Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ekim 2020 Pazar

Kadınlar Geliyor

Kadınlar Geliyor


İSLAM dünyasında kadınların eğitimi yükseliyor, iş hayatına katılımları artıyor.

New York Times’ın “evden işe en büyük göç” olarak tanımladığı bu dip dalgasının yüzeye çıkışı eşitlik ve özgürlük taleplerinin güçlenmesi şeklinde olacak.

NYT, özellikle internetin yaygınlaşmasıyla Endonezya’da, Pakistan’da, Mısır’da eğitimli birçok kadının internet sayesinde iş ağları kurduğunu örneklerle anlatıyor. Cakarta’da ‘hijup.com’ internet sitesi tesettürlü kıyafet konusunda moda tasarımları ve satış yapıyor, 1.5 milyon kadın izleyicisi ve müşterisi var mesela...

Anneleri ve nineleri için ev dışında iş genelde imkânsızdı, fakat son 15 yılda 50 milyon kadın internet üzerinden veya piyasada iş sahibi oldu... Bütün İslam dünyasında çalışan kadınların sağladığı gelir 1 trilyon dolar.” (NYT, 25 Mayıs)

ANNELER VE KIZLAR

Hayatını evinde, ev işleriyle ve itaatkârlıkla geçiren nineler ve anneler yerine “eğitimli, hırslı, teknoloji kullanan, girişimci” genç kadınlar geliyor. World Economic Forum’un Yeni Ekonomi ve Toplum bölümünün başkanı Müslüman kadın Sadiye Zahidi “yükselen pazar” durumundaki İslam ülkelerinde STEM yani “Bilim, Teknoloji, Mühendislik, Matematik” programlarında kızların erkekleri geçtiğini, Endonezya ve Malezya gibi ülkelerde “yeni girişimciler” arasında kadınların çoğunlukta olduğunu anlatıyor. “Silikon vadisinde kapüşonlu tişörtüyle genç adam, bir Müslüman tekno kentinde tesettürlü genç kadın” benzetmesi yapıyor.

Sadiye Zahidi’nin bence en önemli vurgusu, eğitimli ve girişimci bu kadınların “aileleri, toplumları ve ülkeleri için uzun vadede yol açacakları sonuçlar”dır.

Bu sonuçlar elbette eşitlik ve özgürlük taleplerinin artması olacak.

Suudi despotizmi, reformlara kadın haklarından başlama gereğini duydu değil mi?

TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTE

Türkiye bu meselenin hukuki sorunlarını Tanzimat’tan başlayarak Cumhuriyet devrinde tam çözüme bağladı, hukuken kadın erkek eşitliği sağlandı.

İnsanların geçimi tarladan piyasa ve büro işlerine yöneldikçe kadınların okuması fikri uzak kasabalara kadar ulaştı.

Üniversitelerimizdeki kız öğrenci oranı 1983’te yüzde 36 iken, artık eşitlenmiştir.

Bütün bunların sonucu, toplumda geleneksel “hiyerarşi” ve “itaat” kültürü yerine, modern “eşitlik” ve “hürriyet” kültürünün gelişmesidir.

AK Parti kadınların okullaşmasını ve çalışmasını çok teşvik etti. Referandumda hayır diyen “beyaz muhafazakârlar” üniversitelerde ve iş hayatında gelişti.

İşte sıkı gelenekçi kesimler eski “hiyerarşi” ve “itaat” kalıplarına uymayan türbanlı kızları bile eleştiriyorlar.

İSLAM ANLAYIŞI

Kızların kıyafetini seviyesiz sözlerle eleştiren bir vaiz karşısında, tesettürlü kadın yazar Yıldız Ramazanoğlu, “Genç kadınlar üzerinde, neden dini söylemler etkisini yitiriyor gün geçtikçe? Kadınları hadsizce tedip ve terbiye etmeye yönelen, kadına ve erkeğe ayrı ahlak öneren dil dinden soğutuyor” diye tepki gösterdi.

Yıldız Ramazanoğlu yüksek seviyeli bir Müslüman kadın düşünürdür.

Muhterem Hocamız Ali Badakoğlu BURSİAD konuşmasında şöyle diyor:

“Din size anahtar teslimi gelişmişlik, mutluluk ya da sağlık vaat etmez. Din bize ışık tutar, bize rehberlik eder. İslam dünyası olarak insan hakları, kadın hakları ya da kişisel özgürlükler gibi kavramlarla barışmak ve cinsiyet ayrımcılığını geride bırakmak zorundayız...”

Benim dip dalgası dediğim işte bu. Zaman alabilir ama demokrasi ve özgürlük kaçınılmazdır

10 Ekim 2020 Cumartesi

Neden Hürriyet?

Neden Hürriyet?


ÖZGÜRLÜK kelimesini de yeri geldiğinde kullanırım ama asıl tercihim ‘hürriyet’tir. Neden mi?

Namık Kemal’ler unutulmasın diye.

Arapçada ve fıkıhta “hür” kelimesi, köle statüsünde olmamak anlamındadır. Namık Kemal’den itibaren hürriyet kelimesi artık seçme hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, fikir ve ifade hürriyeti, eleştiri hürriyeti, yani otorite karşısında hür olmak anlamını kazandı.

Siyasi otoritenin “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak yüceltildiği bir gelenekte “otorite karşısında hürriyet” fikrinin savunulması ne kadar önemlidir, değil mi?

Namık Kemal’den itibaren bütün nesiller hürriyet kavramını bu anlamda kullandılar, savundular; Cumhuriyet’i kuracak nesillere devrettiler.


POPÜLİZM ÇAĞINDA

Bu haftaki The Economist dergisi yükselen otoriter popülizme karşı “Üç Viyanalı” hürriyet düşünürünü anlatıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 1930’larda dünyada faşizm ve Bolşevizm yükseliyordu. Ciltler dolusu kitaplarla ve totaliter dev propaganda makinalarıyla liberal demokrasinin öldüğü anlatılırken bu üç düşünür hürriyetleri, liberal demokrasiyi, piyasa ekonomisini savunmuşlardı. Üçü de Viyana doğumluydu: Joseph Schumpeter, Karl Popper ve Friedrich Hayek...

Dergi Viyana’da bugün “Faşist kökenli bir parti iktidardaki koalisyonun ortağıdır” diye esefle belirtiyor, Avrupa ve Amerika’da da otoriter popülizmin yükseldiğine dikkat çekiyordu.

Ben özellikle Karl Popper ve Friedrich Hayek’i okudum, etkilendim. Popper’i ülkemizde ilk zikredenlerden biri merhum Bülent Ecevit’ti.

Popper’in “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı baş eserini ilk tercüme edenlerden biri Mete Tunçay’dı. Milliyetçi düşünür Prof. Erol Güngör, Popper’in “Tarihselciliğin Sefaleti”ni tercüme ediyordu; ömrü vefa etmemişti.

Hayek’in eserlerinin tercümesinde merhum Turhan Feyzioğlu, sonra da liberal akademisyenler Mustafa Erdoğan ve Atilla Yayla öncülük etmişti.

Sağ-sol ayrımını aşan bir hürriyet felsefesi tablosudur bu.


BİZİM ÖNCÜLERİMİZ

Felsefi kökleri ve büyük eserleri unutulan fikirler boş sloganlara döner, hayatiyetini kaybeder. The Economist dergisi hürriyet felsefesinin büyük mirasından üç düşünürü Viyana simgesinde anlatmakla zamanımızda popülizme karşı hürriyet düşüncesine donanım kazandırmak istemişti.
Okuduğumda ben de elbette Namık Kemal gibi, “Hukuk Felsefesi” yazarı Münif Paşa gibi, Mülkiye’de anayasa hukuku dersini verirken kalp krizinden genç yaşta vefat eden Babanzade İsmail Hakkı Bey gibi öncülerimizi hatırladım.

Bunlar aynı zamanda kuvvetler ayrılığı fikrinin de öncüleriydi.

Bu birikimin sağladığı Meşrutiyet devrinde Mehmet Akif’in “Sırat-ı Müstakim” ve “Sebilürreşad” dergileri, Türkçülerin “Türk Yurdu” dergisi, materyalizmi savunan “İçtihat” dergisi çıkacaktı; daha önce hiçbiri çıkamazdı.


HÜRRİYET NE DEMEK?

Bütün bu gelişmelerin birikimiyledir ki 24 Kasım 1921 günü Birinci Meclis’te Mersin Mebusu Selahattin Bey (Köseoğlu) “Kuvvetler birliği istibdattır” diye konuştu.

Serbest Fırka lideri Fethi Bey’in 15 Kasım 1930 günü Meclis’te yaptığı fevkalade önemli konuşmadaki şu sözler, tarihten geleceğe uzanan özlemi yansıtıyor:

“Efendiler, biz bütün demokrasi memleketlerinde ve bilhassa cumhuriyetle idare olunan memleketlerde mutat olan, kanunî olan, tabiî olan hak ve hürriyeti istiyoruz.”

Bugün de böyle...

Özgürlükten bahsedelim ama ‘hürriyet’i de unutmayalım ki gelecek nesiller bu metinleri okursa “Hürriyet ne demek?” diye sormasın.

Bütü Yönleriyle Lozan

Bütü Yönleriyle Lozan

KİTAP ÖNERİSİ | Lozan Antlaşmasının yıl dönümlerini sığ tartışmalarla geçirmek yerine konuyu anlamak açısından bu üç eserin okunmasını öneriyoruz. Okuma sırası; 1 - Bilinmeyen Lozan 2- 99 Soruda Lozan 3- Belgelerle Lozan

 


 
Araba Sevdası

Araba Sevdası


HAZİNE ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tüm kamu kurum ve kuruluşlarında makam arabalarının envanterinin çıkarılmasını istedi, sıkı bir tasarrufa gidileceği bildiriliyor.

Arkadaşımız Neşe Karanfil’in haberine göre, kamuda taşıt alımlarına 2010 yılında 265.7 milyon lira harcanırken, 2016 yılında bu rakam 1.1 milyarı hava taşıtı olmak üzere 2.3 milyar liraya çıkmış; 2017’de biraz tasarruf olmuş, 2.3 milyardan 1 milyar 85 milyon liraya inmiş. (Hürriyet, 5 Eylül)

Son altı-yedi yılda iktidar gücünü konsolide ettikçe makam giderleri böyle artmış.


BİHRUZ BEY
Modern edebiyatımızın öncülerinden Recaizade Mahmut Ekrem’in en ünlü romanı “Araba Sevdası”dır. Romandaki Bihruz Bey, Şerif Mardin’in “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma” makalesinde belirttiği gibi tipik bir “alafranga” örneğidir.

Birçok olumsuz yönleri vardır, ben sadece “araba” simgesi üzerinde duracağım.

Roman 1896 yılında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmişti. Aşağıda, derginin ressamlarından Halil’in çizgileriyle Bihruz’un arabası görülüyor.




Bihruz bu arabayla gezintiler yaparak caka satıyor, hava atıyor.

O zaman “statü ve güç” simgesi olan araçlar böyle lüks faytonlardı, zamanımızda lüks Mercedesler.


STATÜ VE GÜÇ
Tanzimat’tan sonraki “aşırı batılılaşma” en çok Osmanlı sarayında ve yüksek bürokraside görüldü. Bihruz Bey de paşa çocuğuydu, mirasyediydi.

Şerif Mardin, imparatorluk bürokrasisini “statü, güç ve yönetme” kavramlarıyla tanımlar. İhtişam ve debdebe bunun dışavurumudur.

Naima Tarihi’nde de ihtişam ve debdebenin, gösterişli konak, kıyafet, at ve arabaların sadece yüksek yöneticilerin hakkı olduğu yazılıdır.

Bu “ihtişam ve debdebe”nin Doğu kültüründeki olumsuz etkileri konusunda merhum Sabri Ülgener hocamızın eserlerini mutlaka okumalıyız.

Cevdet Paşa, Abdülmecid döneminde “bakanlar ve yüksek devlet ricali payton ve araba edindikleri gibi Saray-ı hümayunda da mükellef araba ve tecemmülat-ı saire [diğer lüksler]” yüzünden devletin iflas noktasına geldiği anlatır. (Maruzat, s. 6)

Modernleşme tarihimizde devletin “ferman”la değil “kanun”la yönetilmesi yönündeki reformların bir amacı da “bütçe denetimi”ni sağlamak olacaktı.


ÜRETEREK TÜKETMEK
Şimdi iktisat tarihçisi Charles Issawi’nin 1982 yılındaki kitabında modernleşme modelleriyle ilgili şu satırları okuyalım:

“Japonya geleneksel tüketim kalıpları içinde modern üretime öncelik verirken, bunun aksine Ortadoğu’da yüksek ve orta sınıflar Avrupa’nın üretim metotlarını öğrenmekte başarısız oldular, Avrupai tüketim, kıyafet ve konaklara yöneldiler.” (An Economic History of the Middle East and North Africa, s. 156)

Bugün Türkiye’de tasarruf oranı yüzde 15-18 civarındadır; Uzak Doğu’da yüzde 40’ın üzerindedir! Bu yüzden borçlanarak tüketim yapıyoruz ve bunun faturasını doların 6 liraya çıkmasıyla ödüyoruz.

Görülüyor ki üretmeden, hele de devlet imkânlarının bir tarafına sarılarak tüketmek eski bir hastalığımızdır. Muhafazakârlar bu hastalığı “alafranga” kesimlere mahsus sanmıştı, imkânlar el değiştirince benzer davranışlar görülüyor.

Makam araçlarında tasarrufu destekliyorum. Dahası, bütçede parlamento denetimi, kamu idaresinde şeffaflık ve Sayıştay kontrolü güçlendirilmelidir.

Konfor hepimizin hakkıdır fakat devlet kesesinden, sübvansiyonlarla, ölçüsüz borçlarla, popülizmle değil; üreterek, pastayı büyüterek

Yine mi Faiz

Yine mi Faiz


BUGÜN Merkez Bankası faizle ilgili bir karar verecek; bütün gözler MB’nin üzerinde...

İçeride, yani “milli” ekonomi çevrelerinde yaygın beklenti, doların cazibesini kesecek düzeyde TL faizinin arttırılmasıdır.

Bizim Merkez Bankası da 3 Eylül’deki açıklamasında “fiyat istikrarı doğrultusunda elindeki bütün araçları kullanmaya devam edeceğini”vurgulayarak faizin arttırılacağı sinyalini vermişti.

Sadece iç ekonomi çevreleri değil...

İki gün önce ABD’li yatırım bankası Morgan Stanley, “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın politika faizini 425 baz puan sıkıştırarak yüzde 22.0’a çıkarmasını beklediklerini” açıkladı.

Türk ekonomisinin sağlığa kavuşması yabancıların da yararınadır, bizimle daha çok iş yaparlar.

Bu tabloyu komplo teorileriyle açıklayabilir miyiz? Kim faiz lobisi, kim döviz lobisi?

ALTINLAR BANKAYA

Hükümet, 2016 sonunda başlattığı kampanyayla “yastık altı” denilen ve sandıklarda, kasalarda, gerdan ve kollarda muhafaza edilen altınların bankaya yatırılmasını teşvik ediyor.

2017 yılında 13 bin vatandaş elindeki 2.5 ton altını bankaya yatırdı.

Fakat yastık altındaki altınların 2 bin ton olduğu tahmin ediliyor!

Hükümet, Mart 2018’de kampanyanın ikinci turunu yaptı; Eylül 2018’de aynı kampanya yenilendi. Bu yıl 4.3 ton altının bankaya yatırılması bekleniyor.

Son derece isabetlidir. Çünkü bu muazzam servet yastık altında kalmamalı, ekonomiye katılmalı, “sermaye”ye dönüşmelidir.

Yani, yatırım ve üretim sürecine girmelidir.

2001 (Kemal Derviş) reformları sayesinde bankacılık sistemimiz de sağlamdır.

Hükümet altınları bankaya çekmek için, altınlarını Ziraat Bankası’na yatıranlara ortalama yüzde “2.40 getiri”si olan “altın tahvili” veya “altın kira sertifikası” veriyor.

Hem altınınızın değeri artacak, hem üstüne yüzde 2.40 getiri, yani faiz!

Gördünüz mü faizin işlevini?

Tefecilik başka, ekonomideki işlevsel faiz başkadır.

MERKEZ’İN BAĞIMSIZLIĞI

TL’nin yeterli getirisi olmazsa tasarruflar altına, dövize ve taşınmaz rantlarına gidiyor. Politikacı elbette seçmen kitlesine ucuz faizli kredi sunmak ister, fakat bunu siyasi kararla yapmak enflasyon ve dövizi fırlatıyor...

Bu sebeple bütün dünyada “Merkez Bankası”nın bağımsızlığı fikri gelişti.

Bizim yöneticilerimiz de Londra’lara giderek bunu anlatıyorlar.

Merkez Bankası’nın bugünkü toplantısında faiz arttırımını isteyenler hem böylece MB’nin bağımsızlığının kanıtlanacağını söylüyorlar, hem TL’nin değerlenmesiyle döviz ve enflasyonun kontrol altına alınacağını...

Bu sağlanırsa bir süre sonra faiz de düşer diyorlar.

Bu konuda saygın iktisatçılarımızdan Prof. Selva Demiralp’in Milliyet’teki yazılarını tavsiye ederim.

SELÇUKLU VE OSMANLI

Osmanlı’nın iktisaden geri kalmasının sebeplerinden biri, mevduat toplayan finans kurumlarının olmaması, bu yüzden sermaye birikiminin çok cılız kalmasıydı.

Evet, faizle kredi veren para vakıfları vardı, fakat bunlar faizle para toplamadıkları için sermaye birikimine önemli bir katkı sağlayamadılar.

Osmanlı 19. yüzyılda banka kurmaya başladığında iş işten geçmişti; İngiltere’de kişi başına gelir Osmanlı’nın 20 katıydı!

Selçuklulardaki faiz işlemleri konusunda Osman Turan hocamızı, Osmanlılardaki faiz işlemleri konusunda Halil İnalcık ve Şevket Pamuk hocalarımızı okumak gerekir.

Özetle, ekonomik konularda doğru düşünce tarihen de sınanmış olan iktisadi rasyonalizmdir

El Etek Öpmek

El Etek Öpmek


TÜRK Dil Kurumu sözlüğünde şöyle deniliyor: “El etek öpmek: bir işi yaptırmak için çok yalvarmak, yaltaklanmak.”

El öpmek ayrı bir şey; çok defa samimi saygıyı ifade eden bir âdetimizdir.

Asıl sorun “yaltaklanma, dalkavukluk”anlamına gelen “etek öpme” deyimindedir.

Bir de çok şükür artık unuttuğumuz “saçak öpme” deyimi vardı. Bayramlaşmaya katılan devlet büyükleri padişahın tahtından sarkıtılan halı saçaklarını öperlerdi; mutlak itaat ve sadakat beyanı olarak.

TEPKİLER BAŞLIYOR

Hayatın nimetlerinin eğitimle ve piyasada iş yaparak değil, “büyükler”in takdir ya da lütfuyla kazanıldığı bütün eski toplumlarda böyle davranışlar yaygındı.

Krallar, padişahlar aynı zamanda “velinimet”tiler.

Bütün milletlerin geçmişinde görülen “hiyerarşik toplum” tipinde baş başa bağlıydı, başlar da padişaha...

Uzun asırların pekiştirdiği bu yapıda Osmanlı’nın son zamanlarında yaşlı paşalar saçak öpme âdetini yadırgamazlar, “muayede” (bayramlaşma) törenlerinde bunun için sıraya girerlerdi...

Fakat Kâzım Karabekir’in hatıralarında yazdığı gibi, “mektepli”ler iki şeye çok nefret duymaya başlamıştı: Biri bu saçak öpme, etek öpme âdeti; öbürü de 7-8 yaşındaki bir şehzadenin karşısında paşaların, miralayların hazırola geçmesi...

NAMIK KEMAL’İN İSYANI

Namık Kemal bizde hürriyet, parlamento, kuvvetler ayrılığı fikirlerinin öncüsü olduğu gibi hür irade ve eşitlik bilincine sahip insan özleminin de öncüsüdür.

1868-1870 yıllarında, Londra’da çıkan “Hürriyet” gazetesinde yazdıklarına bakın:

“Kimin eteğini öptünüz de ağzınız lezzet buldu? Kimin ayağına kapandınız da başınız göğe erdi? Dudaklarınız tuzlu tuzlu çuhalara yapıştıkça şeker mi peyda oluyor? Yüzünüz terli terli sahtiyanlara (kunduralara) dokundukça burnunuza mis kokusu mu geliyor?...”

Namık Kemal’in satırları böyle uzayıp gider. Devamını görmek isteyenler merhum Ziyaeddin F. Fındıkoğlu hocamızın 1941’de İstanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası’nda çıkan “Türk Hukuk Tarihinde Namık Kemal” başlıklı makalesine bakabilirler.

Karabekir’in yazdığı tepkiler, Namık Kemal mektebinden geliyordu.

OSMANLI MODERNLEŞMESİ

Namık Kemal, uzun asırları kapsayan “hiyerarşik toplum”dan, haklarda ve onurda “eşitlikçi toplum”a geçişin öncüsüydü. “Hiyerarşi” sadece görev icabı ve kanunla tanımlanmış olmalıydı; doğuştan veya kerametten değil...

Hürriyet fikirlerinin azınlıklara yaradığını, koca imparatorluğu yıktığını söyleyerek Namık Kemal’e hâlâ hücum edenler vardır.

Fakat azınlıklar hürriyet ve milliyetçilik fikirlerini kendi okul ve gazetelerinden öğrenmişlerdi. Namık Kemal de Müslümanlara anlatmaya çalışmasa mıydı?!

Asıl mesele, hürriyet fikirlerinden niye Müslümanların yararlanamadığı, niye bunun çok geciktiğidir.

Kemal Karpat hocamız “Osmanlı Modernleşmesi” adlı eserinde azınlıkların Müslümanlardan daha eğitimli, girişimci ve varlıklı olduklarını rakamlarla anlatır.
(Timaş Yay.)

HÜR DÜŞÜNCE

Müslümanlar “hiyerarşi”yi kırmada, “sürüden ayrılma”da, hür teşebbüs ve hür düşünmede gecikmişlerdi.

Hâlâ sivil hayatta da “Emir demiri keser”falan demiyor muyuz?!

Aile ve hoca ya da öğretmen ilişkilerinde özel saygı ifadesi olan el öpmeyi de artık iş ve siyaset hayatımızdan çıkarmak gerekmiyor mu?

Ait olduğumuz siyasi, mesleki, sosyal kurumların hür iradeli “üye”leri olduğumuz, “emir eri” olmadığımız bilincine ulaşmamız gerekmiyor mu?

İçinde bulunduğumuz çağ her alanda yaratıcı olmayı gerektiriyorsa, bunun tek yolu hür düşünce, bağımsız kişilik ve iyi eğitim değil mi?

Haber Yorumlarını Göster

Yüksek Yargı

Yüksek Yargı


Yargıtay Başkanı Sayın İsmail Cirit’i elbette bir hukukçu olarak ilgiyle, saygıyla izliyorum

Bugün İdlib’de Rusya destekli Esad’ın girişebileceği katliam ihtimalini yazacaktım. Sayın Cirit’in “Hukuk fakülteleri beş yıl olsun” önerisini okuyunca bu konuyu yazmaya karar verdim.

Geçen adli yıl konuşmasında ifade etmişti, şimdi resmen YÖK’e iletmiş; yürekten destekliyorum.

HUKUK VİCDANI

Hukuk fakültelerine giriş için asgari puan uygulamasını başlatarak konuya verdiği önemi gösteren YÖK Başkanı Prof. Yekta Saraç’ın da bu fikri benimseyeceğini umuyorum.

YÖK bünyesinde Prof. İzzet Özgenç bunun için çalışmalar başlatmıştı; gerekli bilgi birikimi YÖK’te mevcuttur.

Mesele beş yıldan ibaret değil. Başkan Cirit, birinci sınıflarda şu derslerin okutulmasını istiyor:

“Hukuk sosyolojisi, hukuk felsefesi, hukuk tarihi ve Türkçe dilbilgisi derslerinin zorunlu olması...”

İyi hukukçu olmak okuduğunu anlayabilme, tahlil, muhakeme ve mukayese etme, sonra da iyi anlatabilme yeteneğinin ileri derecede gelişmiş olmasını gerektirir.

Türkçe PISA sınavlarındaki vahim başarısızlığımızı düşünürsek, dilbilgisi dersinin ne kadar gerekli olduğu açıktır.
Kanun metinlerini bellemekle iyi hukukçu olunamaz. Hukukçuya “hukuk vicdanı” ve “hukuk zihniyeti”ni kazandıracak bilgiler, evet, hukuk sosyolojisi, hukuk felsefesi ve hukuk tarihidir.

BÜYÜK CEVDET PAŞA

Hukuk tarihi deyince, Sayın Cirit Mecelle yazarı Cevdet Paşa’nın hayranıdır; konuşmalarından anlaşılıyor.

Ben de öyleyimdir, “Türkiye’nin Hukuk Serüveni” adlı kitabımı Cevdet Paşa’ya ithaf etmiştim:

“Hukuk tarihimizin büyük isimlerinden, 19. yüzyıl reformlarının mimarı ve örnek Adalet Bakanı Ahmet Cevdet Paşa’nın aziz hatırasına saygıyla...”

Şimdi, Cevdet Paşa’nın mahkemelere ve yargıçlara kamuoyunun güveni hakkında yazdıklarına bakalım:

“Asıl lazım olan mahkemeler hakkında kamuoyunun güveni olup bu da hâkimlerin kendi konumlarından emin olmalarına bağlıdır. Bütün muntazam devletlerde bu kaide uygulandığı gibi, Devlet-i Aliyye’de eski zamanlarda haklı haksız, şunun bunun başı kesilirken bile hâkimler bundan müstesna ve her türlü sıkıntıdan uzak ve saygın idiler.” (Tezakir, Tetimme, s. 101)

Sayın Cirit haklı olarak maaşların azlığından bahsetti fakat bugün yargının “sıkıntıdan uzak olması ve saygınlığı” için gereken şey sadece bu mu?

HÂKİM TEMİNATI

Prof. Kemal Gözler’in “Türk Anayasa Hukuku” adlı kitabında anlattığı gibi “Türkiye’de hâkimlerin coğrafi teminatı yoktur.” (s. 985)

Bu yüzden hassas davalarda hâkimleri o dosyadan uzaklaştırmak, hatta uzak semtlere ve başka şehirlere göndermek, yerlerine de ‘uygun’ görülen atamalar yapmak bizim yargı tarihimizde ve bugün en ciddi sorunlardan biridir.

Bu sütunda defalarca örnekleriyle yazdım.

Yüksek yargı başkanlarının hiç değinmediği bu “hâkim teminatı yetersizliği” sürüp giderken kamuoyunda yargıya güven nasıl tesis edilir?

Yargıya güvenin en önemli unsurlarından biri “görüntü”dür; yargının bağımsız ve tarafsız olduğunun “görülür” olması gerekir.

Cevdet Paşa’nın yüz elli yıl önce yazdığı bu gereklilik, çağımızda 1997’den beri AİHM kararıdır.

Yargıtay’ın adli yıl törenini kendi salonunda veya bir yargı mekânında değil, siyasi kimliği de olan yürütme mekânında yapması yargıya güven sağlayacak bir “görüntü” müdür?

HSK’nın bütün üyelerinin siyasi iradeyle atanması bağımsızlık ve tarafsızlık “görüntüsü” veriyor mu?

Hukuk devleti normlarındaki noksanlarımızı gidermek için en çok yüksek yargının çaba göstermesi gerekiyor.

Süriye'nin Geleceği

Süriye'nin Geleceği


İdlib, yedi yıldır devam eden kanlı Suriye iç savaşında en kritik sorundur, iki açıdan:

1) Esad güçleri Rusya ve İran desteğiyle İdlib’de muhalifleri ezmek için genel bir saldırıya kalkarsa 1 milyona yakın mülteci Türkiye’ye göçebilir! Türkiye bu defa sınırı kapattı, göçmenler Suriye içinde tutulacak fakat bunun maliyeti yine büyük oranda
Türkiye’ye binecek.

2) Stratejik bakımdan Suriye’nin geleceği İdlib’de belirlenecek. Esad’a karşı son silahlı direniş ve terör unsurları İdlib’dedir. Esad İdlib’e hâkim olursa Suriye’deki hâkimiyetini kesinleştirmiş, Rusya ve İran’ın nüfuzu da büsbütün güçlenmiş olacak.

Esad hâkimiyetindeki bir Suriye Ankara’nın istemediği sonuç olur.

MUHALEFET COĞRAFYASI

İdlib, Afrin’in güneyinde, Hatay’ın Reyhanlı ilçesine komşu 4 milyon nüfuslu bir bölgedir. Astana Mutabakatı’na göre İdlib “çatışmasızlık bölgeleri”nden biridir; en önemlisidir. Rusya’nın, İran’ın ve en çok da Türkiye’nin askeri ve istihbari “gözlem noktaları” bulunmaktadır.

Çatışmasızlık bölgesi olduğu için hem çevredeki sivil halk, hem silahlı gruplar buraya sığınmıştır.

İdlib, tamamen Esad güçlerince kuşatılmıştır; Esad, Rusya ve İran’ın desteğiyle İdlib’i ele geçirebilir fakat insani facialar yaşanır.

Bu sebeple Türkiye Esad’ın harekâtına karşı çıkıyor, siyasi çözüme öncelik veriyor.

Ağustosun ilk yarısında Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un Ankara’da, Milli Savunma Bakanı Akar ve MİT Müsteşarı Fidan’ın iki defa Moskova’da yaptıkları görüşmeler bu konuda bir sonuç vermedi...

RUSYA’NIN TAVRI

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, 24 Ağustos’ta Moskova’da Lavrov’la ekran karşısına geçerek “Rusya stratejik ortağımızdır... İdlib’de askeri çözüm felaket olur” diye açıklamalar yaptı.

29 Ağustos’ta Lavrov Suudi meslektaşıyla yaptığı basın toplantısında “İdlib’deki militanlar yok edilmesi gereken iltihaplı çıbandır” diye konuştu.

Rusya, Doğu Akdeniz’de “en büyük askeri yığınağı” yapmış durumda...

“İltihaplı çıban”ların en önemlisi HTŞ (Heyet-i Tahrir’üş Şam) adlı cihatçı gruptur.

Ankara 30 Ağustos günlü Resmi Gazete’de yayımlanan kararla, HTŞ’yi de resmen terör örgütleri listesine koydu.

Hangi örgütlerin terörist, hangilerinin silahlı muhalif olduğu konusunda Ankara-Moskova arasındaki en önemli görüş farkı PKK ve PYD konusundadır. Rusya PKK’yı bile terör örgütü saymıyor!

İdlib konusunda kararlı davranan Rusya, 4 Eylül’de Hımeymim askeri üssünden kalkan 3 savaş uçağıyla İdlib’e 20 saldırı düzenledi. 5 Eylül’de de Esad topçu atışlarıyla İdlib’i vurdu.

TAHRAN ZİRVESİ

Bugün Tahran’da Cumhurbaşkanı Erdoğan, Putin ve Ruhani görüşecekler; dünyanın gözü bu toplantıda olacak.

Türkiye’ye yoğun bir göç akışına sebebiyet verecek nitelikte geniş bir askeri harekât için Esad’a yeşil ışık yakılacağını sanmıyorum. İran ve Rusya, Batı’dan uzaklaştırmaya çalıştıkları Türkiye’yi böylesine itemezler.

İdlib’deki harekât “gözlem noktaları”nca yapılan tespitlere göre belirli yörelerdeki cihatçı gruplara yönelik bir harekât olabilir, bu konuda MİT’in verileri çok önemli olacak.

Suriye’de zaman Esad’ın, Rusya’nın ve İran’ın lehine işliyor; zamanla tüm Ortadoğu dengelerini etkileyebilir.

Dikkat ederseniz, Tahran zirvesi öncesinde Amerika, Almanya ve Fransa Türkiye’yi desteklediklerini açıkladılar.

İdlib ve Suriye’nin nasıl şekilleneceği Türkiye’nin dünyadaki yerini bile etkileyebilir. Tabii bu, Batı dünyası olmaya devam etmelidir.

Sıkıntılı Konular

Sıkıntılı Konular


Tahran zirvesi, karmaşık konulardaki bütün uluslararası görüşmeler gibi ak, kara ve gri alanlardan oluşan karmaşık tabloyu yeniden ortaya koydu

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ve Ruhani’ye, TV ekranlarından bütün dünyaya ifade ettiği şu sözlerin altını çizmek gerekir:

“İdlib sadece Suriye’nin siyasi geleceği için değil bizim milli güvenliğimiz ile bölgenin barış ve istikrarı bakımından hayati öneme sahiptir.”

Rusya ve İran böyle bakmıyor; onlar Suriye’de nüfuz kazanma peşindeler.

Esastaki bu farklılık, zirvede üç noktada kendini gösterdi.

FIRAT’IN DOĞUSU

En önemli görüş farkları İdlib ve PKK’nın Suriye kolu YPG konularında ortaya çıktı. Erdoğan, “Bizler İdlib’e odaklanırken Fırat’ın doğusunda arzu etmediğimiz gelişmeler yaşanıyor, Amerika’nın bölgede bir diğer terör örgütünü güçlendirmeye devam etmesinden rahatsızız” diye konuştu.

Rusya ve İran’ın bu konuda da “Astana ruhu” uyarınca davranmasını istedi. “Tehdidin kaynağına ve boyutuna göre gereken adımları atmayı sürdüreceğiz” diyerek Türkiye’nin kararlılığını vurguladı.

Fakat Putin ve Ruhani PKK ve YPG’yi ağızlarına almadılar. “Terör örgütleri” terimiyle sadece Esad’ın silahlı muhaliflerini kastediyorlar.

Ruhani, “Siyonistleri destekleyen ABD Suriye’den çıksın” diyerek bildik İran dış politikasını sahneledi, etnik terörü görmezlikten geldi.

‘ILIMLI MUHALİFLER’ ÖNERİSİ

Putin ve Ruhani Esad rejimini “tek meşru otorite” olarak tanımladılar, Erdoğan itiraz etti. Bu tartışmayla ilgili olarak, Putin, İdlib’deki cihatçı örgütlerden yakındığında, Erdoğan,
Rusya’nın bu endişesini anladıklarını belirtti, o örgütlerin çıkarılmasını, yerlerine “ılımlı muhalifler”in getirilmesini önerdi, Putin buna da yanaşmadı.

Putin’in amacı “Suriye’nin yüzde 90’ına” hâkim kıldığı Esad’ın bütün Suriye’ye hâkim olmasıdır.

O zaman Suriye siyasi ve askeri bakımdan Rusya ve İran’ın nüfuz bölgesi olacak, “yeni Suriye” ve “anayasa” konularında mutlak söz sahibi haline gelecekler...

Rusya’nın PKK’yı bile terör örgütü saymadığını hiç unutmamak lazım.

‘ATEŞKES’ TARTIŞMASI

Erdoğan İdlib’de operasyon yapılmamasını, dahası, 12 maddelik Ortak Bildiri’nin İdlib’le ilgili 3. maddesine “ateşkes” çağrısının konulmasını istedi.

Putin ise “Suriye’nin yüzde 90’ının kontrol altında olduğunu” ifade ederken, “Kalan teröristler İdlib’de bulunuyor, provokasyonlar yapıyor” diyerek İdlib ısrarını sürdürdü.
Erdoğan’a cevaben de teröristler adına “ateşkes” kararı alamayacaklarını söyledi. Erdoğan “Karar değil, çağrı” diyerek talebini tekrarladığında Putin “Bütün taraflara silahları bırakma çağrısında bulunduk” diye konuştu.

Erdoğan’ın “ateşkes” kavramı Esad güçlerini de içine alırdı, Putin sadece muhalifler için söz konusu olabilecek “silah bırakma” kavramını kullandı.

Ruhani “İdlib’de terörizmle mücadele terör bitene kadar sürmelidir” diye konuştu.

Sonuçta “ateşkes” çağrısı Ortak Bildiri’de yer almadı.

‘ASTANA SÜRECİ’

Görülüyor ki Rusya ve İran, Suriye konusunda büyük ölçüde mutabıktır. Türkiye ile mutabakat noktalarının yanında böyle önemli görüş farkları da vardır.

Yine de “Astana süreci”ni desteklemeliyiz. Zira Astana süreci, bu görüş ayrılıklarına rağmen, Türkiye’nin Suriye’deki rolünü siyaseten etkinleştiren önemli bir platformdur; Fırat ve Zeytin Dalı operasyonlarını siyaseten kolaylaştırmıştır.

Ankara’nın Suriye politikasında yaptığı hatalar ayrı bir konudur; bugün eli güçlü olmalıdır elbette. Avrupa ile ilişkilerimizin süratle güçlendirilmesi bu bakımdan da bir zorunluluktur.

Karl Marks ve Diğerleri

Karl Marks ve Diğerleri


Bütün dünyada otoriter popülist akımlar yükseliyor; içe kapanma, müdahalecilik, hoşgörüsüzlük eğilimleri güçleniyor

Yüzelli yıllık yayın hayatının bütün dönemlerinde liberal demokrasiyi ve serbest piyasayı savunmakta olan The Economist dergisi bugünkü dünyayı şöyle tasvir ediyor:

“Demokrasi Amerika’da tehlikeli bir dönüşte. Avrupa’da, Asya’da, Latin Amerika’da popülistler ilerliyor. Otoriterler gücünü pekiştiriyor. Liberal düşünürlerin en karamsarları bile bu kadar karamsar olamazdı.”(11 Ağustos)

Dergi ağustos başından itibaren liberal demokrasinin büyük filozoflarını anlatan makaleler yayımlıyor; demokrasi kültürünü güçlendirmek amacıyla tabii.

Son sayısında ise “illiberal”, yani otoriter, hatta totaliter eğilimlerin üç büyük filozofunu ele aldı: Rousseau, Karl Marks ve Nietzsche...

JAKOBENLERİN FİLOZOFU

Alman filozofu Nietzsche hakkında felsefeci Cemil Sena’nın şu değerlendirmesiyle yetiniyorum:

“İkinci Dünya Savaşı’nı yaratmış olan Alman liderlerinin tutkularında da Nietzsche’nin ilhamları vardır...”

Dergi de bu görüşte.

Bizde Fransız filozofu Rousseau ve Alman filozofu Marks’ın etkileri önemlidir.

Osmanlı modernleşmesi Fransızca ile başladı, Rousseau’nun kitapları “mektepliler” arasında elden ele dolaştı.

Rousseau Cumhuriyet’in kurucu kadrosu üzerinde de etkilidir.

Dergi, Rousseau’nun “milli irade” ya da “halk iradesi” kavramı üzerinde duruyor. Rousseau’da milli irade sınırsız, kayıtsız, şartsız bir güçtür. Rousseau egemenliğin bölünmezliği ilkesini “kuvvetler birliği” olarak algılar.

Liberaller ise iktidarların kuvvetler ayrılığı ve anayasa ile sınırlandırılmasını savunurlar. Dergi, liberal John Stuart Mill’le ilgili makalesine “Çoğunluğun Tiranlığına Karşı” başlığını koymuştu haklı olarak. (4 Ağustos)

Dergi, Rousseau’nun düşüncelerini devrimcilerin “ütopya uğruna zalimce şiddet kullanılmasını haklılaştırmak” için kullandıklarını yazıyor.

Fransız ihtilalinde Robespierre liderliğindeki Jakobenler, Rousseau’nun müritleriydi. Lenin de “Biz proletaryanın Jakobenleriyiz” diyecekti.

Sağ sol fark etmiyor, önemli olan kuvvetler ayrılığının olup olmaması...

MARKS VE DEMOKRASİ

Marks’ın büyük bir sosyolog olduğunu liberal Karl Popper ve Raymond Aron da belirtirler.

Dergi, Marks’ın kapitalizme yönelttiği eleştirilerin “uyarıcı” etkiler yarattığını, zamanla işçilerin “proleter” olmaktan çıkıp orta sınıf “tüketici” düzeyinde refaha ulaştığını anlatıyor.

Fakat ideolojisi yanlıştır, kanlı rejimlere yol açmıştır.

Marks’ın adeta kutsadığı “sınıf mücadelesi” şiddete açık bir kavramdır. Marks bireysel hak ve hürriyetleri ve hukuku küçümseyerek de sol totalitarizme esin kaynağı oldu. Dergi şöyle yazıyor:“Marks, Fransız ihtilalinin manifestosu olan İnsan Hakları Bildirisi’ni özel mülkiyetin ve burjuva bireyciliğinin belgesi olarak küçümsemiştir.”

Zaten Marks’ta evrensel hukuk, hukuk devleti, temel hak ve hürriyetler, kuvvetler ayrılığı gibi kavramlar ya hiç yoktur ya önemsizdir.

Marksist rejimlerin nasıl kanlı tiranlıklar olduğu bellidir.

Çağımızda da otoriter popülist hareketlerin yükselmesi, bütün bu liberal demokratik değerlerin zayıflaması anlamına geliyor.

Marks’ın da Rousseau’nun da önemsemediği bu kavramlar çağımızda hayati derecede önemlidir; demokrasinin kaleleri bu felsefi kavramlardır.

Tramp'ı Azletmek

Tramp'ı Azletmek


DONALD Trump popülizmin ve siyasi yozlaşmanın simgesidir.

Trump’ın partisinde Senatör McCain saygın bir politikacıydı; yüksek sesle ve ağır ifadelerle Trump’ı eleştiriyordu.

Arkadaşımız Cansu Çamlıbel yazdı: McCain cenazesine Trump’ın katılmamasını vasiyet etmiş.

Türkiye’nin değerini bilen McCain seçilmiş olsaydı muhtemelen Türk-Amerikan ilişkileri bugünkü krizli duruma sürüklenmez; Ankara da “Rusya stratejik ortağımızdır” gibi pek aceleci ve Rusya tarafından teyit edilmeyen açıklamalar yapmazdı sanıyorum.

 

YOZLAŞMANIN RESMİ

Yozlaşmanın resmini görmek bakımından Trump’ın eski Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın askeri öğrencilere söylediği şu sözler önemlidir:

“Liderlerimiz gerçeği saklamaya çalışırsa ya da biz halk olarak artık gerçeklere dayanmayan alternatif gerçekleri kabul edersek, o zaman ABD vatandaşları olarak özgürlüğümüzden vazgeçme yoluna gireriz... En kıymetli varlığınız olan dürüstlüğünüzü asla kaybetmeyin” (17 Ağustos)

Popülizmin yükselişinde uzmanlık bilgileri ve gerçeği araştırmak yerine “post truth”denilen kurgular, komplo teorileri önemli rol oynuyor.

Michael Wolf “Ateş ve Öfke” adlı kitabında “Trump Beyaz Sarayı’nın İç Yüzü”nü yazdı. (Doğan Kitap)

Trump’ın rapor okumaktan sıkıldığını, farklı görüşleri dinlemediğini, fakat o müthiş megalomanisiyle “Herkes benim yanımda olmalı” deyip durduğunu, mutlak sadakat istediğini anlatıyor.

FBI Direktörü James Comey’den “yüksek sadakat” istediğinde Comey şu cevabı vermişti:

“Sayın Başkan, size sadece dürüstlük sunabilirim.”

Comey görevden uzaklaştırıldı; Trump’ın kamu yönetiminde artık “uzmanlık” ve “dürüstlük” çok da önem taşımıyor.

 

AMERİKAN SİSTEMİNDE AZİL

Üst üste skandalları da ortaya çıktığına göre Amerikan yasama organı onu azleder mi?

Kısa sürede muhtemel gözükmüyor.

Amerika’da “impeachment” (meclis soruşturması) işlemini Temsilciler Meclisi’nde bir tek üye bile başlatabilir. Çoğunluk başkanın soruşturulmasına karar verirse soruşturmayı Yüksek Mahkeme Başkanı’nın başkanlığında toplanan Senato yapıyor.

Ceza yargılaması değil, azil yargılaması.

Amerikan tarihinde üç başkan, Andrew Johnson, Richard Nixon ve Bill Clinton hakkında “impeacment” yapıldı. Nixon dışındakiler suçlu bulunmadı. Nixon ise istifa ederek azilden kurtuldu.

Başkanı azletmek için 100 üyeli senatoda üçte iki çoğunluğun (67 oy) kabul etmesi lazımdır. Bugün Senato’da Trump’ın Cumhuriyetçi Partisi 52 sandalyeye sahip. Amerika’da parti lideri yoktur, partiler disiplinli değildir fakat bir parti dayanışması vardır.

 

‘EVANJELİK KATOLİK’

Trump’ın aleyhine oy kullanabilecek Cumhuriyetçi senatörler de vardır.

Fakat iki sebepten muhalefetteki Demokratlar “azil” işlemine mesafeli duruyor:

1- Kasımda üçte bir yenileme seçimleri var...

2- Daha önemlisi, Trump giderse yerine gelecek olan Mike Pence onu aratabilir; zira Pence sıkı bir “evanjelik”tir.

Hem ağırbaşlı ve kurallı Katolik, hem köktendinci “evanjelik” olmak teoride zor ama o siyaseten kendisini “Evanjelik Katolik” diye tanımlıyor.

Onun Katoliklikten Evanjelizme giden mistik hayatını anlatan Jane Mayer, New Yorker’daki makalesine “Başkan Pence Tehlikesi” başlığını koymuştu. (23 Ekim 2017)

Böyle bir ihtimal çok kimseyi korkutuyor.

Belli ki ABD bir süre böyle devam edecek.

Türkiye “stratejik ittifak”ı Amerika ve Avrupa’daki demokratlarla yaparak ve AB tam üyelik sürecine yeniden yönelerek ekonomi için de diplomasi için de geniş bir zemin kazanabilir.

Macron Yanlış Yapıyor

Macron Yanlış Yapıyor


ANKARA Trump’la sorunlar yaşarken hem iktisadi hem siyasi bakımdan Avrupa liderlerinden destek açıklamaları geliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Merkel ve Macron’la, sonra da İngiltere Başbakanı May’le yaptığı telefon görüşmelerini Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın Alman ve Fransız mevkidaşlarıyla görüşmeleri izledi.

İngiliz mevkidaşıyla da görüşecek.

Peşpeşe olumlu açıklamalar yapılıyor, Trump’ın politikaları birlikte eleştiriliyor.

Fakat Macron’un açıklamaları esef vericidir.


MACRON’UN SORUMSUZ LAFLARI
Avrupa ile iyileşmeye başlayan ilişkiler Türkiye’nin iktisadi kaynak, Avrupa’nın da göçmen ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılamakla sınırlı mı kalacak?

Yoksa AK Parti’nin ilk hükümet programlarında ifade edildiği gibi “Cumhuriyet’ten sonra Türkiye’nin en büyük medeniyet projesi” olarak kararlılıkla ele alınacak mı?

Fransa Cumhurbaşkanı Macron iki gün önceki açıklamasında “Bugün Türkiye‘nin Atatürk Türkiye’si olmadığını... Avrupa karşıtı gözüken pan-İslamcı gündemini her gün yeniden teyit ettiğini” ve bu sebeple AB üyesi olamayacağını söyledi; “Rusya ve Türkiye Avrupa’nın stratejik ortağıdır” diye bir tanım geliştirdi!

Macron gecen sene de Sorbonne Üniversitesi’ndeki konuşmasında Rusya ve Türkiye’yi “otoriter ülkeler” diye nitelemiş; Avrupa’nın bu iki ülkeye “stratejik ortak” olarak ihtiyacının olduğunu söylemişti. (26 Eylül 2017)


ÜYELİK SÜRECİ
Macron’un bu sözleri Türkiye’yi Batı’dan Doğu’ya itecek nitelikte sözlerdir.

Bu açıdan Macron, Trump’ın yanlışını taklit ediyor.

Fransa, Türkiye’nin Avrupa’da aydınlar ve medya tarafından “Avrupalı Türkiye” diye alkışlandığı dönemlerde de Türkiye’nin AB üyeliğine karşıydı.

Sarkozy gibi düşük kaliteli bir başkanın seçim sloganı Türkiye karşıtlığıydı.

Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkabilirler tabii... Zaten tam üyelik uzak bir hedef olduğu gibi ancak bütün üye devletlerin oybirliğiyle kabulüne bağlıdır; Fransa “Hayır” dediğinde Türkiye üye olamaz.

Ama “üyelik müzakereleri”nin sürmesi ve şartlarının yerine getirilmesi 2010’lara kadar Türkiye’ye iktisaden olduğu gibi hukuk ve demokrasi açısından da çok fayda sağlamış; Avrupa da bundan çok yararlanmıştı.


‘RUSYA VE TÜRKİYE’
Merkel de Türkiye’nin üyeliğine karşı ama Macron gibi itici ve ‘şoven’ konuşmuyor, Türkiye’ye özel “imtiyazlı ortaklık”tan bahsediyor.

Macron ise “Rusya ve Türkiye ile stratejik ortaklık”tan dem vuruyor.

Avrupa hiçbir tarihi ve demokratik değere ve ortak hukuka saygı göstermeden “Türkiye ve Rusya”yı aynı kefeye koyacaksa Türkiye niye “Avrupa’nın siyasi değerleri”ne özen göstersin? Türkiye niye bu risklerle dolu coğrafyada “Avrupa siyasi değerleri”nden bahsetsin?

Macron bunu samimiyetle düşünmeli; tabii Türkiye’ye bakışı Marine Le Pen gibi değilse, demokratik değerlere içtenlikle bağlıysa...


‘EN BÜYÜK MODERNLEŞME HAMLESİ’
Tabii Ankara da yaşanan 16 yıllık tecrübeyi gözden geçirerek en başarılı yılların AB süreci yılları olduğunu hatırlamalıdır.

Ankara’da Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki “Reform Eylem Grubu”nun üç yıl fasıladan sonra Avrupa Birliği sürecini canlandırmak için şimdi harekete geçmesi bu açıdan son derece olumludur.

Başbakan Erdoğan hükümet programında “Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra en büyük modernleşme hamlesi olan Avrupa Birliği’ne katılım sürecini kararlılıkla yürüttük” diyordu. (6 Temmuz 2011)

Aynı kararlılığa dönülmesi Türkiye’ye de Avrupa’ya da çok şey kazandırır; ekonomide, hukukta, güvenlikte...

30 Ağustos 1922 nedir

30 Ağustos 1922 nedir


ANADOLU 26 Ağustos 1071’de Malazgirt zaferi ile vatanlaşmaya, vatanımız olarak kurulmaya başladı.

30 Ağustos 1922’de kurtuluşunun “Büyük Zaferi”ini kazandı.

Malazgirt’ten hemen beş yıl sonra Kutalmış oğlu Süleyman Şah İznik’i başkent yaparak Anadolu’da ilk Türk devletini kuracak, yirmi yıl sonra I. Kılıçarslan İznik yakınlarında Haçlı ordusunu mağlup edecekti.

Yahya Kemâl’in belirttiği gibi kuruluşla kurtuluş arasında yaşadığımız “bin yıl” zaferleriyle ve mağlubiyetleriyle, kudret ve ıstıraplarıyla “millet” olmamızı yoğurdu; devlet, bayrak, vatan duyguları gelişti.

Aşiretler topluluğu olarak kalmaktan böyle kurtulduk; Ortadoğu’dan farkımız budur.


TAARRUZDAN ÖNCE DİPLOMASİ


30 Ağustos 1922’deki “Büyük Zafer”in hikmeti bütün bu değerleri harekete geçirmiş, organize etmiş, ordulaştırmış, rasyonel sevk ve idaresini, diplomasisini başarmış olmasıdır.

Milli Mücadele bir vatanseverlik ve kahramanlık destanından ibaret değildir. Aynı zamanda bir örgütlenme, bir lojistik, bir rasyonel planlama ve diplomasi zaferidir.

Bütün Milli Mücadele boyunca izlenen “düşmanı azaltma” amaçlı diplomasinin çok çarpıcı bir örneği Sivas Kongresi bildirisinde İtilaf
Devletleri’nin değil, sadece Yunanistan ve Ermenistan’ın işgal politikalarının “düşman” olarak tanımlanmasıdır.

Mustafa Kemal sadece Meclis’teki birkaç gizli oturumda İngiltere’yi “en büyük düşman” olarak niteledi. En hamasi konuşmaları yaparken diplomasi dikkatini hiç kaybetmedi.


MİLLİ MÜCADELEDE DİPLOMASİ


Düşünün ki Sakarya Savaşı’nda Yunan ordusu yenilmiş, Eskişehir-Afyon hattına çekilmiştir. Oradan İzmir’e kadar işgal altındaki topraklarımızda “özerk Rum devleti” kurma çalışmaları yapılmaktadır.

Böyle bir dönemde Mustafa Kemal Paşa, orduyu Büyük Taarruz’a hazırlarken diplomasi yoluyla “düşmanları azalttı”, Fransa ve İtalya’dan bile silah, mühimmat, kamyon ve birkaç uçak satın alarak orduyu teçhiz etti.

Taarruza başlamadan önce Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’le Fethi Bey’i Paris ve Londra’ya gönderdi; “barışçı çözüm” görüşmeleri yaptırdı...

Yunanlar ve İngiliz Başbakanı Lloyd George bunu Türklerin taarruz gücünün olmadığı şeklinde yorumladılar, rahat bir nefes aldılar.

Cepheleri gezen İngiliz Kurmay Yarbay Naire “Türklerin Yunan hatlarını yarmasının imkânsız olduğu” yolunda rapor da vermişti.

24 Ağustos’ta Yunan generaller Afyon’da balo yapıp eğlenirken Mustafa Kemal, Fevzi ve İsmet paşalar gizlice Afyon’un güneyindeki Şuhut’a geldiler; 26 Ağustos sabahı Büyük Taarruz’un başlamasına karar verdiler.

Bunu İtalya ve Fransa’dan alınan son parti malzeme ve kamyonların cepheye geliş gününe göre kararlaştırmışlardı.


SAYGIYLA, ŞÜKRANLA, RAHMETLE


Bu diplomasi sayesindedir ki Fransız ve İtalyan işgalleri erken sona erdiği gibi bu iki ülkeden silah ve mühimmat alındı. Dahası, 1922 yılında İngiliz parlamentosunda Türkiye lehine konuşmalar başladı...

Avam Kamarası’nda Türkiye’yi kuvvetle savunanlardan biri General Townshend’di; Kut’ül Amare’de Türklere esir düşmüş, saygın bir misafir muamelesi görmüş, samimi bir Türk dostu olmuştu.

Temmuz 1922’de Konya’ya gelip Mustafa Kemal Paşa’yla görüşmüştü.

Parlamentodaki konuşmalar Türk düşmanı Lloyd George hükümetinin Yunan’a verdiği desteğin hızını kesiyordu.

Evet, söz konusu olan vatansa siyasi rasyonalizm ve diplomasi her zamandan daha fazla önemlidir.

30 Ağustos 1922’deki Büyük Zafer’le İzmir’e yürüyen Mehmetçiği, Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yı, Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’yı, Birinci Ordu Kumandanı Nurettin, İkinci Ordu Kumandanı Yakup Şevki, süvari kumandanı Fahrettin paşaları ve bütün Milli Mücadele neslini derin bir saygıyla, şükranla, rahmetle anıyorum.

Krizden Nasıl Çıkacağız?

Krizden Nasıl Çıkacağız?


KRİZDEN elbette çıkacağız, makbul olan tabii ki hasarı daha fazla büyütmeden hızla çıkmaktır.

Bir ülkedeki krizin şu veya bu ölçüde bütün ülkeleri olumsuz etkilediği bir çağda yaşıyoruz. En büyük ortağımız Avrupa olduğu için Türkiye’yi destekleyen açıklamalar da peş peşe oradan geliyor.


EKONOMİ GÖZÜYLE
Başta Avrupa ekonomisinin en güçlü iki lideri Merkel ve Macron olmak üzere Avrupa ve AB liderleri tabii bu konuya ekonomi gözüyle bakıyorlar, “Türkiye’nin krizi kimsenin yararına değil” diyorlar.

Gerçekten bizim ithalatımız azalırsa onların da ihracatı azalır...

Biz de bu soruna ekonomi gözüyle bakmalıyız. “Türkiye’nin güçlenmesini istemiyorlar, bunlar Haçlı...” falan gibi eski klişelerden zihnimizi kurtararak düşünmeliyiz.

Bakın, daha iki yıl önce seçim meydanlarında Avrupa Birliği’ne “Haçlı ittifakı” diyorduk; bugün en önemli destek açıklamaları oradan geliyor.

Hükümet yetkilileri de AB’den olumlu bahsediyor.

Krizden çıkışın dış kaynaklarını düşünürken özellikle AB’den gelen Merkez Bankası’nın bağımsızlığı uyarısının önemine dikkat etmeliyiz.


NE DİYORLAR?
Trump’ın kabadayılığına karşı Türkiye’ye destek açıklaması yapan ilk Avrupalı lider Merkel olmuş ve hemen şunu eklemişti:

“Merkez Bankası’nın bağımsız olmasını sağlamak için her şey yapılmalı”

AB Komisyonu’nun bütçe görevlisi, yani bir bakıma AB’nin maliye bakanı Günther Oettinger Ankara’nın “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, faiz politikalarında değişiklik ve ekonomik sübvansiyonlar konusunda yeniden güven yaratacak önlemler alması gerektiğini” söyledi. (21 Ağustos)
AB bütçesinde bir mali destek ödeneği yoktu ama Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve serbest faiz politikası gibi önlemler güvenirliği arttırır, dış kaynak bulmayı kolaylaştırırdı.

Dış kaynak ahbaplık, dostluk meselesi değil rasyonel ve kurumsal bir işlem olduğu için dış kaynak yaratmada Merkez Bankası’nın bağımsızlığı gibi faktörler çok önemli.


İKİ MERKEZ BANKASI
Konstanz Üniversitesi’nden Prof. Erdal Yalçın uluslararası ekonomi uzmanıdır. Avrupa’nın önde gelen ekonomik araştırma kurumlarından Alman “Ifo Institute”da saygın bir iktisatçıdır. Türkiye’nin krizden çıkabilmesi için Avrupa’nın destek olması gerektiğini söylüyor. Gereken dış kaynağın Türk ve Avrupa merkez bankalarının işbirliği ile sağlanabileceğini anlatıyor ve “ama” diyerek ekliyor:

“Türkiye bir değişime gideceğine dair güvenilir sözler vermelidir. Örneğin AB kaynaklı bir desteğin yararlı olması için Merkez Bankası’nın bağımsızlığının sağlanması gibi.” (DW Türkçe, 21 Ağustos)

Yine “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı” ne kadar önemli, görüyoruz. Zira merkez bankaları iktidarların kısa vadeli siyasi beklentilerine göre değil, iktisat ilminin verilerine göre ve uzun vadeli para politikaları uygulasınlar diye bağımsızdırlar.


KURUMLAR VE KURALLAR
Bizde faizi indirmiyor diye Merkez Bankası’nın ağır hücumlara maruz kaldığı bir sırada onun bağımsızlığını savunarak şöyle yazmıştım:
“Merkez Bankası’nın bağımsızlığı milyarlarca dolardan daha önemli bir iktisadi değerdir” (27 Şubat 2015)

Benim kitaplardan öğrendiğim bu gerçeği, üç yıl sonra ekonomi somut gerçek olarak karşımıza koymuş bulunuyor.

Krizden çıkış sadece bir para sorunu değildir; kurumlar ve kurallarla, hukuk devleti ilkesiyle bir güven inşası sorunudur.

2001 yılı krizinden de yeni kurumlar ve kurallar inşasıyla çıkmıştık; üstelik güçlenerek

İran'a Ambargo

İran'a Ambargo


ABD Başkanı Donald Trump Amerikan imparatorluğunu ihyaya çalışan bir popülist... Amerikan basını onu yerden yere vuruyor, Amerikan yargısı onun hakkında soruşturma açıyor...

Fakat etik ve siyasi kıratı ne olursa olsun, ABD gibi bir süper gücün başında.

ABD ile yaşamakta olduğumuz sıkıntılar ve bunun TL’yi nasıl olumsuz etkilediği malum. İran’a ambargonun başlaması Türkiye için yeni sıkıntılara yol açabilecek.

TÜRKİYE’YE ETKİSİ

Obama’nın amacı İran’ın sahip olduğu nükleer kapasitenin nükleer silaha dönüşmesini engellemek ve İran’ın ılımlılaşmasına yol açmaktı. Bu amaçla 2015’te bir anlaşmaya varılmış, P5+1 denilen ülkeler (ABD, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya) imzalamıştı.

İran’a bu yüzden konulmuş olan ambargo da kaldırılmıştı; terörizm ve insan hakları gerekçesiyle konulan ambargo devam ediyordu.

Trump nükleer anlaşmadan tek taraflı olarak çekildi, ambargoyu tekrar yürürlüğü koydu. İran’a dolar kazandıran hiç bir ticaret yapılmayacak...

Ambargonun finans ve enerji bölümü ise kasımda başlayacak.

Dün Trump “İran’la iş yapanlar ABD’yle iş yapamayacak” diye bir tweet attı.

Yani Türkiye de İran’la ticaret yapamayacak, petrol ve doğal gaz alamayacak mı?!

 

TÜRKİYE NE YAPABİLİR?

Bu soruyu EDAM Başkanı diplomat Sinan Ülgen’e sordum. Uzun izahatının özeti şu:

“Türkiye Obama dönemindeki ambargo sırasında İran’dan petrol ve gaz alımı için belli bir muafiyet elde etmişti. Şimdi Trump yönetiminden de böyle bir muafiyet elde etmesi gerekecek. Ambargo kararında bunun için Türkiye’nin pazarlıkta kullanabileceği bir marj da var.”

Evet diplomasi...

Obama ile başlangıçta ilişkilerimizin çok iyi olduğunu hatırlamalıyız.

Bugün ABD ile bunca sorun yaşayan Türkiye’nin ticari “muafiyet” sağlamak ve ambargodan olabildiğince az etkinlenmek için sıkı bir diplomasi yapması gerekiyor.

Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD ile sorunlarda meydan okuma değil, diplomasi dili kullanıyor; dün Sedat Ergin yazdı bunu.

 

AVRUPA FAKTÖRÜ

Avrupa Trump’ın ambargo kararına karşı. AB’yle birlikte Almanya, Fransa ve İngiltere ortak açıklama yaparak “İran nükleer anlaşmaya uyduğu sürece İran’la ticarete devam edeceklerini” ilan ettiler.

AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini “nükleer taahhütlerine sadık İran ile ticaretin arttırılmasını teşvik ettiklerini”açıkladı.

Belli ki Trump’ın “İran’la iş yapanlar ABD’yle iş yapamayacak” şeklindeki fermanının etkisi sınırlı kalacak.

Rusya ve Çin zaten uymazlar.

Ama Türkiye ekonomisi “kırılgan” bir süreçten geçiyor, çok dikkatli olmamız lazım.

Dün ekonomist İbrahim Kahveci’de okudum: “60 milyar dolara dayanan cari açık, 100 milyar liraya giden bütçe açığı ve 500 milyar dolara ramak kalan bir dış borç stoku” var Türkiye’nin.

Dolar bu yüzden dur durak bilmiyor.

 

DİPLOMATÇA DIŞ POLİTİKA

Ankara’nın ABD ile sorunlarını diplomasi ile çözmeye çalışması elbette isabetli.

Rusya ile gelişen ilişkiler ve Çin piyasasında kredi aramak da iyi, ama yetmez.

Avrupa ile ilişkilerimiz özellikle önemli.

Kudüs meselesi dahil bir çok konuda ABD’den daha yakın duran, dış yatırımların yüzde 70’ini ve dış pazarlarımızın yarısını sağlayan Avrupa ile ilişkilerimizi mutlaka eski iyi düzeye getirmeliyiz. Tabii bunun için demokrasi ve hukuk sorunlarımızı iyileştirmemiz gerekecek.

Bu topraklar daima yüksek diplomasi gerektirir. Kanuni Süleyman bile Fransa ile ittifak ihtiyacı duymuştu; şimdi hem süper güç değiliz hem küresel bir dünyada yaşıyoruz

Krizden Nasıl Çıkacağız?

Krizden Nasıl Çıkacağız?


KRİZDEN elbette çıkacağız, makbul olan tabii ki hasarı daha fazla büyütmeden hızla çıkmaktır.

Bir ülkedeki krizin şu veya bu ölçüde bütün ülkeleri olumsuz etkilediği bir çağda yaşıyoruz. En büyük ortağımız Avrupa olduğu için Türkiye’yi destekleyen açıklamalar da peş peşe oradan geliyor.


EKONOMİ GÖZÜYLE
Başta Avrupa ekonomisinin en güçlü iki lideri Merkel ve Macron olmak üzere Avrupa ve AB liderleri tabii bu konuya ekonomi gözüyle bakıyorlar, “Türkiye’nin krizi kimsenin yararına değil” diyorlar.

Gerçekten bizim ithalatımız azalırsa onların da ihracatı azalır...

Biz de bu soruna ekonomi gözüyle bakmalıyız. “Türkiye’nin güçlenmesini istemiyorlar, bunlar Haçlı...” falan gibi eski klişelerden zihnimizi kurtararak düşünmeliyiz.

Bakın, daha iki yıl önce seçim meydanlarında Avrupa Birliği’ne “Haçlı ittifakı” diyorduk; bugün en önemli destek açıklamaları oradan geliyor.

Hükümet yetkilileri de AB’den olumlu bahsediyor.

Krizden çıkışın dış kaynaklarını düşünürken özellikle AB’den gelen Merkez Bankası’nın bağımsızlığı uyarısının önemine dikkat etmeliyiz.


NE DİYORLAR?
Trump’ın kabadayılığına karşı Türkiye’ye destek açıklaması yapan ilk Avrupalı lider Merkel olmuş ve hemen şunu eklemişti:

“Merkez Bankası’nın bağımsız olmasını sağlamak için her şey yapılmalı”

AB Komisyonu’nun bütçe görevlisi, yani bir bakıma AB’nin maliye bakanı Günther Oettinger Ankara’nın “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, faiz politikalarında değişiklik ve ekonomik sübvansiyonlar konusunda yeniden güven yaratacak önlemler alması gerektiğini” söyledi. (21 Ağustos)
AB bütçesinde bir mali destek ödeneği yoktu ama Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve serbest faiz politikası gibi önlemler güvenirliği arttırır, dış kaynak bulmayı kolaylaştırırdı.

Dış kaynak ahbaplık, dostluk meselesi değil rasyonel ve kurumsal bir işlem olduğu için dış kaynak yaratmada Merkez Bankası’nın bağımsızlığı gibi faktörler çok önemli.


İKİ MERKEZ BANKASI
Konstanz Üniversitesi’nden Prof. Erdal Yalçın uluslararası ekonomi uzmanıdır. Avrupa’nın önde gelen ekonomik araştırma kurumlarından Alman “Ifo Institute”da saygın bir iktisatçıdır. Türkiye’nin krizden çıkabilmesi için Avrupa’nın destek olması gerektiğini söylüyor. Gereken dış kaynağın Türk ve Avrupa merkez bankalarının işbirliği ile sağlanabileceğini anlatıyor ve “ama” diyerek ekliyor:

“Türkiye bir değişime gideceğine dair güvenilir sözler vermelidir. Örneğin AB kaynaklı bir desteğin yararlı olması için Merkez Bankası’nın bağımsızlığının sağlanması gibi.” (DW Türkçe, 21 Ağustos)

Yine “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı” ne kadar önemli, görüyoruz. Zira merkez bankaları iktidarların kısa vadeli siyasi beklentilerine göre değil, iktisat ilminin verilerine göre ve uzun vadeli para politikaları uygulasınlar diye bağımsızdırlar.


KURUMLAR VE KURALLAR
Bizde faizi indirmiyor diye Merkez Bankası’nın ağır hücumlara maruz kaldığı bir sırada onun bağımsızlığını savunarak şöyle yazmıştım:
“Merkez Bankası’nın bağımsızlığı milyarlarca dolardan daha önemli bir iktisadi değerdir” (27 Şubat 2015)

Benim kitaplardan öğrendiğim bu gerçeği, üç yıl sonra ekonomi somut gerçek olarak karşımıza koymuş bulunuyor.

Krizden çıkış sadece bir para sorunu değildir; kurumlar ve kurallarla, hukuk devleti ilkesiyle bir güven inşası sorunudur.

2001 yılı krizinden de yeni kurumlar ve kurallar inşasıyla çıkmıştık; üstelik güçlenerek