John Gray |
Hong Xiuquan Göksel Taiping Ordusu'nun lideri. İsa'nın küçük kardeşi olduğunu savunmuştur. |
Dünyayı Dönüştürmeyi Amaçlayan Ütopyalar, Binyılcı Hıristiyan İnançlarının Seküler Bir Uzantısıdır"Yeni bir cennet ve yeni bir dünya: Çünkü, ilk cennet ve ilk dünya sona erdi" deniyor, Vahiy kitabında. "Cennet" sözcüğünü çıkarın ve yalnızca "yeni bir dünya"yı bırakın. İşte, tüm ütopyacı dizgelerin sırrı ve reçetesi elinizdedir.
E. M. Cioran[2]
Modern devrimci hareketlerin dini kökleri dizgeli bir biçimde ilk defa Norman Cohn'un The Pursuit of the Millennium (Binyılın Peşinde) adlı yaratıcı çalışmasında ortaya çıkarılmıştır.[
3] Yandaşları açısından komünizmin birçok bakımdan din işlevi gördüğü çokça belirtilmiştir. Bu olgu düş kırıklığına uğramış eski komünistlerin makalelerinden oluşan ve Soğuk Savaş'ın başlangıcından hemen sonra yayımlanmış ünlü bir derlemenin başlığına da yansımıştır: The God that Failed (Sınıfta Kalan Tanrı).[
4] Cohn benzerliklerin, ayırdına varılandan daha çok olduğunu gösterdi. Yirminci yüzyıl komünizmi en parlak döneminde Ortaçağ sonlarında Avrupa'yı sarsmış olan binyılcı hareketlerin birçok özelliğini yineledi. Sovyet komünizmi modern bir binyılcı devrimdi ve Nazizm de keza; bununla birlikte, birçok Nazi'yi harekete geçiren gelecek tasavvuru bazı açılardan daha olumsuzdu.
Bazı kilit terimlere açıklık getirmekte yarar olabilir. Kimileyin
chiliast denilen binyılcılar
–chiliad bin parçadan oluşan herhangi bir şeydir ve Hıristiyan binyılcılar İsa'nın Yeryüzü'ne döneceğine ve yeni bir krallık kurup bin yıl boyunca hüküm süreceğine inanırlar– apokaliptik bir tarih görüşüne bağlı kalırlar.
Günlük dilde "apokaliptik" sözü bir felaketi ifade eder ama kutsal kitap dilinde bildirmek anlamındaki Yunanca bir sözcükten gelir; apokalips, göğe yazılmış sırların zamanın sonu geldiğinde açığa çıktığı bir vahiydir ve Seçilmişler açısından bunun anlamı felaket değil, kurtuluştur.Eskatologya, sonuncu şeylere ve dünyanın sonuna ilişkin bir öğretidir (Yunancada eschatos "sonuncu" ya da "en uzak" demektir). Önce de işaret ettiğim gibi, ilk Hıristiyanlık eskatolojik bir külttü: İsa ve ilk müritleri dünyanın yakında yok olmaya yazgılı olduğuna inanıyorlardı. Böylece yeni ve kusursuz bir dünya ortaya çıkabilirdi. Bu olumlu özellik eskatologyada her zaman görülmez. Bazı pagan geleneklerde dünyanın sonunun tanrıların ölümü ve son felaket anlamına geldiği görülür. Naziler Hıristiyanlığa özgü bir demonolojiyi benimsemiş olmakla birlikte bu türden olumsuz bir eskatologya ideolojilerinin önemli bir öğesiydi. Bununla birlikte, Ortaçağ binyılcılığını ve seküler binyılcı hareketleri apokaliptik inancın olumlu bir biçimi körükledi:
Dünyadaki kötülüklerin sonsuza dek ortadan kaybolacağı bir Ahir Zaman beklentisi. (Millenarianism'le millennialism arasında bazen bir ayrım yapılır. İlki, İsa'nın kelimenin tam anlamıyla geri döneceğine inanırken, ikincisi, bir tür kutsal krallığın gelişini gözler. Ancak, bu terimler tutarlı olarak kullanılmaz ve tersi belirtilmedikçe, bunları birbirinin yerine kullanacağım.)Batı toplumlarını etkilediği biçimiyle
binyılcılık Hıristiyanlığın bir mirasıdır. Dinlerin çoğu bir başlangıcı ve sonu olan bir öykü olarak tarih anlayışından yoksundur. Hindular ve Budistler insan yaşamını kozmik çevrimde bir an olarak görürler; kurtuluş bu bitimsiz devirden salıverilmek anlamına gelir. Hıristiyanlık öncesi Avrupa'da Platon ve öğrencileri insan yaşamını buna çok benzer bir biçimde görüyorlardı. Kadim Yahudilikte ise dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu düşüncesinden eser yoktur. Hıristiyanlık insanlık tarihinin erekbilimsel bir süreç olduğu inanışını aşılamıştır. Yunanca telos sözcüğü "son" demektir. İngilizcede son sözcüğü (end) ise hem bir sürecin vardığı son nokta hem de bir sürecin hizmet edebileceği bir amaç ya da niyet anlamına gelir. Hıristiyanlar tarihi erekbilimsel olarak düşünmek bakımından bunun her iki anlamda da bir sonu olduğu kanısındaydılar:
tarihin önceden belirlenmiş bir amacı vardı ve bu gerçekleştiğinde bir sona varacaktı. Marx ve Fukuyama gibi seküler düşünürler "tarihin sonu" yollu söylemlerini payandalayan bu erekbilimi miras aldılar. Bundan dolayı tarihi, illa ki kaçınılmaz olmayan ama evrensel bir amaç güden bir hareket olarak görürler. İlerleme kuramları da erekbilimsel bir görüşe dayanmaktadır. Tüm bu anlayışların gerisinde tarihin olayların nedeni olarak değil, gayesi olarak anlaşılması gerektiği düşüncesi vardır ve bu gaye insanlığın kurtuluşudur. Bu düşünce Batı düşününe ancak Hıristiyanlıkla birlikte girdi ve o gün bugündür batı düşününü biçimlendirmektedir.
Binyılcı hareketler Hıristiyan Batı'yla sınırlı olmayabilir.
1853'te Göksel Taiping Ordusu adlı bir hareketin önderi olan ve İsa'nın küçük kardeşi olduğuna inanan
Hong Xiuquan, Nanjing'de ütopyacı bir topluluk kurdu. Bu topluluk on bir yıl sonra yirmi milyonu aşkın insanın öldüğü bir çatışmanın ardından ortadan kalkıncaya dek varlığını sürdürdü.
[5] Taiping Ayaklanması binyılcı düşüncelerin kışkırttığı birkaç Çinli ayaklanmasından biridir. Bu düşünceler Çin'e Hıristiyan misyonerler aracılığıyla gelmiş olabilir ama benzer türden düşüncelerin burada zaten mevcut olması da söz konusu olabilir. Bir yıkım döneminin ardından göksel bir kurtarıcının yol göstericiliğinde bir barış çağının geleceği yolundaki inanışlar bu ülkede üçüncü yüzyıldan beri görülüyor olabilir.
[6]İster benzersiz bir biçimde Batı kaynaklı olsun, ister olmasın, bu tür inanışların Batı yaşamı üzerinde biçimlendirici bir etkisi olmuştur. Ortaçağ binyılcılığı Hıristiyanlığın başlangıcına dek izi sürülebilen inançları yansıtıyordu. Jakobenizm, Bolşevizm ya da Nazizm gibi modern siyasal dinler binyılcı inanışları bilim olarak yeniden oluşturdular. Basit bir Batı uygarlığı tanımı yapmak mümkünse eğer, bunun binyılcı düşüncenin önemli rolüyle ilgili olarak ifade edilmesi gerekecektir.
Binyılcı inanışlar bir şey, binyılcı hareketler başka bir şey ve binyılcı rejimler daha başka bir şeydir. Binyılcı bir hareket ancak belirli bir tarihsel koşulda ortaya çıkar. Bazen bu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Çarlık Rusya’sı ve Weimar Almanya’sında görüldüğü gibi, büyük ölçekli toplumsal bir çalkantı durumudur; kimileyin de, Amerika Birleşik Devletleri'nde 11 Eylül'de olduğu gibi travmatik bir olaydır. Bu tür hareketler çoğunlukla felaketlerle bağlantılıdır. Binyılcı inanışlar algıyla gerçeklik arasındaki normal bağın koptuğu bir tür bilişsel uyuşmazlık belirtisidir.
[7] Rusya ve Almanya'da savaş ve ekonomik çöküş yetkin binyılcı rejimler ortaya çıkarmışken, Amerika'da benzeri görülmemiş bir terör saldırısı, gereksiz bir savaşın ve anayasada bir değişikliğin de içinde bulunduğu bir binyılcı salgına yol açmıştır. Binyılcı inanışların siyasette ne zaman ve nasıl belirleyici bir güç durumuna geldiği tarihsel rastlantılara bağlıdır.
Apokaliptik inançlar Hıristiyanlığın doğuşuna ve daha öncesine dayanır. Bu inançların Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar ortaya çıkmaları dindışı alandan bir saldırı değildir: Başlangıçtan beri var olan bir şeyin işaretidir.
İsa'nın öğretisi insanlığın son günlerini yaşamakta olduğu inanışına dayanıyordu. Eskatologya İsa'nın esinlediği hareket açısından can alıcıydı. Bu bakımdan İsa Yahudi bir apokalips geleneğine aitti ama apokaliptik inançlara eşlik eden köktenci düalist dünya görüşü kutsal kitap Yahudiliğinde hiç görülmez. Eskatologyanın İsa'nın öğretisindeki önemli rolü diğer geleneklerin etkisini yansıtmaktadır.
Çağdaş tarih bilimi
İsa'nın heterodoks bir karizmatik Yahudilik akımının üyesi olduğunu makul bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermiştir.
[8] İsa'nın müritleri için kullanılmaya başlanan "Hıristiyan" terimi Yunanca christos ya da "meshedilmiş olan" sözcüğünden gelir ve İbranice ve Aramicede "mesih"in de anlamı budur. İbrani Kutsal Kitabı'nda çok az geçen "Mesih" terimi krala ya da yüksek rahibe verilen bir unvandır. Hıristiyanlığın Paulus döneminden itibaren evrensel bir din olarak gelişmesiyle birlikte "mesih'' Tanrı tarafından bütün insanlığın kefaretini ödemek üzere gönderilmiş tanrısal bir kişi anlamını edinmiştir.
Başlangıçta yalnızca diğer Yahudilere yönelik bir ileti olan İsa'nın öğretisi eski dünyanın sona ermekte ve yeni bir krallığın kurulmakta olduğu yolundaydı. Yeryüzü meyveleri sınırsız bir bollukta olacaktı. Yeni krallığın sakinleri –yeniden yaşama döndürülecek erdemli ölüler de içinde olmak üzere– fiziksel ve ruhsal hastalıklardan kurtulacaklardı. Yozlaşmanın olmadığı yeni bir dünyada yaşayarak ölümsüz olacaklardı. İsa bu yeni krallığı duyurmak ve yönetmek üzere gönderilmişti. İsa'nın etik öğretisinde özgün ve dikkat çekici birçok şey vardır. Diğer Yahudi peygamberlerin yapmış oldukları gibi zayıf ve güçsüzleri savunmakla kalmamış, toplumdışına itilmiş kimselere de kucak açmıştı. Bununla birlikte, yeni bir krallığın hazırda olduğu inancı onun iletisinin can damarıydı ve müritlerince de öyle kabul edildi.
Yeni krallık gelmedi, İsa tutuklandı ve Romalılarca idam edildi. Hıristiyanlık tarihi kurucu nitelikteki bu eskatolojik düş kırıklığı deneyimiyle baş etmeye yönelik bir dizi girişimdir.
Bu çıkmaz Albert Schweitzer'ın gözünden kaçmamış ve şöyle yazmıştır:
İsa insanoğlu olarak geleceği bilgisiyle tarihin doğal akışını sona erdirecek sonuncu devrim için dünyanın çarkına yapışır. Çark dönmeyince, üzerine kapanır. Döndüğündeyse, eskatolojik durumu, yani kusursuz bağlılık ve suçsuzluk durumunu getirmek yerine, onu ezer geçer. İsa böyle bir durumu ortadan kaldırmıştır.[9]Aslında, eskatolojik umut yıkılmamıştı. İsa'nın ilk Kilise'deki müritleri arasında onun ölüler arasından dirildiği ve göğe yükseldiği inancı oluştu. Çok geçmeden İsa'nın dünyanın sonu öğretisini içsel bir değişim metaforu olarak yorumlama girişiminde bulunuldu.
Aziz Paulus'ta Tanrı'nın krallığının tinsel bir değişim alegorisi olduğunun işareti zaten vardır. İsa hareketini muhalif bir Yahudi mezhebinden evrensel bir dine dönüştüren kişi herkesten çok
Paulus'tur; Tarsuslu Saul diye de anılan Helenleştirilmiş bir Yahudi’ydi. Paulus İsa'nın ilk müritlerinin dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu beklentilerini paylaşıyordu ama tüm insanlık için geçerli bir Son görüşü için yolu açtı.
Aziz Augustinus (İS 354–430), İsa ve müritlerini harekete geçiren eskatolojik umutları etkisiz kılmaya yönelik daha dizgesel bir uğraş verdi. Başlangıçta kötülüğü dünyanın değişmez bir özelliği olarak gören Manicilik dinine bağlanmıştı ve teolojisinde bu görüşün belirgin izleri görülmektedir.
Mani aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonsuza dek süreceğine inanırken, İsa'nın müritleri kötülüğün hepten ortadan kalkacağı bir Ahir Zaman'ı bekliyorlardı. Augustinus insanın giderilmesi olanaksız bir biçimde kusurlu olduğuna inanıyordu ve bu ilk günah öğretisi Hıristiyan ortodoksluğun temel ilkesi oldu. Yine de, Hıristiyanlık bunu İsa'dan çok Mani'ye borçlu olabilir.Augustinus Hıristiyan inancını yeniden formüle ederken Platonculuğun da büyük etkisi altında kaldı. Platon'un tinsel şeylerin sonsuz bir dünyaya ait oldukları yolundaki görüşünden çok etkilenerek zamanın sonunun tinsel bir açıdan anlaşılması gerektiğini belirtti; gelecekte bir ara gerçekleşecek bir olay olarak değil, her an olabilecek içsel bir dönüşüm olarak. Augustinus Hıristiyanlığa aynı zamanda Dünya Devleti ve Tanrı Devleti arasında kategorik bir ayrım düşüncesini de getirdi. İnsan yaşamı ilk günahla damgalandığından, iki kent asla bir olamaz. İnsanın cennetten kovuluşundan bu yana kötülük her insanın yüreğinde iş başındadır; bu dünyada alt edilmesi olanaksızdır.
Bu öğreti Hıristiyanlığa hiçbir zaman bütün bütüne yitirmediği anti–ütopyacı bir eğilim kazandırdı ve Hıristiyanları insana dair meselelerde temel bir değişiklik beklentisinde olan herkesin yaşadığı düş kırıklığından kurtardı. Kötülüğün ortadan kaldırılabileceği inancı, ki Ortaçağ binyılcılarına esin vermiş ve Bush yönetiminde yeniden su üzerine çıkmıştır, Augustinusçu açıdan hiç ortodoks değildir. Bununla birlikte, bu türden bir inanış İsa'nın müritlerinin ait oldukları apokaliptik kültün önemli bir özelliğiydi. Batı tarihi boyunca yinelenen binyılcılık salgınları Hıristiyanlığın köklerine heretik bir dönüştür.
Augustinus Son'a ilişkin umudu sözcüğü sözcüğüne almayarak, eskatologyayı içinde barındırdığı riskleri azaltarak muhafaza etti. Tanrı krallığı zaman dışı bir dünyada vardı ve bunun simgelediği içsel dönüşüm tarihin herhangi bir anında gerçekleştirilebilirdi.
Efes Konsili'nin 431'de binyılcılığı (millennialism) mahkûm etmesiyle birlikte Kilise bu Augustinusçu görüşü benimsediyse de, bu İsa'yı esinlemiş olan inançlara geri dönen binyılcı (chiliastic) hareketlerin patlak vermesine engel olmadı. Binyılcılığın Kilise'deki rolüne de son vermedi. On ikinci yüzyılda
Fiore'li Joachim (1132–1202) Augustinus'un teolojisini tersine çevirdi. Kutsal yazılardan içrek bir anlam çıkardığına inanarak –Kutsal Topraklar'daki seyahati sırasında bir tür tinsel aydınlanma yaşamış bir
Sistersiyen tarikatı başkeşişiydi– Hıristiyan Üçleme öğretisini insanlığın üç evreden geçerek yükseldiği bir tarih felsefesine dönüştürdü.
Baba Çağı'yla başlayıp Oğul Çağı yoluyla Ruh Çağı'na, Son Yargı'ya dek sürecek evrensel bir kardeşlik dönemine doğru ilerleyecekti. Her çağın bir önderi vardı; ilkinde İbrahim baştaydı, ikincisindeyse İsa. Kutsal üçlemedeki üçüncü kişinin cisimleştiği yeni ve sonuncu önder Joachim'in 1260'ta gelmesini beklediği Üçüncü Çağ'ı başlatacaktı. Joachim'in üçlemeci tarih felsefesi Ortaçağ Hıristiyanlığını eskatalogya ateşiyle yeniden harmanladı ve üç evreli bu düzenlemesi sonraki birçok Hıristiyan düşünürde yeniden ortaya çıktı. Fransisken tarikatının köktenci bir kanadınca benimsenen Joachimci kehanet güney Avrupa'daki binyılcı hareketlere esin verdi. Almanya'da İmparator II. Friedrich'in çevresinde mesihçi bir kültün oluşmasına yardımcı oldu.
II. Friedrich bir Haçlı Seferi sırasında Kudüs'ü fethettikten sonra kendini Kudüs kralı olarak taçlandırmış ve Papa IX. Gregorius tarafından Deccal'likle suçlanmıştı.
İnsanlık tarihinin üç evreye bölünmesinin seküler düşün üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Hegel'in insan özgürlüğünün üç diyalektik evreden geçerek evrildiği yolundaki görüşü; Marx'ın ilkel komünizmden sınıf toplumu yoluyla küresel komünizme ilerleme yolundaki kuramı; Auguste Comte'un insanlığın dinsel evreden metafizik ve bilimsel gelişim evrelerine geçerek evrildiği yolundaki Olgucu tasavvuru
üç bölümlü bir şemanın tekrarlarıdır. Tarihin alışılmış üç evreye bölünmesi –Antikçağ, Ortaçağ ve Modern Çağ– Joachimci düzenlemeyi yineler. Daha dikkat çekici olan,
sonraki bölümde de görüleceği gibi, Joachim'in Nazi devletine Üçüncü Reich adını veren bir üçüncü çağ kehanetiydi. (Antikçağ ve Modern Çağ gibi kavramlar vazgeçilmez sanat terimleri olmuştur ve bunların ifade ettikleri düşünce şemasını eleştirsem de bunları kullanacağım.) Apokalipsin seküler versiyonlarında yeni çağ insan edimi yoluyla oluşur. İsa ve müritlerine göre, yeni krallık ancak Tanrı'nın istemiyle oluşabilirdi; ne var ki, Tanrı'nın istemine Beliyal ya da Şeytan olarak kişileştirdikleri kötülüğün gücü karşı koyuyordu. Bu bakışa göre dünya iyi ve kötü güçler arasında bölünmüştür; insanlığın şeytanca bir güç tarafından yönetilebileceği yollu bir ima bile vardır. İbrani Kutsal Kitabı'nda böyle bir şey görülmez. Şeytan, Eyüb'ün Kitabı'nda kötülüğün kişileşmesi değil, Yehova'nın elçisi olarak boy gösterir.
Dünyanın iyi ve kötü güçler arasında bir savaş alanı olduğu görüşü ancak sonraki İbrani apokaliptik geleneklerde ortaya çıkmıştır.Zerdüştçü Zurvanizm diniyle Ölü Deniz Tomarlarında yazıya geçirilmiş türden apokaliptik İbrani inanışları arasında pek çok benzerlik vardır ve
İbrani apokaliptik düşünü büyük olasılıkla Zerdüştçülük'ün etkisini yansıtır. İnsan yaşamını aydınlıkla karanlık arasında aydınlığın zaferiyle sonuçlanabilecek bir savaş olarak düşünen ilk kişi Zerdüşt olsa gerektir. Zarathustra olarak da bilinen bu İranlı peygamber İÖ 1500 ile 1200 yılları arasında bir dönem yaşamıştı.
Zerdüştçülük dünyanın en barışçıl dinlerindendir. Bununla birlikte Zerdüşt; Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık üzerindeki biçimlendirici etkisinden dolayı Batı tarihi boyunca tekrar tekrar patlak veren inanca dayalı şiddetin en büyük kaynağı olabilir.İnsan yaşamı birçok gelenekte iyilik ve kötülük arasındaki bir savaş olarak görülmekle birlikte bu çatışmanın ilelebet süreceği kanıksanmıştır. Aydınlıkla karanlık arasındaki bitmez tükenmez
almaş Mısır mitinde de görülür. Kimileri bu mücadelenin karanlıkla sonlanmasını beklemiştir; İÖ sekizinci yüzyılda yaşamış olan Yunan ozan Hesiodos insanlık tarihini ilksel bir Altın Çağ'dan insanlığın ortadan kalkacağı bir demir çağına doğru olan bir gerileme süreci olarak resmetmiştir. Kusursuz toplumu andıran bir şey varsa eğer, bu geçmiştedir; hiçbir zaman bu kozmik mücadelenin aydınlığın zaferiyle sonuçlanabileceği düşünülmemiştir. Zerdüşt bile bunun zaferinin önceden belirlenmiş olduğuna inanmıyor olabilirdi.
Zerdüştçü metinler, dünyanın sonunu bildirmek yerine, peygamberin müritlerini sonucu kuşkulu bir mücadeleye çağırırlar. Yine de, iyiliğin üstün gelebileceği inancı insan düşününde yeni bir gelişmeydi ve bilebildiğimiz kadarıyla, Zerdüşt'ten kaynaklanıyordu.[10]Bu ikici dünya görüşü Mani dini tarafından miras alındı.
Mani İS 216 dolayında Babil'de doğmuş ve 277'de Zerdüştçü otoriteler tarafından heretik olarak şehit edilmiş sonraki İranlı peygamberdir ve öğretisinin Augustinus üzerinde büyük etkisi olmuştur. Mani bir aydınlık ve karanlık ikiciliğinin dünyanın değişmez bir özelliği olduğuna inanması bakımından Zerdüşt'ten ayrılıyordu. Manicilik Çin'e kadar yayıldı ve bu süreçte Budizm'in bazı imgelerini ve simgeciliğini benimsedi.
Maniciler bu dönüşümler sırasında kötülüğün kökünün asla kazınamayacağına olan inançlarını korudular. Mani dini bu noktada Zerdüştçülük'ten ve İsa'nın öğretisinden kökten ayrılır.Manici ikicilik, Hıristiyanlığın zulmüne uğramış olmasına karşın günümüze dek türlü türlü kılıkta yeniden ortaya çıkan Gnostisizmin bir parçası oldu.
Gnostisizm içinden çıkılmaz karmaşıklıkta bir gelenek olmakla birlikte şeytanca güçlerin yönetimindeki karanlık bir dünyaya ilişkin temel tasavvurunun din tarihi üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. İsa'nın ölümünden sonraki ilk birkaç yüzyıl boyunca Hıristiyanlık içinde Gnostik bir akım vardı ve yalnızca İsa'nın aktardığı gizli öğretileri paylaşanların kurtulabileceği savıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Gnostisizm terimi bilgi anlamındaki Yunanca gnosis sözcüğünden geliyor ve Hıristiyan inancının neredeyse her bakımdan kıyasıya tartışıldığı ilk Hıristiyanlık döneminin çalkantılı dünyasında
Gnostikler yalnızca bir tür içrek tinsel anlayışa sahip olanların –belki sayılı insanın– kurtulacağı ve bunun bu dünyadaki fiziksel bir ölümsüzlükten değil, insan bedeninden ve maddi dünyadan kurtulmaktan oluştuğu inancını temsil ediyorlardı. Bu inançlar dizisi, her ne kadar İsa'nınkiyle çok ortak yanı olmasa da ve ilk Kilise tarafından kınansa da, Hıristiyanlığın bir bileşeni olmaya devam etti. Gnostiklerin metinlerinden geriye kuşkuya yer bırakmayacak çok az şey kalmıştır ama
Gnostisizm'in bir çeşidinin Katharcılar arasında yeniden ortaya çıktığı anlaşılıyor. Katharcılar on ikinci yüzyıl Fransa'sında Papa III. Innocentius onlara karşı bir haçlı seferi başlatıncaya ve
(yarım milyon dolayında insanın öldürüldüğü kırk yıllık bir savaştan sonra) tarihten neredeyse silininceye dek varlık gösterdiler. Bununla birlikte, Gnostisizm ortadan kalkmadı. Varlığını sürdürdü ve –Gnostik geleneklere ilişkin usta işi bir incelemenin yazarı olan Hans Jonas'a göre– Martin Heidegger'in felsefesi de içinde olmak üzere beklenmedik birçok kılıkta ortaya çıkarak kendini yeniden yarattı.
[11]Ne var ki, Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar çıkan binyılcılık salgınlarında yeniden baş gösteren Gnostisizm değildi. İyilikle kötülük arasında kozmik bir savaş olduğuna duyulan inançtı. Bu İsa ve müritlerini harekete geçirmiş olan bir inançtı ve Zerdüşt'ün ikici dünya görüşünü yineliyordu. Zerdüşt'ün dünya görüşü Batı tektanrıcılığı –İslam ve modern siyasal dinler bunun vazgeçilmez birer parçasıdır– üzerindeki biçimlendirici etkisi yoluyla Batı düşünü ve siyasetini büyük ölçüde şekillendirdi.
Nietzsche iyilik ve kötülüğün Zerdüşt'ün bir icadı olduğunu söylerken abartıyor olabilirdi ama bütün bütüne yanılmıyordu.Hıristiyanlık Batı uygarlığının özüne eskatologyayı aşıladı ve Augustinus'a rağmen bu zaman zaman yeniden ortaya çıktı. On birinci ve on altıncı yüzyıllar arasında İngiltere ve Bohemya'da, Fransa ve İtalya'da, Almanya ve İspanya'da ve Avrupa'nın daha başka birçok yerinde binyılcı inançların esinlediği hareketler boy gösterdi. Bu hareketlere ilgi duyan insanlar ister savaş, veba ya da ekonomik zorluklardan etkilenmiş olsunlar, ister olmasınlar, bu hareketler kendilerini artık tanıyamadıkları ya da özdeşleşemedikleri bir toplumda bulan topluluklar arasında gelişti. Bunlar arasında en olağandışı olanı birkaç yüzyıl boyunca Avrupa'nın birçok yerine yayılmış bir pir ve müritler ağı olan
Özgür Ruh Kardeşliği'ydi.
[12] Özgür Ruh bir Hıristiyan heretikliğinden ibaret olmayabilirdi. Özgür Ruh'un kimileyin Beghardlar ya da kutsal dilenciler olarak bilinen müritleri on ikinci yüzyılda İspanya'da ve daha başka yerlerde benzer heterodoks inançlar vaaz eden Sufilerinkine benzer giysiler giyiyorlardı ve Özgür Ruh aynı zamanda hâlâ varlık gösteren ve hiçbir zaman yalnızca Hıristiyan olmayan Gnostik geleneklerden esinlenmiş olabilirdi. Her durumda, Özgür Ruh Kardeşleri –Hıristiyan ya da Müslüman– her şeyden önce ortalama bir anlayışın ötesindeki bir deneyim türüne eriştiklerine inanan gizemcilerdi. Bu aydınlanma, Kilise'nin sandığı gibi, inançlının yaşamında Tanrı tarafından bir lütuf olarak bahşedilmiş ender bir olay değildi. Bunu deneyimlemiş olanlar günaha girmekten âcizdi ve –kendi gözlerinde– artık Tanrı'dan ayırt edilemezlerdi. Sıradan insanlığı sınırlayan ahlaksal bağlardan kurtulduklarından, istediklerini yapabilirlerdi.
Bu tanrısal bir biçimde ayrıcalıklı olma duygusu tüm yerleşik kurumların –yalnızca Kilise'nin değil, ailenin ve özel mülkiyetin de– tinsel özgürlüğün önünde bir engel olarak mahkûm edilmesi biçiminde ifade edilmişti.Bu tür gizemci inançların uygulamada büyük bir etkisinin olmayabileceği düşünülebilir. Aslında, yaklaşmakta olan bir Ahir Zaman'la ilgili binyılcı inanışlarla etkileşerek geç Ortaçağ Avrupası'nın birkaç yerindeki köylü ayaklanmalarını körüklemekte yardımcı oldu.
Bu patlayıcı karışım Almanya'nın kuzeybatısındaki Münster kentinde bir komünizm deneyimine yol açtı. On altıncı yüzyıl başlarına gelindiğinde, Avrupa'nın çeşitli yerlerinde Katolik Kilisesi'ni yerinden eden Reformasyon, teolojisi, ortaya çıkmakta olan modern devlete itaati işaret eden
Luther'in ya da kilisenin yönetimindeki katı kurumlarda ısrar eden
Calvin'in tasavvur etmediği kadar köktenci mezhepler doğurmaktaydı. Bunlar arasındaki başlıca mezhep ilk Hıristiyanlığın öğretilerini geri getirmeyi amaçlayan bir hareket olan
Anabaptistlerdi.
Bu hareketi oluşturan mezhepler inançlının Kilise'yi ve baskın toplumsal düzeni reddinin bir simgesi olarak ikinci bir vaftiz uygulamasını teşvik ettiler. 1534 başlarında Anabaptistler, çok sayıda vaizin, rahibenin ve halktan insanın
Anabaptistliği benimsemesini sağladıktan sonra, ilk silahlı ayaklanmalarını gerçekleştirdiler ve Münster belediyesiyle pazar yerinin denetimini ele geçirdiler. Bu kent Anabaptistlerin bir kalesi oldu. Yakın kentlerdeki Anabaptistler buraya akın ederken, Lutherciler de buradan kaçtılar. Dünyanın geri kalanının Paskalya'dan önce yıkılacağı ama Münster'in kurtulup Yeni Kudüs olacağı ilan edildi.
Katolikler ve Lutherciler kovuldularsa da kalanlar kent meydanında yeniden vaftiz edildiler. Katedral yağmalandı ve buradaki kitaplar yakıldı. Sonra, Kutsal Kitap dışındaki tüm kitaplar yasaklandı.
Ortak mülkiyet yolunda ilk adımlar atıldı. Para, altın ve gümüşün bütünüyle devredilmesi gerekmişti. Evlerin kapıları her zaman açık tutulmalıydı. Eski bir terzi çırağı olan
Jan Bockelson'ın önderliğinde (Leidenli Jan olarak bilinir) bu önlemler daha ileri götürüldü. Özel mülkiyet yasaklandı ve çok çeşitli suçlar için ölüm cezasının yanı sıra iş denetimi getirildi. Kocalarına itaat etmek istemeyen kadınlar ölüme mahkûm edilebiliyordu; zina işleyenler de öyle, ki bu Anabaptist topluluktan olmayan biriyle evlenmeyi de kapsıyordu. Bu püriten rejim uzun sürmedi. Bir tür çokeşlilik yürürlüğe girdi ve buna göre bir kadının evlenmemesi ölümle cezalandırılacak bir suçtu. Bu da uzun sürmedi; bazı kadınlar buna uymayı kabul etmediler ve idam edildiler. Sonrasında, kolayca boşanmak olanaklı oldu ve bu bir çeşit özgür aşka yol açtı.
1534 yılı sonbaharında
Bockelson kendini Münster kralı ilan etti. Kendini yalnızca dünyevi bir hükümdar olarak değil, dünyanın son günlerine başkanlık eden bir Mesih olarak da görüyordu. Jakobenlerin örnek alacakları bir yenilik olarak sokak ve yapılara yeni adlar verdi ve yeni bir takvim yürürlüğe koydu.
Bu yeni düzenin ilk günleriyle birlikte kadınların ön sırada geldiği idamlar başladı. Artık kent Kilise'ye bağlı güçlerin ağır kuşatması altındaydı ve halk açlık çekiyordu. Bockelson açlıktan kırılan tebaasının dikkatini başka yöne çekmek için göz kamaştırıcı kutlamalar –yarışlar, danslar ve tiyatro oyunları– yapılmasını emretti. Aynı zamanda izinsiz toplantıları yasakladı. Açlık devam etti ve 1535 Haziran'ında kentin savunma sistemi kırıldı. Bockelson yakalandı. Halk önünde aylarca küçük düşürüldükten sonra kent meydanında kızgın demirle işkence edilerek öldürüldü.
Münster'de Leidenli Jan'ın kurduğu dinerkil–komünist rejim binyılcılığın tüm işaretlerini taşır. Norman Cohn binyılcı mezhep ve hareketleri beş ayırt edici özelliği olan bir kurtuluş düşüncesine bağlı olarak tanımlar: İnançlılar topluluğunun yararlanması bakımından
ortaklaşadır; cennetten ya da öbür dünyadan çok yeryüzünde gerçekleşmesi bakımından
dünyevidir; yakında ve ansızın ortaya çıkacak olması bakımından
ufuktadır; yeryüzündeki yaşamı iyileştirmenin yanı sıra dönüştürmesi ve kusursuzlaştırması bakımından
bütünseldir; gelişinin tanrısal aracılıkla olması ya da gerçekleşmesi bakımından
mucizevidir.
Jakobenlerden başlayarak modern devrimciler bu görüşleri paylaştılar ama
binyılcılar dünyayı ancak Tanrı'nın yeniden yaratabileceğine inanırken, modern devrimciler bunun ancak insanlık tarafından yeniden biçimlendirilebileceğini düşündüler. Ortaçağ'da inanılan her şey kadar inandırıcılıktan uzak bir anlayıştır bu. Belki de bundan dolayı her zaman bilimin yetkesine sahip bir şey olarak sunulmuştur. Modern siyaseti insanlığın ezeli günahlardan bilginin gücü sayesinde kurtulabileceği düşüncesi gütmüştür. En köktenci biçimleriyle bu inanç, son iki yüzyılı tanımlayan devrimci ütopyacılık deneylerine payanda olmuştur.
Dipnotlar[2] E. M. Cioran, History and Utopia, Londra, Quarter Books, 1996, s. 81.
[3] Norman Cohn, The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages, Londra, Secker and Warburg, 1957; bütünüyle gözden geçirilmiş basım, Londra, Paladin, 1970. Cohn'un Ortaçağ'daki binyılcılığı yorumlayışı David Nirenberg tarafından eleştirilmiştir: Communities of Violence: Persecution of Minorities in the Middle Ages, Princeton NJ, Princeton University Press, 1996, s. 3–4.
[4] R. H. Crossman (ed.), The God that Failed, New York ve Chichester, Sussex, Columbia University Press, 2001; ilk basım, Hamish Hamilton, Londra, 1950. Bu kitapta Arthur Koestler, Ignazio Silone, Richard Wright, Andre Gide, Louis Fischer ve Stephen Spender'ın makaleleri bulunmaktadır.
[5] Jonathan Spence'in parlak çalışmasına bakınız: God's Chinese Son: The Taiping Heavenly Kingdom of Hong Xiuquan, Londra, Harper Collins, 1996, s. xix.
[6] Age, s. xxi.
[7]Olağan algı örüntülerindeki bozulmaya bir yanıt olarak binyılcı hareketler üzerine bir çalışma için, bkz. Michael Barkun, Disaster and Millennium, New Haven, Yale University Press, 1974.
[8] Bunun Hıristiyan kökeni konusunda çok engin ve tartışmalı bir yazın vardır. Bununla birlikte, İsa'nın karizmatik bir Yahudi öğretmen olarak portresi için, bkz. Geza Vermes, Jesus the ]ew: A Historian's Reading of the Gospels, Londra, William Collins, 1973. Yeniden basımı için, bkz. Fortress Press, Philadelphia, 1981. İsa'nın doğumuna ilişkin bir inceleme için, bkz. The Nativity: History and Legend, Londra, Penguin, 2006. A. N. Wilson kendi kusursuz kitabında İsa'nın Vermes'dekine benzer bir portresini çizmektedir: Jesus, Londra, Pimlico, 2003. Eskatologya inanışının İsa'nın öğretisindeki önemli rolünü görmek için, bkz. Norman Cohn, Cosmos, Chaos and World to Come: The Ancient Roots ofApocalyptic Faith, 2. basım, New Haven ve Londra, Yale University Press, 1995, 11. Bölüm.
[9] Albert Schweitzer, The Quest for the Historical Jesus, New York, Dover, 2006, s. 369. Schweitzer'den bu bölümü Philip Rieff ölümünden sonra yayımlanmış olan güzel kitabında alıntılamıştır: Charisma: The Gift of Grace, and How it Has Been Taken Away from Us, New York, Pantheon Books, 2007, s. 69.
[10] Zerdüşt'ün aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonucunun belirsiz olacağına inanmış olabileceği konusunda, bkz. R.C. Zaehner, The Teachings of the Magi, Oxford, Oxford University Press.
[11] Hans Jonas, The Gnostic Religion, 2. basım, Boston, Beacon Press, 1963, 13. Bölüm, s. 320–340. Gnostisizm'e ilişkin başka sağlam görüşler için, bkz. Kurt Rudolph, Gnosis: The New Nature and History of Gnosticism, San Francisco: HarperCollins, 1987; Elaine Pagels, The Gnostic Gospels, New York, Random House, 1989.
[12] Özgür Ruh heretikliğine ilişkin genel bir değerlendirme için bkz. Cohn, The Pursuit of the Millenium, özellikle 8. ve 9. bölümler. Cohn'un Özgür Ruh'a ilişkin anlatısı Robert E. Lerner tarafından eleştirilmiştir: The Heresy of the Free Spirit in the Later Middle Ages, Notre Darne, University of Notre Dame Press, 1991.
[13] Cohn, The Pursuit of Millenium, s. 13.
Kara Ayin, John Gray, Çev. Bahar Tırnakçı, Cogito, YKY, s. 14-26