye zorladılar.

Onlar her ne kadar dehşet içinde kalmış görünse de, hiç bir şeyden haberleri olmadığını beyan etse de eldeki kayıtlar, anılar, sözlü tarih çalışmaları bunun tam tersini söylüyor: Haberleri vardı. Umursamadıkları gibi onayladılar da.


Görselin Kaynağı: David F. Crew, Hitler and the Nazis A History in Documents, Oxford University Press, 2005


Şu vieolara bkz. 

**https://www.youtube.com/watch?v=iQsiGaOmn_I
German civilians visit the Buchenwald concentration camp in Weimar, Germany.
Bu video, görseldeki konuyla doğrudan ilgilidir. Kampı ziyaret etmeye zorlanan Alman vatandaşlarını göstermektedir. 

https://www.youtube.com/watch?v=BHIDHniKVjQ&has_verified=1
İngiliz askerlerinin 1945 yılında Belsen kampına girişi ve tanık oldukları durumlar

https://www.youtube.com/watch?v=czbUP6cl2NE
Liberation of Flossenburg Concentration Camp

https://www.youtube.com/watch?v=3BI1WTC67ZI
British Members of Parliament visit German concentration camps and witness atroci..

17 Kasım 2019 Pazar

Kaynakları Sorgulamak: Haritalara Dikkat!

Kaynakları Sorgulamak: Haritalara Dikkat!

Dilara Kahyaoğlu

12. ve 15. yüzyıllar arasında Avrupa'da kurulan üniversiteleri gösteren harita
İlk üniversite 1180 yılında Kuzey İtalya'da kurulmuş olan Bologna Üniversitesi diye bilinir ama
haritada ondan daha önce kurulmuş üniversiteler de gösterilmiş. Aslında burada bir bilgi yanlışı var
çünkü Bologna üniversitesinin kuruluşu 1180 değil, 1080 olmalı. İnceleyiniz.
Üniversitelerin açıldığından beri kesintisiz olarak çalışmış olması da dikkate alınması gereken en önemli faktör.
Kaynak: Norman Bancroft Hunt, Living in the Middle Ages , Thalamus Publishing, 2009, s. 71

Şu kaynağa da bkz. Burada oldukça farklı bilgiler var. Karşılaştırınız.

Dikkat! Bu durumdan çıkartılması gereken en önemli sonuçlardan biri, gördüğümüz herhangi bir belgeyi, bir kaynağı, mesela bir haritayı sorgulamadan doğru olarak kabul etmeyelim. 



16 Kasım 2019 Cumartesi

Kaynakları Sorgulamak: Avrupa'nın İlk Üniversiteleri

Kaynakları Sorgulamak: Avrupa'nın İlk Üniversiteleri



12. ve 15. yüzyıllar arasında Avrupa'da kurulan üniversiteleri gösteren harita
İlk üniversite 1180 yılında Kuzey İtalya'da kurulmuş olan Bologna Üniversitesi diye bilinir ama
haritada ondan daha önce kurulmuş üniversiteler de gösterilmiş. Aslında burada bir bilgi yanlışı var
çünkü Bologna üniversitesinin kuruluşu 1180 değil, 1080 olmalı. İnceleyiniz. 
Üniversitelerin açıldığından beri kesintisiz olarak çalışmış olması da dikkate alınması gereken en önemli faktör.
Kaynak: Norman Bancroft Hunt, Living in the Middle Ages , Thalamus Publishing, 2009, s. 71

Şu kaynağa da bkz. Burada oldukça farklı bilgiler var. Karşılaştırınız.

Dikkat! Bu durumdan çıkartılması gereken en önemli sonuçlardan biri, gördüğümüz herhangi bir belgeyi, bir kaynağı, mesela bir haritayı sorgulamadan doğru olarak kabul etmemektir. Ama bu her şeyden de şüphe etmek gerektiği anlamına da gelmemeli. Dikkatli olmak, eleştirel yaklaşmak, sorgulamak bilimsel disiplin adına zaten yapılması gereken ilk adımlar. Burada kaynağın niteliği  önemlidir. Belge mi, yoksa kaynağı belli olmayan görseller veya metinler mi? Yazan, yayımlayan kim?
Bu konuyu bir çok çalışmamda ele almıştım. Lütfen şu linke bkz.

14 Kasım 2019 Perşembe

Knossos Sarayı ve Rekonstrüksiyon Meselesi

Knossos Sarayı ve Rekonstrüksiyon Meselesi

Dilara Kahyaoğlu
Burası neresi?
(The Art Archive / Private Collection Paris / Gianni Dagli Orti)
Ancient Civilizations, Christopher Scarre, Brian M. Fagan, Routledge, s. 231
Reconstruction, dar anlamıyla;  mimarlık, arkeoloji, tarih gibi disiplinlerde kullanıldığında; eldeki verilere dayanarak, bir eserin gerçekte nasıl olduğunun hayal edilerek çizilmesi, resminin, maketinin veya üç boyutlu olarak her türlü somut bir örneğinin yapılması anlamına geliyor. Gerçek değil, gerçeğin hayal edilen, düşünülen, böyle olduğuna inanılan bir temsili...
Bu kelime, bulgulara göre yeniden -gerçekten- inşa edilmiş yapımlar, eserler için de kullanılır. [1] Ayrıca bu terim siyasi tarih alanında da yeniden yapılanma, yeniden kurma anlamında da kullanılır. https://www.britannica.com/event/Reconstruction-United-States-history
Kelimenin çok geniş bir kullanım alanı olduğu doğrudur ama biz ana konumuza devam edersek; Rekonstrüksiyonların  gerçeği tam olarak temsil etmeyebileceklerini bilmek ama diğer yandan da eğer bunları uzman kişiler yapmışsa (burası önemli) geçmiş zamana ait eserlerin; verilere, bulgulara dayanarak yeniden "inşa" edildiğini bilmek önemlidir çünkü bu tür canlandırmalar sayesinde o esere veya kalıntılara dair nihai bir fikir edinebiliyoruz. Mesela "Vay, demek ki bu saray böyle bir şeymiş" diyebiliyoruz. Nitekim yukarıdaki canlandırmayı gördüğümde ben tam olarak böyle bir şey düşündüm. İnanılmaz bir görüntü çünkü. Oldukça modern görünen ve bugünkü yapılara, komplekslere  benzeyen bu resmin nereye ait olduğunu birileri  bize söylemeseydi, hangi yapının rekonstrüksiyonu olduğunu tahmin etmek oldukça güç olurdu.

Yukarıdaki canlandırma Girit'teki Knossos (Knossus) Sarayı'na ait.  Girit adasındaki antik Knossos sarayı Minos Uygarlığı'nın bir ürünü. Burayı İngiliz arkeolog Arthur Evans keşfediyor ve efsanevi kral Minos'tan esinlenerek bu uygarlığa Minos (Minoan) adını veren de o. Dolayısıyla "Minos Uygarlığı" bizim verdiğimiz bir isim, onların kendilerine ne dediğini bilmiyoruz.

MÖ 2800 ile  1450 yılları arasına tarihlenen bu Bronz Çağı uygarlığının yaşam süresi -tarihçilerin görüşüne göre- Tera adasındaki büyük yanardağ patlamasından sonra, sona ermiştir. Sarayın yapılış tarihi olarak da MÖ 2000 dolayları düşünülmektedir.
Knossos Sarayı günümüzde böyle bir yerdir. 

Knossos harabelerinin genel görünümü
Yukarıdaki canladırmaya ne kadar benziyor?

Bu da başka bir rekonstrüksiyon. 
Sümerlilerin yaşadığı bir kasabasının, böyle olduğu düşünülmüş.

Kalıntıların neredeyse dümdüz bir şekilde bizlere ulaştığı; hakkında bilgi veren görsel veya yazılı kaynakların bulunmadığı yerlerin rekonstrüksiyonları daha fazla hata payı içerir. Bu tip yerleri canlandırırken günümüzde yaşayan, var olan yerlerden de örnek alarak bu rekonstrüksiyonları hazırlıyorlar. Örneğin Çatalhöyük canlandırmaları için bölgedeki toprak yapılar örnek alınmıştır. Bu da yanlış bir yaklaşım değildir, çünkü kültürlerde süreklilik ve aktarım olduğu bilinen bir durumdur. Ama asla bunların gerçeğin birebir kopyası olduğu düşünülmemeli, hata payının olabileceği her zaman akılda tutulmalıdır. 


Resimde Uruk kentinin kalıntılarını görüyoruz. Mezopotamya'da kerpiçten yapılan evler, binalar; zamana, doğanın yıpratıcı etkilerine karşı ancak bu kadar direnç gösterebilmiştir. Aynı durum taş kalıntılar için geçerli değildir. 


Notlar
[1] Rökonstrüksiyon: (Fr. reconstruction; lng. rebuilding; Alm. Weideraufbau; Arap. tecdid): Bazan restitüsyon'la aynı anlamda kullanılan bu sözcük, restitüsyona göre inşa etmeyi, ya da restitüsyona göre yapılan anıtı ifade eder.

Restitüsyon - ( Fr. restitution; İng.reconstruction; Alm. Restitution, Rekonstruktion): Kısmen ya da tamamen yok olmuş ya da ilk biçimi değiştirilmiş bir anıtın planını elevasyonunu, tezyinatını harabesine, kalıntılarına ya da kaynaklara göre yeniden çizme. Bu şekilde çizilen plan, elevasyon, tezyinat.

Restorasyon - (Fr. restauration; lng. restoration; Alm. Wiederher-stellung; Arap islah ): Bir sanat eserinin sadece harap olan kısımlarını, eserin daha fazla harap olmasını önlemek amacıyla aslına uygun olarak onarma.
Kaynak: Adnan Turani, Sanat Terimleri Sözlüğü, s.112


12 Kasım 2019 Salı

Okurken Uyanık Kalmak

Okurken Uyanık Kalmak

Ursula K. le Guin
Şu kaynağa bkz. 
Kitaplar, aman dikkat! Yine dodo[1] oldunuz! Ya da en azından hindi…[2] 1003 yetişkin arasında yürütülmüş ve azami %3’lük artı/eksi hata payı iddiasındaki (ciddi ve katı istatistiğin amacı, hangi 1003 yetişkin ve hata payınızın hata payı ne kadar türü soruları susturmak elbette) bir AP-Ipsos araştırmasına dayanan Associated Press, Amerikalıların %27’sinin yılda bir kitap dahi okumadıklarını duyurdu. Kalanların üçte ikisiyse İncil ve diğer dinsel kitapları okuduklarını belirtirken ancak yarısı edebiyattan sayılabilecek herhangi bir eser okuduğunu söylemişti.


Makale, bu feci haberleri iyice körüklemek adına 2004 tarihli ve katılanlarının %43’ünün bütün bir yılı kitapsız geçirdiklerini belirttikleri NEA araştırmasına da atıfta bulunmuş. NEA okuma oranlarındaki düşüşün kabahatini televizyon, sinema ve internette bulmuştu. Anlaşılır bir durum. Ortalama Yetişkin Amerikalının günde on altı ila yirmi sekiz saatini (benim hata payım biraz büyük kaçabilir) TV karşısında geçirdiğini ve kalan vaktini eBay’den bir şeyler ısmarlayıp blog yazmaya harcadığını hepimizi biliyoruz.

Bunca az okumamız haber değeri taşır hatta şok eder görünüyor ama makalenin tonlaması neredeyse kutlayıcı. Makalede Dallas’taki bir telekomünikasyon şirketinin proje yöneticisinin sözlerine yer verilmiş. “Okumaya başlayınca uykum geliyor,” diyor adam, “kuşkusuz milyonlarca Amerikalı bu alışkanlığa aşinadır.” Basılı malzemeyle yüz yüze gelindiğinde bilinçli kalmayı becerememekten hoşnutluk fikri makaleye yanlışlıkla sızmış sanki. Ama bana kalırsa okumanın kaybolmaya yüz tuttuğu görüşüne yönelik varsayım da —ister kasvetli, ister hafiften kutlamacı söylensin— yanlış.

İşin doğrusu, tarihte zaten hiçbir zaman çok fazla sayıda insan kitap okumamıştır. E, ne demeye şimdi okuduklarını veya okumak zorunda olduklarını düşünelim?

Kapitalizmde yaşıyoruz, onun iktidarı içinden çıkılamaz gibi görünüyor - kralların kutsal hakları da öyle görünüyordu. İnsana ait her iktidar, yine insanlar tarafından direnişle karşılaşabilir ve değişebilir” 
Bir kere, çok, çok uzun dönemler boyunca insanların çoğu okumayı hiç bilmedi. Okuryazarlık alt sınıflarda, sıradan insanlar ya da kadınlar arasında teşvik edilmezdi. Okumak sadece güç sahibiyle güçten yoksun arasındaki ayrımın bir işareti değil, gücün ta kendisiydi. Okuma zevkiyse söz konusu bile değildi. Ticari kayıt tutabilme ve anlayabilme, uzak mesafelerle kodlu iletişim kurabilme, Tanrı’nın kelamını kendine saklayıp sadece kendi iradenle, kendi seçtiğin zamanda yayabilme… Bunlar kitleler üzerinde müthiş birer kontrol ve kendini ululaştırma araçlarıdır. Okuryazar tüm toplumların başlangıcında okuryazarlığın egemen sınıfın anayasal ayrıcalığı olması yatar.

Okumak ve yazmak geldiyse ancak zaman içinde peyderpey süzülerek daha az kutsal ve daha az gizemli hale gelmiş, kudreti yaygınlaştıkça azalmıştır. Çin İmparatorluğu bürokratik hiyerarşide yükselmeyi bir dizi okuryazarlık sınavına dayandırmak suretiyle okuryazarlığı etkin bir hükümet kontrol aracı olarak kullanırdı. Sistematiklikte çok daha geri Romalılar sonunda kölelerin, kadınların ve benzeri ayaktakımının okuyup yazmasına izin verdiler ve cezasını yerlerini alan din-temelli toplumla ödediler. Karanlık Çağlarda Hıristiyan papazı olmak bir parça okuyabilmek, sıradan kimselik muhtemelen hiç okuyamamak, herhangi bir sınıftan hemen her türde kadınlıksa hiç okuyamamak demekti. Kadınlar bu çağlarda okumayı bilmemekle kalmaz, üstüne bir de öğrenemezlerdi çünkü bugünün kimi Müslüman toplumlarındaki gibi, izin verilmezdi.[a]

Batı’da Orta Çağ’ı Rönesans’ta parlaklaşan ve Gutenberg’le ışıldayan yazılı kelam ışığının yavaşça yayılması olarak görebiliriz. Derken daha ne oldum diyemeden kadınlar ve köleler okuyup yazmaya şu veya bu Deklarasyonları adı verilen kâğıt parçalarıyla devrimler yapılmaya, öğretmen hanımlar Vahşi Batı’da silahşorların yerlerini almaya, insanlar New York’ta yayınlanan yeni romanı, “Küçük Nell öldü mü? Öldü mü?” diye bağırarak tanıtan çığırtkanın etrafını sarmaya başladılar.

Şimdi söyleyeceğimi destekleyecek istatistikler yok elimde (olsaydı da hata paylarına güvenmezdim) ama bana öyle geliyor ki ABD’de okumanın tavana vurduğu dönem, doruğunun yirminci yüzyıl başlarında yaşandığı, on dokuzuncu yüzyıl ortasından başlayıp yirmincinin ortasına dek süren dönemdir. Bu dönemi kitap yüzyılı görüyorum. 1850’lerden itibaren, kamuya açık okulların demokrasiye temel sayılması ve yerel işadamlarıyla milyonerlerin desteğinde kütüphanelerin halka açılıp çoğalmalarıyla birlikte okumak ortak payda sayılmaya başlandı. Ve İngilizce, müfredatın temeline, göçmenler çocukları akıcı konuşsun diye değil, edebiyat —roman, bilimsel yazın, tarih, şiir— toplumsal geçer akçelerin en önemli biçimlerinden biri olduğu için yerleşiverdi.

Ben çocukken evlerde hâlâ yıpranmış birkaç nüshası bulunabilen 1890’ların, 1900’lerin ve 1910’ların ders kitaplarına veya kardeşlerimle birlikte 1930’larda Batı uygarlığına dair halen bildiklerimizin çoğunu öğrendiğimiz Fifty Famous Stories’e (ve Fifty More Famous Stories) bakmak ilginç hatta biraz ürkütücüdür. On yaşındaki çocuklardan beklenen okuryazarlık ve genel kültür seviyesi şaşırtıcıdır ki çocukken bile biraz şaşırdığımı hatırlıyorum bu kitaplar karşısında.[b]

Bu metinlere ve müfredata —mesela 1960’lara kadar liselerde çocuklardan okumaları beklenen romanlara— baktığımızda insanların çocuklarının sadece okuyabilmelerini değil, okumalarını ve okurken uyuyakalmamalarını cidden beklediklerini düşünebiliriz. Niye peki?

E, elbette okuryazarlık herhangi türden bireysel ekonomik ve sınıfsal ilerlemeye açılan kapıdır; orası açık. Ama bana kalırsa bir başka neden de okumanın önemli bir toplumsal faaliyet olmasıydı. Paylaşılan kitap deneyimi sahici bir bağ yaratıyordu. Tabii okuyan kişi, arabasıyla arabanıza toslarken cep telefonunda bir sürü zırvadan bahseden kişi kadar çevresinden kopar, doğru. Bu, okumadaki şahsi, mahrem öğedir. Ama bir de daha büyük, daha kamusal öğe vardır: okuduklarınız ve başkalarının okudukları…

İnsanlar bugün nasıl tehditten, yüklerden uzak sohbetlerinde bir önceki gecenin müthiş polisiye veya mafya dizisinde kimin kimi öldürdüğünden bahsediyorsa, 1840’larda tren yolcuları veya herhangi bir işte çalışan meslektaşlar birbirlerine Dickens’in Antikacı Dükkânı’ndan ve Küçük Nell’den bahsediyordu.[c] Kitaplar paylaşılan bir eğlence alanı ve sohbeti kolaylaştıran bir zevk sağlıyordu. Söz konusu dönem boyunca iyice standartlaşan ve yaygınlaşan okul müfredatında şiire ve klasiklere ağırlık verildiğinden eserleri ortak mülke, paylaşım alanlarına dönüşen Tennyson’dan, Scott’tan ya da Shakspeare’den yapılan alıntıları hemen kavrayabiliyordu. O dönemlerde insanlar bir Dickens romanını görür görmez uyuklamakla övünmekten ziyade, okumayıp konuların dışında kalmaktan çekiniyordu.

Edebiyat bugün bile kimileri için aynı niteliği taşıyor. “İyi kitap okudun mu yakınlarda?” diye soranlara rastlıyoruz. Ve bu tavır, okuma grupları ve çoksatarlarda mutedil ölçüde kurumlaşmış durumda. Yayıncılar boş, şişirme ve aptal çalışmaları reklâm sayesinde çoksatarlara çevirerek işin içinden sıyrılıyorlar. Çünkü halk çoksatar istiyor ki bu, edebi bir ihtiyaç değil, toplumsal bir ihtiyaçtır. Haklarından konuşabilmek için herkesin okuduğu (ve hiç kimsenin bitirmediği) kitapları istiyoruz. Filmler ve televizyon, özellikle kadınlar için aynı yeri tutmuyor.

Ara sıra çıkan istisnalar, ilk Harry Potter kitabı gibi gerçek taşra çoksatarları bahsettiğim kuralı kanıtlıyorlar. Söz konusu kitap reklâmcıların varlığını dahi bilmedikleri bir kesimi, on yaşında okumayı bıraktıkları çocuk fantezilerine aç yetişkinleri vurmuştu. Bu kitle, kalıcı çoksatarlığına (reklâmcıların tanımadığı, bambaşka bir meseledir) rağmen Tolkien’in tatmin edemeyeceği bir kitleydi. Çünkü Tolkien’in üçlemesi yetişkinler içindi ve Harry Potter’ın vurduğu yetişkinler, yetişkinlere yönelik fantezi değil, dışta kalanlara tepeden bakabilecekleri (hepsi aşağılık Muggle’lardı çünkü) bir okul öyküsü istiyordu. Ve birbirlerine bundan bahsetmek istiyorlardı. Çocuklar da kaptırınca Potter kitapları sıra dışı fenomene dönüştü. Yayıncıları ne öngörebildikleri ne de idare edebildikleri yayınlanan her yeni kitabın coşkusuyla kanıtlanan bu fenomeni tarafından sapına dek sömürdüler. Bugünlerde kitaplar İngiltere’den gemiyle getirilseydi insanlar son kitabı karşılamak üzere, “Öldürdü mü nihayet? Öldü mü?” diye bağıra çağıra New York rıhtımına doluşurdu. Tıpkı ergen/genç yetişkinlere hem özel bir grup aidiyeti hem paylaşılan toplumsal deneyim sunan rock yıldızlarına tapınma ve popüler müzik alt-kültürü gibi gerçek bir toplumsal fenomen söz konusuydu. Ve bu fenomen, kitaplarla ilgiliydi.

Bence insanlar kitaplardan toplumsal taşıyıcılar olarak yeterince bahsetmiyorlar ve yayıncılar, bu taşıyıcıların nasıl işlediğini en azından anlamaya çalışmayarak aptallık ediyorlar. Oprah övene dek kitap kulüplerini fark etmemişlerdi bile…

Ama çağdaş, sermaye şirketi finansmanlı yayıncılığın aptallığını anlamak sahiden mümkün değil. Kitaplara satılacak mal gözüyle bakıyorlar.

İç kaldırıcı ölçüde zengin yöneticilerle isimsiz muhasebecileri tarafından kontrol edilen ve yakın dönemde sanat eserleri ve bilgi satarak çarçabuk para yapma amacıyla birçok bağımsız yayıncıyı satın alan sermaye şirketleri para amaçlı yapılardır.

Bu tür insanların “okurken uykularının geldiğini” öğrenmek beni şaşırtmaz. Ama bu kurumsal balinaların içlerinde yayınevleriyle birlikte canlı yuttukları, okurken gayet uyanık kalan bir sürü Hazreti Yunus —editör ve benzerleri— mevcuttur. Bunlardan bazıları öyle uyanıktır ki gelecek vaat eden genç yazarların kokularını alırlar. Bazılarının gözleri öyle açıktır ki taslak okuması bile yapabilirler. Editörler yıllardır zamanlarının büyük kısmını eşitsiz şartlar altında Satış ve Muhasebe departmanlarıyla boğuşarak geçiriyorlar. CEO’ların pek sevdiği bu departmanlarda “iyi kitap” sıkı ciro, iyi yazarsa bir sonraki kitabının bir öncekinden daha fazla satması garanti yazar demektir. Üstünden geçindikleri romanı anlamaktan bile aciz şirketçi tayfası için böyle bir yazarın var olmaması dert değildir. Kitaba ilgileri kişisel çıkar ilgisine, kitaplardan edilecek kâra dayalıdır. Ya da Murdoch ve Merdles türü kimi en tepe şahsiyet için olay kitaplar sayesinde elde edilecek politik güçten ibarettir ki bu da yine kişisel çıkar, kişisel kâr demektir.

Sırf kâr da değil. Bir de büyüme var. Bildiğimiz Haliyle Kapitalizm, bildiğimiz üzere, büyümeye dayanır. Hisse senedi sahiplerinin hisseleri yıldan yıla, aydan aya, günden güne artmak zorundadır. Kapitalizm, sağlığını göbeğinin büyümesiyle ölçen bir varlıktır.

Sonsuz büyüme, biteviye büyüme… Obezlik mi yani? Yoksa deride ve memede bir yumrunun büyümesinden, kanserden mi bahsetmeliyiz? Sağlığımızı büyüme hızıyla ölçmek tuhaf açıkçası…
AP makalesinde kitap satışları için “Düz” terimi kullanılıyor, geçen yıllarda kitap satışlarının “düz” gittiği söyleniyor. Yani başka bir deyişle, mesela ten gibi pürüzsüz ya da şişmeyen bir göbek gibi mi düz yani? Ama hayır, şişko iyi, dümdüz kötüdür…

McDonald’s’a sorun, söylesin.

Analistler ilgisizliği İnternet ve diğer medyanın rekabetine, istikrarsız ekonomiye ve yayıncılığın sınırlı genişleme fırsatı tanıyan kurumlaşmış bir sanayi oluşuna bağlıyorlar.

Püf noktası bu işte: genişleme. Eskiden yayıncılar arz-talepleri paralel gider, kitaplar istikrarlı, “dümdüz” satılırsa hoşnut kalırlardı. Ama bugünün yayıncısı kutsal hissedarın beklediği %10-20’lik kâr büyümesine nasıl yetişebilir? Kitap satışları, Amerikan göbeği misali nasıl biteviye genişletilebilir?

Michael Pollan, büyüleyici çalışması Etobur-Otobur İkilemi’nde bu işin mısırla nasıl yapılabileceğini anlatıyor. Makul tüm talepleri karşılamaya yetecek mısır yetiştirildiğinde makul olmayan talepler, yapay gereksinimler yaratılıyor. Böylece hükümete besicilikte mısır standardı ilan ettiriliyor, sığırlara sindirim sistemleri uygun olmadığından sindiremedikleri mısır yediriliyor ve hayvanlar işkence çekip zehirleniyorlar. Sonra mısır yan ürünlerin yağ ve şekerleri alınıp daha da akla ziyan bir dizi içecek ve fast food ürününde kullanarak insanları şişmanlatıcı ama yetersiz hatta zararlı bir beslenme tarzına bağımlılaştırıyorlar. Ve süreç durdurulamıyor çünkü durdurulursa kârlar “uyuşuklaşıyor” veya “düzleşiyor.”

Bu sistem mısırda ve tüm Amerikan tarımıyla üretiminde öyle işe yaradı ki bugün gittikçe daha fazla ıvır zıvır yiyip ıvır zıvır çıkarmamızın ve Avrupa’da domateslerin tatlarının neden domatese benzediğini, yabancı menşeli arabaların mühendislikte neden daha iyi olduğunu merak etmemizin nedeni budur.

Hollywood da sisteme balıklama dalmaktan geri kalmadı elbette. “Ciro” veya “Hâsılat” üzerine öyle vurgu yapıldı ki —genellikle bir film hakkında sadece ilk gün veya hafta hâsılatını duyuyoruz— film yapmak, eski filmleri yeniden çevirmekten ibaret noktasına kadar geriledi. Yeniden çevrimler güvenli hesapta: geçmişte hâsılat yapmış madem, şimdi de yapar deniyor.[d] Bu, bir sanat biçimini içeren bir işi yürütmenin gayet öngörülür salaklıkta bir yoludur. Hollywood’un büyüme meraklısı kapalı gişe hevesini tek aşabilense eserin tüm değerinin fiyatıyla biçildiği ve en değerli sanatçının moda çalışmasının kopyalarını biteviye üretmeye hazır sanatçı sayıldığı modern güzel sanatlar piyasasıdır.

Iowa eyaletini bir ucundan diğerine mısırla veya Andy Warhol eserleriyle kaplamak mümkün ama iş kitaba gelince sorun çıkıyor. Ürün ile üretiminin standartlaştırılması bir noktaya kadar götürülebiliyor. En boş kitaplarda bile bir miktar entelektüel içerik bulunmasının nedeni belki budur. Sonuçta okumada devreye beyin girer. İnsanlar çoksatarları, formül polisiyeleri, aşk romanlarını, popüler biyografileri, günün konusuna yönelik kitapları bir noktaya kadar satın alacaktır. Ama okurlardaki ürün sadakati defoludur. Okur, sıkılır. Tek renge boyanıp Mavi#72[e] adı verilmiş tabloyu satın alan insan sıkılmaz çünkü baktığında temelde gördüğü şey binlere dolarlık maliyettir ve tablonun estetik duygu üzerinde hatta bilinç üzerinde dahi herhangi bir talebi yoktur. Ama kitap denen şeyin okunması gerekir. Zaman ister. Çaba ister. Uyanık kalınmasını ister. Okur da karşılığında ödül ister. Saat Birde Ölüm ile Saat İkide Ölüm’ü ve diğerlerini satın almış hayran kitlesi birdenbire, öncekileriyle tamamen aynı formüle dayanmasına rağmen Saat On Birde Ölüm’ü almayıverir. Neden? Sıkılmışlardır çünkü.

E, ne yapsın şimdi büyümeci kapitalist? Nerede bulabilir güveni?

Güvenin birazını edebiyatın toplumsal işlevini sömürerek bulmak mümkün. Bu dediğim elbette eğitsel —okul ve üniversite kitapları şirketlerin gözde avlarıdır— kitaplarla çoksatarları ve kitap kulüpleriyle işyerlerinde ortak sohbet konusu ve bağ sağlayan popüler roman ve roman-dışı kitaplarını kapsıyor. Şirketler kitap yayıncılığında bunların ötesinde güvence aramaya kalkıyorlarsa bence salaklık ediyorlar.

Pek çok insanın okumasının ve okumaktan haz duymasının doğal, normal karşılandığı şu benim “kitap yüzyılında” bile kaç kişi okullarını bitirdikten sonra okumaya onca zaman ayırmış veya ayırabilmiştir? O yıllarda Amerikalıların çoğu çok fazla çalışıyordu ve mesai bugünkünden çok daha uzundu. Kısacası ta en baştan beri pek çok insan hiç kitap okumadı ve çok kitap okuyan insan sayısı hep azdı. E, madem hiçbir zaman çok kitap okuyan insan sayısı fazla değildiyse ne demeye bugün öyle olması gerektiğini veya gelecekte öyle olacağını düşünelim? Okuyan sayısında %10 ilâ 20’lik yıllık artışların görülmeyeceği neredeyse kesindir.

Bir insan kitap okumaya zaman ayırmışsa veya ayırıyorsa ya işleri gerektirdiği ya da başka kanallara erişemediğindendir. Ya da okumayı seviyordur ki bunca ah-vahlar ve yüzde hesapları arasında sadece okumayı sevenleri unutuvermek zor değildir.

Sert bir Wyoming kovboyunun eyer heybesinde otuz sene bir adet Ivanhoe nüshası taşıdığını ya da New England’daki atölyelerde çalışan kızların Browning[3] kulüpleri kurduğunu düşünmek duygulandırıyor beni doğrusu.

Zevk için okumaya ayrılan zamanın boş vakitlerin radyo ve sinema, daha sonra televizyon ve sonunda internetle dolmasıyla azaldığı kesindir. Kitaplar artık eğlence araçlarından sadece biridir. Gerçi iş sahici eğlence, sahici haz vermeye geldiğinde önemsiz, küçük araçlardan değillerdir. Yaşanan rekabetse pek neşeli sayılmaz. Hükümetin düşmanlığı kamusal radyoları güçlendirirken kongre kararları birkaç şirketin özel istasyonları satın alıp yoldan çıkarmasına olanak sağlamıştır. Televizyon dek eğlence ve sanat standartlarını, çoğu programların doğrudan aptallaştırıcı veya çirkin seviyeye gelmelerine dek durmadan düşürmektedir. Hollywood yapılmış filmlerin yeniden çevrimlerini bir kez daha çevirip gişe yapmaya çalışırken ara sıra parıldayan bir eser dışında sinemanın sanat olduğunu hatırlatacak bir şey bulmak gittikçe güçleşiyor. Ve internet herkese her şeyi sunuyor ama ilginçtir, belki bu her şey dâhil tavrı yüzünden internetten alınabilecek estetik doyum fazlasıyla az. Ha, sanatın verdiği hazzın peşindeyseniz bilgisayarınızdan elbette resimlere bakabilir, müzik dinleyebilir ya da bir şiir ya da kitap okuyabilirsiniz. Ama tüm bunlara erişimi sağlayan İnternet, tüm bu malzemenin ne yaratıcısıdır ne de özünde mevcuttur. Belki blog yazmayı ağ şebekesine yaratıcılık getirmek türünden görebiliriz ama blogların çoğu kişisel ağırlıklı ve rastladıklarımın en iyileri sadece iyi birer gazetecilik örneği işlevi görüyorlar. Belki günün birinde estetik biçem geliştirirler ama bugün o noktada değiller. Medya kapsamında kitabın verdiği hazzı verecek hiçbir şey yok. Tabii okumayı seviyorsanız.

Okumayı seven insan az değil. Çoğunluk değil ama tutarlı, sağlam bir azınlık.

Ve okurlar aldıkları hazzın sadece eğlendirilmekten farkını biliyorlar. İzlemek genelde tümüyle edilgenken okumak daima bir eylemdir. Açma düğmesine bastınız mı Televizyon başlar ve devam eder, eder, eder… Oturup bakmaktan başka bir şey yapmanız gerekmez. Oysa kitaba dikkat vermek gerekir. Kitabı hayata okur getirir. Diğer tümünün aksine, kitap sessizdir. Kitap kişiyi fon müziğiyle uyutmaz, banda alınmış kahkaha sesleriyle kulak zorlamaz ya da odanızı silah sesleriyle doldurmaz. Hepsini sadece kafanızın içinde duyabilirsiniz kitap okurken. Kitap, televizyon veya film gibi gözlerinizi, bakışlarınızı bir yerden bir başka yere götürmez. Aklınızı vermezseniz aklınızı, yüreğinizi vermezseniz yüreğinizi etkilemez kitap. Kitap, sizin yerinize bir şeyler yapmaz. İyi bir romanı okumak, romanı izlemek, romanı yaşamak, romanı duyumsamak, romanı yaşamak, romanın kendisi olmak, kısacası romanı yazmak dışında ne varsa yapmaktır. Okumak bir iş birliği, bir katılımdır. Herkesin becerememesine şaşmamak lazım yani.

Zevk için okuyanların pek çoğu, kendilerinden bir şeyler kattıkları için içlerinde kitaplara karşı derin, ihtiraslı bir bağ hissederler. Kitap, teknolojik açıdan havalı olmayan ama karmaşık yapılı ve has safhada etkin bir şey, bir eser, sahiden gayet net, bakması ve tutması zevkli, onlarca hatta yüzlerce yıl kalabilecek küçük bir aygıttır. Video veya CD’nin aksine bir makine tarafından çalıştırılması gerekmez; tek gereken ışık, göz ve akıldır. Eşsiz ya da kısa ömürlü değildir. Kalıcıdır. “Oradadır.” Güvenilirdir. Bir kitap size on beş yaşınızdayken söylediği şeyi elli yaşınızdayken de söyler ama söylediği o zaman öyle farklı gelir ki yepyeni bir kitap okuyormuşsunuz gibi gelir.

Kitabın bir şey, somut, kalıcı, defalarca tekrar kullanılabilen bir şey, bir değer olduğu gerçeği önemlidir.

Kitabın kalıcılığında, uzun ömürlülüğünde uygarlık dediğimiz şeyin büyük kısmı yatar. Tarih okuryazarlıkla başlar. Yazılı sözden öncesi sadece arkeolojidir. Kendimize, geçmişimize ve dünyamıza dair bildiklerimizin çoğu uzun zamandan beri kitaplardadır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam inançları birer kitabı merkezlerine almışlardır. Kitabın uzun ömürlülüğü zeki tür olarak devamlılığımızın çok önemli bir parçasıdır. Kitapların imha edilmesinin barbarlığın son noktası addedilmesi bu yüzdendir. İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması iki bin yıldan beri unutulmamıştır ki muhtemelen Bağdat’taki büyük kütüphanenin yıkılışı da aynı şekilde hatırlanacaktır.

Özü, şirket kaynaklı yayıncılıkta en çok kitaplara değersiz muamelesi yapılmasından tiksiniyorum. İyi satması beklenen bir kitap piyasaya çıkışını izleyen birkaç hafta boyunca “performans” gösteremezse kapakları yırtılıp hamura dönüştürülüyor, yok ediliyor. Şirket zihniyeti anında gelmeyen başarıyı başarıdan saymıyor. Şirket zihniyetine göre her hafta yeni bir çoksatar çıkmalı ve sanki piyasada birden fazla kitaba yer yokmuş gibi bu haftanın çoksatarı, önceki haftanınkini gölgede bırakmalıdır. Şirket finansmanlı yayıncıların geçmiş kataloglarını kullanmadaki dangalaklıkları da bundan kaynaklanmaktadır.

Baskısı yapılan, sürekli piyasa gören kitaplar yıllar boyunca yayıncı ve yazarlarına binlerce dolar kazandırmıştır. İstikrarlı satan birkaç kitap, yıllık kazanç listesinde “orta sınıf” sayılsalar bile yayıncıları yıllarca götürebilir hatta bir-iki yeni yazara şans verip riske girmelerini bile sağlayabilir. Yayıncı olsaydım Rowling yerine fazlasıyla Tolkien’in elimde olmasını yeğlerdim.

Ama “yıllar boyunca” kutsal hissedarların dönemlik kâr paylarını ödemez ve Büyüme’yle ilgili değildir. Büyük çaplı yayıncı, çabuk ve büyük para için çoksatar olması beklenen bir yazara birkaç milyon dolarlık avans ödeme riskini göze almak durumundadır. Bu birkaç milyon —sıklıkla havaya savrulan paradır— eskiden “orta sınıf” yazarlara ödenen makul avansları ve tekrar basılan, satılmaya devam eden kitaplara ödenen telif ücretlerinin karşılandığı sermayeden gelir. Orta sınıf yazarlardan artık vazgeçilmiştir ve istikrarlı satan eski kitaplar Moloklara[4] yem edilmektedir.
Böyle iş yürütülür mü?

Şirketlerin günün birinde yayıncılığın aslında kapitalizmle sağlıklı ilişkisi bulunan, akla ziyan veya normal bir iş olmadığını fark etmelerini umuyorum. Edebiyat yayınevlerini yaptığı, normal iş standartlarına ve neredeyse her türlü normal biçime göre elverişsiz, egzotik, anormal, akla ziyan bir şeydir.

Yayıncılığın kimi kısmı kapitalisttir veya olmaya zorlanabilir. Ders kitabı sanayisi bunun açık örneğidir. Ayrıca ‘Nasıl Yapılır’ ve benzeri türde kitapların piyasa öngörülebilirliği mevcuttur. Ama yayıncıların yayınladıklarının tümü ya da bir kısmının sanat olması kaçınılmazdır. Ve sanatın kapitalizmle arası, en hafif deyişle, limonidir. Bu ikilinin izdivacında mutluluğa ender rastlanır. Neşeli kızgınlık, bu iki eş arasındaki duyguların en hoşudur. İnsana neyin yarar sağladığına dair kavrayışları birbirlerinden çok farklıdır.

E, madem öyle, neden şirketler edebiyat yayınlayan yayınevlerini ya da kâr getirmiyor deyip satın aldıkları yayıncıların en azından edebiyat bölümlerini bırakmıyorlar? Neden yine editörlerin maaşlarını, mütevazı avansları ve uyduruk telifleri ödeyecek kadar para kazanmaya ve kazandıklarını yeni yazarlarla riske atmaya dönmelerine izin vermiyorlar? Okullardan gelen ve zaten zevk için okumaları öğretilmemiş, elektronların dikkatlerini dağıttığı çocuklardan öte yeni okur yaratma umudu yok; okur sayısının işe yarar artış göstermesi bir yana azalmaya devam etmesi muhtemel. E, bu kasvetli sahnede işinize yaracak ne var Sayın Şirket Yöneticisi? Niye çıkıp gitmiyorsunuz bu sahneden? Neden bu ufak nankör kalleş topluluğu terk edip gerçek işinizi, dünyayı yönetmeyi sürdürmüyorsunuz?

Yayıncılığı elinizde tutarsanız basılanı, yazılanı, okunanı kontrol edebileceğinizi düşündüğünüz için mi? Eh, size iyi şanslar, beyefendi. Tiranların ortak yanılgısıdır bu. Yazanlar ve okuyanlar, okuryazarlıktan çekseler bile okuryazarlığa neşeli kızgınlıkla bakarlar çünkü.

 ...................
1. [1] Mauritius adasında yaşamış ve soyu 17. yüzyılda tükenmiş, güvercin ailesinden, uçamayan bir kuş. Tümüyle insan eliyle soyu tüketildiğinden soy tükenmesine örnek babında sıklıkla dodolara atıfta bulunulur. (ç.n.)

[2] Hindi tüketimi geleneksel bayramlarda (Şükran günü, Noel) yoğunlaşır. Bu dönemler dışında hâkimiyet tavuktadır. (ç.n.)

[3] Robert Browning (1812–1889) Victoria döneminin en ünlü şairi.

[4] Fenikelilerde bir tanrı ve bu tanrıyla özdeşleşmiş çocuk kurban etme törenleri.


Yaban Kızları, Versus Yayınları, Özgün Adı: The Wild Girls, Çeviri: Algan Sezgintüredi, 2011


Benim Notlarım DK
[a] Bu konuyu bir çok romanında işlemiştir. En çok beğendiğim romanı "sesler'dir. Burada okuma yazmayı, kitapları küfür gören bir sistemde yaşayan genç bir kadının direnişi ve tüm halkın direnişi anlatılır. Kitapta geçen şu cümle her daim geçerli olan bir korkumuzu dile getiriyor:
"Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor..Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler."

[b] Bizde de öyledir. Binbir Temel Eserleri hatırlayalım. Bizzat devlet tarafında yürütülen bir kültürel hamleydi. Klasiklerin neredeyse hepsi çevrilmişti ve kitaplar gayet uygun fiyata  satılıyordu. Ben küçükken aşağımızdaki yüzbaşı komşumuzda bunları keşfetmiştim. Ona çuvalla verilmiş. Onlar okumazdı ama ben onların evini kütüphane gibi kullandım uzun bir müddet.

[c] Ursula'nın burada Charles Dickens'ın Antikacı Dükkanı'ndan bahsettiği anlaşılıyor.  Ama bu konuyu biraz daha açmak isterim. Antikacı Dükkanı (İngilizce özgün adıyla The Old Curiosity Shop), İngiliz yazar Charles Dickens'ın bir romanıAntikacı Dükkanı (Barnaby Rudge ile birlikte) Charles Dickens tarafından çıkartılan, kısa ömürlü haftalık "Master Humphrey's Clock" isimli dergide 1840-1841 yılları arasında yayımlanmış ancak 1841 yılında kitap olarak da basılmıştı. Kitapta, küçük Nell ve büyükbabasının borç yüzünden Londra'dan kaçıp taşrada bir yerden bir yere sürüklenmelerini anlatılır. Charles Dickens, diğer tüm romanlarında anlattığı insanlık trajedisine burada da değinmiş ve sanayileşme dönemi Birleşik Krallık'ının sefaletini Nell'in gözünden dile getirmiştir. 

ABD'ye göç etmiş ama İngiltere ile de kültürel ilişkilerini koparmamış olan okuyucular; Nell'in ölmek üzere olduğunu bildikleri o sayıdan sonra derginin yeni sayısı ellerine daha ulaşmadığı için İngiltere'den gelen gemi yolcularına işin aslını öğrenene kadar sürekli şu soruyu sorarlar: "Küçük Nell öldü mü?". Binlerce okuyucunun Nell'in ölümüne ağladıklarını da belirtir kaynaklar.  O dönemin ruhunu yansıtan, çok bilinen, gerçek bir öyküdür bu.
[d] Eski filmleri yeniden yeniden çektikleri doğrudur, bunu hepimiz biliriz. Neyse ki yeni çekilen o filmlerin çoğu gişede çuvallıyor. Bu da o  açgözlü yapımcılardan alınan bir intikam, bir cevap olsa gerek.

[e] İnternet/bilgisayar teknolojisinde, (HTML) programlarda kullanılan bir renk kodu. Mavi#72.. Her rengin ve tonlarının sayısal değeri vardır.

8 Kasım 2019 Cuma

MÖ 5000 Yılından Kalma Figürin: Cernavoda Düşünürü

MÖ 5000 Yılından Kalma Figürin: Cernavoda Düşünürü



Cernavoda Düşünürü
Romanya Ulusal Sanat Müzesi, Bükreş
Bu küçük *terra-cotta yani pişirilmiş kilden yapılmış olan bu figür Romanya'nın Cernavoda bölgesinde bulunmuş. Yapıldığı yılın MÖ 5000 olduğu düşünülüyor.

Küçük heykele konu olan kişi alçak bir taburede oturuyor, iki elini de başına dayamış, muhtemelen düşünüyor. Bu yüzden arkeologlar ona düşünür adını vermişler. Bu kişinin kadın veya erkek olup olmadığı çok net değil ama beden yapısı onun bir kadın olabileceğini gösteriyor.

Bu çok önemli bir buluş bizim için. Bu kişi başkaca bir şey yapmayıp sadece düşünüyor. Elbette düşünüyor olduğunu düşünmemiz yanlış değilse... MÖ 5000 yılında yapılmış bu heykel bir insanın kendi içine dönerek gözlem yaptığı en eski, ilk örnek.

Bu **figürin bir mezarın yanında bulunmuş. Bu durumda bu kişinin kederli düşüncelere daldığını da öngörebiliriz  ki bu olabilecek en uygun çıkarım olur.

Görsel Kaynak: A History of World Societies, Merry Wiesner-Hanks vd., Bedford/St. Martin’s, 2018, s. 84

*Terakota veya terrakotta; pişmiş; kil bazlı, kahverengimsi kızıl renkli, mat seramik toprağı. Bununla birlikte bazı su geçirgen ve parlak seramiklere de terrakotta denir. Saksı ve çömleklerden, su ve kanalizasyon borularına; yüzey süslemelerinden, inşaat malzemelerine kadar çok çeşitli bir kullanım alanı vardır. 
**Figürin: Genellikle canlı varlıkları betimleyen, kolayca taşınabilir nitelikte üç boyutlu küçük sanat yapıtı. Heykelcik. Taş, ahşap, metal, pişmiş toprak vs. gibi her tür malzemeden yapılabilir.

23 Ekim 2019 Çarşamba

Paşaların Kaçması ve Mondros Ateşkes Antlaşması

Paşaların Kaçması ve Mondros Ateşkes Antlaşması

Dilara Kahyaoğlu
2011-19

Şam'ın (Damascus)  geç düşmüş olması savaşın gidişi açısından çok da belirleyici değildi.
Çünkü hem İngilizler hem de Araplar (ki bundan pek bahsedilmez Türkçe ders kitaplarında)
1918 yılında Halep'e kadar ulaşmışlardı zaten.
Diğer yandan İran Körfezi'nden gelen İngiliz birlikleri yukarı (kuzeye) doğru çıkarak Musul'a ulaşmıştı.
Sonradan hatırlanan ve son zamanlarda sıkça sözü edilen Kut ul Amara savunmasının bu genel tabloyu bozacak
bir gücü hiç olmamıştı.  Aksine ana birlikler bu savunma ceplerine sıkışmış alanlara az sayıda kuvvet bırakıp
onları oraya mıhlayıp oyalamayı, zamanı gelince de tutsak alınmalarını hedeflemişlerdi.
Böylece bir engelden kurtulan ana birlikler ilerlemeye devam etti.  Aşağıdaki haritaya bkz.

İngiliz birlikleri körfezden yukarıya çıkıyor. Kut ul Amara cebini de görmek mümkün haritada.
Önü kesilemeyen birlikler kuzeye ilerlemeye devam etmiş ve Musul yakınlarına gelmiş.
Haritaların kaynağı; A Military Atlas of the First World, Arthur Banks, 2001/4
Kendi taramalarım.  DK


Osmanlılar, Kanal Cephesinde başlayan savaşın sonuna doğru İngiliz ve Arap birlikleri karşısında kuzeye kadar gerileyişlerini sürdürdüler. Dolayısıyla ordunun Filistin'de ve Irak cephesinde İngilizler ve Arap birlikleri karşısında yenilgiye uğraması ve 1 Ekim'de Şam'ın düşmesi üzerine, [*] Talat Paşa hükumeti 5 Ekim'de İngiltere ile ateşkes sağlamak için ABD'nin arabuluculuğuna başvurdu çünkü ABD başkanı Wilson'ın yayınladığı ilkelere güveniyorlardı. İleri gelen pek çok okumuş kişi başkan Wilson'ın yardımıyla içinde bulundukları badireyi en az hasarla atlatacağına inanıyordu. Hatta öyle ki bir ara Wilson Prensipleri Cemiyeti dahi kurulmuş, ABD mandası isteyen kişiler bu görüşlerini çekinmeden dillendirmeye başlamıştı. Bu türden gelişmeler bize durumun ne kadar vahim olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Çaresizliğin içinde çare üretmeye çalışan farklı görüşlere sahip taraflar vardı. Wilson İlkeleri için bkz. 

Bu arada 29 Eylül'de Bulgaristan ateşkes imzalamış, bu ülkeye giren Fransız ve müttefik ordularının İstanbul'a yönelmesi olasılığı doğmuştu.
Osmanlıların cephede yenilmesi ve Anadolu'ya kadar gerilemesi yanında müttefikleri
Bulgaristan da zor durumdaydı. Haritada İtilaf devletlerinin bir çok koldan Bulgaristan'a girdiği ve
Avusturya Macaristan'ın arkadan çevirdiği görülüyor.
Haritanın kaynağı; A Military Atlas of the First World, Arthur Banks, 2001/4

Savaşı durdurmak için yapılan ateşkes antlaşmalarını kronolojik açıdan incelediğimizde
İttifak devletlerinin hangi sırayla savaştan çekildiğini görebiliyoruz. Görüldüğü gibi Almanya, Osmanlı'dan sonra
ateşkesi imzalamıştır. Osmanlı ile ilgili söylenen "müttefiklerimiz kaybettiği için biz de yenilmiş sayıldık"
iddiası bir şehir efsanesidir. Osmanlı Devleti, Çanakkale cephesi hariç her cephede savaşı kaybetmişti. Diğer
Müttefik devletler de -Almanya hariç- her cephede kaybetmişti. Almanya yalnız kaldı, savaşı sürdürmeye gücü yetmedi.
Almanya içindeki gelişmeleri de unutmamak lazım. Deyim yerindeyse Almanya bir anlamda içten patlamıştır.
Şu kaynağa bkz. 

8 Ekim'de Talat Paşa kabinesi istifa etti. Eski sadrazamlardan Ahmet İzzet Paşa'nın 14 Ekim'de kurduğu kabinede, İttihatçı olduğu halde hükumetin Alman yanlısı savaş politikasına karşı çıkan ve İngiliz dostu olarak tanınan Rauf Bey (Orbay) Bahriye Nazırı oldu. 18 Ekim'de Osmanlı'da esir bulunan İngiliz generali Townsend, Osmanlı'nın ateşkes şartlarını iletmek üzere bir gemiyle gizlice Midilli'ye gönderildi.

24 Ekim'de İngiliz hükumeti Limni'de bulunan Amiral Calthorpe'a ateşkes görüşmelerini başlatma yetkisini verdi. Ertesi gün Türk hükümetinin görevlendirdiği Rauf Bey, Zafer römorkörüyle Foça'dan Midilli'ye geçti; burada kendisini karşılayan İngiliz kruvazörüyle Limni adasına ulaştı.

27 Ekim'den itibaren dört gün süren çetin müzakereler sonunda 30 Ekim akşamı antlaşma imzalandı. 1 Kasım sabahından geçerli olmak üzere Osmanlı Devleti ile Britanya İmparatorluğu arasında ateşkes ilan edildi. Mondros Ateşkes Antlaşmasının tam metni için linke tıklayınız. http://www.ttk.gov.tr/wp-content/uploads/2016/11/7-Mondros.pdf

Mondros'un verdiği yetkiyle Anadolu'da bir çok yer işgal edildi.  Özellikle 7. maddeyi gözden
geçirdiğimiz zaman zaten tek başına bu maddenin bile İtilaf güçlerine işgal etme yetkisi
verdiğini görebiliyoruz.
Mondros Ateşkes Antlaşması ağır şartları olan bir antlaşmaydı. Bunun imzalanmış olması bile Osmanlı devletinin ne kadar çaresiz kaldığını göstermektedir. En ağır antlaşmayı Osmanlılar imzaladı iddiası da doğru değildir. Savaşın sonundaki barış antlaşmalarıyla birlikte durumu değerlendirdiğimizde kaybeden bütün devletlerin parçalandıklarını, en ağır koşullarla sınırlandırıldıklarını görürüz. Nitekim bu antlaşmalara duyulan öfke II. Dünya Savaşı'nın da tohumları atmıştır. 

Osmanlı açısından şunu da ayrıca belirtmek gerekir. Belli başlı İtilaf güçleri, savaş sırasında yapılan gizli antlaşmalarla Osmanlı devletinin topraklarını paylaşmışlardı. Kimin nereyi alacağı belliydi. Wilson İlkelerine rağmen bu iddialarını hayata geçirmek için uğraştılar ve Mondros'un işgallere yol açan maddelerini de esas olarak bu amaçla ateşkes antlaşmasına yerleştirdiler. Sevr Antlaşması incelendiğinde kazanan devletlerin nihai amaçlarının ne olduğu açık seçik bir biçimde görülebilir. Ama işler istedikleri gitmedi, evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu başka bir konu buna geleceğiz. 
Paşaların Kaçması
Almanya'da yaşayan araştırmacı-yazar Dr. Mete Soytürk ünlü paşalarla, toplam dokuz üst düzey İttihatçı'nın kaçışlarını bizzat organize eden Alman Deniz Kurmay Yüzbaşı Hermann Baltzer'in bu konuyu ele alan yazısını bularak, Türkçe'ye çevirdi.

Yüzbaşı Baltzer'in paşaları 1 Kasım 1918 gecesi İstanbul'un çeşitli köşelerinden toplayıp, Tarabya'da dermirli Alman torpido gemisine nasıl götürdüğünü ve oradan Sivastopol'a nasıl yolcu ettiğini anlatan yazısı Kasım 1933'de "Orientrundschau" adlı dergide "Dünya Savaşı'nın üç büyük Türkü, Talat, Enver ve Cemal Paşa'nın Romantik Sonları. 1 Kasım 1918'den bir anı" başlığı altında yayınlanmış.

4 Kasım 1918 tarihli İkdam gazetesinin ilk sayfasında paşaların kaçtığı haberi verilmiş
üstte Talat, solda Cemal ve sağda Enver paşaların fotoğrafı var. 
"üç paşa daha kaçtı" başlıkta böyle yazıyor
İşgal altındaki İstanbul'dan üç paşa ve arkadaşlarını kaçıran Balztzer, bu olaydan sonra İstanbul'da 8 ay daha kalmış ve bu sürede sürekli İngiliz ve Fransız işgal güçlerinden subayların sık sık "Paşaların ne zaman ve nasıl yurtdışına çıktıkları" yolunda sorularıyla karşılaşmış.

Baltzer'in 1933'te bu olayı anlatmasına rağmen, Türkiye'de halen bu konuda farklı açıklamalar bulunuyor ve tarih kitaplarında paşaların, bir Alman denizaltısıyla İstanbul'dan kaçırıldıkları ileri sürülüyor.

Savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının ardından iktidardan düşürülen İttihatçı liderlerle ilgili olarak İstanbul'da "Galata Köprüsü üzerindeki sokak feneri direklerine asılacakları" yolundaki söylentilerin ortalığı kapladığı sırada, İstanbul'daki Alman Akdeniz Filosu Karargahı'nda paşaların kaçırılmasına karar verildiğini belirterek yazısına başlayan Yüzbaşı Baltzer, yakın tarihimizin bu ilginç dönüm noktasına tanıklığını aşama aşama anlatıyor.
“1 Kasım 1918'de, İstanbul'da Alman Akdeniz Filosu Karargahı'nda Türkiye'nin 1914 yılında bizim yanımızda savaşa girmesini borçlu olduğumuz, eski bakanlara nasıl bir yardımda bulunabileceğimiz konuşuldu. Bunun üzerine karargahın en genç kurmay subayı olarak ben paşaların kaçırılması planını gerçekleştirmeye aday oldum."
Kaçırma operasyonuna akşam saat 21.00 sularında başladığını anlatan yüzbaşı, askeri demiryollarına ait bir motorla Eminönü'nden denize açıldıklarını, önce Moda iskelesinde, parolayı sorduklarında "Enver" yanıtını aldıktan sonra Talat Paşa, eski İstanbul Valisi Bedri Bey ve beş kişi aldıklarını, ardından Arnavutköy'den yanında birkaç kişiyle birlikte Enver Paşa'yı, son olarak da Boyacıköy'den Cemal Paşa'yı alarak, Tarabya açıklarında duran Alman torpidosuna götürdüklerini, ayrıntılarıyla açıklıyor. Tüm yolcuların ellerinde küçük birer valizle geldiklerini, motora biner binmez feslerini çıkarıp, birer şapka taktıklarını da yazmış Yzb. Baltzer.

Daha sonra olanları da Alman Amiral Albert Hopman'ın anılarından okuyalım.
Burada torpidonun 3 Kasım sabah 08.00'de Sivastopol Limanı'na girdiğini açıklayan Amiral, geminin kaptanının karargahına gelerek, paşaların yanında olduğunu, Almanya'ya gitmek istediklerini söylediklerini kaydediyor. "Gidip eski dostların ellerini sıkmak istedim, fakat gizlilik gereği bundan vazgeçtim" diyen Amiral Hopman, siyah gözlük takmış ve kılık değiştirmiş olan Enver Paşa'yla karargahının bulunduğu otelde karşılaştığını, ancak tanımamış gibi yaptığını anlatıyor. Amiral'in anılarına göre; Enver Paşa, burada Almanlardan Kafkasya'ya gidebilmek için araç istediğini, olumsuz yanıt alınca da bir Tatar yelkenlisiyle Karadeniz'e açıldığını ve maceralı bir yolculuk sonunda hedefine ulaştığını açıklıyor.

Bilindiği gibi Sıvastopol'a 3 Kasım'da ulaşan paşalar, İstanbul'u bir daha göremediler. Enver'den burada ayrılan Talat ve Cemal paşalarla, arkadaşları Almanya'ya gittiler. Talat Paşa, 1921'de Berlin'de Soghomon Tehlirian tarafından vurularak öldürülmüş. Cemal Paşa 1922'de Tiflis'te suikasta uğramış, Enver Paşa da 1922'de Tacikistan'da Bolşevik Ruslarla girdiği bir çatışma vurularak öldürülmüştür.

Mehmet Talat Paşa'nın kemikleri, 1943 yılında alınan Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye'ye geri getirilmiş ve Hürriyet-i Ebediye şehitliğine gömülmüştür. TBMM'nin 1926 yılında kabul ettiği bir kanunla ailesine ev tahsis edilmiş ve şehit aylığı bağlanmıştır.
Hürriyeti Ebediye Anıtı: 31 Mart'ın anısına dikilen bir anıt, şehitlik
Abide-i Hürriyet diğer adıyla Hürriyet-i Ebediye Abidesi, 31 Mart Vakası'nda ölenlerin anısına İstanbul'un Şişli ilçesinde Hürriyet-i Ebediye Tepesi'nde dikilmiş olan anıttır. Türkiye'de yapılmış ilk ulusal anıttır.
1909'da yapımına karar verilen anıt için Mimar Muzaffer Bey'in projesi seçilmiştir. Anıtın altı da üçgen biçiminde bir cami olarak yapılmıştır. İkinci Meşrutiyet'in 3. yıldönümü olan 23 Temmuz 1911'de Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın
hazır bulunduğu bir törenle açılmıştır.
Anıtın yer aldığı alanda 31 Mart Vakasında ölen Kurmay Binbaşı Ahmet Muhtar, Deniz Binbaşı Salih, Üsteğmen Bekir ve
68 er defnedilmiştir.
Sonraki yıllarda anıt ve çevresindeki alan, bazı 2. Meşrutiyet ve İttihat ve Terakki hareketi önde gelenlerinin defnedildiği bir anıt mezarlığa dönüştürüldü. Talat ve Enver paşa burada gömülüdür.


Cemal Paşa, 21 Temmuz 1922'de, Türkiye'ye dönme hazırlıkları içindeyken Tiflis'te Karakin Lalayan ve Sergo Vartanyan adlı iki Ermeni komitacı tarafından öldürüldü. Mamafih, bu suikastın, Stalin'in emriyle, o sırada Gürcistan Çeka'sının başında olan Lavrenti Beria tarafından tertiplendiğine dair iddialar vardır. Cenazesi Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir tarafından Erzurum'a getirilerek Karskapı Şehitliği'ne defnedildi.

Biraz da Enver'den bahsedecek olursak; Kendisi yakın arkadaşlarıyla birlikte yurttan ayrıldıktan sonra  Rusya'ya geçti. Anadolu'daki Milli Mücadele hareketine katılmak istediyse de Mustafa Kemal bunu kabul etmedi. 1920 Eylül'ünde Bakü'de "Şark Milletleri" toplantısına katıldı ve Batum'da Türkistan'ı kurtarma hareketini başlattı. Turan Kağanlığı'nı kurmak için büyük uğraşlarda bulundu ve Türkistan Türklerini birleştirerek Basmacı İsyanı'nı başlattı. 4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı sırasında Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında Agop Melkovian komutasındaki Bolşeviklere karşı yapılan bir çarpışmada üzerine düşen havan topuyla şehit oldu ve orada gömüldü. Tacikistan'daki naaşı 1996 yılında Türkiye'ye getirildi ve ölüm yıldönümü olan 4 Ağustos 1996'da Şişli Abide-i Hürriyet Tepesi'ne defnedildi. Törene dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bakanlar ve Enver Paşa'nın torunları katıldılar


EK 1 
Mondros Ateşkes Antlaşması (tam metin) http://www.ttk.gov.tr/wp-content/uploads/2016/11/7-Mondros.pdf
Okumak için tıklayarak büyütünüz. 








[*] Metinde kimi yerlerde kaynak olarak gösterilen Wikipedia şu anda açılmıyor bilindiği gibi bu site Türkiye'de yasaklı. Bu durumda açılan sayfanın adres kısmına iki sıfır yazınız. O zaman açılır. Şöyle: https://tr.00wikipedia.org/wiki/Talat_Paşa
tr. 'dan sonra iki sıfır yazılacak.