Edebiyat-Sanat-Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat-Sanat-Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2020 Perşembe

Anarşizm: Ursula K. Le Guin'in Yorumuyla

Anarşizm: Ursula K. Le Guin'in Yorumuyla

Ursula "Devrimden Önceki Gün" isimli öyküsünün önsözüne aşağıdaki kısa yazıyı yazmış.


Mülksüzler adlı romanım kendilerine Odocular adını veren küçük bir dünya dolusu insan hakkındadır. Adlarını, toplumlarının kurucusu olan, bu romanda geçen olaylardan birkaç nesil önce yaşamış, dolayısıyla burada anlatılan olaylarda fiilen yer almayan fakat her şeyi başlatan kişi olması sebebiyle varlığı örtük olarak her satırda hissedilen Odo’dan almışlardır.

Odoculuk, anarşizmdir. Cebinde bombayla gezmek, yani terörizm anlamında bir anarşizm değil, zira kendini hangi isimle yüceltmeye çalışırsa çalışsın bunun adı terörizmdir. Aşırı sağın sosyal-Darwinci ekonomik “liberteryanizmi” anlamında bir anarşizm de değil, ilk ifadesini erken Taocu düşüncede bulan ve Shelley, Kropotkin, Goldman ve Goodman tarafından yorumlanan anarşizm. Anarşizmin başlıca hedefi otoriter Devlet’tir (ister kapitalist, ister sosyalist olsun); başlıca ahlaki ve pratik ilkesi işbirliğidir (dayanışma, yardımlaşma). Tüm siyasal teoriler arasında en idealist olanı ve bana göre en enteresan olanıdır.

Bu teoriyi, daha önce yapılmadığı üzere, bir roman kurgusu içine yerleştirmek, kendi adıma, aylar boyunca bütün zamanımı ayırmamı gerektiren uzun soluklu ve zor bir işti. Bitirdiğimde kendimi kaybolmuş, sürülmüş, yerinden edilmiş hissediyordum. Bu yüzden, Olasılık Körfezi’nin ötesinden, gölgelerin içinden çıkıp gelerek bir öykü -yaratmış olduğu dünya hakkında değil, kendisi hakkında bir öykü— yazmamı istediği için Odo’ya minnettarım.

Bu öykü, Omelas’ı ardında bırakıp gidenlerden biri hakkındadır. 


[Öykü 1974 tarihlidir]


Devrimden Önceki Gün, Ursula K. Le Guin, İnka Kitap, Ekim 2019, Çeviren: Ayberk Erkay

29 Ekim 2020 Perşembe

Gargantua ve Rabelais

Gargantua ve Rabelais


Ortaçağ denilen dönemle Rönesans diye adlandırdığımız uyanış çağı arasında kesin bir ayrım yapmak, tarih anlayışını basite indirgemek, insanlığın gelişmesindeki tutarlı ve kapsamlı süreci sınırlara, kalıplara sokmak olur. İnsanlık birdenbire mi uyanmış, neye uyanmış? Karanlığın egemen olduğu uzun bir süreden sonra, insana gözlerini açmış, bedeni ve ruhu ile tüm insana yönelmiş deniyor. Bu yöneliş de Yunan-Latin ilkçağının dünya görüşüne ve o görüşün ürünleri olan yazın ve sanata dönüşle gerçekleşmiş. Bir Brueghel, bir Jerome Bosch insanı görmemiş göstermemiş de bir Michelangelo ya da bir Raphael mi daha iyi, daha tamam, daha gerçek olarak görmüş ve göstermiş? Özde belirgin bir ayrılık olmasa gerek ortaçağın görüş ve davranışı ile uyanış çağı insanının özlem ve eğilimleri arasında. Her ikisi de, ister Tanrılı ister Tanrısız olsun, insana dönüktür aslında, insanlığın her çağı gibi. Bu iki dönemin geleceğe seslenişindeki asıl ayrılığı ve bu ayrılığın asıl nedenlerini araçlarda aramalı. Çağların yüzünü değiştiren araç burada matbaadır. Ortaçağ da Latince bilir, ilkçağın yazın ve sanat ürünlerini canlı tutmak için el emeği harcamış, göz nuru dökmüştür. Geleneği sürdürmek, bilgi verilerini çağdan çağa aktarmakta eşi bir daha görülmedik bir çaba ile başarıya ulaşmıştır. Avrupa’yı bir boydan bir boya kaplayan manastırlar on, on dört yüzyıl sürece karınca yuvası gibi kaynamasaydı, mum ışığında inci dizer gibi dizmeselerdi binlerce el yazmasını, Homeros’tan, Vergilius’tan, Heredot ya da Plinius’tan eser mi kalırdı uyanış çağına? Ortaçağın canlılığı bir bakıma ilkçağdan da daha göz kamaştırıcıdır. Bir oluş ki, topraktan fışkıran özgün değerleri dile getirmek, biçimlendirmek için insanın devinmesini baş döndürücü bir hızla canlandırır. En ufak taşına varıncaya dek kuyumcu eliyle işlenmiş katedral denilen o gökdelenleri bir düşünün, Tanrı için üst üste dizilmiş birer sırça saray diyeceksiniz, evet ama insan hep kendini aşan bir varlık uğruna yaratır büyük eserlerini, ölümsüzlüğe ulaşarak dile gelen tek varlık ise gene kendisidir, insandır. İnsanlığın insana en çok inanmış dönemlerinden biridir ortaçağ, onu karanlık görmekte haksızlık eder tarihçiler. Hele dil ve yazın konusunda ortaçağdan daha pırıltılı bir dönem düşünülemez: Fıkır fıkır kaynamaktadır kazan, Latincenin attığı tohumlar ulusal düzeyin gün gün oluşan ürünlerini gökkuşağının renklerinden daha da ayrıntılı bir cümbüş içinde serer gözümüzün önüne.

Bu diller korkunç bir zenginlikle karşımıza çıkıyorsa on altıncı yüzyıl Fransızca, İtalyanca ya da İspanyolcasında, yüzyıllar süren yeraltı akışının basılmış kitapla yeryüzüne fışkırmasındandır. Evet, korkunçtur ortaçağdan yeniçağlara geçişte insan düşüncesinin oluşumu. Rabelais’in deyimiyle “horrifique” (dehşet salan) ve “espouvantable” (korkunç) diye nitelendirilebilir. İnsanın dev büyüklüğü karşısında duyulan şaşkınlık ve korku.

Ortaçağdan söz açtıysak, bu kitapta çevirisini okuyacağınız Gargantua’nın yazarı François Rabelais ortaçağ ile yeniçağ arasında köprü kuran, ortaçağın insan değerlerini pek az sanatçının bağdaştırabildiği ölçüde bağdaştıran bir yeni adamdır da ondan açtık. Bir devrimcidir, ama kaçımız anlamışızdır gerçek devrimin, yalnız var olanı yıkmakla değil, varlığın üstüne varlık katmakla başarıldığını? Devrimci olarak diri diri yakılmaktan zor kurtulmuştur François Rabelais, takma adıyla Maitre Alcofribas Nasier.

Doğum tarihine bakalım. Pek belli değil, 1494 yılı olsa gerek. Montaigne 1533’te doğmuştur, Rabelais’den kırk yıl kadar sonra, Erasmus ise 1466’da, ondan aşağı yukarı otuz yıl önce. Hümanizmanın bu iki büyük adamı arasında Rabelais ortada yer alıyor; demek, hümanist düşüncenin gelişmesinde de tam ikisinin ortasındadır. Erasmus’un açtığı çığırı dil ile düşünce arasında eşsiz bir sentez, bir birleşim kurmakla gerçekleştirmiş, Montaigne’in kabuğuna çekilerek, açılmış alanlarda rahat rahat düşünebilmesini sağlamıştır. İp üstünde türlü hokkabazlıklar yapan bir cambaza benzer Rabelais, altında ateşler yanmaktadır, ha düştü ha düşecek. Oysa cambaz korkmaz, yere bakacağına, elinde bir çanak dolusu şarap, içer de içer, güler de güler.

Gargantua’nın başında şöyle seslenir okurlarına:

Bu kitabı okuyan okur dostlar

Atın içinizden her türlü kuşkuyu

Okurken de irkilmeyin sakın

Ne kötülük var içinde ne muzırlık

Doğrusu güldürmekten başka da

Bir hüner bulamayacaksınız pek

Başka yola gidemiyor gönlüm

Sizleri dertler içinde görürken

Gülen kitap yeğdir ağlayan kitaptan

Gülmektir çünkü insanı insan eden

Ne o, Bergson’dan dört yüz yıl önce bu sözü söylemek? “Le rire est le propre de l’homme” (Gülmek insana özgüdür) diyor bu adam ve insana söylemek istediği “yeniyi” bir imge ve söz şaklabanlığına boğuyor ki, okuyan kırılıyor gülmekten. Homeros kahkahası vardır, tanrılar kahkaha atarak çınlatırlar Olympos’u, Rabelais’nin kahkahası onun kadar gür, ama ondan çok daha renkli, içeriği çok daha çeşitli ve anlamlıdır. Bir şeyler saklanır arkasında, bir gizem belirir binbir simgenin altında. Hemen haber verir Rabelais okurlarına, bir benzetmeyle başlar Gargantua masalına: İlikli bir kemik bulan köpek “ne hayranlıkla bakar ona, ne özlemle koklar onu, ne coşkunlukla yakalar, nasıl bir dikkatle dişler, ne sevgiyle kırar, ne heyecanla yalarsa onu”, okuyucu da aynı coşkuyla kitabındaki “substantifique moelle”, yani özlü iliği aramalıdır; “çünkü bu kitapta bir başka tat, daha gizli kapaklı bir öğreti bulacaksınız, bu öğreti sizi pek yüce kutsallıklara ve şaşırtıcı gizemlere erdirecek hem dinimiz bakımından, hem de kamusal ve özel yaşantımız bakımından.”

Bu bir programdır. Ne var ki çoğu eleştirmen XIX. yüzyıldan bu yana şaşkınlıkla karşılamışlardır bu programın uygulanma biçimini. Bir dev masalı, en ayrıntılı gerçekle en akıl almaz gerçeküstünün taşkın bir hayal âleminde buluşması, hiçbir ölçü, düzen ve sınır tanımayan dizginsiz bir imge ve dil fışkırmasıyla hallaç pamuğu gibi karışımı, bir yemek ve içki cümbüşü içinde en kaba saba, açık saçık şakaların en ilerici bir dünya görüşüyle bağdaşması, halk usunun en aydın düşünceyle birleşerek insafsız bir yergiye, yaman bir taşlamaya yol açması, ne ipe sapa gelmez zıtlıklar çatışması, ne akla hayale sığmaz bir yazın türüdür. Roman mı, efsane mi, güldürü mü, destan mı? Rabelais’nin Gargantua, Pantagruel, Tiers Livre ve Quart Livre adlı yapıtlarıyla ortaya serdiği insan komedyası gerçekten şaşırtıcıdır ve dünya yazınında tek eşsiz örnek olarak kalmıştır.

Ama birincisinin çevirisini verdiğimiz bu beş kitaplık koca yapıtı anlatmaya girişmeden, Maitre François Rabelais’nin kimliğini daha yakından incelemeliyiz. 

Rabelais’nin hayatı üstüne çok az şey biliyoruz. Doğum tarihi olarak araştırıcılar uzun tartışmalardan sonra 1494 yılında karar kılmışlardır. Fransa’nın orta yerinde Loire diye uzun bir ırmak akar ağır ağır, kıyılar yemyeşil ova, göz alabildiğine düzlüktür, orada burada küme küme ormanlar, kızıl salkımlı bağlar, çiçek dolu bahçeler ve çevreye oturtulmuş yuvarlak kuleli, sivri külahlı şatolar görülür. Bu şatolar bakımlı, içi dışı işlemeli güzelim tarih anıtlarıdır. Fransa’nın sayılı turistik bölgelerinden Loire kıyıları, yaz geceleri “son et lumière” ile ışıklanır bu şatolar, parklarının budanmış ağaçlarının altındaki çimenlere oturur, inceden uzaktan müzik sesleri, konuşmalar duyarsınız, şatonun pencereleri aydınlanır, içerdeki canlılık sızar dışarıya, bir sahne gibi canlanır ortalık, bir dram oynanır, bir balo verilir, François I’in zamane güzellerinden bir kontesle dans ettiğini görür gibi olursunuz.

Zengin, bereketli, şarabı bol bir topraktır burası. Ürünlerin en dolgununu, canlıların en gürbüzünü yetiştirir. Şişkin ve şendir, kırsal yaşamın sağladığı nimetler ve zevklerle beslenen insanları. Biraz kaba ve ilkeldir davranışları, dilleri, “Esprit gaulois” dedikleri egemendir Fransa’nın bu bölgesine. Köylü derebeyliği bugün bile silinmemiştir oralardan.

Bu güler yüzlü ülkede doğmuştur François Rabelais. Babası Antoine Rabelais Chinon şehrinin seçkin bir soyundandır. Dava vekilidir, birçok çiftlikleri vardır. La Devinière adlı birinde gözlerini dünyaya açmış olsa gerek oğlu François. Dört kardeşin küçüğüdür, çocukluğu bu yörede geçer, köy hayatını en ufak ayrıntısına kadar bilir, yazdığı yazıların, anlattığı masalların hepsi buraları yansıtır. Loire bölgesini öyle bir gerçekçilikle verir ki, bugün de yer yer dolaşıp bulabilirsiniz anlattığı her kasabanın, her köyün, her çiftlik, şato, değirmen, geçit ya da yolun adını, izini yerli yerinde. Dev masalına bürünmüş yapıtları öylesine başından geçmiş olaylara, tanıdığı ve gördüğü kişilere ve tiplere dayanır ki, kendi hayatını anlatıyor, bir otobiyografi yazıyor sanırsınız. Antoine Rabelais’nin en büyük davalarından biri, komşusu ve eski dostu Gaucher de Sainte-Marthe adındaki bir adama karşı, Paris mahkemelerine kadar giderek savunduğu davadır. Bu derebeyi Loire Irmağı’nın üstünde bir dalyan kuracak olmuş, nehirde avlanma özgürlüğünü engellediği için de balıkçılar loncası ile başı derde girmiş, Gargantua kitabının ana olayı, belkemiği sayılabilecek Picrochole Savaşı işte bu gerçeğe dayanır. Babası Antoine Rabelais, roman kahramanlarından Grandgousier olur, Gaucher de Sainte-Marthe ise, adı Yunanca “acı safra” anlamına gelen Picrochole.

Rabelais 1511 yılında yöredeki manastırlardan birine girip keşiş olur. Acaba neden? Okuma özlemi bu çocukta erkenden mi belirdi de o zamanın bilgi yuvaları olan manastırların birine kapağı attı? Ama François, manastırda bilgiye susamışlığını gideremez. Yapıtlarında acı taşlamalarla yerdiği keşiş yaşamı insanı bilgiye erdirmek şöyle dursun, skolastik öğretimin gençleri aptallaştırmaktan başka bir işe yaramadığını anlar. François din kurumlarının yozlaştıra yozlaştıra bir karikatür haline getirdikleri Latince ile yetinmek istemez, insancı aydınlığı yayacak tek araç sayılan eski Yunancayı öğrenmeye can atar. Ne var ki keşişin fazla aydın olanına yer yoktur manastırlarda. Ateş pahasına İtalya’dan getirtilen Yunanca kitaplarını günün birinde alırlar bu çömezin elinden. Rabelais tehlikeyi hemen sezer, karşı koyma yollarını araştırır. Zamanın hümanistleriyle ilişki kurar, dalkavukluk pahasına, aydın ve güçlü kilise ileri gelenleri arasında koruyucular edinir, onların desteğiyle manastırdan çıkmayı başarır: “Régulier” papaz iken “séculier” olur, yani din adamı olarak toplumun içinde yaşayabilme iznini koparır. Papanın fermanı ile gerçekleşebilir ancak “apostasia” denilen bu dünyeviler arasına geçiş. Manastırın boğucu havasından kurtulunca, Rabelais Fransa’yı dolaşmaya koyulur, o zamanın üniversite şehirlerini bir bir gezer: Bourges, Orléans, Paris, Montpellier ve matbaacılığın en canlı merkezi olan Lyon. Montpellier’de karar kılar, tıp fakültesine yazılır, 1530’da bu üniversiteye “bachelier” unvanı ile girer, yedi yıl sonra doktor olarak çıkar. Bu arada Lyon’un Hotel Dieu hastanesinde görev alır. Ama hekimlik bugünkü hekimliğe hiç benzemez XVI. yüzyılda, daha çok filolojik bir meslektir, dil bilgisine dayanır, ilkçağ hekimliğinin, Hippokrat’ların, Calinus’ların metinlerini şerh etmek, doğru dürüst anlayıp çevirmek, kitap halinde yayımlamak ve sonra da bu eserlerdeki tabiplik kural ve yöntemlerini uygulamakla başlar ve biter. Hoş, Rabelais yayım işini başarıyla gerçekleştirir, çünkü Yunanca ve Latince bilgisi sağlam, dil dehası da baş göstermiştir artık. Ama bu işle yetinmeyip, modern anlamda hekimlik yapmaya, beden üstünde araştırmaya da girişir. Açık bir derste asılmış bir adamın ölüsünü teşrih eder. Bunlar kilisenin hoşgördüğü eylemler değildir. Rabelais tehlikeyi gene sezer. Kaçmak, canını kurtarmak için türlü çarelere başvurmakla geçer bundan sonraki ömrü. Görünüşte yolculuk etmektedir, bu kez Fransa dışına. Koruyucularına hem yoldaşlık, hem de hekimlik ederek hümanistlerin kültür cenneti saydıkları İtalya’ya, özlemlerinin merkezi Roma’ya gider gelir. Bu arada kitapları basılmaktadır: 1532’de Pantagruel, 1534’te Gargantua, 1545’te Tiers Livre, 1552’de Quart Livre. Çıkmalarıyla yasaklanmaları bir olur dördünün de. Sorbonne denilen üniversite, Fransa’nın şanı şerefi Paris’in göbeğindeki sözüm ona bilim ocağı engizisyon mahkemelerinden daha sert, daha insafsız davranır Rabelais’nin kitaplarına karşı. Sansür mekanizması habire işler o günden bugüne uydurduğu türlü yargılarla, suçlamalarla. Fransız yazınının en büyük yapıtları Fransız dilinin en şaşırtıcı anıtları, Fransız kültürünün geleceğe yönelmiş en ilerici müjdecileri müstehcen, zararlı, tehlikeli diye yasaklanır. Reform hareketleri Katolik din – devletinin kökenlerini çatır çatır çatlatmaktayken ve papalık afaroz silahını kime karşı yönelteceğini şaşırmışken, aydınlığı saçmaktan başka bir suçu olmayan Maitre François Rabelais gizli kapaklı dinsizlikle suçlanır. Papalar, yüksek rütbeli papazlar tutarlar Rabelais’yi, sansürün kaldırılması, yayınlara izin verilmesi için ferman çıkarırlar. Skolastik yuvası Sorbonne direnir gene de. 28 Ocak 1552’de yayımlanan Quart Livre 1 Mart’ta sansüre uğrar. Bu kez Rabelais’nin kaçacak yeri kalmamıştır. Tutuklandığı haberi yayılır. Koca yazarın belkemiği kırıldığı sanılır. Bir yıl sonra, 1553’ün Nisan ayında ölür. Ama ardından eser bırakmıştır; 1562’de Isie Sonante adıyla beşinci kitabının bir bölümü, 1564’te de Cinquisme et Dernier Livre yayımlanır, böylece dev yapıt tamamlanmış olarak gün ışığına çıkar.

Niçin bu patırtı gürültü, nedir bu telaş, basılır basılmaz toplatılmalarını gerektirecek ne var bu kitaplarda? Birer dev masalı eninde sonunda, dinin ya da devletin kurulu düzenine karşı geldiği yok, krallığı ya da papalığı kundakladığı yok, yerdiği bile yok. Kitabın birinde “sorbonagres” demiş Sorbonne hocalarına, eh biraz ağır, “Sorbonne eşeği” anlamına gelebilir, ama “sofist” diye değiştirmiş ikinci baskıda, hem ne çıkar eşek demişse bir üniversite hocasına, öyleleri yok değil mi bugün bile üniversitelerinde. Olmaz, başka yerde aramalı bunun nedenini. Rabelais’nin hayatını izlediğimiz gibi, eserlerinin serüvenini de gözden geçirelim.

1531 yılı sonlarında Rabelais Lyon’dadır, basımevlerini dolaşmaktadır herhalde. Derken yeni basılmış kitaplardan biri dikkatini çeker, adı bir tuhaf, konusu eğlenceli: “Les Grandes et Inestimables Cronicques du grand et énorme Géant Gargantua” Rabelais bir önsözünde bu kitabın iki ayda, İncil’in dokuz yılda sattığından çok sattığını yazar. Birkaç ay geçer, bir de ne görelim: Lyon’un en ünlü yayımcısı Claude Nourry başka bir kitap sürmektedir piyasaya: “Les horribles et espouvantabies Faictz et Prouesses du très-renommé pantagruel, roy des dıpsodes, fils du grand géant Gargantua. Composez nouvellement par mistre Alcofrybas Nasier.”

Uzunca bir başlık, yazarın adına gelince Alcofribas (o zaman i, ye olarak da yazılırmış) Nasier, François Rabelais’nin “anagramme” yani harflerinin değiştirilerek yazılışı. Pantagruel de, Gargantua da bu adla çıkar, ne var ki takma ad bir yazarın sansür kurumlarının pençesinden kurtulmasını hiçbir zaman önleyememiştir. Rabelais, bu hümanist, bilgin doktor ve aydın kişi niçin Gargantua gibi ortaçağdan beri dillerde dolaşan bir halk masalına bir çeşit ek yazmaya özenmiş, acaba bu masallar çok satıldığı ve kendisi oldum olası para sıkıntısı çektiği için mi? Gerçekten de Pantagruel hemen kapışılmış. Ama halk masalı neydi, Rabelais onu ne hale getirdi? Kısaca Grandes Cronicques diye anacağımız kitap, Kral Arthur ile ilgili şövalye romanlarının çerçevesi içine girer: İngiltere Kralı Arthur, Gos’lar ve Magos’larla savaşmaktadır, büyücü Merlin bu savaşta ona yardımcı olmaları için bir dev ailesi yaratır, öykü de Gargantua ve soyunun bu kahramanlıklarını anlatır abarta abarta. İşte bu senaryo üzerine Rabelais iki büyük yapıt kurar, birincisi Pantagruel, ikincisi Pantagruel’in babası Gargantua’nın serüvenleridir. Taşkın bir dille yazılmış, ama Gargantua gibi sağlam bir kuruluşa erememiş olan Pantagruel romanında iki yeni tip yaratmaktadır Rabelais: “Pantagruelisme” diye bir öğretinin baş temsilcisi olan Pantagruel içkicilerin kralıdır, içki coşkunluğu ve kaba saba şakalar ile hümanistlerin belli başlı görüşlerini en ağır taşlamalarla dile getirir; onun can yoldaşı Panurge ise, hem halk usunu, hem de dinginsiz bir anarşizm görüşünü temsil eder. Bu iki tip Gargantua’da yoktur. Buna karşılık roman tutarlı bir kuruluş üstüne oturtulmuş, başı ve sonu olan bir bütündür. 

Şövalye romanlarında ele alınan kahramanın doğuşunu, çocukluk ve yetişme çağlarını anlatmak, sonra da yaptığı kahramanlıkları saymak, türün kaçınılmaz kuralıydı. Aynı kuruluş az çok farkla Gargantua’da da görülür: Bir önsözden sonra Gargantua’nın soyağacı verilir (Böl. I-II), doğuşu anlatılır (Böl. III-VI), çocukluk dönemi üstünde durulur (Böl. VII-XIII), sonra da hümanist Rabelais için en çok önem taşıyan eğitim yıllarına geçilir. (Böl. XIV-XXIV); Gargantua üstat Thubal Holoferne adlı bir sofist’ten (ilk baskıda buna “sorbonagre” deniyordu) skolastik öğretim kurallarına göre ders alır, yararını görmek şöyle dursun, “gittikçe daha densiz, daha sersem olur, alıklaşıp salaklaşır.” Günün birinde babası onu yeni yöntemlerle yetişmiş bir delikanlıyla bilgi yarışmasına sokar. Eudemon adlı bu genç kusursuz bir Latince ile güzelim söylevler verdiği halde, “Gargantua’nın bütün yaptığı inekler gibi ağlamak” olur. Bunun üzerine babası eski hocayı kovar, oğlunu Ponokrates adlı bir pedagogun eline verip okuması için Paris’e gönderir. Paris yıllarının anlatılması hem kitabın en komik sahnelerinden birkaçının canlanmasına (Notre Dame Kilisesi’nin çanlarının çalınması ve ondan sonraki olaylar), hem de Janotus de Bragmardo adlı bir Sorbonne hocasının kişiliği ve söylevi ile Rabelais’nin eskimiş bilim kurumlarına en ağır taşlamasını dile getirmesine fırsat verir (Böl. XVIII-XX). Gargantua Paris’te okuya ve yaşayadursun, sahne değişir ve Rabelais’nin yurdu Chinon Bölgesi’ne dönülür: Picrochole Savaşı’nın başlamasına yol açacak Lerné çörekçileri ile Grandgousier’nin adamları arasındaki kavga anlatılır (Böl. XXVI), ilk saldırı Seuilly Manastırı’nın bağlarındadır, burada savaşın baş kahramanlarından, dev olduğu söylenmeyen ama bir devden de daha yaman işler gören keşiş Frère Jean des Entommeures sahneye çıkar (Böl. XXVII), o yığınla adam öldürürken, öte yandan Grandgousier’nin oğlu Gargantua’ya mektubu ve Picrochole’a gönderdiği elçi, verdiği ödünlerle savaşı durdurmaya, barışı sağlamaya nasıl çaba gösterdiği anlatılır (Böl. XXVIII-XXXII). Picrochole ve kumandanlarının dünyayı fethetmek için kurdukları planlar görüşülürken, Gargantua adamları ile savaş bölgesine ulaşır, barışçı ve bozguncu güçler arasındaki çatışma birbirinden güldürücü olaylarla Gargantuistler’in tam zaferi ile sonuçlanır. (Böl. XXXIII-XLIX). Bu kez barış ve insanlık ülküsü uğruna görüş ve düşüncelerini dile getirmek Gargantua’ya düşer (Böl. L). Gargantua ile Frère Jean, iki ayrı geleneğin temsilcisi birleşirler, ama zaferi şölenlerle kutlamaktan daha ileri bir adım atılır: Eskimiş, kokuşmuş, çıkarcı din kurumlarını simgeleyen manastırın iflası belli olmuştur, onların yerine yeni bir topluluk, erkekli kadınlı bir erdem ve bilgi yuvası kurmaya girişir Gargantua: Thélème Tekkesi. Yapısı bir mimarlık şaheseri olan bu tekkenin kapısına Fay ce que voudras (istediğini yap) levhası asıldıktan sonra, tekkeye girebilecek ve giremeyecek olanların listesi şiir halinde yazılır. (Böl. LIV).

Kitap nasıl antik bir anıtta bulunmuş panzehirli tekerlemeler başlıklı bir “Enigme” (muamma) ile başlamışsa (Böl. II), aynı türden bir “Kehanet” ile kapanır (Böl. LVIII). Muamma anlamına gelen bu şiir türü ortaçağdan kalmadır, Rabelais’nin en yetkin eseri olan Gargantua’nın bununla başlayıp bununla bitmesi, yukarda sözünü ettiğimiz birleşimci çabanın belirtisidir. Ortaçağ ürünü Grandes Cronicques’ten yola çıkıp bir hümanizma anıtı kurmayı Rabelais’nin nasıl başardığı bu özetten bile belli olmaktadır: Din, devlet düzeni ve yönetimi, bilim, eğitim, savaş ve barış, erdem ve insanlık, iyilik ve kötülük alanlarında bu kitap doğruyu da eğriyi de, gerçeği ve yalanı da, güzeli de çirkini de tam bir kesinlikle göstermeyi, olumsuz bütün belirtilerini geçmişe mal ederek geleceği olumlu bir bütün olarak göz önüne sermeyi başarmaktadır. Bu başarıyı da hiçbir özete sığmayan bir sanat yaratısı ile elde etmektedir. Bu sanat üstünde durmaya değer.

Fransa’nın çağdaş düşünürlerinden en büyüğü Jean-Paul Sartre sanatları kullandıkları araçlarla nitelemeye girişirken, söz sanatları ile plastik sanatlar arasında bir ayırma yapar: Resim, heykel gibi sanatlar, yapıtlarını ham gereçlerle meydana getirirler, boya, taş ya da alçı gibi gereçlerin kendi kendilerine bir sanat varlıkları yoktur, ressam resmini yaparken tıpkı doğa gibi hiçten yaratır yoktan var eder, yazın için öyle değildir, düzyazı olsun, şiir olsun yazın yapıtı dilin canlı araçlarını kendine göre bir birleşimle ortaya çıkarır, var olanı kullanarak varlığın bir kuruluşu, bir birleşimi ile yeni ya da özgün bir şey meydana getirirler. Söz sanatçılarının işi dizmekte, çağrışımları belli bir düzene göre kullanmaktadır. Yaratma çok daha güç ve dolaylıdır bu sanatlarda. Yaratıcı doğaya benzemez bu işte, düşünürü andırır daha çok. Bu kurala uymayan bir tek söz sanatçısı varsa, o da Rabelais’dir. Onun beş kitaplık koca yapıtında yaratma, kitabın kuruluşunda, düşünce ve görüşlerin kişilerle ve olaylarla göz göre göre canlanmasında değil, araç olarak kullandığı ve yoğurduğu dili kendi kendine, salt bir sanat olarak karşımıza koymasındadır. Öz ile biçim, içerik ile kalıp, düşünce ile dil birbirinden ayrılmaz bir bütündür Rabelais’nin yapıtlarında. Hiçbir kişi, hiçbir olay söz oluşmasından ayrı olarak düşünülemez, dil kaynaşmasının içinden biçimlenip doğarlar, varlıkları bu oluşun kendisindedir. Bu yaratma biçimi de öyle beklenmedik, görülmedik, alışılmadık bir süreçtir ki, komiklik bu süreçten doğar. Kahkaha ile güleriz, ama neden güleriz, çünkü bir sözcük birdenbire karşımızda şişeden fışkırmış bir duman gibi büyür büyür, koca bir cin oluverip oynar, sıçrar ve gerçekdışı, gerçeküstü bir varlık gibi ateş kıvılcımları saçarak patlar. Korkunç bir olasılık karşısında sendeler, var ile yoku ayıramaz, aklımızı yitirecek, ölçülerimizi şaşıracak olur, bu olağanüstü olayı ancak gülmekle sindirebiliriz. Böyle bir sanat oluşunun simgesi diye ancak devleri çıkarabilirdi Rabelais karşımıza, kaldı ki, devler yaratıcının istediği zaman dev, istediği zaman da normal ölçülü insanlardır Gargantua çişiyle iki yüz altmış bin dört yüz on sekiz kişi boğar, sonra da tutar ilkçağın en ölçülü insancı komutanlarını örnek alarak savaş esirlerine karşı nasıl yumuşak davranılması gerektiğini öğütler. Abartma, abartma için değil, bu yaratıcılık oyununda ölçü ve düzenin ne denli görece olduğunu belirtmek içindir. Hayal ile gerçek arasında şaşırtıcı bir gidiş geliş görülür Rabelais’de, Swift bile cılız kalır onun yanında, çünkü Güliver devdir, ama cüceler ülkesinde dev, devler ülkesinde cücedir, Oysa Rabelais’de devlik de kişilerin birer değişmez niteliği değil, gerektiği zaman dile uygulanıp betimleme aracı olarak kullanılan çaredir. Bir manastırı, içindeki ahmak keşişlerle canlandırmak mı ister, savaş korkusu karşısında kiliseye sığınan papazların gevelemesini şöyle dile getirir (aslı Latincedir, çevirisini veriyoruz): Ko, ko, ko, ko ko, korkma, dü, dü, dü, dü, dü, düşmanın, sa, sa, sa, sa, sa, sa, sa, sal, dı, dı, dı, rı, sından! Manastır bütün zavallılığıyla canlanmıyor mu gözümüzde? – Sorbonne’da konuşulan bozuk, yozlaşmış Latinceyi mi yerden yere vurmak ister, alın Yuhanna Yerakliyus’un nutkunu (bu kez Fransızcasını verelim, anlaşılır). Omnis clocha clochabilsin, in clocherio clochando, clochans clochativo clochare facit clochabiliter clochantes. Parisius haber clochas. Ergo gluc. Çan anlamına Fransızca bozmanı “clocha” Latince bir sözcük değildir, bu uydurma sözcük üstüne Latince kökenli, biçimli tekerleme Sorbonne’un tüm cehaletini ortaya vurmaya yeter. Bundan sonra Paris bilim kurumunun Rabelais’yi neden ipe çekmeyi en büyük erek saydığı kolayca anlaşılır.

Gargantua’nın başında şöyle  geldiği, dilimiz döndüğü kadar Gargantua’yı Türkçeye çevirmeye giriştik. Bu girişim ancak aramızda ve başımızda Sabahattin Eyüboğlu vardı diye göze alınabildi. Gargantua çevirisi 1972 baharında başladı ve üç kişinin sıkı, titiz, tartışmalı çalışması ile Sabahattin Eyüboğlu’nun aramızdan ayrıldığı 13 Ocak 1973 Cumartesi gününe kadar sürdürüldü. Ustamız kitapta bulunan bütün şiirleri ve bizim yapamayacağımız güç çevirilerin hepsini tek başına başarıp bize sundu. Üçlü çalışmamız kitabın ellinci bölümünün yarısına değin vardı. Ötesini biz (Azra Erhat ile Vedat Günyol) kan ağlayarak ve ancak ustamızdan aldığımız güçle, imece çalışmamızın o tadına doyulmaz anılarını içimizde canlandırarak çevirdik, Türk okurlarına sunuyoruz. Yaptığımız işin faydalı olacağına inancımız tamdır. Sabahattin Eyüboğlu, Montaigne’i, La Fontaine’i nasıl Türkçe olarak konuşturduysa, bu kez de çok daha büyük bir dil yapıtını dilimize kazandırmayı başardı. Gargantua ile hümanizmanın en büyük savaşçılarından birini Türk ulusuna seslendirdi. Bugün Fransa Rabelais’yi anlamaz olmuştur, savunduğu davaların hepsini kazandığı, çığırını açtığı modern Fransızcayı da yerine oturmuş bir dil olarak yetkinliğe erdirdiği için. Bu koşulların hiçbiri bizde tam gerçekleşmiş değildir. Onun için inanıyoruz ki, Rabelais’nin Türkiye’ye söyleyeceği çok söz, çizeceği çok yol vardır.

Mart 1973

Önsöz, François Rabelais, Gaegantua, İş Bankası Kültür Yayınları, 2000


12 Kasım 2019 Salı

Okurken Uyanık Kalmak

Okurken Uyanık Kalmak

Ursula K. le Guin
Şu kaynağa bkz. 
Kitaplar, aman dikkat! Yine dodo[1] oldunuz! Ya da en azından hindi…[2] 1003 yetişkin arasında yürütülmüş ve azami %3’lük artı/eksi hata payı iddiasındaki (ciddi ve katı istatistiğin amacı, hangi 1003 yetişkin ve hata payınızın hata payı ne kadar türü soruları susturmak elbette) bir AP-Ipsos araştırmasına dayanan Associated Press, Amerikalıların %27’sinin yılda bir kitap dahi okumadıklarını duyurdu. Kalanların üçte ikisiyse İncil ve diğer dinsel kitapları okuduklarını belirtirken ancak yarısı edebiyattan sayılabilecek herhangi bir eser okuduğunu söylemişti.


Makale, bu feci haberleri iyice körüklemek adına 2004 tarihli ve katılanlarının %43’ünün bütün bir yılı kitapsız geçirdiklerini belirttikleri NEA araştırmasına da atıfta bulunmuş. NEA okuma oranlarındaki düşüşün kabahatini televizyon, sinema ve internette bulmuştu. Anlaşılır bir durum. Ortalama Yetişkin Amerikalının günde on altı ila yirmi sekiz saatini (benim hata payım biraz büyük kaçabilir) TV karşısında geçirdiğini ve kalan vaktini eBay’den bir şeyler ısmarlayıp blog yazmaya harcadığını hepimizi biliyoruz.

Bunca az okumamız haber değeri taşır hatta şok eder görünüyor ama makalenin tonlaması neredeyse kutlayıcı. Makalede Dallas’taki bir telekomünikasyon şirketinin proje yöneticisinin sözlerine yer verilmiş. “Okumaya başlayınca uykum geliyor,” diyor adam, “kuşkusuz milyonlarca Amerikalı bu alışkanlığa aşinadır.” Basılı malzemeyle yüz yüze gelindiğinde bilinçli kalmayı becerememekten hoşnutluk fikri makaleye yanlışlıkla sızmış sanki. Ama bana kalırsa okumanın kaybolmaya yüz tuttuğu görüşüne yönelik varsayım da —ister kasvetli, ister hafiften kutlamacı söylensin— yanlış.

İşin doğrusu, tarihte zaten hiçbir zaman çok fazla sayıda insan kitap okumamıştır. E, ne demeye şimdi okuduklarını veya okumak zorunda olduklarını düşünelim?

Kapitalizmde yaşıyoruz, onun iktidarı içinden çıkılamaz gibi görünüyor - kralların kutsal hakları da öyle görünüyordu. İnsana ait her iktidar, yine insanlar tarafından direnişle karşılaşabilir ve değişebilir” 
Bir kere, çok, çok uzun dönemler boyunca insanların çoğu okumayı hiç bilmedi. Okuryazarlık alt sınıflarda, sıradan insanlar ya da kadınlar arasında teşvik edilmezdi. Okumak sadece güç sahibiyle güçten yoksun arasındaki ayrımın bir işareti değil, gücün ta kendisiydi. Okuma zevkiyse söz konusu bile değildi. Ticari kayıt tutabilme ve anlayabilme, uzak mesafelerle kodlu iletişim kurabilme, Tanrı’nın kelamını kendine saklayıp sadece kendi iradenle, kendi seçtiğin zamanda yayabilme… Bunlar kitleler üzerinde müthiş birer kontrol ve kendini ululaştırma araçlarıdır. Okuryazar tüm toplumların başlangıcında okuryazarlığın egemen sınıfın anayasal ayrıcalığı olması yatar.

Okumak ve yazmak geldiyse ancak zaman içinde peyderpey süzülerek daha az kutsal ve daha az gizemli hale gelmiş, kudreti yaygınlaştıkça azalmıştır. Çin İmparatorluğu bürokratik hiyerarşide yükselmeyi bir dizi okuryazarlık sınavına dayandırmak suretiyle okuryazarlığı etkin bir hükümet kontrol aracı olarak kullanırdı. Sistematiklikte çok daha geri Romalılar sonunda kölelerin, kadınların ve benzeri ayaktakımının okuyup yazmasına izin verdiler ve cezasını yerlerini alan din-temelli toplumla ödediler. Karanlık Çağlarda Hıristiyan papazı olmak bir parça okuyabilmek, sıradan kimselik muhtemelen hiç okuyamamak, herhangi bir sınıftan hemen her türde kadınlıksa hiç okuyamamak demekti. Kadınlar bu çağlarda okumayı bilmemekle kalmaz, üstüne bir de öğrenemezlerdi çünkü bugünün kimi Müslüman toplumlarındaki gibi, izin verilmezdi.[a]

Batı’da Orta Çağ’ı Rönesans’ta parlaklaşan ve Gutenberg’le ışıldayan yazılı kelam ışığının yavaşça yayılması olarak görebiliriz. Derken daha ne oldum diyemeden kadınlar ve köleler okuyup yazmaya şu veya bu Deklarasyonları adı verilen kâğıt parçalarıyla devrimler yapılmaya, öğretmen hanımlar Vahşi Batı’da silahşorların yerlerini almaya, insanlar New York’ta yayınlanan yeni romanı, “Küçük Nell öldü mü? Öldü mü?” diye bağırarak tanıtan çığırtkanın etrafını sarmaya başladılar.

Şimdi söyleyeceğimi destekleyecek istatistikler yok elimde (olsaydı da hata paylarına güvenmezdim) ama bana öyle geliyor ki ABD’de okumanın tavana vurduğu dönem, doruğunun yirminci yüzyıl başlarında yaşandığı, on dokuzuncu yüzyıl ortasından başlayıp yirmincinin ortasına dek süren dönemdir. Bu dönemi kitap yüzyılı görüyorum. 1850’lerden itibaren, kamuya açık okulların demokrasiye temel sayılması ve yerel işadamlarıyla milyonerlerin desteğinde kütüphanelerin halka açılıp çoğalmalarıyla birlikte okumak ortak payda sayılmaya başlandı. Ve İngilizce, müfredatın temeline, göçmenler çocukları akıcı konuşsun diye değil, edebiyat —roman, bilimsel yazın, tarih, şiir— toplumsal geçer akçelerin en önemli biçimlerinden biri olduğu için yerleşiverdi.

Ben çocukken evlerde hâlâ yıpranmış birkaç nüshası bulunabilen 1890’ların, 1900’lerin ve 1910’ların ders kitaplarına veya kardeşlerimle birlikte 1930’larda Batı uygarlığına dair halen bildiklerimizin çoğunu öğrendiğimiz Fifty Famous Stories’e (ve Fifty More Famous Stories) bakmak ilginç hatta biraz ürkütücüdür. On yaşındaki çocuklardan beklenen okuryazarlık ve genel kültür seviyesi şaşırtıcıdır ki çocukken bile biraz şaşırdığımı hatırlıyorum bu kitaplar karşısında.[b]

Bu metinlere ve müfredata —mesela 1960’lara kadar liselerde çocuklardan okumaları beklenen romanlara— baktığımızda insanların çocuklarının sadece okuyabilmelerini değil, okumalarını ve okurken uyuyakalmamalarını cidden beklediklerini düşünebiliriz. Niye peki?

E, elbette okuryazarlık herhangi türden bireysel ekonomik ve sınıfsal ilerlemeye açılan kapıdır; orası açık. Ama bana kalırsa bir başka neden de okumanın önemli bir toplumsal faaliyet olmasıydı. Paylaşılan kitap deneyimi sahici bir bağ yaratıyordu. Tabii okuyan kişi, arabasıyla arabanıza toslarken cep telefonunda bir sürü zırvadan bahseden kişi kadar çevresinden kopar, doğru. Bu, okumadaki şahsi, mahrem öğedir. Ama bir de daha büyük, daha kamusal öğe vardır: okuduklarınız ve başkalarının okudukları…

İnsanlar bugün nasıl tehditten, yüklerden uzak sohbetlerinde bir önceki gecenin müthiş polisiye veya mafya dizisinde kimin kimi öldürdüğünden bahsediyorsa, 1840’larda tren yolcuları veya herhangi bir işte çalışan meslektaşlar birbirlerine Dickens’in Antikacı Dükkânı’ndan ve Küçük Nell’den bahsediyordu.[c] Kitaplar paylaşılan bir eğlence alanı ve sohbeti kolaylaştıran bir zevk sağlıyordu. Söz konusu dönem boyunca iyice standartlaşan ve yaygınlaşan okul müfredatında şiire ve klasiklere ağırlık verildiğinden eserleri ortak mülke, paylaşım alanlarına dönüşen Tennyson’dan, Scott’tan ya da Shakspeare’den yapılan alıntıları hemen kavrayabiliyordu. O dönemlerde insanlar bir Dickens romanını görür görmez uyuklamakla övünmekten ziyade, okumayıp konuların dışında kalmaktan çekiniyordu.

Edebiyat bugün bile kimileri için aynı niteliği taşıyor. “İyi kitap okudun mu yakınlarda?” diye soranlara rastlıyoruz. Ve bu tavır, okuma grupları ve çoksatarlarda mutedil ölçüde kurumlaşmış durumda. Yayıncılar boş, şişirme ve aptal çalışmaları reklâm sayesinde çoksatarlara çevirerek işin içinden sıyrılıyorlar. Çünkü halk çoksatar istiyor ki bu, edebi bir ihtiyaç değil, toplumsal bir ihtiyaçtır. Haklarından konuşabilmek için herkesin okuduğu (ve hiç kimsenin bitirmediği) kitapları istiyoruz. Filmler ve televizyon, özellikle kadınlar için aynı yeri tutmuyor.

Ara sıra çıkan istisnalar, ilk Harry Potter kitabı gibi gerçek taşra çoksatarları bahsettiğim kuralı kanıtlıyorlar. Söz konusu kitap reklâmcıların varlığını dahi bilmedikleri bir kesimi, on yaşında okumayı bıraktıkları çocuk fantezilerine aç yetişkinleri vurmuştu. Bu kitle, kalıcı çoksatarlığına (reklâmcıların tanımadığı, bambaşka bir meseledir) rağmen Tolkien’in tatmin edemeyeceği bir kitleydi. Çünkü Tolkien’in üçlemesi yetişkinler içindi ve Harry Potter’ın vurduğu yetişkinler, yetişkinlere yönelik fantezi değil, dışta kalanlara tepeden bakabilecekleri (hepsi aşağılık Muggle’lardı çünkü) bir okul öyküsü istiyordu. Ve birbirlerine bundan bahsetmek istiyorlardı. Çocuklar da kaptırınca Potter kitapları sıra dışı fenomene dönüştü. Yayıncıları ne öngörebildikleri ne de idare edebildikleri yayınlanan her yeni kitabın coşkusuyla kanıtlanan bu fenomeni tarafından sapına dek sömürdüler. Bugünlerde kitaplar İngiltere’den gemiyle getirilseydi insanlar son kitabı karşılamak üzere, “Öldürdü mü nihayet? Öldü mü?” diye bağıra çağıra New York rıhtımına doluşurdu. Tıpkı ergen/genç yetişkinlere hem özel bir grup aidiyeti hem paylaşılan toplumsal deneyim sunan rock yıldızlarına tapınma ve popüler müzik alt-kültürü gibi gerçek bir toplumsal fenomen söz konusuydu. Ve bu fenomen, kitaplarla ilgiliydi.

Bence insanlar kitaplardan toplumsal taşıyıcılar olarak yeterince bahsetmiyorlar ve yayıncılar, bu taşıyıcıların nasıl işlediğini en azından anlamaya çalışmayarak aptallık ediyorlar. Oprah övene dek kitap kulüplerini fark etmemişlerdi bile…

Ama çağdaş, sermaye şirketi finansmanlı yayıncılığın aptallığını anlamak sahiden mümkün değil. Kitaplara satılacak mal gözüyle bakıyorlar.

İç kaldırıcı ölçüde zengin yöneticilerle isimsiz muhasebecileri tarafından kontrol edilen ve yakın dönemde sanat eserleri ve bilgi satarak çarçabuk para yapma amacıyla birçok bağımsız yayıncıyı satın alan sermaye şirketleri para amaçlı yapılardır.

Bu tür insanların “okurken uykularının geldiğini” öğrenmek beni şaşırtmaz. Ama bu kurumsal balinaların içlerinde yayınevleriyle birlikte canlı yuttukları, okurken gayet uyanık kalan bir sürü Hazreti Yunus —editör ve benzerleri— mevcuttur. Bunlardan bazıları öyle uyanıktır ki gelecek vaat eden genç yazarların kokularını alırlar. Bazılarının gözleri öyle açıktır ki taslak okuması bile yapabilirler. Editörler yıllardır zamanlarının büyük kısmını eşitsiz şartlar altında Satış ve Muhasebe departmanlarıyla boğuşarak geçiriyorlar. CEO’ların pek sevdiği bu departmanlarda “iyi kitap” sıkı ciro, iyi yazarsa bir sonraki kitabının bir öncekinden daha fazla satması garanti yazar demektir. Üstünden geçindikleri romanı anlamaktan bile aciz şirketçi tayfası için böyle bir yazarın var olmaması dert değildir. Kitaba ilgileri kişisel çıkar ilgisine, kitaplardan edilecek kâra dayalıdır. Ya da Murdoch ve Merdles türü kimi en tepe şahsiyet için olay kitaplar sayesinde elde edilecek politik güçten ibarettir ki bu da yine kişisel çıkar, kişisel kâr demektir.

Sırf kâr da değil. Bir de büyüme var. Bildiğimiz Haliyle Kapitalizm, bildiğimiz üzere, büyümeye dayanır. Hisse senedi sahiplerinin hisseleri yıldan yıla, aydan aya, günden güne artmak zorundadır. Kapitalizm, sağlığını göbeğinin büyümesiyle ölçen bir varlıktır.

Sonsuz büyüme, biteviye büyüme… Obezlik mi yani? Yoksa deride ve memede bir yumrunun büyümesinden, kanserden mi bahsetmeliyiz? Sağlığımızı büyüme hızıyla ölçmek tuhaf açıkçası…
AP makalesinde kitap satışları için “Düz” terimi kullanılıyor, geçen yıllarda kitap satışlarının “düz” gittiği söyleniyor. Yani başka bir deyişle, mesela ten gibi pürüzsüz ya da şişmeyen bir göbek gibi mi düz yani? Ama hayır, şişko iyi, dümdüz kötüdür…

McDonald’s’a sorun, söylesin.

Analistler ilgisizliği İnternet ve diğer medyanın rekabetine, istikrarsız ekonomiye ve yayıncılığın sınırlı genişleme fırsatı tanıyan kurumlaşmış bir sanayi oluşuna bağlıyorlar.

Püf noktası bu işte: genişleme. Eskiden yayıncılar arz-talepleri paralel gider, kitaplar istikrarlı, “dümdüz” satılırsa hoşnut kalırlardı. Ama bugünün yayıncısı kutsal hissedarın beklediği %10-20’lik kâr büyümesine nasıl yetişebilir? Kitap satışları, Amerikan göbeği misali nasıl biteviye genişletilebilir?

Michael Pollan, büyüleyici çalışması Etobur-Otobur İkilemi’nde bu işin mısırla nasıl yapılabileceğini anlatıyor. Makul tüm talepleri karşılamaya yetecek mısır yetiştirildiğinde makul olmayan talepler, yapay gereksinimler yaratılıyor. Böylece hükümete besicilikte mısır standardı ilan ettiriliyor, sığırlara sindirim sistemleri uygun olmadığından sindiremedikleri mısır yediriliyor ve hayvanlar işkence çekip zehirleniyorlar. Sonra mısır yan ürünlerin yağ ve şekerleri alınıp daha da akla ziyan bir dizi içecek ve fast food ürününde kullanarak insanları şişmanlatıcı ama yetersiz hatta zararlı bir beslenme tarzına bağımlılaştırıyorlar. Ve süreç durdurulamıyor çünkü durdurulursa kârlar “uyuşuklaşıyor” veya “düzleşiyor.”

Bu sistem mısırda ve tüm Amerikan tarımıyla üretiminde öyle işe yaradı ki bugün gittikçe daha fazla ıvır zıvır yiyip ıvır zıvır çıkarmamızın ve Avrupa’da domateslerin tatlarının neden domatese benzediğini, yabancı menşeli arabaların mühendislikte neden daha iyi olduğunu merak etmemizin nedeni budur.

Hollywood da sisteme balıklama dalmaktan geri kalmadı elbette. “Ciro” veya “Hâsılat” üzerine öyle vurgu yapıldı ki —genellikle bir film hakkında sadece ilk gün veya hafta hâsılatını duyuyoruz— film yapmak, eski filmleri yeniden çevirmekten ibaret noktasına kadar geriledi. Yeniden çevrimler güvenli hesapta: geçmişte hâsılat yapmış madem, şimdi de yapar deniyor.[d] Bu, bir sanat biçimini içeren bir işi yürütmenin gayet öngörülür salaklıkta bir yoludur. Hollywood’un büyüme meraklısı kapalı gişe hevesini tek aşabilense eserin tüm değerinin fiyatıyla biçildiği ve en değerli sanatçının moda çalışmasının kopyalarını biteviye üretmeye hazır sanatçı sayıldığı modern güzel sanatlar piyasasıdır.

Iowa eyaletini bir ucundan diğerine mısırla veya Andy Warhol eserleriyle kaplamak mümkün ama iş kitaba gelince sorun çıkıyor. Ürün ile üretiminin standartlaştırılması bir noktaya kadar götürülebiliyor. En boş kitaplarda bile bir miktar entelektüel içerik bulunmasının nedeni belki budur. Sonuçta okumada devreye beyin girer. İnsanlar çoksatarları, formül polisiyeleri, aşk romanlarını, popüler biyografileri, günün konusuna yönelik kitapları bir noktaya kadar satın alacaktır. Ama okurlardaki ürün sadakati defoludur. Okur, sıkılır. Tek renge boyanıp Mavi#72[e] adı verilmiş tabloyu satın alan insan sıkılmaz çünkü baktığında temelde gördüğü şey binlere dolarlık maliyettir ve tablonun estetik duygu üzerinde hatta bilinç üzerinde dahi herhangi bir talebi yoktur. Ama kitap denen şeyin okunması gerekir. Zaman ister. Çaba ister. Uyanık kalınmasını ister. Okur da karşılığında ödül ister. Saat Birde Ölüm ile Saat İkide Ölüm’ü ve diğerlerini satın almış hayran kitlesi birdenbire, öncekileriyle tamamen aynı formüle dayanmasına rağmen Saat On Birde Ölüm’ü almayıverir. Neden? Sıkılmışlardır çünkü.

E, ne yapsın şimdi büyümeci kapitalist? Nerede bulabilir güveni?

Güvenin birazını edebiyatın toplumsal işlevini sömürerek bulmak mümkün. Bu dediğim elbette eğitsel —okul ve üniversite kitapları şirketlerin gözde avlarıdır— kitaplarla çoksatarları ve kitap kulüpleriyle işyerlerinde ortak sohbet konusu ve bağ sağlayan popüler roman ve roman-dışı kitaplarını kapsıyor. Şirketler kitap yayıncılığında bunların ötesinde güvence aramaya kalkıyorlarsa bence salaklık ediyorlar.

Pek çok insanın okumasının ve okumaktan haz duymasının doğal, normal karşılandığı şu benim “kitap yüzyılında” bile kaç kişi okullarını bitirdikten sonra okumaya onca zaman ayırmış veya ayırabilmiştir? O yıllarda Amerikalıların çoğu çok fazla çalışıyordu ve mesai bugünkünden çok daha uzundu. Kısacası ta en baştan beri pek çok insan hiç kitap okumadı ve çok kitap okuyan insan sayısı hep azdı. E, madem hiçbir zaman çok kitap okuyan insan sayısı fazla değildiyse ne demeye bugün öyle olması gerektiğini veya gelecekte öyle olacağını düşünelim? Okuyan sayısında %10 ilâ 20’lik yıllık artışların görülmeyeceği neredeyse kesindir.

Bir insan kitap okumaya zaman ayırmışsa veya ayırıyorsa ya işleri gerektirdiği ya da başka kanallara erişemediğindendir. Ya da okumayı seviyordur ki bunca ah-vahlar ve yüzde hesapları arasında sadece okumayı sevenleri unutuvermek zor değildir.

Sert bir Wyoming kovboyunun eyer heybesinde otuz sene bir adet Ivanhoe nüshası taşıdığını ya da New England’daki atölyelerde çalışan kızların Browning[3] kulüpleri kurduğunu düşünmek duygulandırıyor beni doğrusu.

Zevk için okumaya ayrılan zamanın boş vakitlerin radyo ve sinema, daha sonra televizyon ve sonunda internetle dolmasıyla azaldığı kesindir. Kitaplar artık eğlence araçlarından sadece biridir. Gerçi iş sahici eğlence, sahici haz vermeye geldiğinde önemsiz, küçük araçlardan değillerdir. Yaşanan rekabetse pek neşeli sayılmaz. Hükümetin düşmanlığı kamusal radyoları güçlendirirken kongre kararları birkaç şirketin özel istasyonları satın alıp yoldan çıkarmasına olanak sağlamıştır. Televizyon dek eğlence ve sanat standartlarını, çoğu programların doğrudan aptallaştırıcı veya çirkin seviyeye gelmelerine dek durmadan düşürmektedir. Hollywood yapılmış filmlerin yeniden çevrimlerini bir kez daha çevirip gişe yapmaya çalışırken ara sıra parıldayan bir eser dışında sinemanın sanat olduğunu hatırlatacak bir şey bulmak gittikçe güçleşiyor. Ve internet herkese her şeyi sunuyor ama ilginçtir, belki bu her şey dâhil tavrı yüzünden internetten alınabilecek estetik doyum fazlasıyla az. Ha, sanatın verdiği hazzın peşindeyseniz bilgisayarınızdan elbette resimlere bakabilir, müzik dinleyebilir ya da bir şiir ya da kitap okuyabilirsiniz. Ama tüm bunlara erişimi sağlayan İnternet, tüm bu malzemenin ne yaratıcısıdır ne de özünde mevcuttur. Belki blog yazmayı ağ şebekesine yaratıcılık getirmek türünden görebiliriz ama blogların çoğu kişisel ağırlıklı ve rastladıklarımın en iyileri sadece iyi birer gazetecilik örneği işlevi görüyorlar. Belki günün birinde estetik biçem geliştirirler ama bugün o noktada değiller. Medya kapsamında kitabın verdiği hazzı verecek hiçbir şey yok. Tabii okumayı seviyorsanız.

Okumayı seven insan az değil. Çoğunluk değil ama tutarlı, sağlam bir azınlık.

Ve okurlar aldıkları hazzın sadece eğlendirilmekten farkını biliyorlar. İzlemek genelde tümüyle edilgenken okumak daima bir eylemdir. Açma düğmesine bastınız mı Televizyon başlar ve devam eder, eder, eder… Oturup bakmaktan başka bir şey yapmanız gerekmez. Oysa kitaba dikkat vermek gerekir. Kitabı hayata okur getirir. Diğer tümünün aksine, kitap sessizdir. Kitap kişiyi fon müziğiyle uyutmaz, banda alınmış kahkaha sesleriyle kulak zorlamaz ya da odanızı silah sesleriyle doldurmaz. Hepsini sadece kafanızın içinde duyabilirsiniz kitap okurken. Kitap, televizyon veya film gibi gözlerinizi, bakışlarınızı bir yerden bir başka yere götürmez. Aklınızı vermezseniz aklınızı, yüreğinizi vermezseniz yüreğinizi etkilemez kitap. Kitap, sizin yerinize bir şeyler yapmaz. İyi bir romanı okumak, romanı izlemek, romanı yaşamak, romanı duyumsamak, romanı yaşamak, romanın kendisi olmak, kısacası romanı yazmak dışında ne varsa yapmaktır. Okumak bir iş birliği, bir katılımdır. Herkesin becerememesine şaşmamak lazım yani.

Zevk için okuyanların pek çoğu, kendilerinden bir şeyler kattıkları için içlerinde kitaplara karşı derin, ihtiraslı bir bağ hissederler. Kitap, teknolojik açıdan havalı olmayan ama karmaşık yapılı ve has safhada etkin bir şey, bir eser, sahiden gayet net, bakması ve tutması zevkli, onlarca hatta yüzlerce yıl kalabilecek küçük bir aygıttır. Video veya CD’nin aksine bir makine tarafından çalıştırılması gerekmez; tek gereken ışık, göz ve akıldır. Eşsiz ya da kısa ömürlü değildir. Kalıcıdır. “Oradadır.” Güvenilirdir. Bir kitap size on beş yaşınızdayken söylediği şeyi elli yaşınızdayken de söyler ama söylediği o zaman öyle farklı gelir ki yepyeni bir kitap okuyormuşsunuz gibi gelir.

Kitabın bir şey, somut, kalıcı, defalarca tekrar kullanılabilen bir şey, bir değer olduğu gerçeği önemlidir.

Kitabın kalıcılığında, uzun ömürlülüğünde uygarlık dediğimiz şeyin büyük kısmı yatar. Tarih okuryazarlıkla başlar. Yazılı sözden öncesi sadece arkeolojidir. Kendimize, geçmişimize ve dünyamıza dair bildiklerimizin çoğu uzun zamandan beri kitaplardadır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam inançları birer kitabı merkezlerine almışlardır. Kitabın uzun ömürlülüğü zeki tür olarak devamlılığımızın çok önemli bir parçasıdır. Kitapların imha edilmesinin barbarlığın son noktası addedilmesi bu yüzdendir. İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması iki bin yıldan beri unutulmamıştır ki muhtemelen Bağdat’taki büyük kütüphanenin yıkılışı da aynı şekilde hatırlanacaktır.

Özü, şirket kaynaklı yayıncılıkta en çok kitaplara değersiz muamelesi yapılmasından tiksiniyorum. İyi satması beklenen bir kitap piyasaya çıkışını izleyen birkaç hafta boyunca “performans” gösteremezse kapakları yırtılıp hamura dönüştürülüyor, yok ediliyor. Şirket zihniyeti anında gelmeyen başarıyı başarıdan saymıyor. Şirket zihniyetine göre her hafta yeni bir çoksatar çıkmalı ve sanki piyasada birden fazla kitaba yer yokmuş gibi bu haftanın çoksatarı, önceki haftanınkini gölgede bırakmalıdır. Şirket finansmanlı yayıncıların geçmiş kataloglarını kullanmadaki dangalaklıkları da bundan kaynaklanmaktadır.

Baskısı yapılan, sürekli piyasa gören kitaplar yıllar boyunca yayıncı ve yazarlarına binlerce dolar kazandırmıştır. İstikrarlı satan birkaç kitap, yıllık kazanç listesinde “orta sınıf” sayılsalar bile yayıncıları yıllarca götürebilir hatta bir-iki yeni yazara şans verip riske girmelerini bile sağlayabilir. Yayıncı olsaydım Rowling yerine fazlasıyla Tolkien’in elimde olmasını yeğlerdim.

Ama “yıllar boyunca” kutsal hissedarların dönemlik kâr paylarını ödemez ve Büyüme’yle ilgili değildir. Büyük çaplı yayıncı, çabuk ve büyük para için çoksatar olması beklenen bir yazara birkaç milyon dolarlık avans ödeme riskini göze almak durumundadır. Bu birkaç milyon —sıklıkla havaya savrulan paradır— eskiden “orta sınıf” yazarlara ödenen makul avansları ve tekrar basılan, satılmaya devam eden kitaplara ödenen telif ücretlerinin karşılandığı sermayeden gelir. Orta sınıf yazarlardan artık vazgeçilmiştir ve istikrarlı satan eski kitaplar Moloklara[4] yem edilmektedir.
Böyle iş yürütülür mü?

Şirketlerin günün birinde yayıncılığın aslında kapitalizmle sağlıklı ilişkisi bulunan, akla ziyan veya normal bir iş olmadığını fark etmelerini umuyorum. Edebiyat yayınevlerini yaptığı, normal iş standartlarına ve neredeyse her türlü normal biçime göre elverişsiz, egzotik, anormal, akla ziyan bir şeydir.

Yayıncılığın kimi kısmı kapitalisttir veya olmaya zorlanabilir. Ders kitabı sanayisi bunun açık örneğidir. Ayrıca ‘Nasıl Yapılır’ ve benzeri türde kitapların piyasa öngörülebilirliği mevcuttur. Ama yayıncıların yayınladıklarının tümü ya da bir kısmının sanat olması kaçınılmazdır. Ve sanatın kapitalizmle arası, en hafif deyişle, limonidir. Bu ikilinin izdivacında mutluluğa ender rastlanır. Neşeli kızgınlık, bu iki eş arasındaki duyguların en hoşudur. İnsana neyin yarar sağladığına dair kavrayışları birbirlerinden çok farklıdır.

E, madem öyle, neden şirketler edebiyat yayınlayan yayınevlerini ya da kâr getirmiyor deyip satın aldıkları yayıncıların en azından edebiyat bölümlerini bırakmıyorlar? Neden yine editörlerin maaşlarını, mütevazı avansları ve uyduruk telifleri ödeyecek kadar para kazanmaya ve kazandıklarını yeni yazarlarla riske atmaya dönmelerine izin vermiyorlar? Okullardan gelen ve zaten zevk için okumaları öğretilmemiş, elektronların dikkatlerini dağıttığı çocuklardan öte yeni okur yaratma umudu yok; okur sayısının işe yarar artış göstermesi bir yana azalmaya devam etmesi muhtemel. E, bu kasvetli sahnede işinize yaracak ne var Sayın Şirket Yöneticisi? Niye çıkıp gitmiyorsunuz bu sahneden? Neden bu ufak nankör kalleş topluluğu terk edip gerçek işinizi, dünyayı yönetmeyi sürdürmüyorsunuz?

Yayıncılığı elinizde tutarsanız basılanı, yazılanı, okunanı kontrol edebileceğinizi düşündüğünüz için mi? Eh, size iyi şanslar, beyefendi. Tiranların ortak yanılgısıdır bu. Yazanlar ve okuyanlar, okuryazarlıktan çekseler bile okuryazarlığa neşeli kızgınlıkla bakarlar çünkü.

 ...................
1. [1] Mauritius adasında yaşamış ve soyu 17. yüzyılda tükenmiş, güvercin ailesinden, uçamayan bir kuş. Tümüyle insan eliyle soyu tüketildiğinden soy tükenmesine örnek babında sıklıkla dodolara atıfta bulunulur. (ç.n.)

[2] Hindi tüketimi geleneksel bayramlarda (Şükran günü, Noel) yoğunlaşır. Bu dönemler dışında hâkimiyet tavuktadır. (ç.n.)

[3] Robert Browning (1812–1889) Victoria döneminin en ünlü şairi.

[4] Fenikelilerde bir tanrı ve bu tanrıyla özdeşleşmiş çocuk kurban etme törenleri.


Yaban Kızları, Versus Yayınları, Özgün Adı: The Wild Girls, Çeviri: Algan Sezgintüredi, 2011


Benim Notlarım DK
[a] Bu konuyu bir çok romanında işlemiştir. En çok beğendiğim romanı "sesler'dir. Burada okuma yazmayı, kitapları küfür gören bir sistemde yaşayan genç bir kadının direnişi ve tüm halkın direnişi anlatılır. Kitapta geçen şu cümle her daim geçerli olan bir korkumuzu dile getiriyor:
"Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor..Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler."

[b] Bizde de öyledir. Binbir Temel Eserleri hatırlayalım. Bizzat devlet tarafında yürütülen bir kültürel hamleydi. Klasiklerin neredeyse hepsi çevrilmişti ve kitaplar gayet uygun fiyata  satılıyordu. Ben küçükken aşağımızdaki yüzbaşı komşumuzda bunları keşfetmiştim. Ona çuvalla verilmiş. Onlar okumazdı ama ben onların evini kütüphane gibi kullandım uzun bir müddet.

[c] Ursula'nın burada Charles Dickens'ın Antikacı Dükkanı'ndan bahsettiği anlaşılıyor.  Ama bu konuyu biraz daha açmak isterim. Antikacı Dükkanı (İngilizce özgün adıyla The Old Curiosity Shop), İngiliz yazar Charles Dickens'ın bir romanıAntikacı Dükkanı (Barnaby Rudge ile birlikte) Charles Dickens tarafından çıkartılan, kısa ömürlü haftalık "Master Humphrey's Clock" isimli dergide 1840-1841 yılları arasında yayımlanmış ancak 1841 yılında kitap olarak da basılmıştı. Kitapta, küçük Nell ve büyükbabasının borç yüzünden Londra'dan kaçıp taşrada bir yerden bir yere sürüklenmelerini anlatılır. Charles Dickens, diğer tüm romanlarında anlattığı insanlık trajedisine burada da değinmiş ve sanayileşme dönemi Birleşik Krallık'ının sefaletini Nell'in gözünden dile getirmiştir. 

ABD'ye göç etmiş ama İngiltere ile de kültürel ilişkilerini koparmamış olan okuyucular; Nell'in ölmek üzere olduğunu bildikleri o sayıdan sonra derginin yeni sayısı ellerine daha ulaşmadığı için İngiltere'den gelen gemi yolcularına işin aslını öğrenene kadar sürekli şu soruyu sorarlar: "Küçük Nell öldü mü?". Binlerce okuyucunun Nell'in ölümüne ağladıklarını da belirtir kaynaklar.  O dönemin ruhunu yansıtan, çok bilinen, gerçek bir öyküdür bu.
[d] Eski filmleri yeniden yeniden çektikleri doğrudur, bunu hepimiz biliriz. Neyse ki yeni çekilen o filmlerin çoğu gişede çuvallıyor. Bu da o  açgözlü yapımcılardan alınan bir intikam, bir cevap olsa gerek.

[e] İnternet/bilgisayar teknolojisinde, (HTML) programlarda kullanılan bir renk kodu. Mavi#72.. Her rengin ve tonlarının sayısal değeri vardır.

25 Ekim 2019 Cuma

Eskatalogya Mitosları

Eskatalogya Mitosları

Samuel Henry Hooke

Last Judgement, detail from the West Portal, Amiens Cathedral, 13th century. © Bridgeman Art Library

Son Yargı
Amiens Katedrali batı portalinde yer alan bu rölyefte tanrının müdahalesiyle
meydana gelen dünyanın sonu betimlenmiş.
Rölyefte tanrıya yardımcı olan melekler ve yargılanmak üzere sıraya girmiş yalvaran
insanlar  da gösterilmiş. 

Eskatalogya[7] mitosları, Zoroasterciliğin eskatalogyasına[8] birşeyler borçlu olabilirlerse de, bu tür, özellikle Yahudi ve Hıristiyan düşünüşünün karakteristik bir öğesini oluşturur. Peygamberlerin yazılarında ve her şeyden çok vahiy yazınında[9] bu dünya düzeninin bir genel yıkım (katastrofi) ile sona ereceği düşüncesi önemli bir yere sahiptir. Peygamberler, "kurtuluşun tarihi"nin, tanrının dünyanın gidişine su götürmez bir biçimde karışmasıyla tamamlanacağına inanmışlardı. "Son günlerde [ahir zamanda] şunlar şunlar olacak" deyişi peygamberlik (kehanet) sözlüğünün[10] tipik bir sözüdür. Peygamberler sonul durumu betimlemeye kalktıklarında, mitos diline geri dönmek zorunda kalırlar.
Babilonya Yaradılış Mitosunda Marduk'un kaos-ejderini yenişini anlatan sözler Yehova'nın kötülük güçlerine karşı kazanacağı sonul zaferi betimlemelerinde kullanacakları imgesel malzemeyi sunmaktadır. Tanrının [evreni] yaratış eyleminin, tarih ufkunun dışına düşmesinden dolayı, ancak mitos diliyle betimlenebilmesinde olduğu gibi, Tanrının tarihi sona erdiren eylemi de, ancak mitos terimleriyle anlatılabilir.

Mitosun eskatalogya alanında kullanılışı, Yahudilikten Hıristiyanlığa taşınmış olup, en eksiksiz görünümü Kitabı Mukaddes, Yeni Ahit (İncili Şerif) bölümü, "Yuhannanın Vahyi" kitabında alır.

Mitos kategorisinin İncil öykülerini açıklamada kullanıldığını söylemenin, hiç bir biçimde bu öykülerin asal tarihsel gerçekliklerini sorgulamaya kalkmak amacını taşımadığını belirtmekte yarar var. Çünkü, İsrail peygamberlerinin ve İsa'nın ilk havarilerinin yaptığı gibi, Tanrı'nın insanlık tarihine (fiilen) girdiğine inananlar için, tarihte, olayların nedenlerinin ve doğalarının tarihsel nedensellik sınırının ötesine taştıkları belli bazı anlar vardır. Burada mitosun işlevi, insanlara başka yollarla dile getirilemeyecek, anlatılamayacak şeyleri, imgeleri kullanarak, simgesel terimlerle anlatmaktır. İşte. burada mitos, simgeciliğin bir uzantısı olarak görünür.
Günümüzde armageddon gerçekçi bir şekilde çizilse böyle olabilirdi
Sanatçı: Frans Masereel

Yazının tamamı şurada

Metin: Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, Çev. Alaeddin Şenel, İmge Yayınları, s. 10-15, 1993, İstanbul

Dipnotlar
[7] Eskatalogya, bu dünya yaşamının sonu (mahşer) ve ötedünya yaşamı ile ilgili konuların genel adıdır (ç.n.).


[8] MÖ 6. yüzyılda, İran’da yaşayan Pers peygamberi Zoroaster (Zaratustra) tarafından kurulan bir din olan Zoroasterciliğe (Zerdüştlüğe) göre, bu dünya yaşamı, iyilik ve kötülük tanrılarının (Ahura Mazda ile Ahriman'ın) çevrelerinde toplanmış iyilik ve kötülük güçlerinin sürekli savaşıdır; insanın görevi bu savaşta iyilik güçlerinin yanında yer almaktır; bu savaş, mahşerde Ahura Mazda'nın göndereceği ergimiş metal selinin dünyayı kötülük güçlerinden tümüyle arındıracağı güne dek sürecektir (ç.n.).


[9] Apokaliptik literatürde, yani Kitabı Mukaddes'deki "Yuhanna'nın Vahyi" kitabında, öteki kitaplarındaki vahiylerde ve Kitabı Mukaddes'e alınmayan öteki vahiy metinlerinde (ç.n.).


[10] d Kitabı Mukaddes'in İngilizce çevirisindeki, örneğin The Holy Bible (Revised Standard Version-Catholic Edition, London Catholic Truth Society yayını, 1966 baskısında, "Amos", 7: 1 -7 (Karş. Kitabı Mukaddes, 1981 Türkçe baskısı, "Amos", 7: 1-7) birkaç kez geçen "pro phesing" sözcüğünün hem "peygamberlik etmek" hem de ''kehanette bulunmak" anlamına gelmesinin de gösterdiği gibi, İbranilerde peygamberlik ile kahinlik içiçeydi; bununla birlikte, Musa'nın kardeşi Harun'un soyuna tapınak işlerine bakma hak ve görevi verilmiş olup, bu kimseler için, içlerinden peygamberler de çıkabilmekle birlikte, daha çok, rahip anlamında olarak "kahin" sıfatı kullanılır (ç.n.).

20 Ekim 2019 Pazar

Türk-İtalyan Savaşını Bir Görsel Üzerinden İncelemek

Türk-İtalyan Savaşını Bir Görsel Üzerinden İncelemek

Dilara Kahyaoğlu
2011-19

kaynak
Poster, 1912 İtalyan-Türk Barış anlaşmasının (UŞİ) hayali bir tasvirini, 'LA PACE ITALO-TURCA' başlığı altında göstermektedir. Aşağıdaki soruların yardımıyla resmi analiz edelim. Bazı sorular için sözü edilen savaşla ilgili olgusal bilgilere ihtiyacınız olacaktır. Yeri geldiğinde ilgili kaynaklara bakmayı ihmal etmeyiniz.

1. Önce şu temel problemleri çözelim:
- Resimdekiler kim? Onların kim olduğunu hangi ipuçlarını kullanarak anladınız?
- Burası neresi? Bunu hangi ipuçlarını veya bilgilerinizi kullanarak çözdünüz?

2. Herkesin erkek olduğu bu ortamda iki kadın var:
- Onlar neyi temsil ediyor? (Neden kadın olarak düşünülmüş? (Benzer tabloları hatırlayınız.)
- Kadınların birbiriyle ilişkisi nasıl? Birbirlerine nasıl davranıyorlar? Neden? Görüşünüzü örneklerle açıklamalısınız.
- Neden başka kadın yok? Tabloya konmuş iki kadının, kadınları temsil ettiğini düşünebilir miyiz? Düşüncelerinizi argümanlarla destekleyerek, tartışınız.
3. Savaşın sonunda kimin kazandığını hangi ipuçlarından çıkarabiliyoruz? Resmi gözlemleyerek (okuyarak) saptama yapın ve bunları tek tek yazınız.

4. Çizer, yerli halkı nasıl betimlemiş? Neden böyle çizmiş olabilir? Bu gösterge, İtalyanların yerli halkı nasıl gördüğüne dair ne gibi ipuçları barındırmaktadır?

5. Bu tablo, çizer/yazar hakkında neler düşündürdü? İpuçlarından yola çıkarak çizerin profilini çıkarınız. Saptamalar ipuçlarıyla birlikte belirtilmeli (kanıt göstermek).

6. Görsel hakkında sizde oluşan duygu ve düşünceleri ifade ediniz. Serbestçe yazın. Kısıtlama yok.



kaynak belirtilmeden kullanılamaz

17 Ekim 2019 Perşembe

Süryani Metinlerinde Geçen İskender Efsanesi

Süryani Metinlerinde Geçen İskender Efsanesi

Dilara Kahyaoğlu
2012
Efsane Deyip Geçmeyin...
Fritz Lang'in yönettiği 1924 yapımı Nibelungen filminden bir sahne.
http://www.imdb.com/title/tt0015175/?ref_=md_ph_tt1

Süryanilere (bkz. Süryaniler ve Ermeniler) ait “Süryani Büyük İskender Hıristiyan Efsanesi"nde Hunların  adının geçtiğini görünce şaşırabilirsiniz. Büyük İskender ( 4.yy) ile Hunların (4. -5. yy) Avrupa’da görülmesi arasında yaklaşık yedi yüz yıllık bir zaman farkı var. Ama bu iki ismin aynı anlatıda yan yana gelmesinin, eğer efsaneler söz konusu ise; imkânsız olmadığını biliriz. Adı üstünde, efsane işte…

Adı geçen efsanede şunlar anlatılır :

Muhteşem seferleri sırasında İskender’in yolu Ermenistan’a düşer Muşaş Dağını aşarak, Bahl-Lepta ovasına varır. Ovanın etrafı büyük aşılmaz dağlarla kaplıdır. Ova halkı İskender’i karşılamaya koşar, aralarında tüccarlar da vardır. Onlar İskender’e şöyle derler: Ey İskender, sayende burada huzur içinde yaşıyoruz etrafımızdaki dağları henüz aşmayı başaran olmadı ama duyduk ki dağların ötesinde Hunlar yaşamaktaymış, onların krallarının Ye’cüc, Me’cüc gibi Yafes oğullarının kralları oldukları söyleniyor.”

Daha sonra İskender’e Hun krallarının listesini sunarlar. Listede birçok isim vardır. İşte Hun krallarına ait en eski listelerden biri budur. Onlar o sırada Hunlara liderlik eden kişilerin isimler miydi gerçekten? Efsaneler ne kadar gerçeği barındırır?
Kavimler Kapısı ve Daryal Geçidi

Hikâye şöyle devam eder;

Yecüc ve Mecüc (bkz. Yecüc Mecüc) isimlerini duyan İskender çok şaşırır (çünkü bunlar Apokalipsis’e ve Hezekiyal peygambere ait apokaliptik bir kehanete göre insanoğlunun başına bela olacak bir nesildir, kıyamet habercileridir). İskender, hemen üç bin demirci ve çilingir ile üç bin bakırcıyı görevlendirir. Onlara on iki dirsek yüksekliğinde, dokuz dirsek genişliğinde muazzam bir kapı yaptırır. Demir ve bakırla bu kapıyı, dağdaki Daryal Geçidi’ne yerleştirir. İskender’in amacı; Hunların güneye inerek memleketleri tahrip ve İskenderiye kütüphanesi ile arşivinin yağma edilmesini önlemektir. Bu arada İskender, Hunların kapıyı geçecekleri, Romalılarla, İranlıların topraklarını işgal edecekleri ve sonra geri dönecekleri kehanetinde de bulunur, üstelik bu kehaneti kapının üzerine de yazdırır. Kehanet bununla da bitmez Hunlar sonra tekrar geri gelecek, işte o zaman Arz titreyecek ve Allah’ın emriyle dünya üzerinde hüküm süreceklerdir.

Zülkarneyn anlatısında geçen, Zülkarneyn'in Yecüc ve Mecüc'ü engelleyecek bir set inşa ettirmesini betimleyen,
16. yüzyıldan kalma bir Fars minyatürü. Zülkarneyn'i İskender olarak düşünen yorumcular vardır.
Minyatürde Zülkarneyn, boynuzlu olarak gösterilen kişidir.
Kapı iki kere aşılacaksa o zaman kapının anlamı neydi diye aklımıza bir soru takılabilir. Efsaneler de; diller, canlılar gibi yaşar. Zamanın olaylarından etkilenerek değişir, içine yeni ögeler katılır, çok çok eski bir efsane ise; artık ilk halini tahmin etmek bile zordur. Efsaneler işin başında sözlü kültür içinde doğar, dilden dile anlatılarak çoğalır, yayılırlar. Sonra birileri bu sözlü malzemeleri (masal, efsane, destan, balad vb.) yazıya geçirir işte o anda dolaşımda olan sözlü versiyonlardan biri kaydedilmiş olur. Yazılı versiyon o haliyle saklanır, günümüze kadar ulaşır veya ulaşamaz… Ama bu durum farklı yazılı versiyonların üremesine engel değildir. Böylece aynı efsanenin farklı yazılı versiyonları da zaman içinde ortaya çıkar. Bir versiyonun kendi içinde veya versiyonlar arasında çeşitli tutarsızlıklar da görülebilir. Ama konunun uzmanları çeşitli yöntemlerle bunları çözümlemeye çalışır.

Yukarıdaki örneğe dönecek olursak İskender efsanesinin ilk halini ve ne zaman, neden doğduğunu bilmiyoruz. İlk halinde o zamanın “barbarları” (bkz. Barbarlar) İskitlere karşı  İskender’in kuzeye yani Kafkaslara koruyucu bir kapı diktirdiğinden bahsediliyor olabilir.  Ama elimizdeki versiyon apokaliptik inançlardan etkilenen bir metindir. Apokaliptik unsurlar, sonradan efsaneye eklenmiştir. (bkz. Apokalisis, apokaliptik)

Efsane şu noktada gerçekleri yansıtmaktadır: Hunlar isminde bir halk vardır ve onlara önderlik edenler bulunmaktadır (kralların listesi) ve 4.yüzyılda ilk kez Kafkaslardan güneye inmişler (363-373) Ermenistan’ı geçerek Urfa’ya kadar gelerek buraları talan etmişlerdir. Girdikleri bölgede yazılı kültüre sahip olan halklar Ermeniler ve Süryaniler olduğu için bugün elimize geçen çok az sayıdaki kayıtlardan Hunlarla ilgili ilk bilgileri böylece öğreniyoruz. Tarihsel kayıtlar bunlarla sınırlı değildir esas bilgi aldığımız kaynaklar Romalılara aittir çünkü Kavimler Göçü (bkz. Kavimler Göçü) sonrasındaki süreçte Hunların ve diğer kavimlerin ilişkide olduğu iki devlet vardı: Doğu (Bizans) ve Batı Roma. (Bkz. Batı Roma’nın Çöküşü).
İskender'in gerçekten de boynuzu vardı. Boynuzlu İskender efsaneleri bu
olgudan, paranın üzerindeki görüntülerden kaynaklanmış olabilir mi? Mümkün. 
Görselin Kaynağı: Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler

Boynuzlar bu resimde daha net görünüyor




Bu yazıyı hazırlarken esas olarak şu kaynaktan yararlandım:
Attila ve Hunları, Gyula Nemeth, DTC Fakültesi Yayınları, 1982, içinde Sandor Eckhardt'ın makalesi. s: 53-55,

Kaynak belirtilmeden kullanılamaz

10 Eylül 2019 Salı

1874 Yılında Galata

1874 Yılında Galata


 Edmondo de Amicis
Amicis'in kitabında yer alan bir gravür baskıda Galata Kulesi çevresiyle birlikte görünüyor
Sanatçı: C. Biseo
 Amicis buraları gezerken kulenin külahından bahsediyor. Gravür 1875'ten sonra yapılmış olmalı.
Kulenin külahının 1875'teki büyük fırtınada koptuğunu biliyoruz. 

Galata'ya varıyoruz. Gezintimiz oradan başlayacak. Galata, eskiden Bizanslıların büyük mezarlığının bulunduğu, Haliç ile Boğaz arasından denize doğru uzanmış bir tepenin üzerine kurulmuştur. Burası İstanbul'un merkezidir. Hemen hemen bütün sokakları dar ve dolambaçlıdır, iki yanlarında meyhaneler, tatlıcılar, berber, kasap dükkânları, Rum ve Ermeni kahvehaneleri, tüccar yazıhaneleri, işyerleri ve külüstür evler vardır; Londra'nın kenar mahalleleri gibi, loş, rutubetli ve vıcık vıcık çamurludur. Aceleci, telaşlı bir kalabalık, hamallara, arabalara, eşeklere, atlı tramvaylara yol vere vere sokaklarda koşuşup durur. İstanbul'da hemen bütün ticaret bu semtte yapılır. Borsa, gümrük, Avusturya Lloyd ve Fransız Mesajeri yazıhaneleri, kiliseler, manastırlar, hastaneler, mağazalar buradadır. Bir yeraltı treni Galata'yı Beyoğlu'na bağlar. Sokaklarda sarıklarla fesleri görmeseniz, Şark'da olduğunuza inanamazsınız. Her tarafta Fransızca, İtalyanca ve Ceneviz dili konuşulur.

Cenevizliler burada kendi memleketlerindeymiş ve buranın sahibiymiş gibi davranırlar, limanı keyiflerine göre kapattıkları ve imparatorların tehditlerine top atışıyla cevap verdikleri zamanlarda olduğu gibi. Fakat eski kuvvet ve kudretlerinden kala kala koca duvarlar ve ağır kemerlerle desteklenmiş birkaç kağşamış evle Voyvodanın oturduğu köhne binadan başka bir şey kalmamıştır. Bir vakitlerin Galatası hemen tamamen kaybolup gitmiştir. Binlerce harap ev iki uzun yolu açabilmek için temelinden yıkılmıştır; bu yollardan biri Beyoğlu'na doğru çıkar, diğeri Galata'nın bir başından öteki başına, denize muvazi olarak uzanır. Arkadaşımla ben, büyük atlı tramvaylara yol verebilmek için her an kendimizi dükkanlara atarak bu ikinci yolda  yürümeye başladık. Tramvayların önünde, ellerindeki değnekle yol açan, belden yukarısı çıplak Türkler koşuyordu. Her adım başında kulaklarımız yeni bir  nağra ile çınlıyordu. Türk hamal : "Savulun!",  Ermeni saka: "Var mı su!",  Rum saka: "Crio  nero!", eşek sürücü sü : " Burada!" , şekerlemeci : "Şerbet!", gazete müvezzii : "Neolo­ gos!", Frenk arabacı : "Varda! varda!" diye bağırıyordu. On dakika sonra kulaklarımız duymaz oldu. Bir yerde, yolun döşenmemiş olduğunu hayretler içinde farkettik, taşlar yakında sökülmüş gibiydi. Ne olduğunu anlayabilmek için durup baktık. İtalyan bir tacir merakımızı giderdi. Bu yol Sultanın sarayına gidiyor. Birkaç ay önce, hünkar alayı buradan geçerken, Haşmetpenah Abdülaziz'in atının ayağı sürçmüş ve hayvan yere kapaklanmış, buna sinirlenen iyi kalpli Sultan atının düştüğü yerden sarayına kadar olan kısımda yol taşlarının hemen sökülmesi için emir vermiş. 

Hatırda kalması gereken bu yerde, seyahatimizin doğu sınırını tesbit ettik ve sırtımızı  Boğaziçi'ne dönerek, bir sürü küçük, karanlık, pis sokağa girip çıkmak suretiyle Galata kulesine doğru yöneldik. Galata şehri açılmış bir yelpazeye benzer ve tepenin üstüne yerleşmiş kule bu yelpazenin sapı gibidir. Kule, yusyuvarlak, çok yüksek ve koyu renklidir, tepesinde bakırdan yapılmış mahruti bir çatısı vardır, çatının altında, koca şehirde ortaya çıkacak en ufak bir yangın alametini haber vermekle mükellef bir gözcünün gece gündüz nöbet tuttuğu bir çeşit üstü örtülü ve şeffaf taraçaya benzeyen, çepeçevre camlı geniş pencereler bulunur. Ceneviz Galata'sı, Galata'yı Pera'dan ayıran ve artık hiçbir izi kalmayan sur çizgisinin tam üstünde yükselir ve kule de artık, çarpışırken ölen Cenevizlilerin şerefine dikilmiş eski İsa kulesi değildir, zira Sultan II. Mahmud kuleyi yeniden inşa ettirmiştir, kule daha evvel III. Selim zamanında tamir görmüştür; bununla beraber, daima, Cenevizlilerin şanıyla taçlanmış bir abidedir ve bir İtalyan, bu kuleyi, ana vatan bayrağını asırlar boyu yükselten ve Şark imparatorlarıyla boy ölçüşen şu bir avuç gözüpek ve kahraman tüccar, denizci ve askeri gururla düşünmeden seyredemez.

Edmondo de Amicis, İstanbul (Costantinopoli), çev. Beynun Akyavaş, TTK Yayınları, 1993, s. 54-57, Ankara