Yeniçağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yeniçağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Kasım 2019 Pazar

Kaynakları Sorgulamak: Haritalara Dikkat!

Kaynakları Sorgulamak: Haritalara Dikkat!

Dilara Kahyaoğlu

12. ve 15. yüzyıllar arasında Avrupa'da kurulan üniversiteleri gösteren harita
İlk üniversite 1180 yılında Kuzey İtalya'da kurulmuş olan Bologna Üniversitesi diye bilinir ama
haritada ondan daha önce kurulmuş üniversiteler de gösterilmiş. Aslında burada bir bilgi yanlışı var
çünkü Bologna üniversitesinin kuruluşu 1180 değil, 1080 olmalı. İnceleyiniz.
Üniversitelerin açıldığından beri kesintisiz olarak çalışmış olması da dikkate alınması gereken en önemli faktör.
Kaynak: Norman Bancroft Hunt, Living in the Middle Ages , Thalamus Publishing, 2009, s. 71

Şu kaynağa da bkz. Burada oldukça farklı bilgiler var. Karşılaştırınız.

Dikkat! Bu durumdan çıkartılması gereken en önemli sonuçlardan biri, gördüğümüz herhangi bir belgeyi, bir kaynağı, mesela bir haritayı sorgulamadan doğru olarak kabul etmeyelim. 



16 Kasım 2019 Cumartesi

Kaynakları Sorgulamak: Avrupa'nın İlk Üniversiteleri

Kaynakları Sorgulamak: Avrupa'nın İlk Üniversiteleri



12. ve 15. yüzyıllar arasında Avrupa'da kurulan üniversiteleri gösteren harita
İlk üniversite 1180 yılında Kuzey İtalya'da kurulmuş olan Bologna Üniversitesi diye bilinir ama
haritada ondan daha önce kurulmuş üniversiteler de gösterilmiş. Aslında burada bir bilgi yanlışı var
çünkü Bologna üniversitesinin kuruluşu 1180 değil, 1080 olmalı. İnceleyiniz. 
Üniversitelerin açıldığından beri kesintisiz olarak çalışmış olması da dikkate alınması gereken en önemli faktör.
Kaynak: Norman Bancroft Hunt, Living in the Middle Ages , Thalamus Publishing, 2009, s. 71

Şu kaynağa da bkz. Burada oldukça farklı bilgiler var. Karşılaştırınız.

Dikkat! Bu durumdan çıkartılması gereken en önemli sonuçlardan biri, gördüğümüz herhangi bir belgeyi, bir kaynağı, mesela bir haritayı sorgulamadan doğru olarak kabul etmemektir. Ama bu her şeyden de şüphe etmek gerektiği anlamına da gelmemeli. Dikkatli olmak, eleştirel yaklaşmak, sorgulamak bilimsel disiplin adına zaten yapılması gereken ilk adımlar. Burada kaynağın niteliği  önemlidir. Belge mi, yoksa kaynağı belli olmayan görseller veya metinler mi? Yazan, yayımlayan kim?
Bu konuyu bir çok çalışmamda ele almıştım. Lütfen şu linke bkz.

5 Haziran 2019 Çarşamba

II. Mehmet'in İstanbul'u Yeniden İnşa Etmesi

II. Mehmet'in İstanbul'u Yeniden İnşa Etmesi

Halil İnalcık


Fetihten önce İstanbul ancak ölü bir şehirdi. Fatih Mehmed onu, tek­rar siyasi ve iktisadi bir imparatorluk merkezi yapmak için büyük bir ener­jiyle çalıştı; bunun neticesinde, şehrin yeniden inşaasında olduğu kadar hızla iskan edilmesinde de hayli mesafe katetti.

Çok sayıda kaynaktan elde ettiği güçlü delillere dayanan A. M. Schneider(1), istanbul'un, 1204'te Latinler tarafından işgalinden sonra nasıl uzun bir gerileme dönemine girdiğini, işgal süresince nasıl bir köy durumuna geldiğini, bağların ve tarlaların şehir surları içindeki geniş bir sahaya nasıl yayıldığını gösterir. Osmanlılar tarafından zaptından önce şehrin nüfusu, azami 50.000 olarak tahmin edilmekteydi. 1454'te Patrik yapılan Scholarios, lstanbul'u o zaman «büyük bir kısmı boş, yoksullukla perişan olmuş harabe bir şehir” olarak tasvir eder.

1453'te Fatih Mehmed, müstakbel başkentinin, ellerine harabe bir şehir olarak düşmesini istemediğinden, nihai umumi taarruzu yapmaya karar verdiğinde İmparatora, şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerektiğini teklif ve buna karşılık kendisine Mora despotluğunu vaat eden bir elçi göndermişti. Fethin ardından, İmparatordan sonra en nüfuzlu adam olan Lukas Notaras'ı huzuruna çağırmış ve öfkeli bir şekilde, şehri teslim etmesi için niçin imparatoru ikna etmediğini sormuş; bu yapılmış olsaydı şehir, pek çok zarardan, tahripten ve bir o kadar can telef olmaktan kurtulmuş olacaktı demişti.(2) Notaras ise şehri teslim etmeye niyetlenmiş olduklarını, ancak müdafaaya iştirak eden Latinlerin böyle bir teşebbüse şid­detle karşı çıktıklarını belirterek, ne imparatorun ne de kendisinin bunu yapacak güce sahip oldukları karşılığını vermişti(3). Nihayet Fatih, umumi taarruz ve yağma husunda verdiği, kararı orduya ilan etmişti. İslam huku­kuna göre, bu kaçınılmazdı. Bu hukuk, teslim tekliflerini reddeden ve mukavemete kalkışan düşmanın esir alınması gerektiğini ve mallarının, Müslüman muhariplerin helal kazancı sayılmasını amirdi. Fatih, yağmaya müsaade ederken hiç bir yapının tahrip edilmemesini kat'i şart koş­muştu. Üç günlük yağmanın sona erişinden hemen sonra büyük bir ener­jiyle şehrin  muhafaza ve restorasyon meselesine başladı. Fatih'in sara­yında yaşamış olan çağdaş tarihçi Kritovoulos, onun fetihten sonra "ilk iş olarak, şehri sadece eski haline getirmek için değil, fakat mümkün oldu­ğunca daha mükemmel bir şekilde imar ve iskan etmek için plan yaptığı­nı" bize bildirmektedir.
Fetih öncesi, nüfusun bir kısmı şehri terk etmiş ve kaçmış, geri ka­lanlar da ordu tarafından esir alınmıştı; kalenin, kuvvet kullanılarak zapte­dilmiş olması, «şehri boş ve tenha bir hale getirmişti." Fatih, çok sayıda  Rum'un, sahiplerine fidyelerini ödemeleri şartıyla serbest bırakıldıklarını irade etti.(4) Fidye parasını kazanmalarına imkan sağlamak için, tanzim etmiş olduğu geniş inşaatlarda çalışmalarına müsaade etti. Fakirlere para dağıtmayı, halkın gönlünün kazanılmasının bir yolu olarak gördüğü için sık sık şehri gezmeye çıktı.(5) Keza, şehirden kaçmış olanların verilen mühlet içinde geri dönmeleri halinde, evlerinin barklarının kendileri için tamir edileceğini bildirdi; hatta nüfusu İstanbul'a celbetmek arzusu ile, italyanlara muhalif olarak tanınan Megadux Lukas Notaras'a bir vazife vermek düşüncesiyle teşebbüse geçti. Bununla beraber «bazı kişiler" böyle bir teşebbüsün yaratacağı tehlikeler üzerinde ısrar ederek, Sultan'ı, bu dü­şüncesinden vazgeçirmeye muvaffak oldular.(6) 16 Ağustos 1453 tarihli bir mektuba göre, Fatih; Silivri ve Galata halkını İstanbul'a naklederek burada yerleştirmişti.(7)

Bütün hükümdarlığı süresince Fatih'in yegane zihni meşguliyeti, lstan­bul'u, imparatorluğunun hakiki bir devlet merkezi yapmak olmuştu.

Haziran 1453'te İstanbul'dan ayrılmadan önce Fatih, Süleyman Bey'i İstanbul'un ilk subaşısı ve Hızır Bey'i(8) ilk kadısı olarak tayin etti; şehrin yeniden düzenlenmesini ve baş vazifeleri olarak surların restorasyonunu bunlara tevdi etti. Keza, Yedikule sitesi üzerine müstahkem kale yapılma­sını emretti.(9) Aynı zamanda şehrin merkezinde (şimdiki Üniversite arsa­sında) kendisi için bir saray inşaa edilmesini buyurdu. Müteakıben, vezir­lere, beylere ve kapıkulu erkanına bundan sonra pay-i tahtım istanbul'dur diye bildırdi.(10)

Onu, şehrin yeniden imar ve iskanı için derhal Anadolu'dan ve Ru­meli'den insan nakli usulleriyle meşgul görüyoruz. Dukas'a göre,(11) ilk defa 5.000 aile gönderilmesini istemişti. lorga tarafından yayımlanan bir mektup,(12) bize onun, Anadolu'dan 4.000 ve Rumeli'nden yine 4.000 ailenin sürülmesini emrettiğini göstermektedir. Bunlar Hristiyan, Müslüman ve Yahudiler olmalıdır. Fatih, boş evlerin yeni yerleşenlere bedava dağıtılacağını da ilan etmişti. O, bu tedbirleri aldıktan sonra, Edirne'deki sarayına dönmek üzere İstanbul'dan ayrılmıştı {21 Haziran 1453).

Fatih, aynı yılın sonbaharında İstanbul'a, geri döndü. İlk ve en başta. gelen düşüncesi, İstanbul'un yeniden tanzim ve inşaası idi. Fakat, Fatih'in bilhassa İstanbul'a çekmek istediği varlıklı kişilerin, aile ocaklarını terk etmek istememelerinden meydana gelen gecikmeleri, yeniden imar ve is­kan işine zarar veriyordu(13 ). 6 Ocak 1454'de Fatih, Latinlere muhalefeti ile tanınan Scholarios'u İstanbul Patriği tayin etti. Bundaki maksatlarından biri, şehirden kaçmış olan Rumları İstanbul'a geri çekmekti. Daha sonra Bursa'ya geçti; burada bazı sert tedbirler alarak ve subaşı'ların çoğunu değiştirerek 35 gün kaldı.(14) Zengin ve fakir çok sayıda kişinin seçilmesini ve zorla lstanbul'a gönderilmesini emretti (bu muamele, sürgün olarak tarif edilmekteydi). Bu şehirden sürülenlere dair Bursa Şer'iyye sicillerin­ deki k,ayıtlar hala durmaktadır. Bu yolla 1454 ve 1455 yıllarında mühim miktarda insanın İstanbul'a getirildiği ve burada iskan edildi [kaynakta böyle yazılmış] görülüyor.

Daha sonra Fatih, seferleri müddetince, fethettiği şehirlerin zenginle­rinden, sanat erbabından ve tüccarlarından bazılarını sürgün olarak İstan­bul'a göndermiştir; savaş esirleri arasındaki çiftçileri haskul (sultan kulları) olarak, İstanbul'a gıda maddeleri temin etmek için şehir etrafında ku­rulan kasaba ve köylere yerleştirtmiştir.

İstanbul civarında, ilk imar ve iskan faaliyeti 1454'te Sırbistan sefe­rinden sonra yapıldı. 1454 yazı sonunda, Sırbistan esirleri arasından se­çilen dört biri aile, İstanbul etrafındaki köylere yerleştirildi.(15) Müteakip Sırbistan seferlerinde (1455, 1456, 1458, 1459) Fatih, mühim, bir miktar Sırbistan esirini İstanbul'a sürdü. Aynı şekilde 1458 ve 1460 Mora sefer­leri sırasında esir alınan nüfusun bir kısmı, Zenta, Kefalonya ve Santa Mavra (Aya Mavra) adalarından getirilen esirler, İstanbul civarındaki kır bölgede yerleştirilmişti. Bu haskullar, yetiştirdikleri ürünün yarısını saraya teslim etmekteydiler. Fatih tarafından bu şekilde İstanbul'un etrafında has köyleri ismiyle kurulan köylerin sayısı, bin dolayında tahmin edilmekte­dir(16a) (Barkan, Kanun'lar, LXII). "Fatih bu işi, şehrin ihtiyaçlarını temin et­mek istediği ... için yapmıştı." 6b).

İstanbul içindeki Hristiyanlar, aşağıdaki yerlerden getirilerek iskan edilmişti: Eski ve Yeni Foça (1460); Argos (1463); Amasra (1459); Trabzon (1460); Mora (1458'de 4.000 kişi); Taşoz ve Samotraki adaları, (1459-60); Midilli (1462); eğriboz (1473); Kefe ve Mengüp 1475). Keza, Anadolu seferleri esnasında Müslüman ve Hristiyan nüfuslar arasından da "sürgünler" seçilmişti. Bilhassa 1468 ve 1471 yılları arasında Konya, Larende, Aksaray ve Ereğli'den çok sayıda Müslüman ve Hristiyan nakledilmişti (Aşık Paşa ve Neşri, Aksaray'dan İstanbul'a sürülen halkın, Aksaray mahallesini oluş­turduklarını kaydederler). Her grup, İstanbul'a gelişlerinde başka bir ma­halleye yerleştirilir ve çoğu zaman bu mahalleye eski memleketleri olan şehrin ismi verilirdi.(17) Fatih, şehrin gelişmesini teşvik etmek için zengin­leri, usta sanat erbabını veya aristokrasiye mensup olanları İstanbul'a yer­leştirmeyi daha uygun bulmuştu.(18) Kefe'li bütün İtalyan aileleri, kölele riyle birlikte, İstanbul'a nakledilmiş ve Kefeli adlı mahalleye yerleştiril­mişti.(19)

1455 Sırbistan seferinden sonra İstanbul'a dönen Fatih, o yılın sonbaharında sarayın ve Yedikule kalesinin tamamlandığını ve şehir surlarının tamir edildiğini memnuniyetle görmüştü. Daha fazla inşaat için talimatlar verdi. Büyük ve Küçük Çekmece arasındaki köprülere ilaveten, şehre ulaşan diğer başlıca yolların tamir edilmesini emretti. Bu yolların en zayıf bölümleri boyunca kaldırımlar yapıldı.

O kış, şehrin yeniden inşaası hakkında mühim kararlar alındı. Fatih, şehrin merkezine bina edilen yeni Saray'ın yanına küçük bir çarşı yapıl­masını buyurdu. Bu çarşı, Fatih zamanında Büyük Bedestan veya Bezzaz­istan olarak adlandırılan İstanbul'un ünlü Kapalı Çarşısı olacaktı. Kritovou los, Kapalı Çarşıyı, tamamen yüksek duvarlarla çevrilmiş ve çinilerle kap lanmış olarak tasvir eder.(19a) Bu yapının 1464'ten önce tamamlanmış ol­duğuna şüphe yoktur. Bedestan, daha ziyade, bilhassa kumaşlar, kürkler ve mücevherat gibi şeylerin depolanmasına ve müzayedesine tahsis edil­miş bir yapıdır. Burası, büyük tüccarların toplanma yeridir. Fatih Vakfiye­sine göre, muhteşem Bedestanı, ambarları da müştemil olmak üzere 128 dükkan ihtiva etmekteydi; buranın etrafında muhtelif tüccarlar ve sanat­karlar tarafından tutulmuş 894 dükkan vardı ve bunların tamamı kapalı çar­şıyı oluşturmaktaydı. Büyük Bedestan, bir çok ilavelerle genişletildi; bu yapı, İstanbul'un en mühim ticaret merkezlerinden biri olarak günümüze ka­dar ayakta kalmıştır. Fatih, Ayasofya Camiinin hizmetlerine ve onarımına sarf edilmek üzere, bu Bedestan'dan elde edilen gelirin toplanıp muhafaza edileceği bir sandık oluşturmuştu.

Fatih, ayrıca Bedestan için aynı sene içinde bir kaç umumi hamam ya­pılmasını; şehre bol miktarda su temin etmek gayesiyle zarar görmüş eski kanalların ve su kemerlerinin tamir edilmesini emretmişti.

Fatih Vakfiyesi, şu satırları ihtiva eder: "Bir şehir  kurmak, ulvi bir harekettir; insanların kalbinin kazanılmasını ve yüzünün güldürülmesini mucip olur".

Kritovoulos bize, Fatlh'in, 1471 yılını, bütün şehir üzerinde hamamlar, kervansaraylar ve çarşılar yapımı ile geçirdiğini bildirir. Bu yılda kanallar ve su kemerleri uygun bir şekilde tamir edilerek şehir hamamlarının ve mahallelerinin yeterli suya kavuşturulması sağlanmıştı. Şimdiki Fatih mahallesi yakınında su kemerlerinin bir noktasın kırk musluk ile bir pınar yapılmıştı.(20)

1460 yılı, nüfus meselesi ye bütün ticari muamelelerde alınacak fevkalade tedbirlerle damgalanmıştı. Hem Rumeli'ne hem de Anadolu'ya, fe­tihten önce şehri terk eden İstanbul'un eski sakinlerinin geri dönüp tekrar burada yerleşmelerini bildiren fermanlar gönderilmiştir. Kritovoulos'a göre (21) Edirne; Filibe, Gelibolu, Bursa ve diğer Osmanlı şehirlerinde, İstanbul'u terk eden zengin ve müreffeh pek çok Rum bilgin ve sanatkar vardı. Bunlara evler veya arsalar temin edildi ve hepsinin İstanbul'a dönmeleri  buyuruldu. Aynı tarihte Fatih, aktif bir ticaret merkezi olarak gelişmiş bulunan Eski ve Yeni Foça'nın halkını İstanbul'a gelmeye ve burada yerleş­meye mecbur tutmuştu.

1454 yılı civarında İsaac Safrati, Almanya ve Macaristan'da (Alman ve Macarların kendi) dinlerine girmeye zorladıkları Yahudilere hitaben ya­yınlanan bir mektupta onlara, Osmanlı imparatorluğuna gelmek için bura­daki şartların çok müsait olduğunu söylemekteydi. Bu mesaj Almanya ve İtalya'dan çok sayıda Yahudinin göç etmesini sağladı. 1478 nüfüs sayımı, lstanbul'da 1647 Yahudi ailesi bulunduğunu gösteriyor.

Fatih'in sarayında bulunmuş olan Kritovoulos, bize, cami'lerin ve sa­rayların yapımı sırasında, onları bizzat teftiş etmek ve gerekli emirleri çıkarmak hususunda Sultan'ın nasıl samimiyetle ilgilendiğini anlatır.(22) Nihayet, Yeni Saray 1464'te tamamlanmıştır. Haliç (Altın Boynuz) ve daha sonra Saray Burnu olarak adlandırılan Marmara Denizi bitişiğindeki geniş  bir saha, evvelce dikilen zeytin ağaçlarıyla örtülmüştü. Kritovoulos(23) ve Tursun Beğ(24) bize, bir saray tasviri yapmaktadırlar. Her iki müellif, sara­yın civarından başlayıp denize kadar uzanan bayırları içine alan bir bölge­deki güzel bahçeleri, fıskiyeleri ve dinlenme yerlerini hayranlıkla anlatırlar.

Daha sonra Topkapı Sarayı ismiyle anılan Yeni Saray, dört asır müd­detle Osmanlı hükümdarlarına ikamet yeri olarak hizmet vermiştir. Top­kapı Sarayı, dünyanın en zengin ve en kıymetli müzelerinden biri olarak hala ayakta durmaktadır. Fatih'in hayat müddeti içinde, 1473'te eşsiz bir sanat abidesi olan bahçeli Çinili Köşk yapıldı; 1478'de bütün saray sahası yüksek duvarlarla çevrildi. 1459'da Fatih, İstanbul yakınında Peygamber (Hz.) Muhammed'in sahabesi olan Eba Eyyub Ensari'nln şehit düştüğü farz edilen yerde bir cami ile bir türbe, bir medrese ve bir imaret yaptırdı ve Bursa'dan getirilen göçmenler buraya yerleştirildi.

Osmanlı Devletinin, kamu hizmeti düşüncesine sahip olmadığı iddiası(25) doğru değildir. İleride, teb'ayı müreffeh bir hayata ulaştırma hizme­tinin, Devletin başlıca vazifelerinden biri sayıldığını göreceğiz. Günümüz­de, Devletin veya belediye idarelerinin yapmakla sorumlu olduğu yollar, okullar ve hastahaneler gibi kamu hizmetlerinin çoğu, vakıf müesseseleri aracılığıyla yapılırdı. Osmanlı Devleti, Müslüman devletler arasında bu müesseseyi kamu hizmetleri cihetinde en geniş çapta geliştiren bir dev­lettir. Osmanlı Devleti, sadece böyle çok sayıda vakıf kurmakla kalmadı; onları sıkı bir kontrole tabi tutarak, halkın ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşı­lamalarına ve devletin gayelerine daha iyi hizmet etmelerine de çalıştı. 1528'lerde Vakıflar, Osmanlı İmparatorluğunun umumi kamu gelirlerinin % 12'sini harcamıştı. Anadolu örnek alınacak olursa, 13,5 milyon akça ge­lire sahip olan Vakıflar 45 imaret, 342 büyük cami, 1055 küçük cami (mescid), 110 yatılı okul, 626 büyük ve küçük zaviye, 154 ilkokul, 75 han ve ker­vansaray, 238 umumi hamam, vs. ye ödeme hizmeti yapmaktaydı(26).

imparatorlukta en başta gelen vazifelerden biri olarak İstanbul'un ye­niden inşaa ve tezyinini gözönüne alan Fatih, 1459'da belli başlı şahsiyet­ileri bir toplantıya çağırmış ve onlardan, şehrin muhtelif noktalarında külliyeler vücuda getirmelerini istemişti. Kritovoulos'a göre,(27) o tarihte Fatih, kendisi için Yeni Saray'ın ve büyük bir camiin yapılmasını emretmişti (Camiin yapımına 1463'te başlandığını biliyoruz). Şehrin bir çok bölgesi­ de camiler, yatılı okullar, imaretler ve halk hamamları yapımında Mahmud Paşa önde gelmektedir; onu diğer vezirler ve seçkin şahıslar takip etmiştir; yapılan yapıların etrafında, bunların masraflarının vakıflar tarafından karşılanması için ticaret merkezleri kurulmuştu. Bu külliyeler, yeni İstanbul'un gittikçe gelişen nüvesi oldu. Bu nüvelerin etrafına nüfus toplanarak böylece yeniden inşaa hızla ilerledi. Modern İstanbul'un belli başlı mahalleleri, bugün hala Fatih devrinin önde gelen şahsiyetlerinin isimlerini taşı­maktadır: Mahmud Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Murad Paşa, Davud Paşa, vs.

Bu sistem, İstanbul'da denenmeden önce, Bursa ve Edirne'nin gelişmesi için uygulanmıştı; her iki şehir, amme hizmeti ve dini gayelerle ha­reket eden devlet adamları, nüfuzlu ve zengin şahıslar eliyle kurulan va­kıf müesseselerinin meydana getirdiği külliyelerle büyüyüp gelişmiştir. ikinci Osmanlı hükümdarı Orhan Gazi, Bursa kalesinin eteğinde bir cami, bir imaret ve bir bedestan yaptırmıştı. Daha sonra, -bu nüve etrafında yeni ve büyük bedestanlar vücut buldu; o kadar ki, hala şehrin bu bölgesi Bursa'nın en faal ticaret merkezi olarak devam etmektedir. Aynı metod İstanbul için de zikredilebilir (Bu hususta, geniş dini komplekslerin küçük mik­yaslı bir modeli sayılabilen taşradaki zaviyeler ve tekkeler tarafından köylerin teşekkülünde oynanan rol de belirtilmelidir).

Fatih Camii külliyesini örnek olarak alalım. Bu külliye, Cami çevresin deki başlıca şu yapıları ihtiva eder: Semaniye medreseleri, daru'ta'lim (ilkokul), daru'ş-şifa (hastahane), imaret (han). Camiin başlangıcı, 1463 yılı ilkbaharına kadar geri gider; ancak 1470 yılı sonunda tamamlanmıştır (Fatih, bu Cami'den önce Şeyh Vefazade ve Rumeli-hisarı camiini yaptırmıştı).

Fatih, İstanbul'un dokuz camiine (bu sayıya Ayasofya da dahildir) sürekli bakım ve destek sağlamak ve onlara hayır müesseseleri ilave etmek için, şehir dışındaki 35 köyün gelirini, bu gayeye vakfetmişti. Ayrıca bu ku­ruluşlar, lstanbul'un muhtelif pazarları ile (Büyük Bedestan, Sultan Pazarı, Beylik Pazarı, Mahmud Paşa Pazarı, Saraçlar Çarşısı, Dikilitaş Pazarı ve daha bir çok büyük-küçük pazarlar) dört hana, 14 umumi hamama, 54 değir­men ve şehrin her tarafına yayılmış yüzlerce dükkan ve binaya sahipti.

Fatih külliyesinin bir parçası olarak kurulan hastahane (daru'ş-şifa) de iki bilgili ve tecrübeli doktor, bir mütehassıs göz hekimi (kehhal), bir cer­rah ve bir ilaç yapan eczacı hizmet vermekteydi. ilaç deposu, bir doktor ve bir ambar memuru hazır bulunmadan açılamıyor, ilaçlar sadece hasta­hanedeki hastalar için kullanılıyordu. iki hastahane aşçısı, doktor nezare­tinde ve onun talimatına göre yemek hazırlamaktaydı. Hastahane kapıcı­sına, hastaları görmeye gelecek kimseleri içeri almaması konusunda tali­mat verilmişti. Hastaların, şefkatli bir tedavi görmeleri vakıf beratında kat'i bir surette beyan edilmişti. Doktorların ve bütün memurların aylıkları, ilaç ve yiyecek masrafları vakıf gelirinden ödenmekteydi.

İstanbul'da Müslüman hastalar, şayet doktor çağıracak ve ilaç alacak kadar zengin değillerse hastahaneye girişleri uygun görülürdü.

Fatih, fetihten sonra sekiz muhtelif camide sekiz medrese açılmasını emretmişti. Bu medreseler içinde en mühimi Ayasofya'daki idi. Fatih, Ey­yub Sultan Camiini inşaa ettirdiği zaman, burada da bir medrese tesis et­tirmişti (1458). Fakat, büyük talim ve terbiye müesseseleri, kendi camii etrafında yaptırdığı ve Semaniye Medreseleri olarak isimlendirilen medreselerdi. Semaniye Medreseleri, bir ilkokulµ (daru't-ta'lim), bir liseyi (Tetim­me medresesi) ve kelimenin tam manasıyla dini ilimleri öğretmek için kurulan sekiz medreseyi ihtiva etmekteydi. Medrese dışında da bir kütüphane binası vardı.

Medreselerde sadece ilahiyat ve dini ilimler tedris edilmemekte, aynı zamanda astronomi ve matematik gibi tabii ilimler de öğretilmekteydl. Kabiliyetli her hangi bir Müslüman, öğrenci statüsü ile medreseye girmek üzere seçilebilirdi. Öğrencilerin bütün masrafları vakıf gelirinden ödenmekteydi.

Müessese, vakıflardan hasıl olan gelirin toplanmasına; bu meblağın, memurların aylıklarının ödenmesinde yapıların onarımında ve bunların muntazaman işlemelerini temin etmek için yürütülen bütün faaliyetlerin ida­resinde usulüne uygun kullanımına bakan müstakil özel bir teşkilat tarafın­dan işletilmekteydi. Bu teşkilatta çalışan kişiler de maaşlarını müessese­den almaktaydılar. Ayrıca hocalar ve diğer ileri gelen memurlar, faaliyetle­rin yapılıp yapılmadığını veya vakfiyede ifade edilen gayelerin uygulanıp uygulanmadığını tetkik etmek, bütün faaliyetleri birlikte muayene ve mü­zakere etmek ve suçlu olduğu tesbit edilen hizmetlilere uygulanacak mü­eyyideleri görüşmek için yılda bir kere toplanmaktaydılar. Bu müeyyideler, suçun ehemmiyetine göre ihtar, ta'zir veya işten el çektirmekten ibaretti. Böylece bu müesseler külliyesi, idari ve mali açıdan müstakil bir kuruluş şeklini almış ve her türlü dış müdahalelerden kurtulmuştu. Padişahın ken­disinden başka, vakfın hakiki fonksiyonunu yerine getirmesine engel ola­cak her hangi bir kimse kalmamış oluyordu.

Şehrin hayatında bu müesseler tarafından oynanan rolle ekonominin oynadığı rol, birbiriyle aynı derecede ehemmiyetlidir: Vakfa bir gelir sağ­lama gayesiyle bu -müesseseler etrafında inşaa edilen kervansaraylar ve dükkanlar, mühim ticaret merkezlerinin kurulmasına müncer olmuştur. Bunlar, Fatih Camii etrafına kurulan ve daha sonra Sultan Pazarı adını alan 286 dükkanı müştemil geniş bir pazarın ortaya çıkmasına vesile olmuşlardır.

Çağdaş tarihçiler (mesela Clavijo), lstanbul'un Osmanlı Türkleri tara­fından fethinden önceki Ayasofya'nın harabe haline işaret ederler. Fatih'in en başta gelen işi, ünlü mabedi restore ettirmek olmuştu. Fatih, Ayasofya'nın bakımı ve burada çalışanların aylıkları için geniş vakıflar tesis etmiştir. Asıl lstanbul'da, Galata'da ve Üsküdar'da 2350 dükkan, 4 kervan­saray, 51 hamam, 987 ticari müessese, 32 buzhane ve 22 aşhane (bir tür lokanta) nin 718.421 akçaya varan toplam yıllık gelirinin tamamı Aya­sofya'ya tahsis edilmişti (Bu bilgi, lstanbul Başbakanlık Arşivindeki 1490 tarihli Ayasofya Vakıf Defterinden çıkarıldı).

Fatİh'in izinden giden diğer vezirler ve ileri gelen şahıslar, şehrin her bölgesinde vakıflar yoluyla çeşitli müesseseler meydana getirmişlerdir; sonuç olarak bu müesseseler, şehrin hızla büyümesine ve yeniden nüfuslanmasına yardımcı olan yeni mahalleleri geliştirmişlerdir. Mahmud Paşa Vakfında olduğu gibi, bu müesseseler genel olarak bir cami, bir medrese ve bir imareti, ihtiva ediyor, bunlara kervansaraylar ve dükkanlar ilave olu­nuyordu. Mahmud Paşa Çarşısı, 260 dükkanı müştemil olarak bütün şehrin en canlı ticaret merkezlerinden birine dönüşmüştü. Mahmud Paşa Kül­liyesi 1462'de tamamlandı.

Böylece İstanbul, Fatih'in hayatında saraylar, hanlar, kervansaraylar, çarşılar, pazarlar, hamamlar ve medresellerle kaplanarak mamur görünüşlü faal bir Türk şehri haline geldi.

1478'de Kadı Muhyiddin tarafından yapılan nüfus sayımına göre (Top­kapı Sarayı Arşivi, No: 9524) şehrin nüfusu o tarihte aşağıdaki unsurlardan oluşmaktaydı.

Aynı nüfus sayımı bize, 1478'de İstanbul'da 3667 ve Galata'da 260 dükkan bulunduğunu gösteriyor.

Bu dokümanı kısmen kullanan A.M. Schneider, nüfusu 60 veya 70.000 olarak tahmin etmektedir. Bununla beraber dikkat edilmesi gereken bir husus vardır : Vergiden muaf olmaktan hoşnut bulunan askeri sınıf, genel­likle böyle mütalaaların dışında kalmaktaydı. Maamafih şu da var ki, nüfus sayımı zamanındaki şehir nüfusu, fetihten 25 yıl sonra fetih öncesinin iki katına çıkmış olmalıdır ve bu nüfusun büyük bir çoğunluğu müslümandı. Ö. L. Barkan, 1530'a doğru şehrin nüfusunu 4 veya 500.000; F. Braudel, 16. asrın sonunda 700.000 civarında tahmin etmektedir.

Yarım asır içinde şehrin nüfusunun dört veya beş kat artmış olacağı­na inanmak güçtür. Diğer taraftan, bilhassa I. Süleyman'ın hükümdarlığı dö­neminde (1520-1566) nüfusun hızla arttığını gösteren bir çok delil vardır. Her ne olursa olsun Osmanlılar, fetihten sonra bir asır içinde İstanbul'u, kurmuş oldukları cihanşümul imparatorluğa her hususta layık bir başkent yapmayı başarmışlardır.


Bu yazı yazarın, "The Re-building of Istanbul by Sultan Mehmed The Conqueror" (Cultura Turcica, Vol. IV, 1967, No. 1-2) adlı çalışmasının çevirisidir.
https://dergipark.org.tr/download/article-file/188135


DİPNOTLAR
(1) Die Bevölkerung Konstantinopels, Nachrichten der Akademie der Wis­senschaften in Göttlngen, Phil. - Hlst. Klasse, 1949.

(2) Pharantzes, s. 291. --

(3) H. İnalcık, Fatih Devri, I, Ankara 1954, s. 131. N. Jorga (Geschichte des Osmanischen Reiches, II, s. 22), Türklere karşı İstanbul'un müdafaasında İtalyanların daha büyük bir rol oynadıklarını belirterek: basit bir gerçeği vurgular. Toplam mıktan dokuz bin kadar olan müdafaa kuvvetlerinin en iyi teçhiz edilmiş bölümü İtalyanlardı ve bu kuvvetlere Cenovalı bir komutan olan Gius­tiniani-Longo başkomutan tayin edilmişti. İmparator, bütün nüfuzunu ve otoritesini kaybetmişti. Muhasara esnasında Rumların çoğu, "para ödenmediği sürece" surlarda çalışmayı reddetmişlerdi (Z. Doflin, Ch. XX, XXV). Şehri savunmada İtalyanların, niçin bu kadar şiddetli savaştıklarını tahmin etmek kolaydır : Türklerin İstanbul'u almaları durumunda İtalyanlar, Ege ve Karadeniz'deki kolonilerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardı. Muharebenln son gününde Venedik'ten hareket eden donanma Eğriboz'a ulaşmıştı (Mehmed II, İsl. Ans. fask. 75, s. 511).

(4) Ch. Riggs Terc. Princeton 1954, s. 83, karş. Neşri, ed. F. Taeschner, Leipzig 1951, s. 181.

(5) Kritovoulos, s. 93-94.

(6) Kritovoulos, 83, Fatih önce Notaras'a itibar ve iltimas gösterdi. Fakat Notaras ve onu çepeçevre kuşatmış olan Bizanslı asilzadelerin, hiç bir değişiklik olmamış gibi davranmaya başlamalarını görünce şüphelenmişti. Fatih, ordusuyla Edirne'ye döndüğü zaman, onlara hiç bir şekilde İtalyanlarla işbirliğine teşebbüs etmemelerini söylemişti (Karş. Kritovoulos, s. 83; Chalcocondyles, Hlst. de la decadence de l'empire grec. tere. the Vigenere, Rouen 1670, s. 175). Phrant­zes gibi fanatik çağdaş bir tarihçi, Fatih ve Notaras arasındaki ilişkileri çirkin bir biçimde göstermeye çalışır. Bak.  A. E. Bakalopoulos, Die Frage der Glaub­würdigkeit der «Leichenrede aut L. Notaras», Byzantinische Zeitschrift, Band 52 (1959), s. 13-21.

(7) N. Iorga, Notes et Extraits pour servir a l'hlstoire des Crolsades, vol. IV (Bucharest, 1915), s. 67 : "vier Tawsent wirt nömmen sya auch darein und haben sy darein geseczt (Dört bin kişiyi getirdiler ve buraya yerleştirdiler)" (Çağdaş bir Alman kaynağı).

(8) Fatih devrinin önde gelen ilim adamlarından biri olan Hızır Bey, Sivri­hisar'da  doğdu. Molla Yegan'dan ders tahsil etti; Sivrihisar'da ve Bursa'da Sultan Mereseslnde ders verdi. Fatih devrinin en meşhur alimlerinden çoğu, onun talebeleri idi (Kestelli, Ali Arabi, Hocazade ve Hayali'yl zikretmek gerekir). Geniş ansiklopedik bir bilgiye sahip olan Hızır Bey, Fatih'in dikkatini çekmiş ve İlim Dağarcığı  lakabı takılmıştı (Şakayık-ı Nu'maniyye, Mecdi terc., İstanbul 1269 H., ss. 111-114). Hızır Bey, 1459'da kadı iken vefat etti. 

(9) Kritovoulos, ss. 85, 93.

(10) Tursun Beg, Tarih-i Ebu'I-Feth, TOEM neşri, s. 59 (Tursun Beg, Fatih'in çağdaşıdır) ..

(11) Dukas, Aynı eser, s. 313.

(12) Notes et Extralts, IV, s. 69. Karş. Kritovoulos, 93.

(13) Neşri, 181; Tursun Beg, s. 60; Aşık Paşa-zade, s. 142.

(14) Kritovoulos, s. 95.

(15) Dukas, V. Mirmiroğlu tarafından yapılan tercüme, İstanbul 1956, s. 169.

(16a) Kritovoulos, s. 119.

(16b) Ö.L.  Barkan, Kanunlar, LXII.

(17) Bakz. A.M. Schneider, Aynı eser, s. 41-43.

(18) Neşri, s. 20a.

(19) A.M. Angiolello, (Hist. Turchesca) bunların "blraz sonra göz alıcı evler ve kiliseler inşaa ettiklerini", böylece çok güzel mahalleler meydana getirdik­lerini kaydeder.

(19a) s. 104.

(20) Tursun Beg, s. 62-3. (21) s. 148.

(22) s. 149.

(23) s. 207.

(24) s. 65.

(25) Lybyer, The government of the Ottoman empire in the time of Su­leiman the Magnificent, N.Y. 1913, s. 147.

(26) Ö.L. Barkan, İktisat Fakültesi Mecmuası, vol. XV, s. 268-77. (27) 8. 140.

2 Haziran 2019 Pazar

Bu Seride Yer Alan Osmanlı Tarihi Ders Notları Konuları, Kaynaklar

Bu Seride Yer Alan Osmanlı Tarihi Ders Notları Konuları, Kaynaklar

Dilara Kahyaoğlu


Osmanlı Tarihi Ders Notlarım İçinde Yer Alan Konular ve Linkleri

Anadolu Beyliklerinden Önceki Dönemin Belli Başlı Olguları


Osmanlı Devletinin Kuruluşu: Hızlı Büyümeden Parçalanmaya

Osmanlılar Yeniden Toparlanıyor: Çelebi Mehmet Dönemi ve Şeyh Bedrettin


Osmanlı'nın Anadolu Siyaseti Değişiyor: "Maniyi Gazaya Gaza, Gazayı Ekberdir"

Balkanlarda Sarsılan Hakimiyeti Pekiştirme Çabaları: II. Murat Dönemi 1421-1451

Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu: Bütün Yönleriyle Fatih Dönemi

Klasik Dönemde Osmanlı Toplum Yapısı ve Daire-i adliye

Klasik Dönemde Osmanlı Ordusu

Osmanlılar: Klasik Dönemde Devlet Yönetimi

Klasik Dönemde Osmanlılarda Eğitim ve Öğretim

Avrupa Tarihi: Bilim ve Teknikte Gelişmeler, Coğrafi Keşifler

Avrupa Tarihi: Antikitenin Keşfi, Hümanizm ve Rönesans

Avrupa Tarihi: Dinde Reform Hareketleri

II. Bayezit Dönemine Genel Bir Bakış

Klasik Osmanlı Düzeninin Çöküşü

"Duraklama Dönemi" Uluslararası Olayları 1577-1700 SAVAŞLAR ve ANTLAŞMALAR

17. Yüzyıl Osmanlı'sında İsyanlar

17. Yüzyılda Islahat Çabaları

Osmanlılarda Gerileme Dönemi: 18. Yüzyıl Gelişmeleri ve Lale Devri

II. Mahmut Dönemi Olaylarının Kronolojisi

II. Mahmut, Ayanlar ve Senedi İttifak

Osmanlı'yı Sarsan Bir Milliyetçilik Hareketi: Yunan Ayaklanması ve Savaş

Vakayı Hayriye ve II. Mahmut'un Islahatları

Mısır'ın Osmanlı'dan Kopuşu ve Dönüm Noktası Sözleşmeler

Balta Limanı Ticaret Antlaşması

Tanzimat Fermanı ve Tanzimat Dönemi Islahatları

Kırım Savaşı (1853-1856) ve Paris Antlaşması (1856)

Islahat Fermanı (1856) ve Ardından Çıkan Olaylar

Avrupa Tarihi: Almanya ile İtalyanın Siyasi Birliklerini Kurmaları


İstibdat, Jön Türkler ve II. Meşrutiyet


Kaynaklar

*1860-61 Suriye Buhranı, Haluk Ülman, AÜSBF yayınları, 1966
*Eşkıyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, Karen Barkey, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 1999
*Kavalalı Mehmet Ali Paşa Son Firavun, Gilbert Sinoué, Doğan Kitap, 1999
*İstanbul Seyahatnamesi,Josephus Grelot, Turizm, 1998
*Osmanlı Beyliği 1300-1389, E. A. Zachariadou (ed.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997
*Osmanlı Çalışmaları İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, Taner Timur, İmge Kitabevi, 1996
*Osmanlı Devleti Tarihi, Hammer,Üçdal Neşriyet, 1983
*Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu Efsaneler ve Gerçekler Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu Tartışma- Panel Bildirileri, İmge Kitabevi, 2000 
*Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme, Şevket Pamuk, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994
*Osmanlı Gayrimüslümlerinin Askerlik Serüveni, Ufuk Gülsoy, Simurg, 2000
*Osmanlı İmparatorluğu Tarihi,Robert Mantran, cilt 1 ve 2, 1992
*Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Stanford J. Shaw,  E Yayınları, 1. ve 2. cilt, 1994
*Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Halil İnalcık, cilt 1, 1300-1600, Eren Yayıncılık, 2000
*Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, H. Adams Gibbons, 21. Yüzyıl Yayınları, 1998
*Osmanlı İmp'da Devlet ve Taşra Toplumu, Dina Rizk Khoury, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999
*Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, Suraiya Faroqhi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997
*Osmanlı Türklerinde İlim, A. Adnan Adıvar, Remzi Kitabevi, 1982
*Sicili Osmani, Mehmed Süreyya Bey, Küğ Yayınevi, 1969
*Türk Kimliği, Bozkurt Güvenç, Remzi Kitabevi, 1996
*Türkiye Tarihi: Osmanlı Devleti, Cem Yayınevi, 2. ve 3. ciltler, 1989
*Türkler 18. Yüzyılda, Baron De Tott,  Tercüman Yayınları, 
*Türklerin Tarihi (1-5 cilt), Doğan Avcıoğlu, Tekin Yayınevi 1995
*Yanya Sultanı Tepedelenli Ali Paşa, William Palmer, Milliyet Yayınları, 1997



-AnaBritannica, İlgili Maddeleri, Ana Yayıncılık, 1988
-Cogito, Osmanlılar Özel Sayısı, Sayı 19, YKY, 1996
-Salı Toplantıları: Anatomi Dersleri, Osmanlı Kültürü, 93-94, YKY
-Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansk., İletişim Yayınları, 1985
-Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi  (1. ve 2. cilt), YKY, 1999


21 Mayıs 2019 Salı

Osmanlılarda Gerileme Dönemi: 18. Yüzyıl Gelişmeleri ve Lale Devri

Osmanlılarda Gerileme Dönemi: 18. Yüzyıl Gelişmeleri ve Lale Devri

Dilara Kahyaoğlu
Lâle Devri’nde Sâdâbâd Sarayı ve Kâğıthane mesiresini gösteren gravür
D’Ohsson, Tableau générale de l’Empire Ottoman, II, lv. 84)

A
. Neden “gerileme”?
B. Sınırların küçülmesinin başlangıcı: Karlofça Antlaşması(1699)
C. Değişik bir reformcu: Amcazade Hüseyin Paşa.
D. Değişik bir Tahttan İndirme Olayı: Edirne Vakası (1703). İlk kez Osmanlı hanedanının değiştirilmesi düşünülüyor.
E. Çorlulu Ali Paşa: Barış içinde reform (1706-1710)
F. Karlofça kayıplarını geri alma çabası: Prut (1711), Venedik ve Avusturya ile savaş (1713-1717) ve Pasarofça Antlaşması (1718)
G. Barış ve Batıya açılış: Lale Devri (1718-1730)
H. Lale Devrin'den Sonraki Gelişmeler


A. Neden “gerileme dönemi”?
Osmanlı tarihi dönemselleştirmesinin mantığı: sınırlar küçülüyor, o halde geriliyoruz.

B. Sınırların küçüldüğünün belgesi: Karlofça Anlaşması (1699).
1) Macaristan ve Erdel Avusturya’ya bırakılıyor, Temeşvar Osmanlıda kalıyor.
2) Avusturya imparatoruna Osmanlı ülkesindeki Katolikler üzerinde koruma hakkı tanınıyor.
3) Avusturya ve Osmanlı tüccarlarının birbirlerinin ülkelerinde ticaret yapabilmeleri garanti altına alınıyor
Böylece, Avusturya
a) Osmanlı içindeki Hıristiyan uyrukları kışkırtma,
b) Osmanlıyı ticari açıdan sömürme olanağına kavuşuyor
4) Podolya ve Ukrayna Lehistan’a veriliyor.
5) Mora ve Dalmaçya'nın büyük bölümü Venedik’e veriliyor. Venedik Osmanlı ülkesindeki ticari ayrıcalıklarını korumak için birkaç adayı Osmanlıya bırakıyor.


Rusya ile görüşmeler uzun sürdü ve bir yıl sonra ayrı bir anlaşma yapıldı.
İstanbul Anlaşması (1700)
1) Rusya Azak Denizinde ve Dinyester ırmağı kıyısında ele geçirdiği toprakları elinde tutuyor.
2) Ancak buralardaki kaleleri yıkma sözü veriyor.
3) Osmanlı Rusya üzerindeki Tatar baskısını önleyeceği sözü veriyor.

Genel sonuçlar:
1) Osmanlıların Avrupa'dan çekilmelerinin başlangıcı.
2) Rusya ve Avusturya’nın Osmanlı iç işlerine müdahale edecek duruma gelmeleri.
3) 17. Yüzyılın başında Avrupa devletleri ile Osmanlı devleti arasında kurulmuş olan eşitliğin,güç dengesinin Osmanlı aleyhine geri dönülmez biçimde bozulması. (Aslında tek tek düşünüldüğünde Osmanlı Avusturya dışındaki devletlere askeri üstünlük sağlayabilecek durumda, ancak birleştikleri zaman bir şansı kalmıyor.
4) Avrupa'nın askeri üstünlüğünü kabul etmenin getirdiği moral çöküntü ve birşeyler yapma gerekliliğinin her zamandan daha fazla hissedilmesi.

Bu iki antlaşma sonunda; “Osmanlılar ilk kez Avrupa’nın, bu üstünlüğünü ne ile sağladığını öğrenmek ve bunu Osmanlı düzenine uydurarak bir reform yapmak gereğini duydular.” 

C) Değişik bir reformcu: Amcazade Hüseyin Paşa.
*Köprülü hanedanının son temsilcisi.
* Karlofça anlaşmasını imzalayan sadrazam
*Osmanlının Avrupa devletlerine oranla hayli gecikme içinde olduğunu ve aradaki farkın kapanması için devlet işleyişinin ve ordunun iyileştirilmesi gerektiğini düşünüyor. Bu anlamda bir ilk olduğu söylenebilir.
*Yaptığı işler çok radikal olmamakla birlikte daha önce düşünülmemiş uygulamaları içeriyor. Diğer bir değişle farklı bir zihniyetin başlangıcına işaret ediyor.

1) Maliye alanında yaptığı reformlarda ilk kez halkın durumunu ve gereksinimlerini de göz önüne alıyor.
a) Savaşlar sırasında dört katına çıkmış kahve, tütün, yağ, sabun vergileri gibi vergileri büyük oranda düşürüyor.
b) Topraklarına geri dönen köylülere ve işlerine geri dönen tüccarlara vergi bağışıklıkları sağlıyor.
c) Akçenin gümüş oranını yükselterek paranın değerini artırıyor.
d) Doğu Anadolu'da ve Kıbrıs’ta göçebelerin toprağa yerleşmesini teşvik ediyor.
2) Orduda reform yapıyor. Yeniçeriler ve Tımarlı sipahiler için yaptıkları daha önce yapılanlardan farklı değil. Sayılarını azaltıyor, disiplinlerini artırıyor. Bu arada, kapıkulu askerleri içinde Anadolu köylülerinin oranı iyice artıyor. Ordudan atılanların yerine daha güvenilir oldukları düşünüldüğünden bunlar alınıyor.

3) Donanmada reform yapıyor. Bu alanda yaptıkları Osmanlı için yeni. Donanmada bir tür genelkurmaylık oluşturuyor. Kapdan-ı Derya, Kapudane, Patrona ve riyale. Donanmayı filolara bölüyor.

4) Bürokraside reform: İlk kez resmi belgelere tarih yazılması ve bunların korunması zorunluluğu getiriliyor. Bürokraside verimlilik artıyor.

Amcazade’nin reformları Osmanlı’nın Avrupa devletlerine yetişmesi amacıyla yapılmakla birlikte geleneksel reform anlayışından tam bir kopuş değildir. Reformların geneli eski yöntemleri yeniden uygulamaya koymaktan öteye gitmez.

Amcazade, ulemadan tepki görüyor. Şeyhülislam Feyzullah Efendi muhalefetin başını çekiyor. Kilit mevkilere kendi adamlarını yerleştiriyor. Şeyhülislamlık makamına kendi oğlunu getiriyor. Böylece ilk kez bir ulema hanedanlığının kuruluşu gündeme geliyor. Amcazade 1702 yılında ölünce meydan Feyzullah Efendiye kalıyor. Herşey yeniden bozuluyor.

D) Değişik bir Tahttan İndirme Olayı: Edirne Vakası (1703). İlk kez Osmanlı hanedanının değiştirilmesi düşünülüyor. Padişahın yeteneksizliği, siyasi entrikalar, Feyzullah Efendinin zorbalığı ve nihayet ortaya çıkan ciddi parasal ve ekonomik sıkıntılar bir isyan ortamı yaratıyor.

İsyan İstanbul’da patlak veriyor (Başkent isyanlarından). Dört yeniçeri birliği Gürcistan Seferine çıkmayı reddediyor. Padişah ve Şeyhülislam Edirne’de keyif çatarken imparatorluğun sorunlarıyla kimsenin ilgilenmediğini söylüyorlar. İsyan büyüyor, İstanbul halkından binlerce asker, zanaatkar, tüccar ve sıradan halk bunlara katılıyor. Sultanahmet Camii önünde toplanıyorlar. Saraya saldırıyorlar. Bu arada şeyhülislamın kötü yönetiminden rahatsız olan softalar da onlara katılıyor. Sarayı ele geçiriyorlar. O sırada yönetimde bulunanlar öldürülerek yerlerine isyancıların tuttuğu adamlar geçiriliyor. Feyzullah Efendi ve adamlarının İstanbul’a getirilmesi için emir çıkartılıyor.

Edirne’de bulunan padişah, Feyzullah Efendi ve oğullarını azledip Erzurum’a sürgüne gönderiyor. Ama bu isyancıları tatmin etmiyor. Bunun Üzerine padişah II. Mustafa İstanbul’a yürümeye karar veriyor. İsyancılar da Edirne’ye yürüyüşe geçiyorlar. 15. Yüzyıldan beri ilk kez Osmanlı kuvvetleri arasında bir savaş çıkmak üzereyken padişahın askerleri de isyancılara katılıyor ve 22 ağustos 1703’te II. Mustafa tahttan indirilerek yerine III. Ahmet tahta çıkartılıyor.

II. Mustafayı tahttan indiren isyancı askerler o zamana kadar görülmemiş miktarda cülus bahşişi alıyor, isyana katılmayan askerler de bundan pay istiyor ve bunun için Silivri’de toplanıyorlar. Burada Osmanlı ailesini tahttan indirip yerine Kırım hanlarından ya da Sokollu ailesinden birini getirmeyi planlıyorlar ama yeteri kadar destek bulamıyorlar.

E) Çorlulu Ali Paşa: Barış içinde reform (1706-1710)
III. Ahmet saltanatının ilk yılları barış içinde geçmiştir. Padişah devlet işlerini sadrazamlara bırakmıştır. Bunlardan Çorlulu Ali Paşa 4 yıllık sadrazamlığı boyunca dışarıda barış içeride Amcazade'nin reformlarına devam politikasını benimsemiştir. Bu sayede özellikle silahlı kuvvetler (donanma dahil) Köprülüler zamanındaki düzeyine erişmiştir. Ancak bu arada güçlenen savaş taraftarlarının etkinliği artmıştır.

F) Karlofça kayıplarını geri alma çabası: Prut (1711), Venedik ve Avusturya ile savaş (1713-1717) ve Pasarofça Anlaşması (1718)

Savaş taraftarları,
1) Rusya’ya karşı İsveç ve Lehistan ile birlik öneriyorlar.
2) Mora’yı Venedikten geri almak için bir sefer yapılmasını istiyorlar.

O sırada Rusya ile İsveç arasındaki savaşta Rusya üstünlük sağlamıştı. 1709’da Poltova Savaşında İsveç yenilince İsveç kralı XII. Karl Osmanlıya sığınmıştı. O tarihten beri Osmanlı sarayı bir entrika merkezi haline gelmişti. İsveç Kralı ve Fransa, savaş yanlılarını kışkırtıyor, İngiltere ve Rusya barış yanlılarını destekliyordu. Sonunda savaş yanlıları üstün geldi ve 1710 yılında kendi adamları Baltacı Mehmet Paşa’yı sadrazam yaptırdılar.

Rusya’nın Osmanlının Ortodoks uyrukları arasında genel bir isyan başlatma hazırlığı içinde olduğu söylentisi ve Dinyeper ve Azak bölgelerinde kaleler inşa etmeye başlaması savaş taraftarlarının konumunu güçlendiriyordu. Reformlardan rahatsızlık duyan ulema da onları destekliyordu. Onlar kafirlere karşı yapılacak her savaşa taraftardı.

Diğer tarafta Rus Çarı Petro da savaş hazırlıklarına başlamıştı. Eflak ve Boğdan Beylerinin desteğine ve Hıristiyanlar arasında çıkacak bir isyana güveniyordu. Nihayet, Aralık 1710’da İsveç kralının Osmanlı topraklarında olduğu bahanesiyle saldırdı. Ancak Prut ırmağını geçip Boğdan topraklarına girdiklerinde Boğdan prensinin söz verdiği desteği bulamadılar. Boğdan’da genel bir kıtlık başgöstermişti ve köylüler kaçmıştı. Bunun üzerine Petro kaçmak istedi. Ancak Osmanlılar tarafından kıstırılmıştı. Modern Rusya’nın kurucusunun kaderi Osmanlı paşasının insafına kalmıştı. Paşa koşulsuz teslim isteyebilir ve istediği ödünü koparabilirdi. Ancak öyle yapmadı. Çünkü,

1) Osmanlı ordusunun uzun süre savaşacak malzemesi kalmamıştı.
2) Tatarların Osmanlıya bağlı kalıp kalmayacağından emin değildi.
3) Ruslara kuzeyden destek kuvvetleri gelip gelmeyeceğini bilmiyordu.
4) Paşa kendi ana kuvvetine güvenemiyordu.

Bu nedenle, Petro’nun Osmanlılardan alınan bütün toprakların geri verilmesi koşuluyla bir anlaşma yapılması önerisini kabul etti.

Prut Antlaşması (1711)
1) Rusya, Osmanlı'dan aldığı yerleri geri verecek
2) Sınırlarda inşa ettiği kaleleri yıkacak
3) Osmanlı'nın iç işlerine karışmayacak
4) Osmanlı - Rus tüccarlarının serbest ticaret yapmalarına izin verecek
5) Osmanlı, Rusya ile İsveç arasında arabuluculuk yapacaktı.

Diğer Sonuçlar:
1) Eflak ve Boğdan’da Fenerli Rum ailelerin yönetiminin başlangıcı.
2) Rusya ile hıristiyan Balkan halkları arasındaki ilişkinin kopması.

Prut Savaşında elde edilen başarı savaş taraftarlarının cesaretini artırır. Veziriazam Silahtar Ali Paşa savaş taraftarlarının başında bulunmaktadır. Veziriazam Karlofça’da kaybedilen yerlerin geri alınabileceğini düşünür. İşe Venedik ile başlamaya karar verir. Herhalde en zayıf rakip olarak onu görüyordu ki, bu doğrudur. 1714 aralık ayında Venedik ile savaş başlar ve 1715 yılı içinde Mora Venedik’ten geri alınır. Sıranın Macaristan’a geldiği düşünülür. Ancak Avusturya’nın buna tepkisi çok sert olur; önce Temaşvar’ı (1716) sonra da Belgrad’ı Osmanlılardan alır (1717).
Böylece, Karlofça’da kaybedilen toprakların geri alınması hayalleri suya düştüğü gibi, Belgrad gibi Balkanların kapısı konumundaki bir kent kaybedilir.

Yeni veziriazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Osmanlının neye gücünün yeteceğini neye yetmeyeceğini bilen bir devlet adamıdır. Göreve gelir gelmez barış girişimlerine başlar ve böylece Pasarofça Antlaşması imzalanır. Bu anlaşma ile,
1) Mora, Osmanlılarda kalır.
2) Avusturya, Temaşvar, Belgrad dahil Kuzey Sırbistan ve Batı Eflak’ı alır.

G) Barış ve Batıya Açılış: LALE DEVRİ (1718-1730)
Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlık yılları tarihimizde Lale Devri adıyla anılır. Bu ad sembolik bir önem taşır. Bu dönemde Osmanlı saray çevresinde ve zengin konaklarında laleye karşı aşırı bir ilgi vardır. Lale soğanları bir servet değerindedir. Gücü yeten herkes bu çiçeğe sahip olmak ister. Lale bu dönemde Osmanlı saray çevresi için barış içinde rahat yaşamın sembolüdür. Ancak Lale Devri'nin  barış ve huzur devri olması yanıltıcı bir algıdır.
Çünkü,
1) barış daha çok Batı ile ilişkilerde geçerlidir. Bu dönemde Doğuda İran'la barış içinde olunduğu söylenemez,
2) rahat yaşam, laleler, şatafat, zenginlik; yalnızca saray çevresi için geçerlidir, halk için değişen bir şey yoktur.

Lale Devri'nin asıl önemi Osmanlı tarihinde ilk kez ciddi biçimde Batı'yı öğrenme ve taklit etme çabasının göründüğü bir dönem olmasıdır. Bu dönemde ilk kez Osmanlı, Batı başkentlerine elçiler göndermiştir (Paris, Viyana, Moskova, Polonya). Bu elçilerin görevi yalnızca orada Osmanlıyı temsil etmek değildi. Aynı zamanda o ülkeler hakkında bilgi toplayıp saraya rapor etmekle görevliydiler. Gerçekten de bu elçilerin bir kısmı oldukça önemli raporlar hazırlamışlardır. Örneğin, Paris’e gönderilen Mehmet Efendi, bu ülkede gördüklerine hayran olur. İstanbul’a dönüşünde Fransız kültürünün, uygarlığının ve tekniğinin propagandacısı olur. Öyle ki, ondan çok etkilenen veziriazam saray çevresine ve hükumete yeni bir yaşam biçimini kabul ettirir. Haliç’te saraylar, Boğaz'da yalılar yapma, Avrupa tarzı bahçeler, eğlenceler bu yeni yaşam biçiminin görüntüleridir. Bu yaşam biçimi Osmanlı'da ilk kez batı yaşam biçiminin taklidinin başlangıcını işaret eder.

III. Ahmet bu yeni yaşam tarzını kabul etmeye dünden hazırdır. İstanbul’a yabancı sanatçılar çağrılır, pahalı eğlenceler tertiplenir. Sarayı taklit eden yüksek yönetici zümre de uyar bu yeni yaşam biçimine. Büyük tacirler, büyük tımar sahipleri, diğer yüksek yöneticiler saray dışındaki taklitçilerdir. Osmanlı sanatçıları da süsler bu yaşam biçimini. Özellikle Nedim bu döneme damgasını vurmuştur.

Lale Devri sadece zevk ve sefa devri değildir. Bu dönem yönetici zümresi kalıcı eserler de bırakmak ister. Yükselme dönemindekiler kadar dev boyutlarda olmasa da bu dönemde de birçok cami, medrese, çeşmeler vb. mimarlık yapıtları konur ortaya. (Özellikle çeşmeler). Bu eserlerin ortak özelliği mimari alanında da klasik Osmanlıdan bir kopuşun başlangıcını göstermeleridir. Bunlar Osmanlı baroku denilen yeni bir sanat anlayışının izlerini taşır. Yani mimaride de Batı etkisi ilk kez görülmeye başlanmaktadır. Sanatın bir diğer alanı olan minyatürde de Levni ile yeni bir tarz gelişir.

Lale Devri Osmanlı yöneticilerinin Avrupa’nın üstünlüğünü kabul ettikleri ve bu üstünlüğün Avrupa’nın Osmanlı'nın takip edemediği bazı gelişmelerin ürünü olduğunu fark ettikleri bir devirdir. Yurt dışına elçiler göndermelerinin bir amacı da bu üstünlüğün kaynaklarını araştırma isteğidir. Avrupa, Osmanlı'yı yüzyıllardır öğrenmeye çalışmaktadır. Osmanlı ise ilk kez bu devirde Avrupayı öğrenme ihtiyacı duyar.

Bu öğrenme faaliyetinin sonuçları Osmanlı'ya bir takım yenilikler biçiminde yansır. Bunların en çarpıcı olanı kuşkusuz, ilk Arap harfli matbaanın kuruluşudur (1727). Paris’e elçi olarak gönderilen Mehmet Efendinin oğlu Sait Mehmet Efendi İstanbul’a dönüşünde bir Macar iken Müslüman olup Osmanlı tabiyetine geçen İbrahim Müteferrika ile birlikte ilk Arap harfli matbaayı kurarlar İstanbul’da. Bu matbaada yalnızca din dışı eserler basılabilecektir. İlk basım faaliyetlerine baktığımızda birçok önemli Osmanlı ve Doğu klasiğinin basıldığını görüyoruz (gramer, tarih, coğrafya, fizik). Diğer yenilikler arasında şunları sayabiliriz: Yalova’da bir kağıt imalathanesi, ilk itfaiye birliği, çiçek aşısının kullanımı.

Lale Devrinin Sona erişi: Patrona Halil İsyanı.
Damat İbrahim Paşa ile sultanın mahvına ve devrin kapanmasına yol açan, “İran Savaşı” olmuştur. 1720’lerde İran iç karışıklıklarla çalkalanmaktadır. 1723-24’te İran’ın doğusu; Afganlar, kuzeyi ise Ruslar tarafından işgal edilmektedir. Osmanlılar da doğudaki sınırlarını korumak amacıyla İran’ın batısını işgal eder. Amaçları bu bölgenin de Rusların eline geçmesini önlemektir. Böylece İran üç devlet tarafından paylaşılmıştır bir bakıma. Ancak İran Şahı II. Tahmasp kolay pes etmez. Osmanlıların işgal ettiği bölgeleri geri alır. Bunun üzerine veziriazam İran’a sefer hazırlıklarına girişir. Ancak yeniçeriler ayaklanır, bu sefere çıkmak istemezler. Onları yönetenlerden biri bir hamam tellağı olan Patrona Halil’dir. Patrona Halil kısa sürede tüm ayaklanmacıların lideri olur. Kendisini ulema ve veziriazamın düşmanları da desteklemektedir.

Ayaklanmacılar bütün kente hakim olurlar. Sadrazamın ve birkaç yüksek rütbeli yöneticinin kendilerine teslim edilmesini isterler. Padişah III. Ahmet onları yatıştırmak için Damat İbrahim Paşayı feda eder. Önce görevden alır, sonra da idam ettirir. Ama kendisi de tahttan indirilmekten kurtulamaz. Yerine II. Mustafanın oğullarından I. Mahmut tahta geçer. Ayaklanmacılar günlerce İstanbul'u yağma eder, Haliç’te inşa edilen sarayları, köşkleri, kasırları ve bahçeleri yıkarlar. Yeni sultan ayaklanmacıları oyuna getirip Patrona Halil de dahil olmak üzere liderlerini öldürtür.

H. Lale Devrin'den Sonraki Gelişmeler
Dönemin Padişahları ve Belli Başlı Olaylar, Islahatlar

I. Mahmut Devri Islahatları ve Siyasi Olayları (1730-1754)
Saltanatının ilk dönemi Rusya, Avusturya ve İran ile yapılan savaşlarla geçer (1746’ya kadar). Bunlardan Rusya ve Avusturya'ya karşı başarı kazanılır. Belgrad geri alınır (1739 Belgrad Anlaşması), Rusya’nın Karedeniz’e inişi engellenir. İran ile ise Kasrı Şirin Antlaşması ile çizilen sınırlar sabitleştirilir. 1746-54 arası ise bir barış ve istikrar dönemidir.

Tarihçilere göre, I. Mahmut cansız bir hükümdar değildir, imparatorluğun durumunu düzeltmeye çalışan kararlı ve zeki bir hükümdardır. Onun zamanında ilk kez yabancı asıllı birine orduda reform yapma görevi verilir. Aslen bir Fransız olan Kont de Bonneval bu iş için görevlendirilir. Kontun ve padişahın isteği aslında ordunun bütününde reform yapmaktır. Ancak yeniçerilerin tepkisi yüzünden yalnızca humbaracı (bombacı) bölüğünün ve topçuluğun reformu ile yetinilir. Osmanlı'da topçuluk için modern teknikleri bilen teknisyenler yetiştirmek amacıyla ilk mühendis okulu açılır (Hendesehane - 1734). Ancak bu okul ulemanın tepkisi yüzünden 1750’de kapatılır.

Şu savaşlar ve antlaşmalar önemli olduğu için biraz bunun  üzerinde duralım: 
1736-1739 Savaşları (Belgrat Antlaşmaları ile sona eren Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya Savaşları) 
Rusya’nın geleneksel politikası devam etmektedir. Osmanlı- İran savaşlarında, Osmanlılara yardım amacıyla İran’a giden Kırım ordusuna Ruslar engel olur ve Kırım’a saldırırlar. Osmanlılar Rusya ile savaşa başlar. Rusların müttefiki olan Avusturya da savaş hazırlığını bitirdikten sonra Osmanlılara saldırır.

Osmanlılar, Belgrat’ı geri alır ve Rusları Kırım’dan çıkarırlar. Bunun üzerine Fransa araya girer önce Avusturya ile Belgrat antlaşması imzalanır. Buna göre; Pasarofça  Antlaşması ile Avusturya’ya verilen yerleri Osmanlı Devleti geri alır. Bunun arkasından Ruslar da antlaşmaya razı olur, onlarla da Belgrat Antlaşması imzalanır. Buna göre Azak Kalesi, Ruslarda kalır ama bundan böyle Karadeniz'de savaş ve ticaret gemisi bulundurma haklarını kaybederler.
*Belgrat Antlaşmaları, Osmanlı Devletinin 18. yüzyılda imzaladığı son kazançlı antlaşmalardır.
*Karadeniz'in hala Osmanlılara ait olduğu kabul edilmiştir.
*Fransa arabuluculuğunun karşılığı olarak yeni ayrıcalıklar elde eder. Bu dönemde yapılan 1740 kapitülasyonları ile Fransa'nın ayrıcalıkları sürekli hale getirilir.
*Osmanlı’nın başarısında askeri alanlarda yapılan ıslahatların rolü vardır.

III. Mustafa Devri Islahatları ve Siyasi Olayları (1757-1774)
Islahatlar Sadrazam Koca Ragıp Paşa ve Baron Dö Tot’un çalışmaları ile gerçekleştirildi. Maliye ıslah edildi. Tersane yenilendi ve yeni savaş gemileri yapıldı. Deniz subayı yetiştirmek amacıyla Deniz Mühendishanesi açıldı.

Şimdi de Osmanlı tarihi açısından bir dönüm noktası sayılabilecek savaşa ve antlaşmaya bakalım.

1768-1774 Savaşı (Küçük Kaynarca Ant ile biten Osmanlı - Rus Savaşı)
Geleneksel Rus politikası bağlamında Çariçe II. Katerina, Lehistan’ı (Polonya) denetimi altına almaya çalışıyordu. Leh kralının ölümü üzerine kendi adamını kral seçtirmeye çalışan II. Katerina’nın müdahalesinden rahatsız olan Lehliler ayaklandı ve Ruslar tarafından dağıtılınca da Osmanlılara sığındılar. Savaş Osmanlı topraklarında devam edince Osmanlılar, Ruslarla savaşa karar verdi.
Ruslar beş koldan saldırıya geçti. Rus donanması Cebelitarık Boğazından geçerek Çeşme’ye geldi ve buradaki Osmanlı Donanmasını yok etti (1770). Rusya, Prusya ve Avusturya aralarında anlaşma yaparak Lehistan’ı paylaştılar. Rus kışkırtmaları ile Karadağ’da isyan çıktı. Padişah III. Mustafa öldü ve Osmanlı barış istedi. Küçük Kaynarca Antlaşması imzalandı.
Buna göre: Kırım, Ruslara bırakıldı. Eflak, Boğdan bazı koşullarla Osmanlılara bırakıldı. Ruslar Karadeniz'de donanma bulundurma ve boğazlardan ticaret gemilerini geçirme hakkını elde ettiler. Rusya da kapitülasyonlardan yararlanacaktı. Ruslar Ortodoksların ve Eflak, Boğdan beylerinin haklarını koruyacaklardı. İstanbul’da devamlı elçi bulundurabilecek ve gerekli gördükleri yerlerde konsolosluklar açabileceklerdi. Osmanlılar,  Rusya’ya savaş tazminatı ödedi.

I. Abdülhamit Devri Islahatları ve Siyasi Olayları (1774- 1789)
Sadrazam Halil Hamit Paşa ıslahatlarda önemli bir rol oynamıştır. Sürat topçuları denilen topçu sınıfı kuruldu. Ulufe alım satımı yasaklandı. İstihkam okulu açıldı. Yeniçerilerin sayımı yapıldı. Halil Hamit Paşa bu çabalarından dolayı bazı çevrelerin düşmanlığını kazandığından görevinden uzaklaştırıldı.
Bu dönemin en önemli gelişmelerinden biri; Aynalıkavak Tenkihnamesidir (1779).

Ruslar kendilerine yakın olan Şahingiray’ı Kırım hanı seçtirmek istediler. Bunun üzerine yeniden Osmanlı- Rus savaşı başlamak üzereyken Fransa müdahale etti ve yeni bir antlaşma yapıldı. Buna göre; Ruslar Kırım'dan çıktılar ama Osmanlı da Şahingiray’ın hanlığını onaylamak zorunda kaldı.

İkinci önemli olay; 1787- 1792 Savaşlarıdır (Ziştovi ve Yaş Antlaşmaları ile biten Osmanlı-Rus ve Avusturya Savaşları)
1783'te Kırım, Rusya tarafından işgal edildi ve Rusya ile Avusturya arasında Osmanlı devletini paylaşma planı yapıldı. Bu durumda İngiltere ve Prusya, Osmanlı Devletinin yanında yer aldılar.
Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş açtı ama hemen arkasından da Avusturya Osmanlılara karşı savaş ilan edince iki cephede birden savaşmak zorunda kaldı. 1789'da başlayan Fransız İhtilali’nden endişelenen Avusturya ittifaktan ayrılarak Osmanlı Devleti ile Ziştovi Antlaşmasını imzaladı (1791) Buna göre;
*Avusturya aldığı yerleri geri verecekti.

Yalnız kalan Rusya’da antlaşma imzalamak zorunda kaldı ve 1792’de Yaş antlaşması imzalandı.
*Osmanlılar Kırım’ın Rusya’ya ait olduğunu onayladılar.

III. Selim Islahatları (1789- 1807)
*Nizam-ı cedit adı verilen Batı tarzında yeni bir ordu kuruldu.
*Deniz mühendishanesi geliştirildi (Mühendishane-i bahr-i hümayun)
*Kara mühendishanesi geliştirildi (Mühendishane-i berr-i hümayun)
*İrad-ı cedid denilen yeni bir hazine oluşturuldu.
*Avrupa’nın merkezi yerlerinde devamlı elçilikler açıldı.
*Resmi devlet matbaası açıldı.

III. selim, Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahtan indirildi.

Bu dönemde gerçekleşen en önemli olaylardan biri Napolyon’un Mısır Seferidir (1798)
Akdeniz’i Fransız gölü haline getirmek ve böylelikle 7 yıl savaşlarında yenildikleri İngiltere’ye karşı
üstünlük sağlamak kaptırdıkları sömürgelere karşı daha zengin sömürgeler elde etmek için Mısır'ı işgale giriştiler. Ayrıca, Mısır’ın zengin bir ülke olmasının yanı sıra İngiltere’nin elinde bulunan Hint deniz yolunu buradan denetleyebilme imkanının olması önemli bir avantaj sağlayacaktı. Ve şunu da ilave etmeli; rakipleri tarafından bertaraf edilmek istenen Napolyon'un Fransa’dan uzaklaştırılmasına olanak sağlayan bir hareketti.

Fransa'nın Mısır'ı işgali üzerine; İngiltere ve Rusya, Osmanlılara yardım teklifinde bulundular. Ruslar Ege’deki yedi adayı geçiçi olarak işgal etti. İngiltere ise Fransız donanmasını yakarak yok etti. Donanmasını kaybeden Napolyon, Akka kalesini kuşattı fakat Nizam-ı cedid askerlerine yenilerek El-Ariş Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı (1801). 
Buna göre
*Mısır’ı Osmanlılar geri alacak
*Fransız askerleri İngilizler tarafından memleketlerine taşınacaktı.

Bu seride yer alan Osmanlı tarihiyle İlgili diğer konular ve kaynaklar için bkz.
https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/06/osmanl-tarihi-ders-notlar-konular.html


17. Yüzyılda Islahat Çabaları

17. Yüzyılda Islahat Çabaları

Dilara Kahyaoğlu
Surname-i Vehbi'den iki sayfa 
Duraklama dönemi yukarıda belirttiğimiz gibi merkezi yönetimde, yani sarayda padişahın otoritesinin zayıfladığı ve bundan kaynaklanan otorite boşluğunu harem ve kapıkulu çevrelerinin doldurduğu, ama bu durumda da yönetim için mücadele eden grupların ortaya çıktığı ve merkezi yönetimin bozulduğu bir dönemdi. Duraklama döneminin büyük bölümü, valide sultanların, lalaların, yeniçeri ağalarının v.b. yönlendirmesi altında kalan, güçsüz ve etkisiz padişahların iktidarda olduğu bir dönemdi. Yüksek mevkilere kimin atanacağına, dolayısıyla devleti kimin yöneteceğine bu gruplar karar veriyordu. Yönetimde istikrar yoktu. Dönemin geneline baktığımızda bir yıldan fazla makamında kalmış ve eceli ile ölmüş sadrazam yok denecek kadar azdı. Diğer yüksek yönetim görevlerinde de durum aynıydı. Görevler rüşvetle satın alınıyordu ve hiçkimse görevinde ne kadar kalacağını bilmediğinde görevi süresince kesesini mümkün olduğunca fazla dolduruyordu. Bu en küçük mültezimden en yüksek devlet görevlisine kadar böyleydi.
Bu genel görüntüye istisna teşkil eden üç dönemi ayırt edebiliyoruz. Bu üç dönem yönetimden maliyeye kadar tüm alanları kapsayan tüm bu bozulmaya karşı köklü önlemler almaya çalışılan, bir bakıma düzeltme ya da rehabilitasyon dönemleri diyebileceğimiz dönemlerdir.
II. Osman (Genç) (1618-1622)
Çok genç yaşta (18) tahta geçen bu padişah, kapıkullarının, yeniçerinin ve harem çevresinin bozuluşunu görmüş ve buna bir önlem olarak idareyi ve orduyu “Türkleştirme”yi düşünmüştür. Bu Osmanlı tarihinde o zamana dek düşünülmüş en radikal çözüm düşüncesi olsa gerek. Ancak bu düşüncesini uygulamaya geçirmeye fırsat bulamamıştır. Bu düşünceleri öğrenen yeniçeriler, harem ve kapıkulu çevrelerinin de kışkırtmasıyla bir isyan çıkarmış, saraya saldırmış ve padişahı tahttan indirerek Yedikule Zindanlarında boğmuştur. Bu Osmanlı tarihinde bir ilktir. İlk kez bir padişah bir isyan sonucunda öldürülmektedir. Bu aynı zamanda padişahın kutsal, dokunulamaz kişiliğinin sonudur. Bundan sonra yeniçeri isyanları sonucu tahttan indirmeler sık sık görülecektir.

IV. Murat (1622-1640)
Çocuk yaşta tahta geçen IV. Murat’ın saltanatının ilk döneminde iktidar tamamen annesi Kösem Mahpeyker Sultan’ın elindedir. Güçlü bir kişiliğe sahip olan bu kadın on yıl boyunca devleti keyfine göre değiştirdiği saray halkına dayanarak yönetecektir. Yönetimde tam bir karışıklık hüküm sürmektedir. O sıralarda siyasal ve mali güçlükler had safhadadır, ama idarede bir süreklilik ve istikrar olmadığı için düzelmek yerine giderek ağırlaşmaktadır.

IV. Murat, 22 yaşına geldiğinde iktidarın dizginlerini ele almaya karar verir. Bunu yaparken oldukça acımasız davranır. Padişahın otoritesini ve saygınlığını geri getirmek için kendi aile üyelerini bile cezalandırmaktan kaçınmaz. Yığınla rüşvetçi, haraççı devlet görevlisi - hatta aralarında bir şeyhülislam da vardır - ayaklanan yeniçeri ve sipahi ölüme mahkum edilir. IV. Murat’ın önlemleri yönetim çevreleriyle sınırlı değildir, toplum üzerinde de hissedilir. İstanbul’da tütün ve içki yasaklanır, kahvehaneler kapatılır, gayrimüslim cemaatlerin kendilerini belli eden kıyafetler giymeleri kuralı yeniden yürürlüğe sokulur ve sıkı sıkıya uygulanır. Böylece IV. Murat yalnızca güçlü bir hükümdar görüntüsü vermekle kalmaz aynı zamanda ahlaki erdemleri de yeniden yerlerine oturtan bir hükümdar olarak ortaya çıkar.

Murat maliyeye de bir çeki düzen vermek ister. Bunu özellikle, haksız servetlere el koyarak, vergi defterlerini yeniden gözden geçirerek, vergilerin düzenli ödenmesi için zor kullanarak yapmaya çalışır. Mali konularla ilgili olarak bir dizi kanunname de yayınlar.

Tüm bu önlemler yönetimde düzenin ve istikrarın yeniden sağlanması konusunda işe yaramıştır. Gerçekten de 1640’da IV. Murat öldüğünde gerek taşrada gerekse merkezde düzen sağlanmış istikrar geri gelmiş görünmektedir. Ancak bu kısa sürecektir. Padişahın ölümünden sonra iktidar yine harem çevresine ve kapıkullarına geçer ve bunlar arasındaki gruplaşmalar ve iktidar mücadelesi ülkeyi yine eski duruma sokar.

Köprülüler Dönemi (1656-1683)
Bu dönem Duraklama döneminin en uzun istikrar dönemidir.Köprülü ailesinden gelen üç sadrazamın yönetiminde geçmiştir.

Köprülü Mehmet Paşa (1656-1661)
Köprülü fazıl Ahmet Paşa (1661-1676)
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1676-1683)

İlk Köprülü, Köprülü Mehmet Paşa sadrazamlığa atandığında ülke IV. Murat’ın ölümünden beri yine büyük bir bozulma ve kargaşalık içindedir. Bu sırada iktidarı fiilen elinde tutan Hatice Turhan Sultan’dır. Valide Sultan kendisine sadrazamlık görevi teklif ettiğinde Mehmet Paşa 70 yaşında oldukça tecrübeli bir devlet adamıdır ve görevi ancak bütün yetkiler kendisine verilirse ve işlerine karışılmazsa kabul edeceğini söyler. Valide Sultan bunu kabul eder.

Köprülü Mehmet Paşa’nın en büyük şansı belki de genellikle hep taşrada görev yapmış olması ve İstanbul’daki çeşitli hiziplerin hiç biriyle bağlantısı bulunmamasıydı. Bu sayede onların üstüne kolaylıkla gidebildi. IV. Murat kadar sert olmasa da Köprülü de benzer önlemlere başvurur.

İmparatorluğa çeki düzen vermek için, idari ve mali görevliler arasında bir ayıklamaya gider, büyük servet sahiplerinden zorla para alır, vergilerin düzenli ödenmesini sağlar, Celali isyanlarını ve diğer ayaklanmaları sertlikle bastırır. Sertliği bazen IV. Murat gibi aşırı noktalara götürür. Örneğin Ruslarla gizli ilişkide bulunduğu bahanesiyle Patrik Parthenios’u astırmıştır. Ama yine de bir kaç yıl içinde imparatorluk idaresinde görünüşte de olsa bir düzelme olur. Köprülünün uygulamaları Naima gibi çağdaşı yazarların da övgüsünü kazanmıştır. Maliye alanında da çarpıcı gelişmeler sağlanmıştır. Osmanlı bütçesi yıllardan sonra ilk kez hemen hemen denk hale gelir.

Köprülü fazıl Ahmet Paşa ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Mehmet Paşa’nın sağladığı istikrarı devam ettirirler. Dış ilişkilerde de durum gelişme göstermektedir. Girit Adası fethedilmiş, Avrupa’da da Avusturya ve Lehistan’a karşı başarılar kazanılmıştır. Osmanlı 17. Yüzyılda yeni bir yükselme dönemi yaşar gibidir. 1683 Viyana Bozgunu tüm bu gelişmeleri tersine döndürür. Durumun geri dönülemez bir şekilde alt üst olması için tek bir yenilgi yetmiştir. 

Islahat Çabalarının Genel NiteliğiGenç Osman’ın tasarı aşamasında kalan radikal düşünceleri bir yana bırakılırsa Duraklama Dönemindeki bütün reformların ortak amacı yükselme döneminde ideal işleyişine kavuşan klasik Osmanlı düzenini geri getirmektir. Diğer bir değişle bu reformların amacı yenileşme ya da değişme değil geçmişe dönmedir. Bu anlamda muhafazakar bir nitelik taşırlar. Klasik Osmanlı düzeninin üstünlüğüne sarsılmaz bir inanç vardır. Özellikle Kanuni Dönemi bir “Altın Çağ”dır ve çözüm yeniden o çağın düzenine dönmektir. Avrupa karşısında da henüz bir geri kalmışlık düşüncesi yoktur. Yalnız askeri alanda Avrupa'nın artık Osmanlı'ya denk olduğunu, hatta Osmanlı'dan daha hızlı geliştiğinin farkındadırlar, ancak Avrupa’nın geçirdiği büyük siyasi, ekonomik, toplumsal ve bilimsel dönüşümün farkında değildirler.

Koçi Bey, Mustafa Ali, Katip Çelebi, Hüseyin Hazerfen, Naima, Evliya Çelebi gibi büyük yazarlar çıkmıştır bu devirde. Bunların hepsi de işlerin iyi gitmediğinin, bozuklukların, sorunların farkındadırlar ve bunları çok iyi teşhis ederler, hatta bazıları acımasızca eleştirmekten de korkmazlar. Ancak hiçbirisi o “altın çağ”a dönüşten başka bir çözüm önerisine sahip değildir.

Kaynak göstermeden kullanılamaz

Bu seride yer alan Osmanlı tarihiyle İlgili diğer konular ve kaynaklar için bkz.
https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/06/osmanl-tarihi-ders-notlar-konular.html
17. Yüzyıl Osmanlı'sında İsyanlar

17. Yüzyıl Osmanlı'sında İsyanlar

Dilara Kahyaoğlu
Minyatür resimde Sultan II. Osman (genç Osman) Veziri Davud Paşa ile birlikte resmedilmiş
Kaynağa da bkz. 
Osmanlı İmparatorluğunun Duraklama dönemi olarak adlandırılan bu döneminin büyük bölümü içeride bunalımlar ve iç çalkantılarla geçmiştir. Bunun en bariz göstergesi İsyanlardır. Osmanlı tarihinin son dönemleri hariç devletin tarihinde bu dönemdeki kadar çok isyan herhalde hiç görülmemiştir. İsyanların nedenlerini şöylece özetleyebiliriz:
Merkez ve taşra yönetiminin bozulması. Bu bozulmanın temelinde;
a. padişahın merkezi konumunun sarsılması,
b. kapıkulu ve tımar sisteminin bozulması yatıyordu. Veraset sisteminin değişmesiyle padişahların niteliğinin düşmesi sonucu ortaya çıkan otorite boşluğu, merkez yönetiminde saray çevresinin, özellikle harem ve kapıkullarının iktidarı ele geçirmesine sürekli değişen ittifaklara dayalı bir iktidar mücadelesinin başlamasına ve sonuç olarak merkezi yönetimde bir yozlaşmaya neden olmuştu. Kapıkulu sisteminin bozulması, kapıkulunun asıl işlevi olan askerliği geri plana atıp iktidar mücadelelerinde bir aktör haline gelmesine, bununla da kalmayıp ticari işlere esnaflığa atılmasına yol açmıştı. Tımar sisteminin bozulması ise taşradaki yönetim krizinde etkili oldu, çünkü tımarlı sipahinin bir önemli görevi de taşrada asayişi sağlamaktı.
c. Bunların yanında ekonomik sebepleri de unutmamak gerekir. Paranın değerinin sürekli düşmesi kentlerde esnafı olumsuz etkilerken, uzun süren savaşların getirdiği olağanüstü mali yükün ağır vergiler biçiminde köylünün üzerine yüklenmesi de köylüyü olumsuz yönde etkilemiştir. (Bu konulara  Duraklama'nın nedenleri anlatılırken uzun uzadıya değinilmişti. bkz. https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/04/klasik-osmanl-duzeninin-cokusu.html )

Duraklama dönemindeki isyanları iki başlık altında incelemek mümkündür: Başkent İsyanları ve Taşra İsyanları. Şu kaynağa da bkz. https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2019/01/selcukludan-osmanlya-halk-ayaklanmalar.html
a) Başkent İsyanları:
İstanbul’da ortaya çıkan isyanların elebaşıları yeniçeriler ve sipahiler olmuştur. Bu isyanların en sık karşılaştığımız gerekçesi maaşların zamanında ödenmemesi ya da düşük ayarlı para ile ödenmesi olduğunu, yani ekonomik sebepleri görüyoruz. Ancak bu ayaklanmalar bu isteklerin yerine getirilmesi ile bitmiyordu genellikle ve siyasi sonuçları da oluyordu. Zaman zaman ulemanın ve kent halkının (esnaf ve zanaatkarlar) da katıldığı bu ayaklanmalar sonunda vezirler, sadrazamlar, şeyhülislamlar, hatta padişahlar değişiyor, bazıları idam ediliyordu. Ve bir noktadan sonra kent isyanları merkezi yönetimde iktidar mücadelesi veren çeşitli grupların rakiplerini safdışı ederek iktidarı ele geçirmek için kullandıkları bir araca dönüşmüştü.

Duraklama döneminde çıkan İstanbul isyanlarının en önemlileri II. Osman, IV. Murat ve IV. Mehmet zamanında görülmüştür.

II. Osman artık devlete yarardan çok zararı olduğunu düşündüğü yeniçeri ocağını kaldırmayı planlamıştı. Bunun üzerine ayaklanan yeniçeriler genç padişahı tahttan indirmekle kalmadılar, aynı zamanda öldürdüler. Böylece Osmanlı tarihinde bir ayaklanma sonucu ilk kez bir padişah öldürülüyordu. Bundan sonra, klasik Osmanlı düzeninde olduğu gibi padişahın yüceliğinden, dokunulmazlığından söz etmek artık çok güçtü. Benzer durum III. Selim zamanında da olmuştur. Aşağıda belirtilen kaynağa bkz.

IV. Murat’ın henüz çocuk yaşta olduğu ilk yıllarında da yeniçeriler birkaç kez ayaklanarak, saraya saldırdılar, istemedikleri devlet adamlarını görevden aldırıp idam ettirdiler. IV. Murat, II. Osman’ın akıbetine uğramaktan belki de şansı sayesinde kurtuldu. Tabii bu ayaklanmalarda her defasında saray içinde yeniçerileri kışkırtan grupların olduğunu unutmamalıyız.

IV. Mehmet döneminde de defalarca yeniçeri ve sipahi (burada bahsi geçen sipahiler tımarlı sipahiler değildir) isyanı çıktı. Bazen bunlara kent halkından da katılanlar oldu. Dıştan görünen gerekçe genellikle ulufelerin ödenmemesi ya da düşük ayarlı parayla ödenmesiydi, ama her isyanın sonunda isteklerin bununla kalmadığını, birçok devlet adamının değiştirildiğini ve idam edildiğini görüyoruz. Sonunda IV. Mehmet’in tahttan indirilmesinde de yeniçerilerin etkisi olmuştur. 

Bu konu için şu kaynağa da bkz. Kabakçı Mustafa İsyanı,  Daha geç dönem olmakla birlikte bu türden isyanların bütün özelliklerini taşımaktadır.

b) Taşra İsyanları:
Bu isyanları üç başlık altında incelemek mümkündür.

1. Celali İsyanları
Bunlara aslında köylü isyanları denilebilir. Çünkü isyanlara katılan ana kitle köylülerden oluşmaktadır. Ama bu kitleye zaman zaman medrese öğrencileri (suhte), tımarlarını kaybeden sipahiler ve efendileri görevden alınan, dolayısıyla işsiz kalan leventler de katılmıştır.

Bu isyanlar özellikle 17. Yüzyılın ilk yarısında yoğunluk kazanmıştır. Bastırılması çok zor ve kanlı olmuştur. Kırsal ekonomiyi ve toplumsal yapıyı altüst etmiştir.

Celali İsyanlarının altında yatan nedenleri şöyle sıralayabiliriz:
a. Vergilerin yükseltilmesi.
b. Yerel yöneticilerin kötü yönetimi.
c. Tımar sisteminin bozulması. Tımarını kaybeden küçük tımar sahiplerinin isyana katılması
d. İran ve Avusturya Savaşları'nın getirdiği yıkımın etkileri

Bu ayaklanmaların başlıcaları şunlardır: Karayazıcı, Deli Hasan, Tavil Ahmet, Canbulatoğlu, Kalenderoğlu.

Bu isyanlar bütün köylü ayaklanmaları gibi tepki isyanlarıdır. Bütünsel bir ideoloji ile hareket etmezler, yeni bir düzen kurma gibi bir amaçları yoktur.

2. Taşra ve Eyalet Yöneticilerinin İsyanları
Bunlar merkezi iktidarın zayıflamasından yararlanan taşra yöneticilerinin yönettikleri bölgedeki hakimiyetlerini artırmak ya da daha yüksek bir göreve gelmek amacıyla çıkardıkları isyanlardır. Bunlar içinde Erzurum valisi Abaza Mehmet Paşanın ve Sivas valisi Varvar Ali Paşanın isyanları ünlüdür.
Yerel hanedanların İsyanları; Bunlar Osmanlı yönetim sistemi içinde özerklikten yararlanan bölgelerin başında bulunan yerel hanedanların Osmanlıdan tamamen bağımsız olmak için çıkardıkları isyanlardır. Yemen, Bağdat, Eflak, Boğdan, Erdel gibi bölgelerde çıkan bu tür isyanlar Osmanlıyı epeyce uğraştırmıştır.

Kaynak göstermeden kullanılamaz

Bu seride yer alan Osmanlı tarihiyle İlgili diğer konular ve kaynaklar için bkz.
https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/06/osmanl-tarihi-ders-notlar-konular.html

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Osmanlı Resmi Sünni İdeolojisini Fatih İnşa Etti

Osmanlı Resmi Sünni İdeolojisini Fatih İnşa Etti

Ahmet Yaşar Ocak

Hiç şüphesiz ki Osmanlı resmi ideolojisinde en büyük gelişim ve değişim aşaması, II. Mehmed'in 1453 yılında İstanbul'u fethiyle gerçekleşti. Çünkü bu tarihten sonra, artık bir aşiret beğliği hüviyetini ve yapısını çoktan terkederek imparatorluk statüsüne geçmiş Osmanlı Devleti'nde geniş çaplı ve köklü bir yapısal değişim zorunlu hale gelmiş, bu sebeple yönetim mekanizması ve kurumlarında tepeden tabana kadar bir merkezileşme süreci başlamıştır. Bu köklü değişim ise ancak, "Nizam-ı alem"i sağlamaya talip bir imparatorluk ideolojisi üzerine oturacaktı. İşte kanatimizce Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı tarihinde İstanbul'un fatihi olmaktan ziyade esas olarak bu büyük ideolojik ve yapısal değişimin mimarı olarak değerlendirilmelidir. Halil İnalcık'ın çok yerinde tesbitiyle, o, bu yüzdendir ki Osmanlı İmparatorluğu'nun ve onun "padişah" tipinin gerçek yaratıcısıdır. O, İstanbul fethinin kazandırdığı güç ve prestijle, aynı zamanda Doğu Roma'nın varisi ve Ortodoks Doğu Hıristiyanlığı'nın yeni hamisi sıfatıyla şahsında hem Orta Asya Türk, hem Orta Doğu İslam öncesi, ve hem de İslami dönem hükümdarlık ve devlet anlayışlarının sentezini gerçekleştirmiştir. Özellikle de bizim açımızdan önemlisi, o zamana kadar İslam devletlerindeki din-devlet ikizliğini, dinin devlet güdümüne alındığı bir din-devlet özdeşleşmesi haline getirmiş bulunmasıdır. Fatih Sultan Mehmed'in özellikle bu yönlerini vurgulayan yeni bir biyografisinin yazılması gerektiğini bu vesile ile burada vurgulamak istiyoruz.

Fatih'in gerçekleştirdiği bu din-devlet özdeşleşmesinin teorik çerçevesini, Tarih-i Ebu'l-Feth adıyla bilinen eserinde bir dereceye kadar Tursun Beğ bize sunuyor. Buradaki "Güftar der zikr-i ihtiyac-ı halk be-vücud-ı şerif-i padişah-ı zıllullah" başlıklı kısım dikkatle incelenmelidir. Burada görüldüğü üzere Osmanlı padişahı artık "Sultan-ı zıllullah fi'l-arz” dır ve "Hak Teala mübarek lakabın semadan inzal etmişdir'".Bu telakkinin Türk akademik ve popüler tarihçiliğinde zaman zaman ısrarla İslam"a maledilmeye çalışılmasına rağmen, onunla uzaktan yakından bir alakası bulunmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Kanaatimizce devlet hakimiyetinde din-devlet (İslam-saltanat) özdeşliğinin bu tipik tezahürünün köklerini, Kaan'ın Gök-Tanrı tarafından seçildiğini vurgulayan eski Türk hükümdarlık anlayışıyla ilk yazılı örneklerinden birine Tevrat'ta rastladığımız eski Orta Doğu devlet ve hükümdarlık geleneğinde aramak daha doğrudur. Bizde İlk Osmanlı vekayinamelerinde yer almakta olup, Osman Gazi etrafında yoğunlaşan, dünya hükümranlığının Osmanoğullarına bağışlandığını vurgulayan menkabeleri de bu çerçevede değerlendirmek gerekir, ki bilindiği üzere hepsi de XV. yüzyılda teşekkül edip XVI. yüzyılda yazıya geçirilmişlerdir ve Fatih'le başlayan büyük ideolojik değişimin birer tarihi belgesidirler.

Fatih Sultan Mehmed İslam'a genç Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni ideolojisindeki yerini verirken, sürekli merkeziyetçi espri ile hareket etti. İslam"ı ve kurumlarını kendi başına bırakmadı. Görünüşte İslam'ın imparatorluktaki en üst kurumu olan Şeyhülislamlık müessesesini, adeta Bizans'taki patriklik örneğinde olduğu gibi veziriazam kanalıyla kendine bağladı. Böylece "Zıllullah fi'l-arz"' olan Osmanlı padişahı kendi şahsında hem devletin hem de İslam'ın en üst temsilcisi daha doğrusu timsali oluyordu. İşte bu yeni ve güçlü statü içinde Fatih İslam hukukunun zaten Islatmamın başlangıcından beri yürürlükte olup kendi tali kaynakları arasında mütalaa ettiği örfü de ünlü kanunnameleriyle çok geniş bir alana yaydı. O bunu yapmakla, sanıldığı gibi o zamana kadar vuku bulmamış yepyeni bir şey yapmış, hatta çoğu zaman iddia edildiği gibi, şer"i hukukun yanına örfi hukuku koymuş olmuyordu. Fakat şer'i hukukun bu tali kaynağını, yeni imparatorluk ideolojisinin gereklerine göre çok daha geniş bir alana teşmil ediyordu. İşte kanaatimizce, bu "şer'i hukuk çerçevesinde geniş çaplı işlerlik kazanmış örf bir anlamda devlet güdümündeki İslam'ın, daha doğrusu "Osmanlı İslamı"nın bir görüntüsü ve özelliğidir. XV. yüzyılda Fatih medreseleri, bu Osmanlı İslamı'nın resmi kurumları olarak ihdas edildiler. Fatih'in bu medreselere verdiği temel görevin, genç imparatorluğun ideolojisinin belirtilen doğrultuda bilimsel temellerini oluşturmak olduğunu söylemek herhalde bir gerçeğin ifadesi olacaktır. Bu konuda, söz konusu medreselerde okutulan bilimlerin, bunlara ait kitapların ve bunları okutan hocaların bu bakış açısıyla yeniden ele alınmasının faydalı olacağını sanıyoruz.

XV. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı resmi ideolojisi dediğimiz saltanatla özdeşleşmiş Osmanlı İslamı'nın temeli işte bu şekilde atılmış oldu. Bu ideoloji ikinci büyük gelişim ve değişim aşamasını XVI. yüzyılın ilk çeyreği içinde, Mısır'ın zaptıyla birlikte hilafet'in Osmanlılar'a geçişiyle yaşadı. Hilafetin Osmanlı din-devlet özdeşliğine iltihakı, artık olgunluk çağına yaklaşmış İmparatorluğun hüviyetine yeni bir anlam kazandırdı. Osmanlı İmparatorluğu artık bütün İslim dünyasının “en büyük devleti" sıfatıyla savunucusu ve Osmanlı halife-sultan'ı, "zıllullah fi'l-arz" olarak bütün Müslümanların tabii metbuu ve hamisidir. Bu nokta Osmanlı resmi ideolojisinin kendi gelişim süreci içinde ulaştığı en yüksek noktadır. Artık o kendisini bütün İslam aleminden sorumlu görmektedir; bunun için de hedefi nizam-ı alem'dir. Nizam-ı âlem idealinin ana niteliği ise, mükemmelliğine inanılan bu nizamın "olabildiğince bozulmadan korunması", bir başka ifadeyle değişmezlik'tir. Çünkü varılan bu en mükemmel nokta, aynı zamanda ister İstemez bir de kutsallık kazanmıştır. Bu yüzdendir ki bu nizamın ihlali, hem "mükemmel"in hem de "kutsal"ın ihlali olacaktır.

İşte kanaatimizce, Osmanlı çözülmesi ve gerilemesiyle ilgili pek çok meselenin çözüm sırrı da büyük ölçüde bu noktada gizlidir ve özellikle bizim açımızdan Osmanlı resmi ideolojisine muhalefet problemi de tam bu noktada ortaya çıkıyor. Bu nokta, o zamana kadar her türlü değişime, senteze açık Osmanlı resmi ideolojisinin kendini artık her türlü yeni alış-verişlere, yeni sentezlere, yeni değişimlere sıkı sıkıya kapatma yoluna girdiği; bu yüzden de ister istemez belli ölçüde hoşgörüsüz ve katı bir hale geldiği noktadır. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, Osmanlı resmi ideolojisi bu katılaşma noktasına yalnızca sözünü ettiğimiz kendi iç gelişmesi sonunda ulaşmamıştır. Pek çok iç ve dış siyasi ve sosyo­ekonomik faktörün de bu oluşumda rolü vardır ki başka bir inceleme konusudur.

XVI. yüzyıl, özellikle Kanuni Sultan Süleyman dönemi, Osmanlı resmi ideolojisinde meydana gelen, belirtmeye çalıştığımız değişimler sonucu, değişik çevrelerce oluşturulan, değişik nitelikli yoğun muhalefet hareketlerinin ortaya çıktığı bir dönem olarak Osmanlı tarihinde dikkati çekiyor. Artık Osmanlı merkezi yönetimi, kısmen Safevi propagandası gibi bir takım faktörlerin de etkisiyle, kendi mevcudiyeti için tehlikeli gör­düğü her kıpırdanışı, zendeka ve ilhad, yahut Rafızilik ithamlarıyla karşılayacak ve kendisini bu iki mekanizma ile savunacaktır. Bu mekanizmalardan birincisi, genellikle kısmen imparatorluk başkentindeki, kısmen de önemli taşra merkezlerindeki ulema ve Sünni çevrelerden oluşan aydın kesime, ikincisi ise, köylü, çiftçi ve göçebe reayadan teşekkül eden halk kesimine karşı işletilmiştir. Bu kesimin ortaya koyduğu bütün muhalefet hareketlerini, kanaatimizce Fatih'le başlayan sıkı merkezileşme sürecine bir karşı koyuş, bu sürecin başlattığı sosyo-ekonomik değişimi bir reddediş olarak değerlendirmek gerekir.

Merkezi yönetimin, heterodoks bir islami ideolojiyi kullanması se­bebiyle Rafizi deyimiyle nitelediği hareketler genellikle ihtilalci mesiyanik bir karakter sergilerler. Zındıklık ve mülhidlik ile nitelendirilen aydın Sünni çevrelerinin hareketlerine ise mistik bir mesiyanizm hakimdir. XVI. yüzyılda bu çevreleri özellikle Bayrami Melamileri ve Gülşeniler temsil ediyorlardı. Ayrıca tek tek ulemadan klasik Sünni ideolojiyi zorlayanlar da zındık ve mülhid muamelesi görmekteydiler.

Osmanlı merkezi yönetiminin bütün bu Sünnilik dışı muhalif çevrelere karşı sıkı bir sünnileştirme politikasını uyguladığını, arşiv belgeleri bize gösteriyor. Fakat işin ilginç yanı, bizzat Sünni çerçevede kalarak Osmanlı İslamına karşı çıkan, başını ünlü Birgivi Mehmed Efendi'nin çektiği Sünni muhalefet çevreleri de bulunuyordu.

İşte gerek Osmanlı resmi ideolojisini, gerekse kısaca zikrettiğimiz bütün bu muhalefet ideolojilerini tek tek sistemli bir şekilde inceleyip ortaya çıkarmanın, Osmanlı tarihini bütüncü bir anlayışla kavramak  bakımından önemli bir kazanç olacağı inancındayız. 

 Kaynak: İslami Araştırmalar, cilt 4, sayı 3, Temmuz 1990, s. 192-194
*Başılığı ben yazdım. Makalenin dipnotları için yukarıdaki linki tıklayınız. DK