osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2017 Perşembe

Sultan İbrahim Han Kimdir?

Sultan İbrahim Han Kimdir?

Sultan İbrahim Han 18. Osmanlı padişahı ve 97. İslam halifesidir. Sultan İbrahim, ağabeyi olan Sultan IV. Murat’ın ölümü üzerine 8 Şubat 1640’ta 18. Osmanlı sultanıolarak tahta çıktı. Şehzade iken çok sıkı bir saray hayatı yaşamış olup diğer erkek kardeşlerini ağabeyi IV. Murat’ın idam etmesi üzerine korku içinde büyümüştü.

Sultan İbrahim 5 Kasım 1615’de doğdu. Babası Sultan Ahmet Han annesi Mahpeykar Kösem Sultan’dır. Babası Sultan Ahmet 1617 yılında vefat edince amcası Sultan Mustafa çıktı. Kısa süre sonra amcası tahttan indirildi ve yerine ağabeyi Sultan II. Osman Han çıktı. Sultan Osman’ın hain yeniçeriler tarafından kalleşçe şehit edilmesinden sonra Osmanlı tahtına öz ağabeyi Sultan IV. Murat çıktı. Sultan IV. Murat kardeşleri Şehzade Bayezid, Şehzade Süleyman ve Şehzade Kasım’ı Revan ve Bağdat seferi arefesinde boğdurttu. Sultan Murat ölmeden önce Şehzade İbrahim’inde katledilmesini ve Osmanlı tahtına Kırım hanının geçmesi emrini verdi. Ancak bu emir Kösem Sultan tarafından engellendi. IV. Murat’ın ölümünden sonra taht Şehzade İbrahim’e kaldı.

Sultan İbrahim Han
Saltanatında Önemli Olaylar

Sultan İbrahim Han tahta çıktığı ilk senelerinde Emirgüneoğlu olayı yaşandı. Sultan IV. Murat’ın İran seferi esnasında Revan Kalesi kumandanı olan Emir Mirgünoğlu kalenin fethinin ardından affedilerek Emirgan’da ikamet etmesine izin verilmişti. Mirgünoğlu Sultan Murat’ın ölümünü fırsat bilerek yıkıcı ve bölücü propaganda yaptı. Bu propagandaların ardından Sultan İbrahim onu idam ettirdi. Bu idamdan sonra Sultan İbrahim kendine düşmanlar edindi.

Diğer bir taraftan da Malta Şövalyelerifırsat edindikçe Türk ticaret gemilerine saldırıyordu. Bu haberleri alıp hiddetlenen Sultan İbrahim onların en büyük sığınakları olan Girit Adası’nın fethini emretti. 20 Haziran 1645 tarihinde Sakız Adası’ndan denize açılan Osmanlı donanması, 17 Temmuz’da Girit Adasının Hanya limanını fetih etti. Hanya limanının Osmanlılar tarafından fethi Avrupa’da derin etkiler uyandırdı. İtalya ve Almanya bölgelerindeki ülkeler askerler göndererek Venedik Cumhuriyeti’nde yardım etme kararı aldılar. Bu esnada Hanya limanının muhafızlığına getirilen Deli Hüseyin Paşa, harekata devam etti ve adadaki Resmo Kalesi’ni fetih etti.

Bu olaylar yaşanırken Hezarpare Ahmet Paşa aleyhine olarak başlayan isyanda Sultan İbrahim tahttan indirildi. Tahta oğlu Sultan IV. Mehmet çıkarıldı. İsyancılar ve önderi Sofu Mehmet Paşa, Sultan İbrahim Han’ı idam ederek şehit ettiler. (18 Ağustos 1648)

Sultan İbrahim Han saltanatı döneminde devletin iç huzurunun sağlanması ve mali durumun düzeltilmesi için önemli çalışmalar yapılmıştır. Para basılmadan para ayarlarını düşürerek ve vergilerin toplanarak devlet hazinesinin güçlendirilmesi için çalışılmıştı.

7 Mayıs 2017 Pazar

Emanuel Karasu Kimdir?

Emanuel Karasu Kimdir?

Emanuel Karasu (Yahut Emanuel Karaso - Emanuel Carasso) 1862 senesinde Selanik'te doğdu. Osmanlı'da Yahudi asıllı avukat ve siyasetçi.

Jön Türkler'in en tanınmış üyeleri arasındadır. Ailesi Yahudi asıllı tanınmış bir tüccar idi. Osmanlı'da hukuk eğitimi aldı ve Selanik'te avukatlık mesleği yapmaya başladı. Emanuel Karasu, Selanik'teki Makedonya Risorta Masonik Locası'nın üyeleri arasında yer almaktadır (bazı kaynaklara göre kurucusu) ve Locanın sonraki başkanıdır. Osmanlı Devletinde masonik faaliyetlerin öncüsü olarak kabul edilir. Masonik localar ve bazı gizli cemiyetler, Selanik'te devrimci radikal görüşlere sahip ve aralarında Talat Paşa'nın da bulunduğu Jön Türkler'in duygudaşları arasında bir buluşma yeriydi. Karasu, Selanik'te avukatlık mesleği icra ederken İttihat ve Terakki Cemiyetine üye oldu. Bu cemiyetin Müslüman olmayan ilk üyelerindendir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 yılında II. Meşrutiyet'in ilanından ve sonrasında Osmanlı Devleti'nin idaresinde yetkili olunca Karasu'da Selanik'ten Meclis-i Mebusan'a girmiş oldu. Emanuel Karasu, Sultan II. Abdülhamid'e Nisan 1909'da Hal'ini (tahttan indirilmesini) bildiren dört hainden biriydi. Ermeni Aram Efendi ve Arnavut Esad Toptani ile birlikte Sultanın yanına giderek; “Seni millet azletti.” deme küstahlığına cürret etti. 1912'de Selanik'ten mebus olarak seçildi, Balkan Harbi'nde Selanik Yunanistan'a kaybedilince 1914 yıllında İstanbul'dan mebus olarak seçildi.

Türkiye'nin değişik Musevi kuruluşlarının birlikte işbirliği yapması için çalışmalarda bulundu, Türk Yahudileri'nin önce Türk sonra Musevi olduklarında ısrarcı oldu ve Osmanlı Filistin'inde Siyonist yerleşimine karşı çıktı. İtalya - Türkiye Savaşının antlaşma ile bitirilmesi için görüşmeler de bulunan ve Selanik'in enternasyonal bir şehir olmasına çalışan komitenin bir üyesiydi. Mondros Mütarekesi sonrasında İtalya'da Trieste'ye yerleşti ve 1934 yılında aynı yerde öldü. Naaşı Arnavutköy'de Yahudi mezarlığında gömülmüştür.

1912 yılında, Osmanlı'nın Balkan Savaşları sırasında Selanik'ten Fransa'ya göç eden ve Türkiye'de hala varlığını sürdüren Danone grubunun kurcusu İzak Karasu'nun (Isaac Carasso) amcasıdır ve Daniel Carasso'nun büyük amcasıdır.

Theodor Herzl, Sara Hedaya ve Mahmut Paşa Kimdir adlı makalelerimiz okumanızı tavsiye ederiz. 

Emanuel Karasu'nun Fotoğrafı

30 Nisan 2017 Pazar

IV. Murat'ın Siyasi Ve Askeri Faaliyetleri

IV. Murat'ın Siyasi Ve Askeri Faaliyetleri

Genç Osman’ın isyancı yeniçeriler tarafından öldürülmesi üzerine tahta amcası I. Mustafa geçti. I. Mustafa kısa süre sonra padişahlık yapmaya uygun olmadığı gerekçesiyle Osmanlı devlet adamları tarafından tahttan indirildi. Onun yerine 1623 senesinde henüz daha 11 yaşında olan IV. Murat geçirildi.

IV. Murat’ın devletin başına geçtiği günlerde ülke iç karışıklıklar içindeydi. Devam eden yeniçeri ayaklanmaları, doğuda Safevilerin Bağdat’ı ele geçirmeleri, batıda Avusturya tehlikesinin sürmesi, ekonomik sorunlar, Anadolu’da asayişin bozulması ve Celâli İsyanları karşısında çocuk yaştaki padişah zor durumda bulunuyordu. Bu nedenle IV. Murat’ın saltanatının ilk yıllarında devleti annesi Kösem Sultan yönetti. Kösem Sultan, devlet düzenini tekrardan kurmaya ve halkın huzurunu sağlamaya çalıştı. Ancak onun döneminde Osmanlı Devleti daha büyük sorunlarla karşı karşıya kaldı. Irak toprakları bütünüyle Safevilerin eline geçerken Kırım, Yemen, Lübnan ve Mısır’da önemli ayaklanmalar çıktı. Bunları Anadolu’da ve İstanbul’da çıkan isyanlar izledi.

IV. Murat yeterince güçlenip tecrübekazandığını hissettikçe iktidarı ele almaya başladı. Kâtip Çelebi ve Koçi Beygibi düşünürlere Osmanlı Devleti’nin problemleri ve bu sorunların çözüm yollarıyla ilgili raporlar hazırlattı.

IV. Murat kendisine sunulan raporlardaki öneriler doğrultusunda devlet teşkilatında görevini suiistimal edenleri ve ihmali görülenleri cezalandırarak rüşvet ve iltiması azalttı. İsrafın önüne geçmek için kanunlar çıkarttı. Tımarlı sipahilerin doğru olan mevcudunu tespit etmek amacıyla yoklamalar yaptırdı. Hak etmeyenlerin elinden dirliklerini alarak tımarların eskiden olduğu gibi savaşlarda yararlılık gösterenlere verilmesini sağladı. Ardından ise sarsılan devlet otoritesini tekrar kurmak gayesiyle sert tedbirler alarak isyanları bastırdı. İsyancı ele başlarını ve onlara destek veren devlet adamlarını cezalandırarak zorbalıkların önüne geçti. Aynı amaçla isyancı yeniçerilerin ve isyancıların toplanma mekânı hâline gelmiş olan kahvehaneleri ve meyhaneleri kapatarak geceleri sokağa çıkma yasağı getirdi. Alkol, tütün ve kahve kullanımını yasakladı. Yasaklarına uymayanların şiddetle cezalandırılacağını ilan etti ve kıyafet değiştirerek bizzat denetlemelerde bulundu. Bu şekilde ülke genelinde asayişi ve huzuru sağlayıp orduyu disiplin ve itaat altına aldı.

IV. Murat yaptığı ıslahatlarla ülke içinde devlet otoritesini sağlamaya çalışırken bir yandan da Lehistan, İran ve Venedik ile mücadele etti. 1634 senesinde vergilerini zamanında ödemeyen Lehistantoprakları üzerine sefere çıkan padişah, Lehlerin barış istemesi üzerine bu ülke ile antlaşma yaparak geri döndü. Bundan sonra IV. Murat, Bağdat’a giren ve her fırsatta Osmanlı topraklarına saldıran Safevilerüzerine yürüdü. Padişah 1635 yılında İran üzerine çıktığı bu ilk seferde sınırdaki Revan Kalesi’ni ve Tebriz’i alarak İstanbul’a döndü.

Safeviler, Osmanlı ordusunun çekilmesindenyararlanarak kaybettikleri yerleri geri almak için harekete geçtiler. Bunun üzerine IV. Murat 1638 yılında Bağdat Seferi’ne çıkarak İranlıların eline geçmiş olan bu şehri yeniden topraklarına kattı. IV. Murat kazandığı bu zaferden sonra Bağdat Fatihi unvanıyla anıldı. Bağdat Seferi’nden sonra Safevilerin isteği üzerine Osmanlı Devleti ile İran arasında 1639 tarihli Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı.

Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla Azerbaycan ve Revan İran’a, Bağdat ise Osmanlı Devleti’ne bırakıldı. Ayrıca iki devlet arasındaki Zağros Dağları sınır olarak kabul edildi.

Kasr-ı Şirin Anlaşmasına Göre Osmanlı - Safevi Sınırı

29 Nisan 2017 Cumartesi

Şehzade Burhanettin Efendi Kimdir? (II. Abdülhamid'in Oğlu)

Şehzade Burhanettin Efendi Kimdir? (II. Abdülhamid'in Oğlu)

Mehmed Burhaneddin Efendi 19 Aralık 1885 yılında İstanbul Yıldız Sarayı'nda doğdu. Sultan II. Abdülhamid'in 7 oğlundan biridir. Sultan Abdülhamid'in en sevdiği oğullarından biridir.

İlk evliliğini 1909 yılında Aliye Melek Nazlıyar Hanımefendi ile yapmıştır. Bu evlilikten 26 Kasım 1911'de Şehzade Mehmed Fahreddin Efendi ve 18 Ağustos 1912 yılında Şehzade Ertuğrul Osman adında 2 oğlu olmuştur. Şehzade Ertuğrul Osman Osmanoğlu efendi 2009 senesinde New York'ta vefat etmiştir.

Arnavutluk devleti 29 Temmuz 1913'de bağımsızlığını ilan edince Arnavutluk tahtı Şehzade Burhanettin Efendi'ye teklif edildi ancak şehzade bu teklifi kabul etmedi. 1921 yılında Iraklı generaller tarafından Irak tahtına davet edildi fakat İngilizler buna karşı çıktı. Şehzade Mehmet Burhanettin Efendi 5 Haziran 1949'da vefat etti. Cenazesi İstanbul'a gemi ile getirilmeye çalışıldı ancak Türkiye Cumhuriyeti dönemin hükumeti cenazeyi kabul etmedi ve gemiyi Türkiye kıyısına yanaştırmadı. Şehzadenin cenazesi Şam'a götürüldü ve oraya defnedildi.

Payitaht Abdülhamid dizisinde Şehzade Burhanettin Efendi
Şehzade Burhanettin Efendi, Kimdir?, Osmanlı
II. Osman'ın (Genç Osman) Islahat Arayışları

II. Osman'ın (Genç Osman) Islahat Arayışları

Islahat, herhangi bir yapılanmanın veya kurumun bozulan, aksayan taraflarını düzeltmek için yapılan iyileştirmelerdir.

17. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti yönetimde, orduda ve ekonomik hayatta önemli sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. Ülke içinde devletin otoritesi sarsılmış, devlet gelirleri azalmış, batı fetihleri durmuş, askerî başarısızlıklar ve iç isyanlar birbirini izlemeye başlamıştı. Bunun üzerine padişahlar ve devlet adamları kötüye gidişi durdurmak amacıyla ıslahat adı verilen bazı düzenlemeler yaptılar. Bu padişahlardan biride Genç Osman adıyla tarihe geçmiş olan II. Osman’dır.

Sultan II. Osman Han
Kimi tarihçilere göre Osmanlı tarihinin ilk ıslahatçı padişahı olan II. Osman ilk olarak bozulan devlet otoritesini güçlendirmeye çalıştı. Bu amaçla şeyhülislamın yetkilerini sınırlandırarak ulemanın devlet meselelerine karışmasını önledi. Gereksiz giderleri kısarak maliyeyi düzenledi. Ayrıca halk ile devlet arasındaki kopukluğu gidermek amacıyla saray dışından evlilik yaptı. Böylece sosyal alanda ıslahat yapan ilk padişah oldu. II. Osman, başkenti İstanbul’dan Anadolu’ya taşımayı, kıyafette değişiklik yapmayı; saray, harem ve ilmiye teşkilatlarını yeniden kurmayı ve Fatih Kanunnamesi yerine yeni bir kanunname hazırlamayı da düşündü.

II. Osman, devleti eski ihtişamınakavuşturmanın Batı’daki hâkimiyeti güçlendirmekle mümkün olabileceğine inanıyordu. Bu idealini gerçekleştirmek için de 1621 yılında ordusunun başında Lehistan Seferi’ne çıktı. Sultan Osman ordu üzerinde güç sahibi olduğunu göstermek, askere şevk ve heyecan vermek istemişti. Ancak Hotin Kalesi önlerinde yapılan meydan savaşını yeniçerilerin isteksizliği yüzünden zaferle sonuçlandıramadı.

Hotin Seferi esnasında kapıkulu ordusundaki bozulmaya bizatihi savaş yerinde tanıklık eden II. Osman, İstanbul’a dönüşünde Yeniçeri Ocağını ıslah etmek için harekete geçti. Yaptırmış olduğu sayımda, asker sayısının maaş defterindeki kişi sayısından az olduğunu görünce fazladan para vermeyi kesti. Talimi kabul etmeyen askerin ıslah yönünde atılacak adımlara yanaşmaması üzerine de Yeniçeri Ocağını kaldırıp yerine Anadolu, Mısır ve Suriye’den toplayacağı askerlerle yeni ve disiplinli bir ordu kurmaya karar verdi.

II. Osman, Osmanlı Devleti’nin sorunlarını doğru teşhis ederek bu sorunlara çözümler üretmeye gayret etti. Ancak çok genç, tecrübesiz ve aceleci olması nedeniyle çözüm projelerini gerçekleştiremedi. Padişahın tedbirsiz şekilde orduda yapmayı planladığı değişikleri yakın çevresineanlatmasından sonra İstanbul’da büyük bir isyan çıktı. Yeniçerilerin 1622 yılında başlattığı bu isyan ulemadan ve halktan bazı kişilerin katılımıyla kısa sürede büyüdü. İsyanın sonunda II. Osman hain yeniçeriler tarafından tahtından indirilerek kalleşçe öldürülünce Osmanlı Devleti’nde köklü yenilikleri içeren ilk kapsamlı ıslahat programının uygulanması da mümkün olamadı.

Sultan II. Osman Han’ın ruhu şad olsun.

Osmanlı Toplumunda Günlük Yaşam

Osmanlı Toplumunda Günlük Yaşam

Kentlerde Günlük Yaşam

Osmanlı kentleri genellikle camiler etrafında inşa edilen medrese, imaret, darü’ş-şifa, han, hamam, tekke, zaviye, mektep gibi kültürel ve sosyal amaçlı yapılardan oluşurdu. Kent halkı bu yapılar topluluğunun etrafında kurulan mahallelerde otururdu. Müslüman ve gayrimüslim halkın bir arada yaşadığı kentlerde her dinî grubun ayrı mahallesi vardı. Kentin Müslüman halkının günlük yaşamı sabah ezanı ile başlar, yatsı namazına kadar devam ederdi. Evlerde aile üyeleri erkenden kalkar, erkekler işyerlerine giderken kadınlar ev işleri ve çocukların bakımıyla ilgilenirlerdi. Kentlerin en canlı yerleri camiler, külliyeler ve bedesten adı verilen çarşılardı. Bedestenin etrafında olan sokaklarda çeşitli meslek erbaplarına ait dükkânlar sıralanırdı. Zanaat sahipleri bu dükkânlarda hem üretim yapar hem de ürettiklerini satarlardı. Çalışanlar öğle yemeklerini genellikle işyerlerinde yerlerdi. Öğle ve ikindi namazı vakitlerindeyse halk ibadet eder ve dinlenirlerdi.

Kent halkı temel gıda maddelerini genellikle toptan satın alırdı. Un, yağ ve şeker başlıca yiyecek maddeleriydi. Bunun yanında sebze ve meyveler, pirinç, kuru baklagiller ve koyun eti beslenmede önemli yer tutardı. Fırıncılar kent halkının ekmek ihtiyacını karşılardı. Bozacılar, şıracılar, muhallebiciler, şekerciler ve turşucular da alışverişin yoğun olduğu işyerleriydi.

Camiler ibadet mekânı olmanın yanında devlet emirlerinin halka duyurulduğu ve davaların görüldüğü yerlerdi. Külliyelerin de kent yaşamında önemli yeri vardı. Külliyedeki medresede çeşitli yerlerden gelen öğrenciler eğitim görürdü. İmarethanelerde öğrencilere, yoksullara, kimsesizlere ve yolculara ücretsiz yemek verilirdi. Darü’ş-şifalarda ise din ve ırk farkı gözetmeksizin her kesimden insanlar tedavi edilirdi. Kentlerde günlük yaşam düzenli ve sakindi. Subaşı ve asesbaşıya bağlı kolluk güçleri sokaklarda dolaşarak güvenliği sağlardı. Geceleri bu görevi gece bekçileri üstlenirdi. Çarşı ve pazarların düzeninden muhtesip sorumluydu. Kent insanları arasında yardımlaşma ve dayanışma duyguları güçlüydü. Her mahalle kendi içindeki yoksul ve kimsesizlerin ihtiyaçlarını giderir, onları açıkta bırakmazdı.

Osmanlı Şehirlerinde Olan
Ziyafetin Temsili Bir Resmi

Cuma
günleri Müslümanlar için haftalık tatil günleriydi. Musevilerin tatil günü cumartesi, Hristiyanlarınki ise pazardı. Bayram ve kandil günleri, padişahların tahta geçmesi, şehzadelerin sünnet törenleri, düğünler, baharın gelişi, ordunun sefere çıkışı ve zafer kazanması halk tarafından şenlikler ve ziyafetlerle kutlanırdı. Kentlerde hareketliliğin arttığı zamanlardan biri de panayır günleriydi. Panayırlarda alışveriş yapılır, cambazlar ve hokkabazlar gösterileriyle insanları eğlendirirlerdi.

Ramazan ayı boyunca kurulan iftar sofraları aile üyelerini birbirine yakınlaştırır, aralarındaki sevgi, saygı bağlarını kuvvetlendirirdi. İnsanlar fitrelerini bu ayda verir, yoksullara yardım ederlerdi. Ramazan gecelerinde camiler aydınlatılır, kentin çeşitli yerlerinde halka açık eğlenceler düzenlenirdi. Bu eğlenceler çoğu zaman sahur vaktine kadar sürerdi.

Köylerde Günlük Yaşam

Osmanlı köylerinde geniş aile tipi yaygındı. Köylü ailesinde kadın ve erkek bütün aile üyeleri üretim faaliyetlerine katılırlardı. Kadınlar günlük ev işlerinin yanı sıra yün eğirir, halı ve kilim dokur, yoğurt ve peynir yaparlardı. Ayrıca bağ bahçe ve tarla işlerinde çalışırlardı. Erkekler toprağı ekip biçer, hayvanları otlatır, tarım araç gereçlerini yaparlardı. Deri işleme ve keçe yapma gibi güç gerektiren ağır işleri de erkekler görürdü.

Köylerde yoğun çalışma mevsimleri olan ilkbahar, yaz ve sonbaharda insanlar kışlık ihtiyaçlarını hazırlarlardı. Kış gecelerinde ise kadınlar ve çocuklar evlerinde vakit geçirirken erkekler köy odalarında toplanırlardı. Burada günlük işlerden ve köyün sorunlarından konuşulur; masallar, halk hikayeleri ve destanlar anlatılır, eğlenceli oyunlar oynanırdı. Halk ozanları da çalıp söyledikleriyle köy yaşamını renklendirirlerdi. Köylerde dinî bayramlar sevinçle karşılanırdı. Evlenme ve sünnet törenlerinde şenlikler düzenlenir, Nevruz Bayramı da köylüler arasında coşkuyla kutlanırdı.

Konargöçerlerde Günlük Yaşam

Konargöçerler yurt veya ev denilen çadırlardayaşarlardı. İlkbaharda hayvanlarını otlatmak için yaylalara çıkan göçebeler de erkekler hayvanların bakımı ve otlatılmasıyla uğraşırlardı. Ekmek, peynir, yoğurt, yağ yapımı ile halı vekilim dokumacılığı gibi işler ise kadınlara aitti. Göçebeler genellikle hayvansalgıdalarla beslenirlerdi. Çadırlarını ve giysilerini de yün, deri, tiftik gibi hayvansal ürünlerden yaparlar ve günlük yaşamlarını hayvanlarıyla ilgilenerek geçirirlerdi. Konargöçerler kış mevsiminin yaklaşmasıyla birlikte hayvan sürülerini toplar, çadırlarını söker ve kışlaklarına dönerlerdi. Göçebelerin canlı bir kültür hayatı vardı. Aşık adı verilen kişiler, göçebe topluluklar arasında dolaşarak saz çalar, türkü söylerlerdi. Yaşlılar ise masalları, efsaneleri; türkü, mani ve deyişleri sözlü olarak genç nesillere aktarırlardı.

28 Nisan 2017 Cuma

Osmanlı - Memlük İlişkileri

Osmanlı - Memlük İlişkileri

Yıldırım Bayezid Dönemi’nde başlayan Osmanlı-Memlük çekişmesi Fatih Dönemi’nde de devam etmişti. Halifenin ve kutsal yerlerin koruyuculuğunu yaptıkları için İslam dünyasının lideri durumunda bulunan Memluklular, İstanbul’un fethedilmesinden sonra Osmanlı Devleti’ni kendilerine rakip olarak görmeye başlamışlardı. Bu nedenle de Fatih’in Hicaz su yollarını onarma teklifini reddetmişlerdi.

Osmanlı-Memluk geriliminin bir diğer nedeni ise Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları Beyliklerine sahip olma mücadelesiydi. Bütün bunlara bir de Memlukluların Cem Sultan’ı desteklemesi eklenince taraflar arasında savaş kaçınılmaz hâle geldi. 1485 yılında başlayan Osmanlı-Memluk Savaşları altı yıl sürdü. Bu süre içinde taraflar birbirlerine karşı üstünlük sağlayamadı. 1491 yılında da savaş öncesi sınırlara geri dönülmesini esas alan bir barış antlaşması yapıldı.

Yavuz Sultan Selim'i Temsil Eden Bir Resim
Yavuz Dönemi’nde Dulkadiroğulları Beyliği’nin alınmasıyla birlikte Osmanlı-Memluk ilişkileri yeniden bozuldu. Osmanlıların topraklarını güneye doğru genişletmesi karşısında kendisini tehdit altında hisseden Memluk Sultanı Kansu Gavri Safevilerle bir ittifak yaptı. Buna göre Memluklular Yavuz’un İran üzerine yürümesi hâlinde Osmanlı ordusunu arkadan vuracaktı.

Yavuz Sultan Selim, Memluklularla Safeviler arasındaki ittifak antlaşmasını öğrenince ordusunun başında Mısır Seferi’ne çıktı. 1516 yılında Halep’in kuzeyindeki Mercidabık’ta yapılan savaşı Osmanlı ordusu kazandı. Memluklular bozgun hâlinde Mısır’a doğru geri çekilmek zorunda kaldılar. Osmanlı ordusu da onların peşinden güneye doğru ilerleyerek Suriye ve Filistin’i aldı. Bir süre Şam’da konaklayan Yavuz, hazırlıklarını tamamladıktan sonra Memluk sorununu kesin olarak ortadan kaldırmak üzere Mısır’a hareket etti. Sina Çölü’nü geçen Yavuz, 1517 yılında Kahire önlerindeki Ridaniye’de yapılan savaşta Memlukluları ikinci kez yenilgiye uğratarak bu devlete son verdi.

Memlukluların yıkılışının ardından Suriye, Filistin ve Mısır’ın yanı sıra kutsal toprakların bulunduğu Hicaz Bölgesi Osmanlı hâkimiyetine girdi. Buralardaki mukaddes emanetler İstanbul’a getirilerek Topkapı Sarayı’ndaki Hırkayı saadet Dairesi’nde muhafaza altına alındı. Bu arada Memluklularla birlikte onların koruması altındaki Abbasi Halifeliği de sona erdiği için halifelik Osmanlı hanedanına geçti. Böylece Yavuz’un Doğu siyasetinin temelini oluşturan İslam dünyasını Osmanlı yönetimi altında birleştirme ideali gerçekleşmiş oldu.

Mısır Seferi sonucunda Osmanlı ekonomisi de güçlendi. Seferde elde edilen gelirlerle Osmanlı hazinesi dolarken Baharat Yolu Osmanlı Devleti’nin kontrolü altına girdi. Ayrıca Venediklilerin Kıbrıs Adası için Memluklulara ödedikleri verginin bundan böyle Osmanlı Devleti’ne verilmesi kararlaştırıldı.
Yavuz Sultan Selim Dönemi Osmanlı - Safevi İlişkileri

Yavuz Sultan Selim Dönemi Osmanlı - Safevi İlişkileri

II. Bayezid’in ilk yıllarında taht mücadelesine sahne olan Osmanlı Devleti 16. yüzyılın başlarından itibaren de doğuda Safevi tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. 1502 yılında Akkoyunlulara son veren Safeviler başkenti Tebriz olmak üzere bir devlet kurmuşlar ve İran’ın ardından Azerbaycan ve Irak’ı da ele geçirerek topraklarını genişletmişlerdi.

Safevilerin kurucusu Şah İsmail, ilk zamanlarda Osmanlı Devleti ile iyi geçinmeye dikkat etti. Ancak gücünü arttırdıkça Anadolu’ya doğru yayılma politikası izlemeye başladı. Şah İsmail amacına ulaşabilmek için propagandacılarını göndererek resmî mezhep olarak kabul ettiği Şiiliği Anadolu’da yaymaya çalıştı. Öte yandan da Osmanlılara karşı Memlükler ve Venediklilerle ittifak arayışlarını sürdürdü. Asıl amacı Osmanlı topraklarını ele geçirmek olan Şah İsmail bu faaliyetleriyle İpek Yolu ticaretinin güvenliğini tehlikeye düşürüyordu. Ayrıca Orta Asya’dan gelen Türk boylarının Anadolu’ya girmesini engelleyerek Osmanlı ekonomisine ve Balkanlarda yürütülen iskân politikasına büyük zararlar veriyordu.

Şah İsmail’in Osmanlılara yönelik zararlı faaliyetleri, o sırada Trabzon’da vali olarak bulunan Şehzade Selimtarafından yakından izleniyordu. Selim tehlikenin büyüklüğü konusunda babası II. Bayezid’i bilgilendirerek onu harekete geçirmeye çalışmıştı. Fakat Sultan Bayezid tehlikeyi yeterince önemsememiş ve önlem almakta gecikmişti. Bunun üzerine Safeviler ortaya çıkan boşluktan yararlanarak Anadolu’daki yıkıcı propagandalarını yoğunlaştırdılar. 1511 yılında da Şah İsmail’e bağlılığıyla tanınan Şahkulu öncülüğünde Anadolu’da büyük bir isyan başlattılar. Teke(Antalya) ilinde başlayan ve Bursa’ya kadar yayılan Şahkulu İsyanı Osmanlı kuvvetleri tarafından güçlükle de olsa bastırıldı.

İsyanın bastırılmasından sonra Şehzade Selim, yeniçerilerin desteğini alarak babası II. Bayezid’i tahttan indirip 1512 yılında Osmanlı Devleti’nin başına geçti. “Yavuz” lakabıyla anılan I. Selim, devlet içindeki konumunu sağlamlaştırdıktan sonra 1514 yılı ilkbaharında Safeviler üzerine sefere çıktı. İki taraf Van Gölü yakınlarındaki Çaldıran Ovası’nda karşılaştı. Savaş, güçlü ateşli silahlara sahip olan Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlandı. Şah İsmail tüfek yarası almış bir halde İran içlerine doğru kaçmak zorunda kaldı.

Çaldıran Zaferi’nden sonra Safevilerin başkenti Tebriz’e giren Yavuz Sultan Selim, bu devletin Doğu Anadolu’daki varlığına son verdi. Sefer dönüşünde de Maraş, Elbistan ve Malatya yöresinde hüküm süren Dulkadiroğulları Beyliği üzerine kuvvet gönderdi. Bu beyliğin 1515 yılında yapılan Turnadağ Savaşı sonucunda Osmanlılara katılmasıyla Anadolu Türk birliği de tamamlanmış oldu. Yavuz’un Doğu Seferi sonucunda Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarının yanı sıra Erbil, Musul ve Kerkük Osmanlı Devleti’ne bağlandı. Ayrıca Tebriz-Halep ve Tebriz-Bursa İpek Yolu’nun denetimi de Osmanlıların eline geçti.

Yavuz Sultan Selim'in Doğu Seferleri

27 Nisan 2017 Perşembe

İstanbul'un Fethi Ve Sonuçları

İstanbul'un Fethi Ve Sonuçları

I. Mehmet hazırlıklarını tamama erdirdikten sonra ordusuyla birlikte İstanbul önlerine gelerek 6 Nisan 1453’te kuşatmayı başlattı. Osmanlı kara ordusu yoğun top ateşiyle surları yıkmaya çalışırken donanma da Marmara Denizi yönünden İstanbul’u abluka altında tutuyordu. Buna rağmen günler geçiyor fakat yıkılan surları hızla tamir eden ve Türk hücumlarını geri püskürten Bizanslıları aşıp şehre girmek mümkün olamıyordu. Bu arada donanma da papalığın gönderdiği yardım gemilerinin Haliç’e girmesini engelleyememişti.

II. Mehmet, fethi bir an önce gerçekleştirebilmek amacıyla daha zayıf olan Haliç tarafındaki surlara taarruz etmeye karar verdi. Ancak Haliç’in ağızı zincirle kapatıldığı için Osmanlı gemileri buraya giremiyordu. Bunun üzerine padişah, 22 Nisan gecesi Marmara Denizi’ndeki gemilerinin bir bölümünü kızaklar üzerinde kaydırarak Haliç’e indirdi.

II. Mehmet, donanmasını karadan yürüterek Bizanslılara hiçbir tedbirin kendisini durduramayacağını göstermiş oldu. 29 Mayıs 1453 günü de son bir hücumla İstanbul’u fethetti. Fatih, fethi takip eden günlerde Memluklular ile bu devletin himayesindeki Mekke Şerifi’ne ve Karakoyunlulara fetihnameler gönderdi.

İstanbul Kuşatmasını Gösteren Bir Kroki
İstanbul’un Fethi’nin Sonuçları

İstanbul’un Türkler tarafından fethiyle birlikte Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu sona erdi. 30 Mayıs günü şehre giren II. Mehmet İstanbul’un yağmalanmasına izin vermedi. Korku içinde Ayasofya’ya sığınmış olan Hristiyan halka özgür olduklarını bildirdi. Şehirden ayrılanların da evlerine geri dönebileceklerini ilan etti. Ayrıca Rum Ortodoks Patrikhanesinin devamına izin vererek yönetimi altına aldığı Ortodokslara din ve vicdan hürriyeti tanıdı.

Genç padişah, İstanbul’a girdikten sonra doğruca Ayasofya’ya gitti. Bizans halkı din adamlarıyla birlikte burada toplanmış, korku içinde bekliyorlardı. Padişahı gördüklerinde ağlayarak yere kapandılar. Fatih, onlara sakin olmalarını söyledikten sonra dinî liderlerine, “Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmet, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz konusunda benim gazabımdan korkmayınız.” dedi. Ardından da orada bulunanlara, serbestçe evlerine dönebileceklerini söyledi.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul Fener Rum Patrikine
Fermanı Şerifini Verirken
Fatih’in hoşgörü ve birlikte yaşama fikrine dayalı, insan haklarını koruyan uygulamalarından İstanbul’un Galata bölgesindeki Ceneviz kolonisi de yararlandı. Fatih, İstanbul’un Fethi’ni takip eden günlerde verdiği bir Amanname ile Galata Cenevizlilerine imtiyazlar tanıdı. Aşağıda bu fermandan alınmış bir bölüm okuyacaksınız:

“Ben Ulu Padişah, Ulu Şehinşah Sultan Mehmet Han’ım. Galata halkı, üzerlerine askerimle varıp kalelerini yıkıp harap etmeyeyim diye elçilerini bana göndermişler. Buyurdum ki malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve kadınları ve çocukları ellerinde kalsın. Onlar dahi rençberlik etsinler. Denizden ve karadan sefer yapsınlar. Kimse engel olmasın. Memleketimin diğer topraklarında olduğu gibi kiliseleri ellerinde kalsın ve ayinlerini okusunlar. Ceneviz tüccarları karadan ve denizden ticaret yapıp gelsinler ve gitsinler. Vergilerini âdet olduğu üzere versinler. Onlara kimse düşmanlık etmesin. Buyurdum ki rızası olmadan hiçbiri Müslüman yapılmasın. İçlerinden kimi isterlerse onu elçi olarak seçsinler.”

İstanbul’un Fethi’nin Türk Tarihi Bakımından Sonuçları

İstanbul’un Fethi’yle birlikte Osmanlı Devleti’nin Türk ve İslam dünyasındaki saygınlığı arttı. Osmanlılar, Asya ve Avrupa kıtalarındaki topraklarını birleştirerek Anadolu ve Balkanlardaki hâkimiyetlerini pekiştirdiler. Diğer yandan Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan su yolunu kontrolleri altına alarak ekonomik yönden güçlendiler. Bu arada II. Mehmet, İstanbul’u devletin yeni başkentiyaptı. Bilginleri, sanatçıları ve tüccarları şehre yerleştirerek İstanbul’u önemli bir kültür ve ticaret merkezi hâline getirdi. Kendisi de İstanbul’u aldığı için “fetheden” anlamında Fatih unvanını aldı.

İstanbul’un Fethi’nin Dünya Tarihi Bakımından Sonuçları

İstanbul’un Fethi Avrupa tarihini de değiştirdi. Kuşatma sırasında kullanılan güçlü Osmanlı toplarıyla şehirlerin etrafını çevreleyen ve yıkılamaz sanılan büyük surların yıkılabileceği anlaşıldı. Bunu gören Avrupa’daki krallar da aynı yöntemi kullanarak etrafı kalın surlarla çevrili şatolarda yaşayan derebeylerin hâkimiyetine son verdiler. Böylece Orta Çağ boyunca Avrupa’da hüküm süren derebeylik (feodalite) rejimi çöküş sürecine girerken merkezî krallıklar güç kazanmaya başladı.

26 Nisan 2017 Çarşamba

İstanbul'un Fetihin Nedenleri Ve Hazırlıkları

İstanbul'un Fetihin Nedenleri Ve Hazırlıkları

Fethin Nedenleri

II. Murat’ın 1451’de ölümünün ardından Osmanlı Devleti’nin başına oğlu II. Mehmet geçti. İleride Fatih unvanını alacak olan bu padişahın en büyük amacı, İstanbul’u fethederek Bizans’ı ortadan kaldırmaktı. Çünkü Bizanslılar yakaladıkları her fırsatta Avrupa devletlerini Osmanlılar üzerine kışkırtarak Haçlı Seferleri düzenlenmesine neden oluyordu. Ayrıca Osmanlılara karşı Anadolu beylikleri ile ittifaklar yapıyor ve taht kavgaları sırasında şehzadelerden birini destekleyerek iç çekişmelerin uzamasına yol açıyordu. Diğer yandan Bizans İmparatorluğu’nun ve onun başkenti olan İstanbul’un Anadolu ve Rumeli’deki Türk topraklarının birleştiği bir noktada bulunması Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü bozduğu gibi iki yaka arasındaki asker geçişlerini de engelliyordu.

Osmanlı Devleti’nin iki kıtadaki topraklarını birleştirebilmesi, Anadolu’da Türk siyasi birliğini kurması ve Balkanlarda güvenli bir şekilde ilerleyebilmesi ancak İstanbul’unfethedilmesi ile mümkündü. Osmanlıları İstanbul’u fethetmek için harekete geçiren bir diğer etken şehrin coğrafi konumuydu. Kıtaların ve denizlerin birleştiği stratejik bir noktada bulunan İstanbul’un alınması hâlinde önemli kara ve deniz ticaret yollarının kontrolü Osmanlıların eline geçecekti. II. Mehmet’i İstanbul’u fethetmeye yönelten nedenlerden biri de Hz. Muhammed’in “İstanbul, mutlaka fetih olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onun askerleri ne güzel askerlerdir.” hadisiydi.

Fetih İçin Yapılan Hazırlıklar

II. Mehmet tahta geçer geçmez İstanbul’ufethetmek için hazırlıklara başladı. Kuşatma sırasında düzenlenecek bir Haçlı seferini önlemek amacıyla Venedik, Sırbistan ve Eflâk ile yeni antlaşmalar yaptı. Balkanlara ve Bizans’a bağlı Mora Despotluğu üzerine akıncı birlikleri göndererek Avrupa’dan gelebilecek yardımların önünü kesmeye çalıştı. Ayrıca Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanca tutumunu devam ettiren Karamanoğlubeyini yeniden itaat altına aldı.

Genç padişah Anadolu Seferi’nden döndükten sonra kuşatma hazırlıklarına hız verdi. İlk olarak İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasına Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı (Boğazkesen Hisarı) yaptırdı. Rumeli Hisarı’na asker yerleştiren II. Mehmet, Bizans’ın Karadeniz ile bağlantısını kesti.

Rumeli Hisarı’nın inşa edilmesinden rahatsız olan Bizans imparatorunun elçilerine II. Mehmet şu cevabı vermişti:

“Niçin şikâyet ediyorsunuz? Kentinize karşı kale yaptırmıyorum. Topraklarımın güvenliğini sağlamak, antlaşmalara karşı gelmek değildir. Macarlarla anlaşmış olan imparatorunuzun babamın Avrupa’ya geçişine nasıl engel olduğunu unuttunuz mu? Kadırgalarınız yolu kapattığı için Cenevizlilerden yardım istemek zorunda kalmıştı. Ben, o zamanlar Edirne’deydim ve çok gençtim. Müslümanlar kaygı içinde kıvranırken siz onların felaketini hazırlıyordunuz. Babam, Varna Savaşı’ndan sonra, Avrupa kıyısında bir hisar yaptırmaya ant içmişti. İşte ben bu andı yerine getiriyorum.  Kendi topraklarım üzerinde istediğim bir şeyi yapmamı kontrol etme hak ve gücüne sahip misiniz? Asya tarafında hep Osmanlılar oturduğu, Avrupa kıyılarını ise savunamadığınız için Boğaz’ın her iki kıyısı da bana aittir. Haydi gidin, efendinize söyleyin, şu anda karşınızda olan padişah bundan öncekilere benzemez. Efendinizin hayalleri bile benim gücümün ulaştığı yere varamaz.

II. Mehmet, Rumeli Hisarı’nı tamamladıktan sonra Edirne’ye gelerek İstanbul’u çevreleyen surları yıkmak için büyük toplar döktürdü. Surları aşmada kullanmak üzere tekerlekli kuleler yaptırdı. Ayrıca kuşatmayı denizden de desteklemesi için 400 gemiden oluşan bir donanma kurdu.

Osmanlı tarafında bunlar olurken Bizans İmparatoru XI. Konstantin de savunma için gereken önlemleri almaya çalışıyordu. İmparator bu amaçla surları tamir ettirip halkı silahlandırdı. Haliç’in girişini zincirle kapatarak donanmayı bu zinciri korumakla görevlendirdi. Ayrıca kuşatma sırasında gemilerin surlara yaklaşmasını engellemek adına grejuvaadı verilen suda yanan ateşler hazırlattı. Bizans imparatoru Türklere karşı papadan ve Avrupalı devletlerden yardım istemeyi de ihmal etmedi. İstediği yardımı alabilmek için Ortodoks Kilisesini Katolik Kilisesiyle birleştirme yoluna gitti. Ancak İstanbul halkı ve Ortodoks din adamları Katoliklerle birleşmeye karşı çıktılar. Bu çevreler tepkilerini “İstanbul’da Latin külahı görmektense Türk sarığı görmek daha iyidir.” sözüyle dile getirdiler.

Fetih Öncesi Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul Önlerinde

Osmanlı'da Eyalet Askerleri

Osmanlı'da Eyalet Askerleri

Osmanlı kara ordularının nüfus bakımından en büyük bölümünü yerel eyalet askerleri oluştururdu. Eyalet askerleri içindeki grupların en büyüğünü ise tımarlı sipahiler meydana getirirdi. Tımarlı sipahiler, tımar olarak bilinen Osmanlı toprak yönetim biçiminin doğal bir sonucuydu. Osmanlılar, Selçuklu ikta sistemini geliştirerek tımar adıyla uygulamış ve bu sistem sayesinde devrin en güçlü ordularından birini kurmuşlardı.

Osmanlı Devleti’nde ülke topraklarının büyük bölümü devlete aitti. Mirî arazi adı verilen bu topraklar dirlik denilen bölümlere ayrılırdı. Dirlikler üzerinde yaşayan çiftçiler, toprağı ekip biçer ve vergi öderlerdi. Tımar sistemine göre devlet, kendisine ait olan bu vergileri toplama hakkını hizmet karşılığında asker ve sivil görevlilerine bırakırdı. Dirlik sahibi denilen bu görevliler devletten maaş almazlar, topladıkları vergi gelirleriyle geçinirlerdi.

Tımar sisteminde dirlik sahibi topladığı vergileri kanunlarla belirlenmiş bir bölümünü kendisine ayırırdı. Kalan kısmıyla da cebelü denilen atlı askerler yetiştirir ve savaş zamanında bu askerlerin başında orduya katılırdı. Barış dönemlerinde ise bulunduğu bölgenin güvenliğini sağlardı. Osmanlı tımar sisteminde dirlikler gelirlerine göre has, zeamet ve tımar olarak üçe ayrılırdı.

Tımar sistemi içinde yetiştirilen tımarlı sipahiler bölüklere ayrılırlardı. Her biri yüzer kişilik olan bu bölüklerin başında subaşı denilen bir komutan vardı. On bölükten meydana gelen tımarlı sipahi birliğinin başında ise bir alay beyi bulunurdu. Sefer zamanlarında alay beyleri tımarlı sipahilerinin başında kendi sancak beylerinin, sancak beyleri de bağlı bulundukları eyaleti yöneten beylerbeyinin kumandasında orduya katılırlardı. Tımarlı sipahiler savaş sırasında ordunun sağ ve sol kanatlarında bulunur, yanlardan gelebilecek saldırılara karşı merkezi korurlardı.

Savaş meydanlarındaki gayretleriyle Osmanlı Devleti’nin genişlemesine hizmet eden tımarlı sipahiler vergilerin düzenli biçimde toplanması ve ülke içinde güvenliğin sağlanmasına da önemli katkılarda bulunmuşlardır. Böylece Osmanlı Devleti tımar sistemi sayesinde devlet hazinesinden harcama yapmadan her an savaşa hazır büyük bir ordu kurmuş ve merkezî otoritesini ülke geneline etkin bir şekilde yayma imkânına kavuşmuştur.

Tımar sisteminin bir diğer yararı, toprakların verimli biçimde işlenerek tahıl üretiminin kesintisiz olarak sürdürülmesi olmuştur. Zira tımar sisteminde çiftçiler topraklarını izin almadan terk edemezlerdi. Ayrıca herhangi bir gerekçe göstermeden toprağını üç yıl üst üste ekmeyen çiftçiden toprağı geri alınırdı. Bu şartları yerine getiren bir çiftçi, toprağın kullanım hakkını ömür boyu elinde tutar ve miras bırakabilirdi.

Osmanlı Devleti tımar sistemindeki topraklardan alacağı vergileri belirlemek için gelişmiş bir kayıt sistemine ihtiyaç duymuş ve bu amaçla tahrir defterleritutmuştur. Böylece her eyaletin vergi ödemekle yükümlü nüfusunu ve tahminî vergi gelirlerini kayıt altına almıştır. Bu özellikleriyle tahrir defterleri, Osmanlı tarihini inceleyen tarihçiler için birinci elden kaynaklardır.

Tımar sistemi, Osmanlı Devleti’ninkuruluşundan itibaren idari, mali ve askerî düzenin temelini oluşturmuştur. Bu nedenle tımar sisteminin bozulmasıyla birlikte tarımsal üretim düşmüş, köyden kente göç hareketi başlamış ve ordudaki tımarlı sipahi sayısı azalmıştır.

Eyalet askerlerinin bir diğer önemli parçası akıncılar idi. Akıncılar Osmanlı Devleti’nin hafif süvarileri olup başlarındaki akıncı komutanının emrinde uç boylarında görev yaparlardı. Düşman ülkelerine akınlarda bulunmak, savaşılacak devletin topraklarında keşifler yaparak düşmanın durumunu öğrenmek, ordunun geçeceği yollar üzerinde köprüler kurmak ve geçitlerin güvenliğini sağlamak akıncıların görevleri arasındaydı. Akıncılar ayrıca, düşman ülkelerin içlerine kadar ilerler, oraları tahrip ederek karşı tarafın savaş gücünü kırmaya çalışırlardı.

Kuruluş Dönemi’nde Osmanlı ordusunda genellikle kılıç, gürz, balta, hançer, mızrak, ok ve yay gibi hafif silahlar kullanılırken kale kuşatmalarında mancınık ve koç başından yararlanılırdı. 15. yüzyıldan itibaren ise tüfek ve top Osmanlı ordusunun vazgeçilmez silahları arasına girmişti.

Tımarlı Sipahileri Temsil Eden Bir Resim

25 Nisan 2017 Salı

Osmanlı'da Kapıkulu Askerleri

Osmanlı'da Kapıkulu Askerleri

Yeniçeri Ocağına Acemi Oğlan Toplarken
Osmanlı Devleti, Balkanlarda ilerledikçe asker ihtiyacı da arttı. Bunun üzerine I. Murat Dönemi’nde Kapıkulu Ocağı adıyla yeni bir askerî birlik kuruldu. Kapıkulu Ocağı ilk zamanlarda Pençik Kanunu’na göre oluşturuluyordu. 1363 tarihinde çıkarılan bu Kanun’a göre savaş esirlerinin beşte biri devlete ayrılıyordu. Bu esirlerin içinden yaşları on ile on yedi arasında değişen erkek çocuklar askerlik eğitiminden sonra orduya alınıyorlardı. Ancak Fetret Devri’yle birlikte fetihler durup savaş esirleri azalınca Kapıkulu Ocağında da devşirme sistemine geçildi.

Devşirme sistemi gereği, Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarında yaşayan Hristiyan ailelerin erkek çocukları ihtiyaca göre üç veya beş yılda bir devşirilirdi. Bu işlem öncelikle gönüllü aileler arasından, yeterli sayıda gönüllünün çıkmaması durumunda ise devletin görevlendirdiği kişiler tarafından yapılırdı. Bu kişiler Hristiyan tebaasının yaşadığı köyleri ve kasabaları dolaşarak 12-18 yaşları arasındaki güçlü kuvvetli, güler yüzlü, iyi huylu ve zeki görünüşlü çocukları padişah adına toplarlardı. Toplama işi belli kurallara göre yapılırdı. Bir aileden birden fazla, bir köy yada kasabadan ise kırkta birden fazla sayıda çocuk alınmazdı. Tek erkek çocuğu olan aileler devşirme sisteminin dışında tutulur, ailesinin geçimini sağlamakta olan çocuklara dokunulmazdı. Ayrıca Müslüman ve Yahudi ailelerin çocukları ile kimsesiz çocukların alınması da yasaktı.

Devşirilen çocuklar, devşirme memurları ve muhafızlar eşliğinde başkente getirilir ve burada törenle Müslümanlığı kabul ederlerdi. Bu çocukların en akıllı, seçkin ve yetenekli olanları sarayda yetiştirilerek padişahın hizmetinde görevlendirilmek üzere ayrılırdı. Kalanları ise geçici bir zaman için Anadolu’daki köylerde yaşayan ve çiftçilikle uğraşan Müslüman Türk ailelerine verilirdi. Çocuklar bu ailelerin yanında en az üç, en fazla sekiz sene kalır ve bu süre içinde Türkçeyi, İslamiyet’i, Türk gelenek ve göreneklerini öğrenirlerdi. Belli bir yaşa ulaştığında ise askerî eğitim almak üzere önce Acemi Ocağına gönderilirlerdi.

Osmanlı Devleti’nde devşirme işlemi yalnızca padişaha ait bir hak olarak kabul edilirdi. Paşaların ve beylerin kendi adına devşirme yapma gibi bir hakları yoktu. Böylece doğrudan doğruya padişahın şahsına bağlı, iyi yetişmiş askerlerden oluşan devamlı bir ordu kurarak merkezî otoritenin güçlendirilmesi amaçlanmıştı.

Devşirme yöntemiyle elde edilen ve “kul”adı verilen askerlerin atları, silahları, zırhları ve giyim kuşamları devlet tarafından karşılanırdı. Kapıkulları askerlikten başka bir işle uğraşamaz ve emekli olmadan evlenemezlerdi. Bu askerler üç ayda bir “ulufe” adı verilen maaş alırlar ve kışlalarda ikame ederek sürekli biçimde savaşa hazır bulunurlardı. Padişah sefere çıktığında kapıkulu askerlerinin tamamı onunla birlikte sefere katılırdı. Barış zamanlarında ise kapıkullarının görevi sarayın ve İstanbul’un güvenliğini sağlamaktı.

Kapıkulu askerleri “kapıkulu piyadeleri” ve “kapıkulu süvarileri” olmak üzere iki bölüme ayrılırdı.

Kapıkulu Piyadeleri: Kapıkulu piyadeleri kendi içinde Acemi Ocağı, Yeniçeri Ocağı, Cebeci Ocağı, Topçu Ocağı ve Top Arabacıları Ocağı adlarıyla çeşitli gruplara ayrılırlardı.

Acemi Ocağı: I. Murat Dönemi’nde Gelibolu’da kurulan Acemi Ocağının amacı, devşirilen ve Anadolu’daki Türk ailelerin yanında yetişen gençleri birer asker hâline getirmekti. Acemiler sekiz yıl boyunca bu ocakta askerlik eğitimi aldıktan sonra yeniçeri ağasının onayıyla Yeniçeri Ocağına kabul edilirlerdi. Acemilerin Yeniçeri Ocağına geçmesine “kapıya çıkma” denirdi.

Yeniçeri Ocağı: I. Murat tarafından Selçuklular ve Memluklular örnek alınarak kurulan Yeniçeri Ocağı doğrudan doğruya padişahın hizmetinde bulunan yaya birliklerinden oluşuyordu. Yeniçeriler, seferde ordunun merkezinde bulunur ve padişahı korurlardı. Barış zamanlarında ise başkentte asayişi sağlama, saray muhafızlığı veya sınır boylarındaki kaleleri bekleme gibi görevleri yerine getirirlerdi. Yeniçeriler üç ayda bir devletten maaş alır ve oda denilen kışlalarında barınırlardı.

Cebeci Ocağı: Yeniçerilerin kullandıkları ok, yay, kılıç, kalkan, zırh, gürz, tüfek, kazma, kürek, barut, kurşun gibi savaş araç gereçlerini tedarik etmekle görevli bir ocaktı. Cebeciler, silahları savaş öncesinde yeniçerilere dağıtır, savaş sonrasında ise tekrar toplayarak bozulanları onarır, eksilenleri tamamlar ve koruma altına alırlardı.

Topçu Ocağı: Bu ocaktaki askerler top dökmek, top mermisi yapmak ve savaşlarda top atmakla görevliydi.

Kapıkulu Süvarileri: Kapıkulu süvarileri, rütbe ve maaş bakımından piyadelere göre daha yüksekte oldukları için genellikle Yeniçeri Ocağından terfi edenler arasından seçilirlerdi. I. Murat tarafından “sipahi” ve “silahtar” adlarıyla iki bölük hâlinde kurulan bu ocağın askerleri savaşta padişahın otağını korumakla görevliydi.
Osmanlı Devlet Teşkilatının Temel Özellikleri

Osmanlı Devlet Teşkilatının Temel Özellikleri

Osmanlı Devleti, merkez ve taşra yönetimi olmak üzere iki bölümde teşkilatlanmıştı. Bununla birlikte gerek merkez gerekse taşra teşkilatındaki sivil, asker bütün devlet görevlileri padişaha bağlıydı.

Osmanlı Devleti’nde merkez teşkilatının en önemli yönetim organı Divan idi. Osmanlı Devleti kendisinden önceki Türk-İslamdevletleri gibi Abbasilerden örnek alınarak oluşturulan Divan teşkilatını devam ettirdi. İlk Osmanlı Divanı sınırların genişlemesi, nüfusun artması ve yeni sorunların ortaya çıkması üzerine Orhan Bey tarafından kuruldu.

Kuruluş yıllarında Divan toplantıları padişahın başkanlığında ve her gün yapılırdı. Padişah nerede ise Divan orada toplanır ve bu toplantılarda siyasi, askerî, iktisadi ve hukuki konularla ilgili kararlar alınırdı. Önemli davalarda yine Divanda görülürdü.

Divanda, vezirin yanı sıra kazasker, defterdar ve nişancı görev yapardı. Divan üyeleri vazife alanlarına giren konularda en yetkili kişilerdi. Ayrıca devletin merkez ve taşra teşkilatında onlara bağlı olarak çalışan çok sayıda görevli vardı. Bu görevlilerden olan ve kazaskere bağlı olarak çalışan kadılar görev aldıkları yerlerde önlerine gelen davalara bakarlardı. Osmanlı Devleti’nde ilk kadılar Orhan Bey zamanında atanmıştı. Orhan Bey, devlet işlerini yürütecek kadroların yetişmesine de önem vermiş ve bu amaçla İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurmuştu.

Osmanlıların devlet yönetiminde olduğu gibi askerî alanda kurumsallaşmaya başlamaları da yine Orhan Bey Dönemi’nde gerçekleşti. Orhan Bey, yaya ve müsellem adı verilen devamlı askerlerden oluşan ilk düzenli Osmanlı kara ordusunu kurdu. Ayrıca denizci bir beylik olan Karesioğulları Beyliği’ni alarak donanmanın temellerini attı. I. Murat da Kapıkulu Ocağını kurarak Osmanlı ordusunun güçlenmesine katkıda bulundu.

Osmanlı Devleti’nde sınırların genişlemesiyle birlikte I. Murat Dönemi’nden itibaren ülke toprakları eyaletlere ayrıldı. Eyaletler sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar da köylere ayrılarak taşranın etkili ve kolay biçimde yönetilmesi amaçlandı. Başlangıçta Rumeli ve Anadoluolmak üzere iki eyalet varken bu sayı ilerleyen yıllarda arttı. Taşra yönetimine bağlı olarak yine I. Murat Dönemi’nde tımar sistemi kuruldu. Ülke toprakları gelirlerine göre has, zeamet ve tımar adlarıyla bölümlere ayrılarak hizmet karşılığında devlet görevlilerine verildi.

Orhan Gazi Döneminde Açılan İlk Medrese (İznik Medresesi)

24 Nisan 2017 Pazartesi

Osmanlı'da Devlet Anlayışı

Osmanlı'da Devlet Anlayışı

Osmanlı devlet anlayışında en başından itibaren Türk töresi olarak bilinen gelenek ve görenekler önemli yer tutmuştur. Buna göre hükümdar ailesi kutsal sayılmış ve hükümdarlık hakkının Âl-i Osman adıyla anılan Osmanoğullarıailesine ait olduğuna inanılmıştır. Bu nedenledir ki Roma ve Bizans imparatorluklarında çeşitli hanedanlar işbaşına geçtiği hâlde Osmanlı Devleti kuruluşundan yıkılışına kadar tek hanedantarafından yönetilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde egemenliğin kaynağı konusunda da İslam hukukuyla birlikte Orta Asya Türk geleneklerine bağlı kalındı. Hâkimiyetin Allah’a ait olduğu esasına dayanan bu anlayışa göre padişahlar, devleti Allah’ın yeryüzündeki vekili sıfatıyla yönetir ve memleketin sahibi sayılırdı.  Aynı şekilde Osmanlı hanedan üyelerinin de Allah tarafından verildiğine inanılan ve kut denilen yönetme yetkisine sahip oldukları kabul edilirdi. Bu nedenle devlet, hanedan üyelerinin ortak malı olarak sayılmış ve ailenin tüm erkek üyelerinin tahta geçme hakkına sahip olduklarına inanılmıştı.

Kendisinden önceki Türk devletleri gibi Osmanlı Devleti’nde de yerleşmiş bir saltanat veraseti usulü yoktu. Bu nedenle hanedan üyeleri arasında sık sık taht kavgaları yaşandı. I. Murat Dönemi’nden itibaren ise merkezî otoriteyi güçlendirmek ve taht kavgalarını azaltmak için “Ülke hanedanın ortak malıdır.” Anlayışı yerine “Ülke padişah ve oğullarınındır.”anlayışına geçildi. Böylece hükümdarlığa yalnızca padişahın oğulları getirilmeye başlandı.

Osmanlı Devleti’nde bütün yetkiler padişahta toplanırdı. Ancak o, bu yetkilerini keyfî biçimde kullanamazdı. Padişah her şeyden evvel devlet işlerinin İslamhukukuna uygun bir biçimde yürütülmesinden sorumluydu. Ayrıca adalet ilkelerine ve Türk örfüne de uymak zorundaydı. Padişahın ülke topraklarını genişletmek, halkın refahını arttırmak, adaleti sağlamak, devleti iç ve dış tehlikelere karşı korumak gibi görevleri vardı. Osmanlı padişahı, bu sorumluluklarını yerine getirmek için İslam dinine ve Türk töresine uygun olmak şartıyla her türlü kararı alıp uygulayabilirdi.

Osmanlı Devleti’nde, eski Türk devletlerindeki Kurultay geleneği ile İslam devletlerindeki Divan teşkilatı da devam ettirildi. Buna göre devlet işleri Divanda görüşülür ve genellikle Divanda ortaya çıkan görüş doğrultusunda son kararı padişah verirdi. Padişahın kararı kanun sayılırdı. Osmanlı sultanları devlet başkanlığının yanı sıra başkomutanlık vazifesini de üstlenmişlerdi. Bu nedenle padişahlar orduların başındaseferlere çıkarlardı.

16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı padişahları şehzadelik yıllarında sancak beyi adıyla sancaklarda görevlendirilirdi. Sancağa çıkma denilen bu uygulamaya göre şehzadeler, şehzade sancağı adı verilen Manisa, Konya, Amasya gibi önemli şehirlerden birine vali olarak gönderilirdi. Sancak beyi olan şehzadeye bu görevi sırasında lala adı verilen deneyimli bir devlet adamı rehberlik ederdi.

Osmanlı Devlet Arması