Ortaçağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortaçağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mayıs 2019 Cuma

Büyücü Avcıları ve Büyük Kadın Katliamları

Büyücü Avcıları ve Büyük Kadın Katliamları


 Barbara Ehrenreich

Walpurgis Gecesinde** cadılar ve ilişkili oldukları tüm "kötü" yaratıklar Brocken dağında eğlenirken gösterilmiş. 
16. yüzyılda yapılmış böylesi gravür baskılar (yazılan kitaplar, verilen vaazlar), salt kötü olarak sunulan
cadı ve büyücü imajını; hem yaratmış, hem varolan olumsuz algıyı daha da körüklemiş,
hem de nefret tohumunu bir üst düzeye sıçratarak her seferinde yeniden inşa etmiştir.
Ve bütün bunların sonucunda aşağıda anlatılan, sayıları milyonla ifade edilen kadın katliamları gerçekleşmiştir.

İnsanlık tarihinde dört yüzyıldan fazla bir süre, Almanya'dan başlayıp İngiltere'ye kadar uzanan bir alanda, büyücülerin peşini bırakmadılar. Başlangıcı feodalite ile birlikteydi, sonu reform hareketinin yayılmasına kadar uzandı. Bu zaman içinde, büyücü safsatası, sosyal dokuya ve tarihsel geleneğe göre çeşitli şiddet biçimleriyle sürdü gitti. Ama başat özelliğini hiç yitirmedi: Bu açıkça egemen sınıfların köylerdeki kadın nüfusa karşı sürdürdükleri bir terör kampanyasıydı.  Büyücüler, Protestan ve Katolik kiliseler için olduğu kadar devlet için de siyasal, kutsal ve cinsel içerikli bir anlam taşımaktaydı.
Büyücü safsatası zaman zaman akıl durduracak boyutlara erişti: 15. yüzyılın sonlarıyla 16. yüzyılın başlarında Almanya, İtalya  ve diğer birçok Avrupa ülkesinde binlerce kadın öldürüldü; çoğunda canlı canlı odun yığınları üstünde tutuşturularak. 16. Yüzyılın ortasında bu dehşet dalgası bütün boyutlarıyla Fransa ve İngiltereyi de büsbütün sardı.

Bir tarihçi, bu infazların belli birkaç Alman kentinde yılda 600'ü bulduğu ya da "pazar günleri dışında" gün başına iki infazın gerçekleştirildiğini söylüyor. Werzberg bölgesinde, yalnız bir yılın içinde, 900 büyücü öldürülmüş; Como ve çevresinde bu sayı yalnızca 100'de kalabilmiş. Ama Toulouse'da bir günün içinde 400 infaz yapılmış. 1585 Yılında Bistums Trier'in iki köyünde yalnız bir tanecik kadın hayatta kalabilmiş. Birçok vakanuvisin tahmininden çıkabilecek toplam infaz sayısı milyonları buluyor. O günlerdeki en büyük kentlerin nüfusları 150-200 bini aşmıyordu. Öldürülenlerin de yüzde 85'i kadın; yaşlı kadın, genç kadın, çocuktu...(*)
Büyücü avında erişilen bu boyut bize, tıp tarihinin derinliklerinde gizlenmiş bir karmaşık sosyal fenomeni çağrıştırmaktadır. Bu amansız büyücü takipleri, zamanca ve zemince, büyük sosyal yıkıntıların yaşandığı, feodalizmin temellerinin çatırdadığı, köylü ayaklanmaları ve komploların sürüp gittiği, Kapitalizmin başlangıcının ve Protestanlığın doğuşunun rastladığı çağla çakışmaktadır.

Öte yandan bazı bölük pörçük kanıtlara göre (feministler bu kanıtları iyi incelemeliler) büyücülüğe; bazı yörelerde, kadınlar tarafından yönetilen köylü başkaldırıları olarak da bakılmıştır. Bu noktada biz, büyücü avcılıklarının tarihsel bağlantılarını siyasal nedenlerle birlikte derinliğine inceleyecek konumda değiliz. Ancak büyücü avcılığı üstüne erişebildiğimiz birkaç söylentiye göre, cezalandırılan büyücüler ayaklanan köylülerle aynı mekanı paylaşıyorlarsa ayaklanmanın sorumluluğu da büyücülere yüklenebilmektedir.

Talihsizlik: cezalandırılan büyücüler, eğitimsiz olduklarından, kendi tarihlerini nakledememişler. Bu yüzden, bütün tarihte olduğu gibi, bu işi de okumuş seçkinler yürütünce, bugün dahi onların ardıllarınca da benimsenen bir "bozguncu cadı" tipi ortaya çıkmıştır.

Büyücü avına ilişkin yaygın kuramlardan ikisi, ağırlıklı olarak tıbbi gerekçelere dayandırılmış ve "büyücü safsataları" başlığı altında bile açıklanması zor bir kitlesel çılgınlığın geçerliliği bu sayede kolayca savunulmuştur. Savlardan birine göre köylü halk, aklını kaçırmıştır. Yani büyücü fenomenine; elinde yanan bir meşale ile simgelenen, kana susamış köylü lumpeninin kitlesel öfkesi ve kitlesel paniğinin yarattığı bir salgın hastalık olarak bakılmalıdır. Bir diğer psikiyatrik açıklama ise, büyücülerin kendilerinin ruhsal bunalım içinde olduğunu söylüyor. Ünlü psikiyatri tarihçisi Gregory Zilboorg'un dediğine göre: "...Milyonlarca büyücü, tılsımcı, çılgın ve kaçık, ağır noyrotiker ve psikopatlardan oluşan koca bir kitle, dünyayı yıllar boyunca bir tımarhaneye döndürmüştü..."

Ama gerçekte bu büyücü safsatası içinde ne illegal bir lumpen hareketi ne de histeriye kapılmış kadınların kitlesel intiharı görülmüştür. Çoğu zaman her şey düzenli ve tam legal bir yörüngede seyretmiştir. Büyücülerin kovuşturulması ise, iyi organize edilerek kilise ve devlet tarafından koşullandırılıp finansmanı sağlamış olan avcı birliklerince yürütülmüştür. Hem Katolik hem de Protestan büyücü avcıları için geçerli olan Malleus Maleficarum ya da "Büyücü Balyozu" adlı, 1484 yılında Kramer ve Sprenger adlarındaki seçkinlerce (Papa VIII. İnnosens'in "Sevgili Oğulları") yazılmış olan büyücü avı kılavuzu, bunun belirgin ve tartışılmaz kanıtıdır. Bu sadist kitap, yüzyıllar boyunca her davada hakimlerin ve büyücü   avcılarının   vazgeçilmez   dayanağı   olmuştur. Yasal kovuşturmaların açık yürütülüş biçimleri de,  asıl "histeri"nin   bu   yoldan   nasıl   körüklendiğini   gösteriyor. Tabii böyle  bir  ortamda,  bir  büyücü  davasını  yürütmek amacıyla   bir   ilanda   bulunma   olanağı   elde   eden   prens ya  da  prensliğin  hakimi  için  bu  fırsat,  çok  önemli  bir avantaj  sayılmaktadır.
"Kim ki birinin zındık ya da büyücü olduğunu bilmektedir ya da duymuştur, ya da kim ki böyle birinin insanlara, hayvanlara ya da tarlalardaki ürüne yönelik, devlete zarar veren, herhangi bir uygulamasına tanık olmuştur, oniki günlük bir süre içinde bizleri haberdar etmek zorundadır."

Büyücü ihbarında ihmali görülen herkes, kiliseden kovulmak ya da cismani cezalardan birine çarptırılmayı göze almak zorundaydı. Eğer yukarıdaki gibi bir tehdit ilanı, bir büyücülük olayını ortaya çıkarmaya yararsa, açılan dava bu kez de başka büyücülerin izlenmesine bahane olarak değerlendirilirdi. Kramer ve Sprenger, idrakleri zorlama ve suçlamaların genişletilmesi için işkence kullanımı konusunda ayrıntılı yollar göstermişti. Genellikle sanığın önce giysileri çıkarılmakta ve vücut tüyleri kazınmakta, bundan sonra tırnak sökme, çarmıha germe, kemik kıran İspanyol çizmesi giydirme, aç susuz bırakma, dayak atma gibi işkencelerle suçu itiraf ettirilmekteydi. İşte bu durum açıkça ortada: Büyücü fenomeni kendiliğinden 'köylü halk içinde oluşmamıştır. Doğrusu bunun egemen sınıf tarafından amaçlanmış ve programlanmış bir terör kampanyası olduğudur.

( *) Burada 17. yüzyılın İngiltere'sindeki büyücülük davalarını gözardı ettik Bu davalar, diğerleriyle karşılaştırılınca hem daha dar kapsamlıydı hem de Avrupa'daki büyücü avcılığından ayrı bir sosyal içeriğe sahipti

Metnin kaynağı: Cadılar, Büyücüler ve Hemşireler, Barbara Ehrenreich, Kavram Yayınları,  s. 15-18
 [**] Walpurgis Gecesi... "Cadılar Bayram Gecesi" olarak da bilinir (Ekim'de kutlanan cadılar bayramından farklıdır)  Daha çok kuzey ülkelerinde bilinen bir bayramdı(r). Nisan ayının 30'unda kutlanır(dı). Aslında Baharın gelişini kutlamak amacıyla yapılan eski bir pagan şenliğidir.  Hristiyanlaşmış bir Almanya'da ve Kuzey ülkelerinde, Slavlarda; hala pagan geleneklere bağlı olanlar ve alışkanlığını sürdüren halk bu geceyi ve ertesi günü baharın ilk günü olan 1 Mayıs'ı, BELTAINE gününü kutlamaya devam etmişlerdir.  Nasıl bizde de benzer bir bayram olan Hıdrellez şenlikleri hala kutlanıyor ve insanlar gece yakılan ateşlerin üzerinden atlıyorsa...  Hristiyanlaşma süreci sırasında Walpurgis gecesinin başına iki şey geldi. Biri; bu gece sadece cadılara ait bir geceymiş gibi bir mit yaratılarak, kötülenerek, cadıların olumsuz imajı üzerinden yok edilmeye çalışıldı ama bu da başka gizemlere, heyecanlara ve elbette sorunlara yol açtı. İkincisi bu geleneği sürdürmek isteyenler şenliği Hristiyan bir aziz olan Walpurga ile özdeşleştirip (aslında Hristiyanlık öncesi bereket tanrıçası Waldborg'unkiyle karıştırılarak...) şenlik için yeni bir isim yeni bir kabuk (yumuşatılmış bir içerik de) yarattılar. Böylece şenlik  meşrutiyetini sağlamış olarak günümüze kadar devam etti. DK

Goethe de Faust'unda bu geceden bahsetmiştir. 
Şiirden iki örnek... Uzun uzun anlatılan bu gece için şiirin tamamına bakınız. 

...
FAUST

MEFİSTOFELES
Çelimsiz bir kedi gibiyim ben ise,
Dolaşan, yangın merdivenlerinde sinsice,
Sonra sürtünen duvarlara sessizce;
Buluyorum kendimi çok erdemli,
Biraz taşkınlık, biraz da çalma zevki.
Sardı bile şimdiden her yanımı
Muhteşem Walpurgis gecesinin heyecanı.
Geliyor öbür gün yeniden:
Anlayacağız neden uykusuz sabahladığımızı.
...

FAUST
Sen çelişkinin ruhu! Haydi bakalım! Yol göster bana.
Düşünüyorum da, yaptığın akıllıcaydı aslında:
Tırmanıyoruz Walpurgis Gecesinde Brocken dağına,
Keyfimizce yalnız kalmak için burada!
...
Goethe, Faust, Çeviren İclal Cankorel, Doğu Batı Yayınları


13 Nisan 2019 Cumartesi

Osmanlılar Yeniden Toparlanıyor: Çelebi Mehmet Dönemi ve Şeyh Bedrettin

Osmanlılar Yeniden Toparlanıyor: Çelebi Mehmet Dönemi ve Şeyh Bedrettin

Dilara Kahyaoğlu

Mehmet Çelebi Dönemi Belli Başlı Olayları
*Diğer kardeşlerini bertaraf eden Mehmet Çelebi tek başına iktidara sahip olmayı başardı.
*İzmir’i Saruhanoğullarından aldı, Karaman üzerine sefer düzenledi ve bu sefer sonucu Akşehir ve Beyşehir'i ele geçirerek Anadolu’da kaybolan Osmanlı otoritesini yeniden kurmaya çalıştı.

*Rumeli seferlerine çıkıldı ve Eflak kuvvetleri yenilgiye uğratıldı, Eflak vergiye bağlandı.
*1416 yılında Venedikliler ile ilk deniz savaşı yapıldı, bu savaş sonucunda Osmanlılar yenilmiştir.

*Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ayaklanması çıktı. Bu konu ayrıntılı olarak aşağıda yer almaktadır.

*Timur tarafından esir olarak tutulan Mustafa Çelebi, Timur ölünce geri gelerek tahtta hakkı olduğunu iddia ederek ayaklandı ama başarısız olunca Bizans’a sığınmak zorunda kaldı.

Şeyh Bedrettin (1358? – 1420)
Sol yakada Simavna (Sarıhıdır) kasabası görünüyor. Bugünkü adıyla Kyprinos

Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin olarak da bilinir. Tarihsel kaynaklarda soyu ve yaşamıyla ilgili birbirinden çok farklı bilgiler vardır. Torununun yazdığı Menakıba göre babası Simavna kadısı İsrail, annesi ise Simavna[1] tekfurunun kızıdır ve sonradan Müslüman olarak Melek Hatun adını almıştır. 

Dönemin tanınmış bilginlerinden fıkıh, astronomi ve mantık dersleri alan Bedrettin 1383 yılında Mısır’a gider. Orada ünlü bilginlerin derslerini izlerken bir taraftan da Memluk sultanının oğluna ders verir. Mısır’da bulunduğu sıralarda Şeyh Ahlat ile tanışan Bedrettin ona bağlanarak tasavvufla ilgilenmeye başlar. Bir ara davet üzerine Timur’un sarayına giden ve oradaki tartışmalara katılan Bederettin, büyük başarılar elde eder ve ünü yayılır.
Mısır’a döndüğünde ise önce Şeyh Ahlati’nin halifesi, o ölünce de tekkenin şeyhi olur. 1405’de Mısır’dan ayrılan Bedrettin, önce Edirne’ye yerleşir. Fetret dönemi sırasında Edirne’de hükümdarlığını ilan eden Musa Çelebi tarafından kazaskerliğe getirilir. Musa Çelebi’nin, Mehmet Çelebi’ye yenilerek öldürülmesi üzerine de İznik’e sürülür.

Müritlerinden Börklüce Mustafa’nın Aydın’da, Torlak Kemal’in ise Manisa’da ayaklanmaları üzerine Sinop üzerinden Kırım’a geçer iddialara göre oradaki dervişleri, tımarlı sipahileri ve medrese öğrencilerini örgütlemeye girişir geniş bir taraftar kitlesi toplar. Çelebi Mehmet’in Rumeli’ye geçtiğini öğrenince de Deliormana saklanır ve (nasıl olduğu tartışmalı olan bir şekilde) ele geçirilir. Serez’e götürülen Bedrettin ulemadan oluşan bir mahkeme önünde yargılanır ve idama mahkum edilir.

Bedrettin’in kemikleri 1924 yılında Serez'den İstanbul’a getirildi. 1961 yılında ise sultan Mahmud’un türbesine gömüldü.

Tasavvuf[2] düşüncesine bağlı olan Bedrettin, “vahdet-i vücut” düşüncesine karşı çıkarak “vahdet-i mevcut” düşüncesini savunmuştur. Ona göre; doğa ve tanrı aynı şeydir, bu yüzden bir çok yazar onun panteist-sufi görüşler savunduğunu düşünmüşlerdir.
Birliği, tanrı temsil eder, tüm farklılıklar, çelişki ve karşıtlıklar onda birleşmiş ve ortadan kalkmıştır. Tanrı, bu anlamda mutlak varlıktır, birliktir. Çokluğu ise doğa ya da evren temsil eder. Mutlak varlık, hem beden hem ruh olarak ortaya çıkar, bunları birbirinden ayırmak imkansızdır. Ruh ve maddeyi eş tutan düşüncesiyle Bedrettin diğer mutasavvıflardan ayrılır.

Varidat adlı eserinde tek tanrılı dinlerin kaynağının bir olduğunu ve sonuçta ahiret açısından hepsinin vardığı noktanın aynı olduğunu söylemiştir. Kıyamet belirtileri olarak Mehdinin ya da deccalın gelmeyeceğini, cennet ve cehennemin olmadığını, onların bu dünyaya ilişkin simgeler olduğunu ileri sürmüştür. Ortak mülkiyeti de savunan Bederettin “ahlak konusunda tasavvaufa bağlı kalmış, ama Kuranın yorumunda ise batıniliği tercih ederek, ayetlerin birer simge olduğunu söylemiştir” diyor bazı yazarlar, ama diğer bir kısım yazar da onun batini fikirlere sahip olduğunu redederler. Bazı kitapları günümüze kadar ulaşmayan Bedrettin’in görüşleri uzun yıllar boyunca etkili olmuştur.

Şeyh Bedrettin ayaklanması çok tartışmalı bir konudur. Bu konuda bir çok fikir ileri sürülmüştür. En temel iki ayrım “bir halk ayaklanması mıydı? yoksa bir “saltanat davası mıydı?” noktasında düğümlenmektedir.

Ama şurası kesindir ki Anadoluda çıkan benzer ayaklanmalar içinde önderinin ilmiye sınıfından kazaskerliğe kadar yükselmiş bir kişi olduğu tek ayaklanmadır. Şeyh Bederettin’in düşünceleri ve ayaklanması bir çok tarih, felsefe, edebiyat ve sanat yapıtına konu olmuş ölümünden sonra adına Simaviye adı verilen tarikat kurulmuş 16. yüzyılda Anadolu ve Rumeli’nde onun izinden gidenlere rastlanmıştır.

Börklüce Mustafa; ( - öl;1419) Dede Sultan olarak da bilinir. Şeyh Bedrettin’in kethüdası olan Börklüce, Çelebi Mehmet’in kardeşi Mustafa çelebi ile uğraştığı sıralarda 5000 kişilik bir kuvvetle Karaburun’da (İzmir) ayaklanmıştır. Daha önceden yaptığı çalışmalarla İzmir ve Aydın içinde bir çok yandaş bulduğu gibi Sakız adasındaki Hıristiyanları da etkilemişti. Börklüce önce üzerine gönderilen İzmir sancakbeyi Aleksander’ı öldürür, arkasından da Saruhan sancakbeyi Timurtaş Ali Paşa’yı yener. Bunun üzerine Çelebi Mehmet, sadrazam ve beylerbeyi Bayezit paşa ile oğlu şehzade II. Murat’ı Börklüce’nin üzerine gönderir. Paşa önemli kayıplar vererek Börklüce’yi yakalar ve Selçuk’a götürerek yandaşlarıyla beraber işkenceyle öldürtür. Ölümünden sonra Dede Sultan’ın yaşadığı söylencesi yörede yaygınlık kazanmış ve bir çok halk şiirine konu olmuştur.

Torlak Kemal;  (- öl; 1419) Yahudi asıllı olduğu söylenir. Manisa ve yöresinde Bedrettin’in Ortak mülkiyeti savunan öğretisini yaymak ve yandaş toplamak için çalışmaya başlar. Bayezit paşa önce Börklüce’nin 5000 kişilik ordusunu kılıçtan geçirmiş arkasından da Torlak Kemal’in 3000 kişilik ordusunu yenilgiye uğratıp Torlak Kemal’i öldürtmüştür. Şeyh Bedrettin, bu iki müridinin zamansız ayaklandıkları için yenildiklerini söylemiştir.
Bölgenin daha geniş planda görünümü

Kyprinos'un yakından görünümü


Notlar
[1]  Simavna: Bugün Yunanistan sınırı içindeki kasaba.. Güncel ismi, Kyprinos 'tur.
[2] Tasavvuf; İslam dünyasında 8. yüzyılda ortaya çıkan ve 9. yüzyılda eski Yunan, Yahudi, Hint ve eski İran düşüncelerini etkisiyle sistemleşen; gizemci, dini ve felesefi öğreti... Onlara göre insan yaşamının en yüksek amacı Temâşa (bakıp seyretme, görme, gezme) ve vecd (kendinden geçecek derecede tanrı sevgisine dalma) yoluyla tanrıya ulaşmasıdır. Zamanla iki temel akıma ayrılmıştır; vahdet-i vücut ve vahdet-i mevcut .
Panteizm; Her şey tanrıdır, tanrı doğadaki her şeydir, her şeyin içinde bulunur. Doğadaki her şey tanrının parçasıdır.


Aşağıdaki sorulardan yararlanarak metni çözümleyiniz
1-Osmanlı-Venedik Savaşı’nın nedenleri neler olabilir?
2-Şeyh Bedrettin ayaklanmasının siyasi, sosyal ve ekonomik nedenlerinin neler olabileceğini düşününüz.

3-Bu ayaklanma, o dönemin Osmanlısı ve İslam dünyası hakkında sizlere neler düşündürdü?

Bu seride yer alan Osmanlı tarihiyle İlgili diğer konular ve kaynaklar için bkz.
https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/06/osmanl-tarihi-ders-notlar-konular.html

11 Nisan 2019 Perşembe

Osmanlı Devletinin Kuruluşu: Hızlı Büyümeden Parçalanmaya

Osmanlı Devletinin Kuruluşu: Hızlı Büyümeden Parçalanmaya

Dilara Kahyaoğlu
I. Bayezit'in cülus töreni
Osmanlılar 1355 yılında Avrupa kıt'asına ayak bastıktan sonra Balkanlarda hızla ilerlemişlerdir. Balkan devletlerinin birleşerek Osmanlılara karşı koyma ve onları Anadolu’ya geri atma çabaları sonuç vermemişti. Sırp Sındığı (1364), Çirmen (1371), Kosova (1389) ve Niğbolu (1396) savaşları aslında birleşik Balkan devletlerinin Osmanlıyı Balkanlardan atma girişimlerinin sonucu olan savaşlardır ve hepsinin sonucu da Osmanlı lehine olmuştur.

Yıldırım, başlangıçta Anadolu'yu hakimiyeti altına alsa da, Timur'un gelişiyle bu durum hızla değişecek ve Osmanlı Devleti parçalanacaktır.


Yıldırım Bayezit Döneminin belli başlı olayları 

*I. Murat'ın savaş meydanında öldürülmesinden sonra tahta oğlu Beyazıt geçmişti ki hemen arkasından beyliklerin isyan dalgası geldi. İlk mücadele I. Murat’ın ölümünü fırsat bilerek harekete geçen Anadolu Beyliklerine karşı oldu. Saruhan, Aydın, Menteşe ve Germiyanoğlu beyliklerinin toprakları ele geçirildi (1390) ve buralarda Osmanlı idari teşkilatı oluşturularak Kütahya merkez olarak Anadolu Beylerbeyliği oluşturuldu. Daha sonra Hamitoğullarının toprakları da ele geçirilince (1392) Karamanoğulları herekete geçti, I. Bayezit Karamanoğulları’nın üzerine yürüdü ama sonuçta iki beylik arasında antlaşma yapıldı. Aynı yıl Candaroğulları beyliğinin Kastamonu kısmı da ele geçirildi.
*Osmanlılar Bulgaristan’a düzenledikleri çeşitli seferler sonucu buraya hakim oldular, bu durum Osmanlılar ile Macarları karşı karşıya getirdi.

*Macarlar yeni bir Haçlı ittifakının oluşturulmasına öncülük ettiler. Bu seferki Haçlılar sadece Balkan kuvvetlerinden oluşmuyordu. Fransa, İngiltere, İskoçya, Avusturya, İsviçre, İtalya, Lehistan ve güneydoğu Avrupa ülkelerinden gelen bir çok Haçlı kuvvetinin birleşik güçleriyle Osmanlılar Niğbolu’da karşılaştılar(1396). Savaşı Osmanlılar kazandı. Bu durum Osmanlıların, Balkanlar’da yayılmasını kolaylaştırdı ve hakimiyetini arttırdı.

*Yıldırım’ın Rumeli’deki seferlerinden yararlanan Karamanoğlu Ali Bey Ankara’yı alınca Osmanlı- Karamanlı ilişkileri iyice gerildi ve Yıldırım, Karamanoğulları’nın topraklarını 1397 yılında ele geçirerek ortadan kaldırdı. Ardından da Eretna Devleti’nin yerine kurulmuş olan Kadı Burhanettin Devleti’nin elinde bulunan Samsun, Tokat, Kayseri, Sivas, Akşehir ve Kırşehir dolaylarını ele geçirdi. Böylelikle Osmanlı Devleti’nin sınırları Fırat nehrine kadar dayanmış oluyordu. Osmanlı Devleti’nin gelişim çizgisi ve izlediği siyaset Dulkadiroğullarını tehdit etmeye başladığından Osmanlılar ve Memlukler arasında çıkar çatışmalarının ilk işaretleri görülmeye başladı.

*Batı Anadolu’yu ele geçiren Osmanlılar böylelikle uzun bir sahil kesimine sahip oldular. Ayrıca denizci beylikler olan Aydın ve Menteşe Beyliklerinin de deniz gücü Osmanlıların denetimine girdiğinden Ege denizinde ilk denizcilik faaliyetleri başlamış oldu. Özelikle bu dönemde Venediklilerin elinde olan Sakız ve Eğriboz adalarına seferler düzenlendi.

*İstanbul kuşatmaları; ilk kuşatma, Osmanlıların Karamanoğulları üzerine düzenlediği sefere Osmanlı bağlaşığı olarak katılan Bizans İmparatoru’nun oğlu Manuel’in kendi iç meseleleri yüzünden seferi yarım bırakarak İstanbul’a geri dönmesinden sonra olmuştur. Ama bu kuşatmaya Niğbolu savaşı yüzünden ara verilmiştir.

Niğbolu savaşında sonra kuşatmaya devam eden Bayezit şehri alabilmek ve Marmara denizini denetleyebilmek için Anadolu yakasında bir hisar yaptırmıştır. Günümüzde Rumeli Hisarı’nın karşısında küçük bir kale olarak görülen bu kale, Anadolu Hisarı veya Güzelcehisar olarak bilinir. Bu kuşatmanın sonunda da İstanbul alınamamıştır çünkü Timur’un Anadolu’ya girmesi ve savaş tehlikesi baş göstermesi üzerine Bayezit kuşatmayı kaldırıp, Bizans ile antlaşma yapmış ve Ankara Savaşı'na hazırlanmıştır.

*1402 yılında Timur ile Bayezit arasında Ankara Savaşı yapıldı. Osmanlılar yenildi. Anadolu Beylikleri Timur’un desteği ile yeniden kuruldu, Bayezit Timur’a esir düştü ve esaret altındayken öldü. Osmanlı’nın geri kalan toprakları yine Timur tarafından Bayezit’in oğulları arasında paylaştırıldı. Kardeşler arasında taht kavgalarının sürdüğü bu dönem Fetret Devri (bunalım, karışıklık) 1402-1413 olarak isimlendirilmiştir.

*Dönemin sonunda diğer kardeşlerini yenen ve ortadan kaldıran Mehmet Çelebi (I. Mehmet) tek hükümdar olarak Osmanlı tahtına oturdu, Rumeli’nde özellikle de Anadolu da kısmen bir birlik sağlamış oldu. Anadolu’nun Osmanlı Denetimine girmesi, kurulan beyliklerin tekrar ortadan kaldırılması esas olarak II. Murat ve Fatih zamanında gerçekleşecektir.

Bu kaynakta ayrıntılı bilgi var. Yararlı ve nitelikli bir yazı.  https://howlingpixel.com/i-tr/I._Bayezid

Bu seride yer alan Osmanlı tarihiyle İlgili diğer konular ve kaynaklar için bkz.
https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/06/osmanl-tarihi-ders-notlar-konular.html

9 Nisan 2019 Salı

Beylikten Devlete: Orhan Bey Dönemi

Beylikten Devlete: Orhan Bey Dönemi

Görselin kaynağı

Osmanlı devletini adı bilinmez olmaktan kurtaracak olan Orhan’ın ilk başarısı iki yıllık bir kuşatmadan sonra Bursa kentini ele geçirmesidir. Orhan’ın tek önemli fethi bu değildir. Onun zamanında (1324-1360) Osmanlı devleti İstanbul Boğazına kadar Marmara bölgesinin Anadolu tarafındaki bütün kısımlarını fethettiği gibi, Gelibolu yarımadası ve civarını ele geçirerek Avrupa kıt'asına da geçmiştir. Ancak tarihçiler Orhan’ın bu yönüyle fazla ilgilenmezler. Avrupa’ya geçiş dışında fethedilen yerler aslında Osmanlıyı hala büyük bir devlet haline getirmemiştir. Diğer beyliklerle karşılaştırıldığında Osmanlı toprak açısından en büyük değildir henüz. Tarihçilerin Orhan’ın ön plana çıkardıkları yönü onun Osmanlıda kurumlaşma yönünde attığı adımlardır.
Orhan, beyliğin iç düzenini Osman Bey döneminin basit kayıtları ötesinde kurallar ve kurumlarla pekiştirmek ve yeni bazı idari ve askeri kurumları yerleştirmek ihtiyacını duydu. Bu yeni düzenlemenin en önemli unsuru bir savaşçı grubunun ortaya çıkmasıydı. O zamana kadar Osmanlı askeri deyince eli silah tutan herkes anlaşılırdı. Ancak ülke genişleyip savaş daha uzun ve ağır, hatta daha ciddi bir uğraş haline geldiğinde, halkın işini gücünü bırakıp savaşması da güçleşiyordu. Artık işi sadece savaşmak olan askerler gerekiyordu Osmanlıya. Orhan bunun gereğini yerine getirdi ve yaya-müsellem teşkilatı denilen ve akına katılan halktan farklı olarak bunlara savaş zamanında bir ücret ödeniyor ve diğer zamanlarda geçimlerini karşılamaları için ekip biçecekleri bir toprak parçası veriliyordu. Ayrıca bunlar vergiden muaftı. Orhan bununla da kalmayarak bütün askeri birliklerin komutanlığından sorumlu bir beylerbeyi rütbesi oluşturdu. Orhan’ın böyle bir makam oluşturması, kendisinin artık sadece askeri işlerin ötesinde ve üstünde bir işlevi olduğuna işaret ediyor. Böylece Orhan Bey, nitelik yönünde toplumdaki diğer beylerde, komutanlardan ayrılıyor ve iyice ön plana çıkıyor. Ancak unutulmamalı ki, Orhan hala sadece “bey”, bütün siyasal gücü kendi elinde toplayan bir “padişah” ya da “sultan” değil henüz. Orhan Bey’in kendi emrinde bir beylerbeyi yaratması bu yöndeki gelişmenin bir ilk adımı sayılabilir. Kendisinden sonra gelen I. Murat “hüdavendigar” unvanını kullanmakla bu adımı ilerletecektir, ancak Osmanlıda bütün siyasi gücü elinde bulunduran bir hükümdar sistemine geçiş için yüz yıl kadar bir süre daha geçmesi gerekecektir.

Orhan yönetim alanında da askeri kurumlaşmaya paralel bir kurumlaşma başlattı, yönetimi bütünüyle çekip çevirecek bir vezir tayin etti. Vezirliğe tayin edilenlere baktığımızda, bunların genellikle medreselerde yetişmiş, kadılık yapmış kimselerden seçildiklerini görüyoruz. Ancak yine biliyoruz ki, Osman bey zamanında medrese gibi kurumlar yoktu Osmanlı ülkesinde. Medreselerde yetişmiş kişileri Osmanlı Anadolu’daki büyük kentlerden sağlamak zorundaydı. Orhan buna da bir çözüm bulmak ve yöneticilerini ve bu arada yargı elamanlarını (kadılar) ülke içinde yetiştirmek amacıyla önemli kentlerde medreseler kurdu.

Orhan zamanında Osmanlının yerleşik yaşama iyiden iyiye geçtiği görülmektedir. Hükümdar ailesinin üyeleri kentleri kamu yararına yapılarla (camiler, medreseler, tekkeler, hanlar, hamamlar, köprüler, hatta donatmaya başlarlar (hatta Orhan’ın eşi Nilüfer Hatun’un eski Bursa-Mudanya yolu üzerinde küçük bir kilise yaptırdığı bile bilinmektedir).

Avrupa’ya geçiş ise Osmanlı’nın ileride bir imparatorluk haline gelmesinin yolunu açan bir gelişmedir. Tabii bunun için Osmanlının önce Karesi beyliğini topraklarına katması gerekmiştir. Bir tarihçi, eğer bu gelişmeler olmasa, “600 yıl sürecek imparatorluğun adı belki de Karesi diye bilinecekti” demektedir.

Orhan Bey Dönemi Kronolojisi (1324-1362)
*Bursa 1326 yılında Osmanlıların eline geçti.
*Orhan Bey’in İznik’i kuşatması üzerine Bizans İmparatoru III.Andronikos harekete geçti ve
1329 yılında Palekanon (Maltepe) savaşı yapıldı. Osmanlılar, İznik ve İzmit’i aldı ardından Kocaeli yarımadası’nın tamamını ellerine geçirdiler.
*Karesi Beyliği’nin toprakları ve donanması 1345 yılında ele geçirildi.
*Eretna Devleti’ndeki karışıklıklardan yararlanarak, 1354 yılında Ankara alındı.
*1353 yılında Gelibolu yarımadasındaki Çimpe kalesi ele geçirilerek, üs olarak kullanılmaya başlandı.
*Çimpe’nin fethinin ardından, Tekirdağ’a kadar olan Marmara kıyıları ele geçirildi.
*İlk Divan teşkilatı, ilk medrese (İznik, 1331), ilk düzenli ordu (yaya ve müsellem), şehirlerin yönetiminde kadı ve subaşıların görevlendirilmesi ilk kez bu dönemde gerçekleştirildi.


Aşağıdaki soruları metne göre yanıtlayınız.
1) Tarihçilerin Orhan Bey’in fetihlerini daha az önemsemeleri nereden kaynaklanıyor? Fetihlerden çok kurumlaşma yönünde attığı adımların önemsenmesi sizce doğru mu? Neden?

2) Orhan Bey’in kurduğu yaya-müsellem teşkilatı ile daha önceki Osmanlı askerleri arasındaki temel farklılıklar nelerdir? Yaya-müsellem teşkilatı profesyonel, düzenli bir ordu olarak değerlendirilebilir mi? Neden?

3) Orhan Beyi düzenli bir ordu oluşturmaya iten sebepler neler?

4) Orhan düzenli bir ordu, beylerbeylik ve vezirlik gibi kurumlar oluşturduğu halde neden bir “padişah” olarak değil de hala bir “bey” olarak nitelendiriliyor?

5) Bu dönemde vezirliğe tayin edilenlerin özelliğine baktığımızda bunların etnik ve dinsel ve toplumsal kökenleri bakımından nasıl bir yorum yapılabilir?

6) Nilüfer Hatun’un bir kilise yaptırmasını gaza ilkesine dayanarak fetihler yapan, diğer bir değişle amacı gayri müslim toprakları ele geçirmek olan bir devletin bir uygulaması olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

7) “Balkanlarda siyasi parçalanmışlık” ifadesinden ne anlıyorsunuz?

8) Yazar Balkanlarda idari ve askeri önlemlerin neden yeterli olmadığını düşünüyor, toplumsal önlemleri hangi yönüyle ön plana çıkarıyor?


Metin Hayretin Kaya'ya aittir. 

Ana Kaynak Türkiye Tarihi, Cilt 2, Metin Kunt, Cem Yayınevi
Osmanlı Devletinin Kuruluşu: Osman Bey (1281-1324)

Osmanlı Devletinin Kuruluşu: Osman Bey (1281-1324)

Görselin kaynağı

Osmanlı devletinin kuruluşu kalın bir sis perdesi ile örtülüdür. Kuruluş tarihi üzerinde bile tarihçiler arasında tam bir uzlaşma yoktur. Bunun nedeni bu dönemle ilgili bilgimizin çok az oluşudur. Bu çok az bilgiyi de özellikle Bizans ve Osmanlı kaynaklarından derlemektedir tarihçiler. Yalnız Bizans ve Osmanlı kaynakları arasında çok önemli bir fark vardır. Bizans kaynakları olaylara bizzat tanıklık eden kaynaklardır, Osmanlı kaynakları ise çok sonraki yıllarda kaleme alınmıştır. Bu anlamda daha güvenilir görünse de, Bizans kaynakları Osmanlıya dışarıdan bakan ve bize çok az ayrıntı veren kaynaklardır. Bu yüzden tarihçiler, yine de daha çok Osmanlı kaynaklarına başvurmak zorunda kalmışlardır. Çünkü bu kaynaklar daha ayrıntılı bilgi verir.
Osmanlının kuruluşuyla ilgili olarak Osmanlı ve Bizans kaynaklarının karşılaştırılmasıyla ortaya çıkan görünüş şudur:
Moğollardan kaçan ve Anadolu yaylasının kentli halkınca da itilip reddedilen Türkmenler, yeni otlaklar arayışı içinde Selçuk devletinin batı sınırına yığılmışlardır. Burada ister istemez Bizans’la bir ilişki başlar aralarında. Bu ilişki başlangıçta oldukça barışçıldır. Sınırlardaki Bizans kent merkezleri Türkmenlerin ürünlerini (hayvan, yağ, yoğurt v.s.) satışa sundukları ve ihtiyaç duydukları maddeleri satın aldıkları (herhalde özellikle tarım ürünleri ve madeni araç gereçler) yerlerdir. Sınırlar geçişkendir. Osmanlı kaynakları Ertuğrul Bey zamanında savaş olmadığını söylerler. Yine Osmanlı kaynakları Osman’ın Bilecik tekfuru ile dostça ilişkiler içinde olduğunu, Bilecik tekfurunun Osmanlı aşireti yazın her yaylaya çıktığında eşyasını kaleye koyma izni verildiğini, Osman’ın da karşılığında onlara halılar, peynir ve kuzular verdiğini aktarır.

Ancak bu barışçıl ilişkiler bir süre sonra küçük küçük çatışmalarla bölünür. Bu çok doğaldır. Çünkü, 1) göçebe yerleşik ilişkisinin sürekli barışçıl bir biçimde devam etmesine olanak yoktur, 2) Osman da sınırlardaki diğer Türkmen beyleri gibi bir uç beyidir ve bir uç beyi olarak fetih yapmak ve ganimet toplamak zorundadır ( Müslümanlık adına yapıldığı için bunun adı “gaza” olur).

Çarpışmadan çarpışmaya Osman gücünün farkına varır. Üstelik yavaş yavaş diğer beyliklerden de ganimete iştahlı ve serüven arayan kalabalıklar ona katılmaktadır. Gençliği kışlaklar ile yaylalar arasında gidip gelmekle geçmiş Osman bu insan selini zaferden zafere götürmeyi başarır.

Osman’a katılanlar yalnızca ganimet arayan savaşçılar değildir. Anadolu içlerinden gelen “ahiler” ve “dervişler” de sarar Osman’ın etrafını. Dervişler Osman’ın ele geçirdiği topraklarda tekkeler, zaviyeler kurarak İslamiyet’i yaymaya çalışırken ahiler de Osmanlıya kent yaşamını öğretmeye başlarlar. (Anadolu kentlerinden gelip Osmanlıya katılanların Osmanlının kent kültürüne alışması açısından katkısı büyüktür. Osmanlı tarihçilerine inanmak gerekirse, Osmanlı toplumu ilk zamanlarında kent yaşamına dair en basit kuralları bile bilmiyordu.)

Böylece Osman, Söğüt civarında küçük bir göçebe topluluğun başında adı sanı pek duyulmamış önemsiz bir uç beyi iken yavaş yavaş kasabalar fetheden Bizans için ciddi bir tehdit oluşturmaya başlayan önemli bir beyliğin başı olur. 1302’de İzmit yakınlarında Bapheon denilen yerde bir Bizans ordusunu bozguna uğratması gücünün delilidir.

Osman 1324 tarihinde öldüğünde bugünkü Bilecik, Bursa, Eskişehir yörelerinde birçok yeri ele geçirmiştir, ama önemli kent merkezleri (Bursa, İznik, İzmit) hala Bizans’ın elindedir. Bu tarihte Anadolu güçler dengesine genel olarak bakıldığında Osmanlı hala küçük bir uç beyliğidir.

Anadolu’da ondan daha büyük ve güçlü beylikler vardır (özellikle Karaman ve Germiyan). Ayrıca, Anadolu’da hala Moğolların etkisi söz konusudur. Bütün bu beylikler, Osmanlı da dahil hala Moğol üstünlüğünü kabul etmekte ve Moğollara bağlılıklarının bir işareti olarak vergi vermektedirler.

Osman küçük göçebe Osmanlı aşiretini dikkate alınması gereken bir beylik haline getirmiştir ama saltanatının sonunda bu beylik hala gerçek anlamda bir devlet değildir. Ne düzenli bir ordusu, ne bürokrasisi ne de okulları vardır henüz. Ayrıca Osman, bir beydir ama Osmanlı içinde gerek Osmanlı ailesinin üyeleri gerekse sonradan diğer Anadolu beyliklerinden gelen komutanlar da bey unvanı taşımaktadır ve Osman ülkesinin yönetimini bunlarla paylaşır. O eşitler arasında birincidir, o kadar.

Metne göre aşağıdaki soruları yanıtlayınız.
1) Yazar neden Bizans kaynaklarının Osmanlı kaynaklarına göre daha güvenilir olduğunu düşünüyor? Osmanlı kaynaklarını daha az güvenilir kılan bu kaynakların hangi özelliğidir?

2) Türkmenler/Osmanlı ile Bizans arasında sınırlarda yaşanan barışçıl ilişkinin niteliği nedir?

3) Yazar neden göçebe-yerleşik ilişkisinin sürekli barışçıl bir biçimde devam etmesine olanak olmadığını düşünüyor?

4) Osman’ın gençliğini kışlaklar ile yaylalar arasında gidip gelmekle geçirmesi ile etrafına toplanan savaşçı kalabalıkları zaferden zafere koşturması arasında nasıl bir bağlantı olabilir?

5) Ahiler ve dervişlerin Osmanlının fethettiği topraklarda İslamiyet’in ve kent kültürünün yayılmasına katkıları bu grupların hangi özelliklerinde kaynaklanmaktadır?

6) Metinde Osman’ın diğer Türkmen beylikleri ve Moğollarla bir çatışmasından hiç bahsedilmemektedir. Bunu neye bağlıyorsunuz?

7) Yazar neden Osman beyin Osmanlı Beyliğini bir devlet haline getiremediğini düşünüyor? Buradan Osmanlı toplumunun göçebelikten yerleşikliğe tam olarak geçemediği sonucu çıkartılabilir mi? Neden?


Bu metin Hayrettin Kaya'ya aittir.

Ana Kaynak: Osmanlı Tarihi cilt 2, Metin Kunt, Cem Yayınevi
Osmanlıların İlk Kuruluş Yıllarında Anadolu, Ortadoğu, Balkanlar ve Avrupa

Osmanlıların İlk Kuruluş Yıllarında Anadolu, Ortadoğu, Balkanlar ve Avrupa

Dilara Kahyaoğlu
1997...
1299/1300 yıllarında, yani 14. yüzyılın hemen başlarındayız. 
Harita 1346 yılına aittir


1. Anadolu 


a. Siyasi Durum 

Beylikler
Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılara bağımlı bir şekilde bir süre varlığını korur ama son hükümdar III. Mesut’un 1308 yılında ölmesiyle resmen sona erdiği kabul edilmektedir. Çeşitli zamanlarda Anadolu’ya yerleştirilen aşiretler, özellikle uçlarda, İlhanlı Devleti’nin denetiminden kaçabildikleri her yerde, “beylikler” kurarlar, bunlar da görünüşte İlhanlılara bağımlı durumdadır.

Bu beyliklerin en önemlileri;
Osmanoğulları; Bizans sınırında, Söğüt civarında
Germiyanoğulları; Kütahya ve civarında
Karesioğulları; Bizans sınırında, Balıkesir civarında
Aydınoğulları; denizden Bizans vd. Sınırında, İzmir civarında
Saruhanoğulları; Manisa ve civarında
Menteşeoğulları; denizden Hristiyan dünyası ile sınırdaş, Muğla ve civarında
Karamanoğulları; Konya ve civarında
Hamitoğulları; Isparta ve civarında
Candaroğulları; Sinop ve civarında
Eretna devleti; Trabzon Rum İmp’u ile komşu, Tokat, Amasya, Kayseri, Sivas vb. civarında
Ramazanoğulları; Adana ve civarında, Memluk Devleti ile komşu
Dulkadiroğulları; Maraş ve civarında, Memluk Devleti ile komşu


Bizans İmparatorluğu 
Marmara Kıyıları, Rumeli ve bazı Ege adalarına sahip ama iyice küçülmüş durumda. Tekfur denilen beyler merkezi dinlemiyor, sarayın içinde de imparator olmak için mücadele eden güçler var.

Trabzon Rum İmparatorluğu
1204 yılında Haçlıların İstanbul’u ele geçirmesinden sonra kaçan Bizanslıların kurduğu iki devletten biri olarak hala varlığını sürdürüyor.

b. Sosyal Yapı: Toplum ve Kurumlar 
11. yüzyılın sonlarından itibaren ve 12.yüzyılda, Türkler Anadolu’ya girmeye başladıklarında; Anadolu’daki nüfusu oluşturan unsurlar birbirinden çok farklıydı; Rumlar, Ermeniler, Kürtler, küçük Yahudi cemaatleri, kıyılarda ve adalarda rastlanılan Ceneviz ve Venedik kolonileri vb. Yerlilerin toplam sayısı, elbette yeni göç edenlerden fazlaydı ama terazinin bir kefesine gelenlerin yayılma gücü, diğerine ise yerleşik halkların direnme gücü konunca, sayısal eşitsizlik önemini yitiriyor ve Türklerin konduğu kefe ağır basıyordu.

Türkler her taraftaydı, hızla nüfuslarını arttırmaya çalışan Türklerde doğum oranı çok daha fazlaydı. Gelen göçebelerin yerli halktan kadınlarla ister kaçırma yoluyla ister çeşitli nedenlerle evlendikleri ve çocuk yaptıkları bilinen bir gerçekliktir. Bu ırk karışımının sonucu Türk tipinin kısmen değişmiş olması doğaldır. Ancak bu değişme, doğan çocukların Türk olduklarına inanmalarına ve başkalarının da onları Türk olarak kabul etmelerine engel teşkil etmemiştir.

13. yüzyıldan itibaren ise Moğolların Batıya doğru yayılmasıyla birlikte Anadolu’ya bir çok yeni unsur daha geldi. Bunlar; Türkmenler, İranlılar, Moğollar ve hatta Uygurlardı vb. Bu yüzyıllardaki Türkmen yayılımı daha önceki Türkmen yayılımıyla aynı nitelikte değildi. Yeni gelenlerin Orta Asya’da alışkın olmadıkları tarımsal alanlara daha az saygılı davrandıkları görülmekteydi. Köylüleri taciz ediyorlar, köylüler de mücadeleden vazgeçip topraklarını yeni gelenlerin otlak yapması için terk ediyorlardı. Yine de bütün bunlar kentlerin ortadan kalktığı anlamına gelmez, aksine kentler, büyümeye, ticaret erbabını barındırmaya, sürekli yapılan yeni mimari eserlerle süslenmeye devam ediyordu.

Moğol idaresi altında Selçuklu merkezi otoritenin zayıflaması uçlarda veya uygun alanlarda barınan Türkmenleri güçlendirdiği gibi, kentlerde de buralarda yaşayan Ahileri güçleniyordu. İbni Battuta ve diğer yazarlar Ahiler ve reisleri hakkında yeterli bilgiler vermişlerdir. Bu bilgilerden yola çıkarak  Ahilerin her kentte var olduğunu görüyoruz. O tarihteki nitelikleri onların bir meslek kuruluşu olduğunu göstermektedir. Ama zamanla merkezi otoritenin zayıflamasıyla niteliklerinde önemli değişimler olacaktır. Ahileri, Ahi Evran isminde efsanevi bir kişinin ilk olarak örgütlediği söylenir. Ahiler meslek kuruluşu olmalarının yanı sıra eylem adamları oldukları gibi mistik inanışlara ve ritüellere sahiptiler.

Selçuklu-Moğol otoritesinin çökmesi ve Türkmen beyliklerinin kentleri de kapsayacak şekilde güçlenmesiyle birlikte, ayakta kalan iki gücün yani Türkmen beyleriyle Ahi reislerinin arasında bir yakınlaşma doğdu. Bu durum Osmanlıların ilk kuruluş yılları için de böyledir ve Osmanlıların ortaya çıkışında önemli bir payı vardır.

Claude Cahen’in Osmanlılardan önce Anadolu kitabından derlenmiştir.
2. Ortadoğu
Siyasi Durum 

Merkezi Tebriz olarak, İran taraflarında büyük Moğol imparatorluğunun bir parçası olan İlhanlı Devleti bulunuyordu. 1256’da kurulan bu devlet varlığını 1335 yılına kadar devam ettirdi.

Anadolu’nun güney sınırında ise Memlük devletinin denetimi vardı. Kahire merkez olmak üzere Mısır’da kurulan bu devlet (1250) ayrıca; Filistin, Suriye ve Hicaz bölgesini de denetimi altında tutuyordu. 1258’de İlhanlıların Bağdat’ı yakıp yıkmaları, son Abbasi hanedanını ortadan kaldırmalarından sonra, Abbasi hanedanından olduğu iddia edilen bir kişiyi Memlük sarayında yeniden halife olarak ilan etmişlerdi. Böylelikle Sünni İslam dünyasının da bir anlamda koruyuculuğunu üstlenmiş gözüktüklerinden veya gerçekte öyle olduğundan, Sünni İslam dünyasının lideri konumunda Memlükler bulunuyordu. Bu durum ve daha başka nedenler ileride Osmanlılar ile Memlükleri karşı karşıya getirecektir.


3. Balkanlar
Siyasi ve Sosyal Durum 

Balkan devletlerinin ilk ortaya çıkışları Bizans’a ve Kutsal Roma Germen imparatorluğuna karşı yürüttükleri mücadelenin sonucu olmuş ve o zamandan başlayan bir sürecin sonucunda bugünkü Balkan ulusları ortaya çıkmıştır.

Balkanlarda da çeşitli nedenlerle siyasi ve sosyal durum karışıktı. Burada bulunan başlıca devletler şunlardı; Bulgar krallığı, Sırp krallığı, Arnavut beyliği, Bosna beyliği, Hersek beyliği, Efkal ve Boğdan beylikleri, Erdel beyliği ve Macar krallığı. Bunların en güçlüsü Sırp krallığıydı ve tüm Balkanları kendi denetimi altında birleştirmek gibi bir ideale sahipti.

Dolayısıyla Balkanlarda siyasi birlik olmadığı gibi dinsel ve etnik bir birliktelikten de söz edilemez ama etnik açıdan Slavların daha baskın olduğundan söz edilebilir. Dinsel açıdan da birliktelikten söz edilememekle birlikte esas baskın olan mezhep Ortodoksluktu. Sadece Ulahlar, Hırvatlar ve Macarlar Katolik mezhebine mensuplardı. Yani; Bizans etkisi Sırbistan, Bulgaristan ve Rusya’da çok güçlü olurken, Kuzeybatı Avrupa’da Latin kültürü egemen olmuştur. Bu arada dinsel otoriteler tarafından sapkın olarak nitelenen ve sürekli mücadele edilen, kıyıma uğratılan Bogomil mezhebine taraftar olan kimseler de vardı.

12. yüzyılda Kiev merkez olmak üzere kurulmuş olan ikinci Rus prensliği ise 13. yüzyılda başlayan Moğol istilalarına maruz kaldı. Bu istilalar, Slav ülkelerinde özellikle de iki yüz yıl boyunca Tatar egemenliğine (Altın Orda Devleti /Kıpçak Hanlığı- resmen yıkılışlarına Kırım hanlığı neden olmuştur 1502) girecek olan Rusya’da dengeleri alt üst etti. Rusya böylelikle Avrupa’dan koptu ve kuzeye, Moskova’ya kaydı. Rusların üstünlüğü ele geçirişleri 16.yüzyılın II.yarısından itibaren olacaktır. Demek ki Osmanlıların ilk kuruluş yıllarında Karadeniz’in kuzeyinde Moğolların *Altın Orda Devleti vardı.


4. Avrupa

Siyasi ve Sosyal Durum 

10. ve 12. Yüzyıllar arasında, Feodal rejimle, siyasi, sosyal ve ekonomik yapısını örgütlemiş olan Avrupa’da 12. yüzyılın ortalarından itibaren durum değişmeye başlamış, krallar feodal beyleri; savaş, diplomasi, entrika olarak özetlenebilecek klasik üçlemeyi kullanarak denetimleri altına almaya başlamışlardı.

Örneğin; Fransa kralı VI. Louis 12. yüzyılın ilk yarısında krallık topraklarındaki şato sahiplerini kendine bağladı. Kutsal Roma-Germen imparatoru (Alman imparatoru) I. Friedrich Barbarossa ise, 12. yüzyılın ortalarında Alman prenslerini kendine bağladı. Bu ilk merkeziyetçiliği sağlama denemelerinin ardından, mutlak monarşiler ortaya çıkmış ama feodal rejim etkisini uzun süre devam ettirmiştir.

Siyasi birlik kuramamış olan İtalyan şehir devletleri arasında en güçlüleri özellikle yaptıkları deniz ticareti ve kurdukları kolonilerle güçlenen Ceneviz ve Venediklilerdi. Bu iki kesimin de Bizanslılarla oldukça yoğun siyasi ve ticari ilişkileri vardı. Özellikle ticari çıkarları bağlamında Anadolu’nun deniz kıyıları ve adalarla çok yakından ilgileniyorlardı. İleride Osmanlılarla da sık sık bu yüzden mücadele ettiklerine tanık olacağız.

İspanya ise bir çok Hristiyan krallığından/prensliklerinden oluşmuştu. Katolik Hıristiyan olan bu krallıklardan en önemlileri Aragon ve Kastilya krallığı idi. Daha önceden tamamen Müslümanların elinde olan İspanya’da Müslüman olarak bir tek devlet/beylik kalmıştı; “Gırnata Endülüs Emevi Devleti /Beni Ahmer Devleti”. Bu devlet 1492 yılına kadar varlığını korumuş ama o tarihten itibaren İspanyollar tarafından ortadan kaldırılmıştır

İngiltere’de ise Feodalizm 11. yüzyıldaki Norman istilasından sonra başladı. Ama İngiliz kralları, Avrupa’da feodal rejimde yaşayan krallardan daha farklı konumdaydılar. İngiltere’de uygulanan feodalizm hem merkezi hem yerel yönetime dayanıyordu. Bu arada İngiliz kralları sadece adaya bağımlı bir yönetimden yana değillerdi. Özellikle Fransa’daki topraklarla ilgileniyorlardı ve Fransa’da bir çok bölge, İngiliz kralına bağlı vasal prensliklerdi.

Nitekim bu yüzden 1337 tarihinde İngiltere ile Fransa arasında 100 Yıl Savaşları denilen büyük savaş patlak verdi. Savaşın başlamasına neden olan olay, İngiltere kralının, akrabalığa dayanarak kendini Fransa kralı olarak ilan etmesiydi. Başlangıçta büyük topraklar kaybeden Fransa, daha sonra orduda yapılan reformların ve kurulan topçu sınıfının da yardımıyla İngilizlerin elindeki toprakları bir bir geri aldı. Böylelikle savaş herhangi bir antlaşma imzalanmadan fiilen 1453 de sona erdi. İngiltere ve Fransa uluslarının ilk ulusal bilinçlerinin şekillenmeye başlaması bu savaşlarla beraber olmuştur. Halkların, İngilizler ve Fransızlar şeklinde isimlendirilmesi bu savaştan sonra ortaya çıkmıştır diyor bazı tarihçiler. Savaşın getirdiği mali külfet ise halka yüklendiğinden büyük toplumsal çalkantılar ortaya çıktı ve 1381 tarihinde İngiltere tarihindeki ilk büyük halk ayaklanması meydana geldi.
Notlar
*Orda Moğolca “çadır, otağ” mânasına gelmektedir. Devletin kurucusu Batu Han’ın ak otağının üst kısmının altın yaldızlı olması sebebiyle bu devlete Altın Orda veya Ak Orda denmiştir.


Kaynaklar
Osmanlı Tarihi, Ümit Hassan ve Metin Kunt,  Cilt 1 ve 2,  Cem Yayınevi, 1985
Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, Tarih Vakfı Yayınları, 2000
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, cilt 1, TTK Yayınları, 1988


Bu seride yer alan Osmanlı tarihiyle İlgili diğer konular ve diğer kaynaklar için bkz.
https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/06/osmanl-tarihi-ders-notlar-konular.html

13 Mart 2019 Çarşamba

Gotik Binaları Tanımak İçin Birkaç Küçük İpucu

Gotik Binaları Tanımak İçin Birkaç Küçük İpucu

Dilara Kahyaoğlu

Bu çalışma "Uygarlıklar Tarihi 2 Öğrenci ve Öğretmenler İçin Çalışma Kitabı" için hazırlanmış ve orada yayımlanmıştı... İlgili bölümü buraya alarak ve yeni bölümler ekleyerek (örneğin Saint Antuan Kilisesi'ni de çalışmaya dahil ettim.) Gotik Üslup'un öğrenilmesini kolaylaştırmak istedim. 

Kaynak A:  Notre Dame Katedrali Gotik katedrallerin en ünlüleri arasında bulunan Paris Notre Dame Katedrali, Paris’in gururu ve ekonomik özgürlüğün sembolü olarak yerel tüccarlar tarafından Meryem Ana’ya ithafen yaptırılmıştır. 1163-1345 yılları arasında tamamlanan katedralin inşası uzun yıllar sürdüğünden yapıda çok sayıda mimar çalışmış ve üslup değişiklikleri ortaya çıkmıştır. 
Resimde Katedralin ünlü “batı cephesi” (krala ait giriş bölümü) görülmektedir. 

Kaynak B: Gotik Üslubun Özellikleri
Gotik üslup, siyasal değişimlerin ve ulusal devlet bilincinin yaşandığı yıllarda ilk kez
Fransa’da ortaya çıkmıştır. Fransa ve Avrupa’da, bu üsluptaki eserlere Opus Francigenum-Fransız İşi denilmiştir. İtalyan hümanistleri 15. Yüzyıldan sonra bu tarz işleri beğenmeyip Barbar Sanatı diye nitelendirmiş ve istilacı kavimleri, Gotları hatırlatacak biçimde Gotik kelimesi ile adlandırmaya başlamışlardır.

Gotik, gerçekte bir mimarlık üslubudur. Romanesk dönemde temelleri atılan Gotik üslupta, bilinçli olarak Romanesk üslubun özellikleri bir araya getirilmiş ve Orta Çağ kentlerinin katedralleri (büyük, anıtsal kilise) Gotik üslupta inşa edilmiştir. Bu çağda katedral, dönemin düşünce ve sanatının anıtsal ifadesidir. Katedraller piskoposların öncülüğünde, halkın ve loncaların desteği ile yapılmıştır. 

Gotik katedrallerin ilk örneği rahip Suger tarafından planlanan Saint Denis Katedrali’dir. Suger’in, Fransızlara özgü millî bir mimari yaratmaya çalıştığı bu katedralde gül pencerebatı cephesinde iki kuleışınsal şapeller (şapel: küçük kilise veya katedrallerde ibadete ayrılan yer), sivri kemerler, kaburgalı tonoz gibi Gotik üsluba ait özellikler bir arada kullanılmıştır.



Kilise duvarları ve alınlıklarına kabartma ve heykeller yapılması da üslubun önemli özellikleri arasında bulunur. Gotik katedrallerde boyutlar yükseldikçe örtü sistemini desteklemek için uçan payandalar yapılmıştır. Payandaların taşıyıcı görevini üstlenen cepheleri rahatlatmasıyla daha büyük pencere ve kapı açıklıkları yapılabilmiş bu da pencerelerin vitraylarla (renkli cam işçiliği) kapatılarak süslenmesini sağlanmıştır. Gotik yapılar ülkelere göre değişiklik gösteren özelliklere sahiptirler.
Parla, Canan (ed.) vd. Sanat Tarihi. s: 178-179

Şimdi de
Ayrıntılara Bakalım...


a: Rozas  (gül) pencere
Romanesk ve Gotik katedrallerde ilk kez kullanılan yuvarlak pencerelerdir. Renkli camlar, desenler ve resimlerle süslü pencerelerde oymalar ve desenlerle süslenmiş çerçeveler kullanılmaktadır. 

b: İngiltere’deki York Katedralinin batı cephesindeki iki kule  1230-1472 

c : Amiens Katedrali'nin ( 1220-1270) ışıltılı yarım daire şeklindeki şapeli…  
“Şimdi bu yapıların duvarları ne soğuk ne de insandan uzaktı. Tam tersine değerli taşlar gibi parlayan resimlenmiş camlarla zenginleşmişti.” (Gombrich)


d: Santa Maria del Pi (Barcelona) kilisesinin gotik sivri kemerleri. 1319-1391 
e: Notre Dame de Strasbourg katedralinin uçan payandaları… 
Payanda: Yapılarda kullanılan destekleyici unsurlara denir.



f: Saint-Séverin kilisesinin kaburgalı tonozları, Paris.  
Tonoz: mimarlıkta kemerlerin bir araya gelmesiyle oluşturulan, genellikle tavan örtüsü olarak işlev gören yapı parçasıdır.

g: Notre Dame’da katedralinde gargoyle heykelleri, Fransızca gargouille sözcüğüne dayanan bir tür gotik mimari ögedir.  İnanışa göre gargoylelar, gündüzleri taşlaşır, geceleri canlanır; evlere ve samanlıklara bağlanır, oralarda yaşarlarmış.




ÇALIŞMA SORULARI
1. Metnin (Kaynak B) ve ana resmin (Kaynak A) altı  yazısını;  görsel (a, b...g)  ve alt yazıları ile birlikte
 inceleyiniz.  Bu kaynaktaki bilgilere göre; Kaynak A’da yer alan resimde gotik üsluba ait hangi 
 unsurlar vardır? Saptamalarınızı resmin üzerinde gösteriniz.

2. Şimdi de aşağıdaki Chartres Katedrali'ni inceleyelim ve yukarıda bahsedilen özellikleri bu yapı üzerinde bulmayı deneyelim. Özellikle Batı Cephesi'ne bakınız (2. resim). Resme tıklayarak büyütmeniz gerekecektir. (1. 2,. ve 3. resimler)

3. Şimdi de Chartres Katedrali'ne ait  çok özel bir ayrıntıyı (3. resim) inceleyelim: Labirent... Bunu daha önce nerede duymuştunuz? Bu şekilde bir ayrıntıya/motife başka herhangi bir yapıda rastladınız mı? Buraya yapılmış olmasının amacı ne olabilir? Düşünün, araştırın.

4. Ve son olarak ülkemizden bir yapıyı inceleyelim: Saint Antuan Bazilikası.. (4, 5, 6, ve 7. resimler)
Gözlem yapalım, düşünelim, karar verelim: Bu yapıda Gotik Üslup'a ait unsurlar var mı?
1. Chartres Cathedral, Yüksek Gotik, yapının güney-doğu cephesi Paris'in 80 km. güneybatısında bulunan Chartres kentinde 13. yüzyılda kurulmuş olan; Romanesk mimari teknikleri ile yapılmış olmasına rağmen Gotik mimariyi en iyi temsil eden ve günümüze kadar özgün heykelleri, vitrayları ve döşemeleri ile en çok korunmuş olan bir anıt eserdir. Bu iki mimari tarzın birbirlerinden ayrı değil, ama birbirlerinin devamı olduğunu gösteren en iyi örnektir. Günümüze kadar korunarak gelen katedral, daha önce yangınla yok olan katedralin yerine 1193 ile 1250 yılları arasında yapılmış olan ve 4. yüzyıldan itibaren aynı yerde inşa edilen beşinci katedraldir. Kaynak
2. Chartres Katedrali'nin Batı cephesi
3. Chartres Katedrali'nin ünlü labirenti

4. St. Antoine Catholic Basilica
Kiliseye giriş kapısı


5. Ana caddeden giriş kapısı. St. Antuan Bazilika
                        6. Saint Antuan Bazilikası, İç Mekan: Mavi renkteki kaburgalı tonoz şeklinde tasarlanan üst örtüsünü taşıyan,
 üsluplaştırılmış akantus bitkisinin yapraklarıyla süslü başlıkların altında 
düşey olarak uzanan demet sütunlar....

7.  Saint Antuan Bazilikası, İç Mekan

KAYNAKLAR

Parla, Canan (ed.) ve vd. Sanat Tarihi. Eskişehir: AÖF Yayınları, 2013.
Gombrich, E.H, Sanatın Öyküsü. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1986.

Görsellerin Linkleri







Diğer kaynakları ilgili yerlerde tek tek gösterdim.

****
Bu çalışma "Uygarlıklar Tarihi 2 Öğrenci ve Öğretmenler İçin Çalışma Kitabı" için hazırlanmış ve orada yayımlanmıştı... İlgili bölümü buraya alarak ve yeni bölümler ekleyerek Gotik Üslup'un  öğrenilmesini kolaylaştırmak istedim. 

Yazar adı belirtilmeden, aktif link verilmeden kullanılamaz, alıntılanamaz.