Avrupa Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avrupa Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Temmuz 2021 Perşembe

Avrupa'da Eski Roma'dan İtibaren İsim ve Soyadı Verme Geleneği

Avrupa'da Eski Roma'dan İtibaren İsim ve Soyadı Verme Geleneği

 


Klan ve aile, Roma'nın kişi adları sisteminin temelini oluşturur. Patrici  sınıfı üyesi bütün erkeklerin üç adı vardır. Praenomen veya birinci ad genellikle on iki adlık kısa bir listeden seçilir ve genellikle kısaltılmış olarak yazılır:

1.       C (G) = Gaius

2.       Gn = Gnacus

3.       D = Decimus

4.       Fl = Flavius

5.       L = Lucius

6.       M = Marcıus

7.       N = Numerius

8.       P = Publius

9.       (Q) = Ouintus

10.        R = Rufus.

11.        S = Sextus.

12.        T = Titus

Nomen kişinin klanını, cognomen ise ailesini yösterir. Dolayısıyla "C. Julius Caesar” Juliler klanından (gens), Caesar ailesinden (domus) Gaius demektir.

Aynı soylu klan üyesi bütün erkekler, aynı nomen (klan adı) paylaşırlarken, onların baba tarafından bütün erkek akrabaları da, hem aynı nomen’i hem de aynı cognomen’i (aile adı) paylaşırlar. Dolayısıyla herhangi bir anda, ortalarda dolaşan ve her biri ancak kendi praenomen’i ile ayırt edilebilen birçok Julius Caesar vardır. Ünlü generalin babası L. Julius Caesar'dır. Aynı ailenin birçok üyesinin üç adı da aynı ise ek sıfat  veya lakaplarla ayırt edilirler:

P. Cornelius Scipio Tribun. MÖ396-395

P. Cornelius Scipio Barbatus (Sakal) diktatör 306

P. Cornelius Scipio Asina (Dişi Eşek) konsül 221

P. Cornelius Scipio konsül 218  Africanus’un babası

P. Cornelius Scipio Africanus Major (Yaşlı Afrikalı 230-184) General konsül 205. 194 Hanninal’e karşı zafer kazandı

P. Cornelius Scipio Asiaticus (Asyalı) Africanus'un erkek kardeşi

P. Cornelius Scipio Africanus Minör (Genç Afrikalı) Africanus Major'un oğlu

P. Cornelius Scipio Aemilianus Africanus Minör Numantinus (Numanth MÖ 184- 129). Africanus Minör'ün kabul edilmiş oğlu. Kartaca’yı yıkmıştır.

P. Cornelius Scipio Nasica (Burun), konsül 101

P. Cornelius Scipio Corculum (Küçük Kalp), Pontifex Maksimus 150

Marius veya M. Antonius gibi pleblerin nomeni yani klan adı yoktur.

Buna karşılık kadınlara, ya patrici için klan adının dişili ya da plebler için aile adının dişili olmak üzere tek bir ad verilir. Dolayısıyla, örneğin Julilerin bütün kızla­rının adı Julia, Livilerin kızlarının adı Livia olur. Kız kardeşler ayırt edilmezler. Marcus Antonius'un iki kızının da adı "Antonia"dır. Sonradan, biri Neron'un, öteki Germanicus'un annesi olmuştur. Marius'un bütün kızları "Maria"dır. Bu Roma kadınlarının tam bir bireysel kimliğe layık görülmedikleri aşağı konumun bir göster­gesidir.

Roma pratiğinin gösterdiği gibi, çoklu adlar, sadece bağımsız hukuki statüye sahip vatandaşlar için gereklidir. Bu nedenle Avrupa tarihinin büyük bölümünde, in­sanların çoğu çok daha azıyla yetinmiştir. Sahip oldukları şeyin tamamı bir ön ad veya "Hristiyan adı” ile soyadı ya da sıfat türünden bir tanımlamadır. Bütün Avru­pa dillerinde "Küçük John Büyük Tom’un oğlu”na benzer sözler vardır. Kadınlar, ki­şi adına ek olarak, kimin karısı ya da kızı olduklarını gösteren bir terim de kullanmışlardır. Slav dünyasında bu -ova veya -ovna sonekleri halini alır. Maria Stefanova (Lehçe). "Stefan’ın karısı Mary”; Elena Borisovna (Ruşça) "Boris'in Helen” demektir. Ünlü kişiler ve yabancılar, ait oldukları (kökenleri olan) yerlerigös­teren adlar almışlardır.

Ortaçağda, feodal soylular kendilerini, mertebelerini onaylayan fiefleriyle bir­leştirmek gereğini duymuşlardır. Sonuç olarak, von veya di gibi önekler veya -ski gi­bi öneklerle birlikte yer-esaslı soyadlarını benimsemişlerdir. Dolayısıyla Fransa prensi Charles de Lorainne. Almancada "Kari von Lotharingen”, Lehçede (Polonya dili) "Karol Lotarinski" olarak tanınacaktır. Esnaf örgütleri üyeleri, uğraşıtıkları zaaat veya ticaret dalını gösteren adlar kabul etmişlerdir. Son derece yaygın olan Bakers (Fırıncılar). Carters (Arabacılar), Millers (Değirmenciler),  Smiths (Demirciler), ai­le soyadları geleneğine oturan en büyük gruplardır. Daha yeni dönemlerde, devletler, bireyleri sayım, vergi toplama ve askere çağırma gibi tuzaklara düşürerek geleneği yasal zorunluluğa dönüştürmüştür. İskoçya Gaelleri ve Polonya Yahudileri, uzun süre soyadı kullanmaktan kaçınış iki eski topluluktur. Her ikisi de yüzyıllarca geleneksel ad biçimlerini baba adı (örne­ğin Yahudice "Abraham Ben Isaac” (Isaac'ın oğlu Abraham) veya kişisel sıfat-lakap kullanarak yaşalan bir cemaat özerkliğini kullanabilmiştir. İngilizce konuşan bazı ovalıların Rob Roy MacGregor (yaklaşık, 1660-1732) dediği ünlü dağ eşkıyası, kendi memleketi Inversnaid'de Rob Ruadh (Red Robert) olarak tanınmaktaydı. Gael ve Ya­hudi adlandırma tarzı, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında bürokrasinin kurbanı ol­muştur. Jakobit yenilgisinden sonra İskoç dağlıları, eskiden ender kullandıkları klan adlarına göre kaydedilmiş, bu nedenle Binlerce MacGregors, MacDonalds ve MacLeods türemiştir. Polonya'nın bölünmesinden sonra Rusya'daki Polonya Yahudileri ge­nellikle doğdukları kasabanın veya soylu işverenlerinin adını almışlardır. Prusya ve Avusturya'da kendilerine devlet görevlilerince Alman soyadları verilmiştir. 1795’ten 1006’ya kadar Varşova'daki Yahudi cemaati, kentin, kendi kafasına göre soyadı dağıtan Prusyalı yöneticisi E. T. A. Hofmann’ın merhametine kalmıştır. Şanslı olanlar Apfelbaum (elma ağacı), Himmelfarb (Gök rengi) veya Vogelsang (Kuş şarkısı) ile ye­linmişler, daha az şanslı olanlar Fischbein (Balık kemiği). Hosenduft (Pantolon koku­su) veya Katzenellenbogen’a (Kedi dirseği) razı olmuşlardır.

Norman Davies, Avrupa Tarihi, s. 192-194


21 Nisan 2021 Çarşamba

Domesday Book: "Kıyamet Kitabı"

Domesday Book: "Kıyamet Kitabı"

 

Bayeux işlemesi üzerinde Hastings Muharebesi sırasında Harold'ın ölümünün resmedilmesi

İngiltere’de 11. Yüzyılın ortalarına kadar hükümranlık süren Kral Edward'in hiç çocuğu olmamıştı. Bu yüzden ülkenin çeşitli yörelerinde yaşayan pek çok soylu taht üzerinde hak iddia etmeye başlamıştı. Normandiya Dükü William bunlardan sadece biriydi.

Dar bir geçit olan Manş geçidi ile İngiltere'den ayrılmış olan Normandiya bir zamanlar Şarlaman tarafından yönetiliyordu. Ölümünden hemen sonra Avrupalıların İskandinav dediği kuzeyden gelen denizciler Normandiya'yı işgal edip, burada bir dukalık kurmuşlardı.

Aslına bakılırsa İskandinav kökenli William'ın taç için hiç umudu yoktu. Bu yüzden bereketli toprakları ve otlakları olan İngiltere'ye bir sefer düzenlemeye karar verdi. Gemiler yaptırdı, silah ve yiyecek toplattı, iyi şövalye ve okçulardan oluşan donanımlı bir ordu kurdu. Hazırlıklarını tamamlayan William, Manş'ı geçip, 1066 Eylülünde İngiltere'ye ulaştı. İki hafta sonra Hastings Limanı'nda İngilizlere karşı bir zafer kazandı. Böylelikle İngiltere'yi fetheden William, Fatih William şanıyla anılmaya başlandı.[1] Artık Fatih William adıyla İngiltere kralıydı. William başa geçer geçmez yerli halka toprak dağıttı. Kendisini kabul etmeyen tüm köylüleri de öldürttü. Ülkenin en verimli arazilerine el koydu. Ülkenin soylularını etrafına topladı. Böylece iktidarını sağlamlaştırmış oldu.

Krallıkta yaşayan herkes düzenli olarak vergi ödemekle yükümlü olacaktı. İnsanlar, ne kadar çok araziye sahipseler o kadar çok vergi ödemekle mükelleftiler. Ödenecek vergileri düzenleyebilmek için derhal işe başladılar. Öncelikle el koyduğu hazinenin ne kadar olduğunu ve kimlerden ne kadar vergi alacağını bilmek istiyordu.


Tarihçilerin yazdığına göre William bu isteğini gerçekleştirebilmek için 1085 yılında soylular meclisini toplayıp, danışmanlarıyla birlikte meclisteki insanlarla bir görüşme yaptı. Bu görüşme sonucunda Kral; baronlarını ve yardımcılarını görevlendirerek, ülkede yaşayan herkesin mal varlığını saydırttı. Bu yapılana benzer mal mülk sayımlarına daha ö n c e Avrupa’da da rastlıyoruz. Bu sayımın asıl amacı Kral William'in ne kadar vergi toplayacağını bulmaktı.

Tam bir hesap çıkartılabilmesi için, baronlar var güçleriyle çalışmaya başladılar. Tarlaları, otlakları ve ormanları tek tek ölçüp kaydettiler. Sonra kimlerden ve hangi ürünlerden ne kadar vergi toplatılacağına karar verdiler. Bu iş için krallıktaki her kasabada, her köy ve malikanede tek tek incelemeler yaptılar.

Arazinin ne kadar olduğuna, arazi sahiplerinin kimler olduğuna ve bu insanların emirlerinde kaç köylü çalıştırdıklarına baktılar.

Değirmenler, otlaklar, nehirler, ormanlar tek tek tespit edildi.

Tüm bunlardan mevcut kanunlara g öre ne kadar kira alındığını öğrendiler. Kralın adamları işlerini bitirdiğinde koca İngiltre'de sayılmayan hiçbir şey kalmamıştı. Tüm kayıtlar her yörede toparlanarak, krala gönderildi. Sıra kâtiplerin işlerine gelmişti. Ülkenin dört bir yanından gelen kayıtlar, uzman kâtipler tarafından incelenerek bir kitap haline getirildi. Böylece tarihte o zamana kadar görülmemiş büyüklükte, son derece detaylı bir sayım yapılmış oldu. 19. yüzyıl tarihçileri tarafından incelemeye alınan bu kitaplar sayesinde, 11. Yüzyılın insanlık için, gelişen yaşam stilleri için ne kadar değerli bir süreç olduğu anlaşıldı. Kitaplar dönemlerine ait pek çok bilgiyi inanılmaz bir açıklıkla anlatıyordu. Köylülerin hangi ürünleri nerelerde, nasıl yetiştirdiklerini, demir veya tuz yataklarında kimlerin çalıştığını ve bu işi hangi yöntemlerle yaptıklarını, kimlerin balıkçılıkla geçim sağladığını tüm çıplaklığıyla öğrenmiş oldular.

Tüm Ortaçağ boyunca köylü halkın pek çoğu köleydi Bu sayımdan anlaşıldığına göre krallıkta yaşayan herkesin bir statüsü vardı. Eğer bir derebeyine ait olan toprakları eken köylülerdenseniz, siz de toprakla birlikte kiralanabiliyor hatta satılabiliyordunuz.

Bu mükemmel sayıma rağmen, belgelerin çözümlenmesine birtakım sorunlar yaşandı. Geçen sekiz yüzyıl içinde şehirlerin, kasabaların, köylerin isimleri çok fazla değişmişti. Ayrıca William'ın adamları belgeleri kaleme alırken, her şeyi farklı bir üslupla yazdıkları için, bu günkü araştırmacılar belgeleri gereğince açıklamakta zorlanıyorlar. 1 0 8 6 yılında gerçekleştirilen bu büyük sayımla, D o m e s d a y yasaları da oluşturulmuş oldu. Kral, yapacağı sayımdan insanların kaçmasını engelleyebilmek için kanunlar koydu. Bu kanunları içine alan yasa kitabının adı, her sorunun doğru olarak cevaplandırılacağı "hüküm gününden" alınmıştır.[2]

Yapılan sayım krallıktaki herkesi çok korkutmuştu. Buna rağmen hiç kimse sayıma karşı çıkma cesaretini gösterememişti.

Tüm bunların sonunda İngiliz halkı ağır vergilerle boğuşmak zorunda kalmıştı. Sayımdan sonra çıkartılan kitaplarda feodal lordların, vasalların (tebaa) ve köylülerin nasıl yaşayacakları da birtakım kurallarla açıklandı. Bu kurallara karşı çıkan bir tek insan bile olmadı

[1] Edward Ocak 1066'da öldükten sonra İngiltere'nin en güçlü ailesinden olan Harold Godwinson tahtta hakkı olduğunu iddia etti. Davası için yanına bir takım müttefikler aldı. Bazı kaynaklar der ki: Edward aslında tahtı kuzeni I. William'a verecekti fakat ölüm döşeğindeyken Harold'a verdi. William İngiltere üzerinde 15 senedir siyaset tayin ediyordu. Harold'ın kral olmasıyla İngiltere'ye savaş açtı. İngiltere tahtına geçmeyi planlıyordu. https://tr.wikipedia.org/wiki/Hastings_Muharebesi

[2] İngilizce Domesday Book (Kıyamet Günü Kitabı) İngiltere'de Kral I. William'ın emriyle arazi sahipleri ile bu kişilerin elindeki mülkler konusunda yapılan sayıma ilişkin özgün kayıtlara ve sayım sonuçları özetine verilen ad. Zamanında "İngiltere'nin özelliklerini belirleme" adı altında yürütülen araştırmaya, halk arasında kurtuluşu olmayan hükümle karşı karşıya gelme anlamında Domesday [dumsdey] (kıyamet günü) adı takıldı. Zamanla yaygınlaşan bu ad 12. yüzyıl ortalarında genel bir geçerlik kazandı. Araştırma, geniş ayrıntılar içermesi ve Ortaçağda gerçekleştirilmiş en çarpıcı idari uygulama olarak kabul edilir

29 Ocak 2020 Çarşamba

Oryantalist Tabloların Ders İçi Etkinliklerde Kullanılmasına Bir Örnek

Oryantalist Tabloların Ders İçi Etkinliklerde Kullanılmasına Bir Örnek

Dilara Kahyaoğlu

Bu resimle ilgili bilgi daha sonra verilecektir
1810 tarihli Napolyon Piramitlerde (Versay'da) Gros için bkz. 


Aynı tablonun siyah beyaz baskısı.. Bazı ayrıntılar daha iyi seçiliyor
İki versiyonu da kullanınız.

A. Herhangi bir açıklama okumadan aşağıdaki soruları yanıtlayalım.

1. Tablonun konusu nedir? Hangi ipuçlarını kullanarak yanıtı buldunuz? Bulduğunuz yanıtları tartışınız.

2.  Burası neresi? Hangi ipuçlarını kullanarak yanıtı buldunuz? Bulduğunuz yanıtları tartışınız.

3. Resimdeki insanlar kimleri temsil ediyor? Kim bunlar?  Hangi ipuçlarını kullanarak yanıtı buldunuz? Bulduğunuz yanıtları tartışınız.

4. Resimde bir olay canlandırılmış. Hangi olay olduğunu tahmin ediyorsunuz? Hangi ipuçlarını kullanarak yanıtı buldunuz? Bulduğunuz yanıtları tartışınız.


B. Şimdi aşağıdaki metni okuyalım. Bu aşamada başka kaynaklara başvurarak araştırma da yapabilirsiniz. 

Fransız ressam Antoine-Jean Gros (1771-1835), Jacques-Louis David'in atölyesinde eğitim almıştı. Gelecekteki İmparatoriçe Josephine de Beauharnais ile de arkadaş olan Gros, Fransız ordusuna sadık bir ressam olarak Napolyon'un güvenini kazanmıştı.
Bir zamanlar devlet, sanatçılar için sponsorluk yaparak büyük ölçekli projelerin gerçekleşmesine olanak sağlıyordu ama üretilen eserlerin propaganda işlevi görmesi de gerekiyordu. Nitekim Napolyon'dan ve dolayısıyla Fransız devletinden destek alan Gros'un eserleri tam olarak bu kategoriye girer. O Napolyon'un dolayısıyla Napolyon rejiminin, propagandasını yapan bir devlet ressamıydı.
Gros, 1798 Mısır seferine katılan ekipteydi. Napolyon 19 Mayıs 1798'de yola çıkmış,
yanında  35.000 asker ve 167 uzmanla birlikte bilgin olarak isimlendirilen: mühendisler, kimyagerler, mineraloglar, botanikçiler, zoologlar ve sanatçılar dahil bir çok kişiyi Mısır'a götürmüştü.
Gros, bu sefer sırasında Fransız ve Osmanlı (aslında fiili yönetim Memluk beylerindeydi) askerleri arasındaki savaşa tanıklık etti ve bu ve Mısır ve Ortadoğu'ya ilişkin gözlemleri ve algısı onun daha sonra yapacağı eserlere de kaynaklık etmiştir. Nitekim analiz için kullandığımız bu eser daha geç dönemde 1810 yılında yapılmıştır. 
1. Yukarıda verdiğiniz yanıtlarla, metinde verilen bilgileri karşılaştırınız. Hangilerine doğru, tutarlı yanıtlar vermişsiniz?

2. Metinde yazmayan şu bilgiyi araştırınız? Napolyon Mısır'da ne yapıyor? Bu "macera" politik açıdan nasıl sonuçlanmış?

3. Mısır'a giden bilim insanlarının Mısır'da bulunmasının sonuçlarından önemli gördüğünüz iki tanesi sizce nedir? Neden öyle düşünüyorsunuz, bu konuda argümanlarınız nedir? Bu yanıtı gerek kendi içinizde gerekse arkadaşlarınızla tartışınız. (Bu soruyu araştırmanız gerekebilir.)

4. Temel Soru:
*Bu tabloyu Oryantalist tablo, olarak tanımlayabilir miyiz? Neden? İpuçlarını kullanarak yanıtlayınız. (Oryantalist sanat akımıyla ilgili araştırma yapmanız gerekebilir)

Buna bağlı olarak şu konu üzerinde düşünelim:
" Edward Said’in Oryantalizm’inin 1978’de yayımlanmasından bu yana, pek çok akademik söylem “Oryantalizm” terimini Ortadoğu, Asya ve Kuzey Afrika toplumlarına yönelik Batılı bir tutumu ifade etmek için kullanmaya başlamıştır."
Öncelikle Said'in "Batılı Tutum"dan kastının ne olduğunu -gerek duyuyorsanız- araştırınız. Daha sonra aşağıdaki soruyu tartışınız.

*Bu tabloda Said'in eleştirdiği "Batılı tutum"a dair ipuçları var mı? (semboller, imalar, alegoriler vb.) Varsa onlar nelerdir ve onların; dolaylı veya dolaysız olarak içerdiği anlamlar, göndermeler nelerdir?

5. Bu tabloyu bir propaganda eseri olarak tanımlayabilir miyiz? Neden? İpuçlarını (metin/görselden) kullanarak yanıtlayınız.

6. Tabloya hakim olan temayı, motifi düşününüz. Buna göre tabloya bir isim verecek olsanız ne derdiniz?

C. Şimdi de aşağıdaki yorumla kendi yorum ve cevaplarınızı karşılaştırarak değerlendiriniz.
Bu resimde Gros, fetih ve merhametin alegorisini motif olarak kullanmış. O zamanlar Etiyopyalı olarak isimlendirilen ölmüş siyahi askerin yanında Arap ve Türk askerlerini temsil eden kişiler, Napolyan'a yalvarıyor, merhamet diliyorlar. Napolyon’un kolu piramitleri işaret ediyor. İddialara göre Napolyon; "Askerler, 40 asırlık tarih, bu anıtlardan size küçümseyerek bakıyor!"* demiş. İşte tabloda tam olarak o an resmedilmiş. Peki neden 40 asırlık tarih demişti, bunu neye göre hesaplamıştı tam olarak bilmiyoruz.

Gros, bu tabloyu 1810 yılında sergiledi ve salonda ziyaret eden herkes bu savaşın nasıl sonuçlandığını, zaferin kısa sürdüğünü biliyordu. Durum böyle olunca tablonun yarattığı sanatsal etkiye acı bir gülümseme de eşlik etmiş olmalı. Şunu da eklemeli bu tabloyu ve bundan sonra yaptıklarını ilk tabloları kadar başarılı bulmuyor uzmanlar.

Napolyon neden piramitlerin 4.000 yıllık olduğunu düşünüyordu. Daha doğru bir tahmin yaklaşık 4.500 yıllık olacaktır. Kesin olarak doğru rakama ulaşamasa da yuvarlak sayılarla tahminlerin yapıldığı o dönemlerde gerçeğe önemli ölçüde yaklaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Mısır hakkında derin araştırmaların başlayacağı, yazısının çözümleneceği, dönemlerin, tarihlerin, firavun isimlerinin daha doğruya yakın hesaplanacağı, Mısır eserlerlerinin Avrupa müzelerine taşınacağı, Mısır merakının başlayacağı dönem bundan sonradır ve işte bu anlamda Napolyon'un yanında götürdüğü bilim insanlarının yarattığı etki ve kültürel sonuçlar açısında bu sefer bir milat olarak kabul edilir.
Özel Soru: Gros'un daha başarılı bulunan 1810 öncesi tablolarına da bkz. Bu yorumu yapanlar haklı mı? (tıklayarak büyütünüz)

Bonaparte on the Bridge at Arcole
 1796
Oil on canvas, 134 x 104 cm
The Hermitage, St. Petersburg
.
The Battle of Abukir
1806
Oil on canvas, 578 x 968 cm
Musée National du Château, Versailles

Napoleon Bonaparte on the Battlefield of Eylau, 1807
1808
Oil on canvas, 521 x 784 cm
Musée du Louvre, Paris
* "Soldiers, from these monuments forty centuries of history look down on you"
Egypt: Lost Civilizations, Christina Riggs, s. 35

14 Aralık 2019 Cumartesi

Knossos Sarayındaki Duvar Resimleri Ne  Kadar Gerçek?                                                 Yazılı Kanıtlarla Desteklenmeyen Görsellerde Yorumlama Sorunu

Knossos Sarayındaki Duvar Resimleri Ne Kadar Gerçek? Yazılı Kanıtlarla Desteklenmeyen Görsellerde Yorumlama Sorunu

Dilara Kahyaoğlu

[Bu yazıda yazılı kaynakların olmadığı veya az sayıda olduğu dönemlere ait görsellerin, buluntuların  yorumlanmasında ne derece gerçeğe yaklaşılmaktadır, eski görseller bize ulaşırken bozulmaya uğruyor mu, kanıt nedir, inanç nedir, teori nedir, kuşku iyi bir şeydir ama nereye kadar kuşku duyulmalı gibi konuları tartışıyor, soru soruyorum.]
Knossos Sarayı'ndan Bir Duvar Resmi, Girit.  
Orijinallerin parçaları şuradadır: Ulusal Arkeoloji Müzesi, Atina, Yunanistan / Bridgeman Sanat Kütüphanesi.

Minoslu sanatçılar bina duvarlarını canlandırmak için sıva üzerine canlı renklerle boyanmış büyük duvar resimleri yapmışlardır. Bu resim Knossos'taki sarayda, havada takla atmakta olan bir gencin bir boğanın üzerinde gerçekleştirdiği akrobatik performansı gösteriyor. Bazı bilim insanları bu tehlikeli sıçramanın dinsel bir nedeni olduğunu düşünüyor. Yani onlara göre bu gösteri bir dinsel ritüel. Bir kısım bilim insanı ise bu gösterilerin sadece eğlence amacıyla yapıldığını, sirkteki gösterilerden bir farkı olmadığını dile getiriyor.

İşin doğrusu amaçlarının ne olduğunu bilemiyoruz. Sadece tahminde bulunuyoruz çünkü elimizde bunu neden yaptıklarını bize anlattıkları bir yazılı belge yok. Sadece görsellerden yola çıkarak yapılan yorumların yüzde yüz doğru olduğunu düşünmek hatalı bir yaklaşımdır hatta bu konularda yorum yapanların dili tartışılmaz bir kesinlik taşısa bile yine de bir kuşku payı bırakmalıyız çünkü bu resimleri günümüzün bakış açısıyla yorumluyoruz. Gerçekte binlerce yıl önce yaşamış bu insanların kültürüne tam anlamıyla nüfuz edebilmiş değiliz. Bu yorum, yazılı belgeleri hiç olmayan veya az sayıda olan kültürler için söz konusu.  Oysa Mısırlılar ve Sümerlerden bize ulaşan; kendilerini ifade ettikleri, kültürlerini anlattıkları o kadar çok yazılı belge var ki. Bu nedenle bu uygarlıkların görsellerini doğru yorumlamakta oldukça başarılıyız. O yorumlara güvenebiliriz çünkü onlar yazılı kanıtlarla, bilimsel bulgularla desteklenmektedir.



Knossos'a sarayına geri dönecek olursak... Ne yazık ki, zaman ve depremler Minos uygarlığına ait bu resimlerin çoğunu ciddi şekilde tahrip etmiştir. Ve maalesef bizim birebir gerçek zannettiğimiz Knossos duvar resimlerinin bugün gördüğümüz sürümleri büyük ölçüde hayatta kalan resimlerin sonradan boyanmasıyla elde edilmiş rekonstrüksiyonlardır. Bu resimlerin boyanmasını sağlayan ve orijinal görsellere müdahale eden kişi ise Knossos'u bulan ilk kişi olan  Arthur Evans'tır. Arkeolojk çalışmaların hemen başında gerçekleşen bu tip müdahaleler, diğer bir deyişle tahrip etme, bir çok eski sanat eserinin orjinalliğinin bozulmasına yol açmıştır. Hatta bazı iddialara göre bazı resimler icat edilmiştir.

Özellikle ilk dönemlerde yapılan kazılar ve elde edilen buluntulara dair yorumlar için her zaman bir kuşku payı ile yola çıkmalı, kendimizi araştırma yapmaya teşvik etmeliyiz. 
Altamira Mağarası yukarı kesiminden bir sahnenin, bir sanatçı tarafından yeniden çizimi
Kaynak: Max Raphael, Prehistoric Cave Paintings, 1945

Altamira, Yukarı Kesim
Aynı sahnenin daha dar bir çerçeveden çekilmiş fotoğrafı

Düşünme, Tartışma Sorusu
* Binlerce yıl önceden kalan mağara resimleriyle ilgili yorumları okudunuz mu?
Okumadıysanız biraz bekleyin ve o resimleri inceleyerek aklınıza gelen fikirleri not edin sonra o yorumları okuyarak karşılaştırma yapın, arada fark var mı?

*Şunları da dikkate alarak düşünmeye devam edelim;
*Sizin aklınıza gelen fikirleri destekleyecek kanıtlarınız var mı?
*Peki okuduğunuz bilim insanlarının yorumlarını destekleyecek kanıtlar var mı? 

*Önemli Bir Uyarı ve Son Soru
Kanıtla, inancı birbirinden kesin olarak ayırmak gerekir.
Kanıt olarak ileri sürdüğünüz veya sürdükleri argümanlar; inanç mı, bilimsel bir kanıt mı? 
Bu sorunun da cevabını vermek gerekir.

Bilimsel ilerlemenin temel koşullarından biri yorum yapmak, soru sormak, tahminde bulunmaktır. Buna "Tez" ve/veya "Teori" diyoruz. Önemli olan bu iddianın yanlışlanabilir veya doğrulanabilir özellikler taşımasıdır. Tezler bunun için yapılır, bilimsel ilerlemenin yolunu açar. Ama bunun bir bilimsel bir tahmin, bilimsel bir tez olduğunu görmezden gelirsek, bir inanç gibi kesin bir dille "bu budur" diye ifade edersek bu artık bilimsel bir tez olmaktan çıkar bir dogma olur. Böylesi durumlar, kim yaparsa yapsın; araştırmanın, farklı düşüncelerin önünü keser, bilimsel ilerlemenin damarlarını tıkar.

Şunu da eklemek gerekir: Bazı teoriler zaman içinde çok sayıda bulguyla kanıtlanmıştır. Onlar artık bir teori olmaktan çıkmış birer olguya dönüşmüşlerdir. Örneğin Evrim Teorisi. İlk ortaya atıldığında adı teoriydi, şimdi de o ilk an'a ait ismiyle anılıyor. Bu durum bazı kişilerin gerçeği görmesini engellediği gibi, "teori" kelimesinin, karşı-kanıtmış gibi kullanılmasına yol açıyor. "Adı üstünde işte, bu sadece bir teoridir" diyorlar. Köprünün altından çok sular aktı geçti. Bu teorinin gerçekliği, sayılamayacak kadar çok olguyla, bulguyla kanıtlandı hala daha kanıtlanmaya devam ediliyor bunun tartışılacak bir yanı yoktur, Evrim bir olgudur. Tıpkı Vegener'in Kıt'a Kayması Kuramımın (Levha Tektoniği) gerçek olduğunun ortaya çıkması ve kıt'aların kaymasının bugün artık bir olgu olarak kabul edilmesi gibi. Oysa Wegener bunu ilk ortaya attığında şüpheyle karşılanmış hatta kendisiyle dalga geçilmişti.
Levha Tektoniği
Kaynak


6 Aralık 2019 Cuma

Tümülüs Nedir, Kurgan Nedir?

Tümülüs Nedir, Kurgan Nedir?


Kendilerine defineci diyen soyguncuların güya yaptıkları kazı sonucu mahvedilmiş bir tümülüs
Kırklareli’ne bağlı Yündolan Köyü civarındaki C tümülüsü.
Tümülüs, bir mezar tepesidir. Soylu bir kişi için yapılan taş mezarın yerinin belli olması için üzerine  toprak yığılarak külah biçimli bir tepe oluşturulur. Genellikle toprağın akmaması için killi topraktan yararlanılır. Dolayısıyla höyüklerden farklı, bir yerleşim dolgusu değil, altında bir ya da birden fazla mezar olan bir anıt yapıdır. Tümülüs geleneği Anadolu'ya Avrasya steplerinden Trakya üzerinden geldiği için, en yaygın olarak Trakya'da görülür. Ancak Batı ve Orta Anadolu' da ve daha ender olarak
Doğu Anadolu'da da tümülüslere rastlanır.
Tümülüs geleneğinden bin yıl kadar daha eski olan mezar tepeleri, genellikle "kurgan" ya da farklı dolguları nedeniyle ''taşlıtepe" olarak adlandırılırlar. Bunların içinde tümülüsteki gibi taştan yapılma bir mezar odası değil, genellikle toprağa açılmış ahşap mezar odaları bulunur. Tümülüslerin yüksekliği ve büyüklüğü de, onu bırakan kültürün gücü ile bağlantılıdır. 50 m'yi bulan yükseklikte tümülüsler olduğu gibi, birkaç metre yüksekliğinde alçak tümülüslere de rastlanır.

Anadolu'nun en görkemli tümülüsleri arasında, Yassıhöyük Gordion'daki Kral Midas Mezarı olarak adlandırılan tümülüs gelmektedir. Tümülüsler bazen tekil, bazen de onlarca tümülüsün bir arada bulunduğu "tümülüs mezarlığı" şeklinde olabilirler. Bunların en bilinen örneği Sardes çevresindeki Bintepeler'dir.

Metin: Mehmet Özdoğan, 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 48-50


EK 1
Tümülüs geleneğinin Trakya'da oldukça eski dönemlere ait olduğunu gösteren yazılı, yazısız belgelere, mitlere/efsanelere sahibiz. Bakın Homeros, İlyada'sında bu geleneği nasıl anlatmış.

Hektor'un Cenaze Töreni
Sonra yaşlı Priamos seslendi adamlarına:
“Haydi, Troyalılar, şimdi odun getirin kente,
korkmayın pusu kurar diye Argoslular;
Akhilleus kara gemilerden buraya gönderirken beni,
on ikinci şafak sökmeden size bir şey yapmam, dedi.”

Yaşlı Priamos böyle konuştu.
Dokuz gün odun taşıdılar yığın yığın.
Ölümlülere parlayan şafak sökünce onuncu günü,
Gözyaşı içinde götürdüler Hektor’un ölüsünü,
Koydular yığınların tepesine, verdiler ateşe.
Gül parmaklı şafak sabah erken parlayınca,
Ünlü Hektor’un ölüsü çevresinde toplandı bütün halk.
Hepsi geldi bir araya, topluluk kuruldu,
Parıldayan şarapla söndürdüler odun yığınını,
Söndürdüler ateş gücünün sardığı her şeyi,
Sonra topladı kardeşleri, dostları ak kemikleri,
Hepsinin yanaklarından iri yaşlar dökülüyordu.
Kemikleri alıp koydular bir altın kutuya,
Erguvan rengi yumuşak örtülerle sardılar kutuyu.
Sarar sarmaz indirdiler derin bir çukura.
Ekli kocaman taşlarla ördüler üstünü.
Sonra bir mezar tümseği yapmaya başladılar,
Gözcüler diktiler çepeçevre dört bir yana.
Mezar bitmeden Akalar saldırmasın diye,
Bir mezar tümseği olunca toprak kabara, kabara,
Gerisin geri döndü hepsi kente.
Toplanıp bir güzel kutladılar çok ünlü şöleni,
Zeus Oğlu Kral Priamos'un sarayında,

İşte böyle yapıldı atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni.

Homeros, İlyada (XXIV, 778-805), Eski Yunanca'dan Çevirenler: Azra Erhat, A. Kadir, Can Sanat Yayınları, 1984





Höyük Nedir?

Höyük Nedir?

Mehmet Özdoğan

Herhangi bir yerde kurulmuş olan yerleşim yerinin yıkıntısının bıraktığı yükselti. Yukarıda tanımladımız arkeolojik dolguyu basit bir göçebe çadır yeri için değil, bir topluluğun yerleşim yeri için tanımlarsak, bu dolgunun içindeki kalıntı ve bulgular daha fazla çeşitlenecek ve dolayısıyla dolgu kalınlaşacaktır. En basit kerpiç bir ev bile, sahipleri terk ettikten sonra şu ya da bu neden­le yıkılsa, içindeki işe yarayan yapı malzemeleri başkaları tarafından alınsa bile, mutlaka temelleri, duvarın en alt sırası, tabanı, taban üzerindeki ocak, seki, depo gibi yapı öğeleri ve o dönemde kullanılmış olan her türlü malzeme kırık da olsa, o dolgunun içinde bulunacaktır.

Yerleşmeler her zaman yaşamak için en uygun yer se­çilerek kurulur; en uygun yer de çoğu kez su kaynağı ile bağlantılıdır. Bu nedenle evler yansa, yıkılsa da, yerleşme aynı coğrafi noktada devam eder. Yerleşmeler terk edilse ve farklı bir insan topluluğu o bölgeye herhangi bir nedenle gelse de, gene yeğleyeceği yer çoğunlukla aynı noktadır. Yeni bir ev kurulurken daha önceki yıkıntının molozu düzletilir. Ancak çok ender durumlar dışında, bu yıkıntı tümüyle kazılarak atılmaz. Düzletilen eski molozun üze­rine yeni bir ev kurulur. Dolayısıyla yukarıda tanımladı­ğımız arkeolojik dolgu, kendinden sonra kurulan evin altında, yeni yapılandan farklı niteliğiyle korunagelir. Yerleşim yeri, bu arkeolojik dolguların artmasıyla giderek yükselmeye başlar. Böylelikle yerleşme yeri çevreye göre daha korunaklı hale gelir ve bu alan yeni yerleşimciler için su kaynağının ötesinde tercih sebebi olur. Hep aynı yerde yerleşilmesi sonucunda, zaman içinde bir höyük oluşma­ya başlar. Höyükte her bir yerleşimi temsil eden dolguya "tabaka" adı verilmektedir. Ardı ardına dizili tabakalar, çoğu kez belirli bir kültür dönemini temsil eder. Süreç içinde daha sonra farklı bir kültüre ait tabakalar oluşmuşsa, altta bir çok tabakadan meydana gelen ve kültür birliği olan arkeolojik birime "kültür evresi" adı verilir.
Aşağı Pınar kazısı, MÖ 5200 yılları, 4. kültür katı.
https://arkeofili.com/neolitik-donem-uzerine-prof-dr-mehmet-ozdogan-roportaji/
Ahşap mimarinin yanarak korunmuş durumu. Duvar içinde görülen yuvarlak izler, yanarak ortadan kalkmış olan ahşap direklerin izleridir. Orası şiddetli bir yangın geçirdiği için, yanmış olan tabandan çok sayıda in situ [yerinde]  buluntu ve tahıl örneği çıkmıştır.


Höyükleri oluşturan tabakaların kalınlığı her şeyden önce kullanılmış olan yapı malzemesine bağlıdır. Eğer yerleşimde evler ahşap gibi zamana dayanıksız organik maddelerden yapılmış ise, tabakanın kalınlığı bir kaç cm kadar ince olacaktır. Eğer bu ahşap evde ahşapların arasında çamur dolgu kullanılmış ve ev şiddetli bir yangın geçirmişse, bu çamurun bırakacağı moloz daha kalın olacaktır.
Yapı malzemesi taş ise, taş yeni gelenler tarafından yeni yapılarda kullanılabileceği için, dolgunun
kalınlığı buradan ne kadar taş çekildiğiyle bağlantılıdır. Buna karşılık killi toprağın samanla karıştırılıp güneşte kurutulmasıyla elde edilen kerpiçten yapılan yapılar, genellikle daha kalın arkeolojik dolguların oluşmasını sağlar. Çünkü bu tür yapıların çoğunluğu toprak düz damlıdır ve yalnızca damdaki toprağın kalınlığı bile yaklaşık 50 cm'dir. Duvarlar yıkıldığında kerpiçlerin büyük bir kısmı
kullanılamayacak hale geldiğinden, buraya yeni gelenler bu molozu tümüyle sıyırmak yerine düzlemeyi yeğleyeceklerdir. Kerpiç yapılardan oluşan bir dolgunun kalınlığı birkaç metreyi geçebilir. [Kerpiç, hammaddesi samanla karıştırılmış toprak olduğundan, zamana en dayanıklı yapı malzemelerinden biridir.]

Şanlı Urfa, Lidar Höyük
Höyükte yerleşim sona erdikten sonra, doğal aşınmayla yamaçları dikleşmiş ve tipik höyük görünümünü almıştır.  Höyüğün üst yüzeyinin düz olması en son kültür katının kentsel nitelikli bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.

Dolgu kalınlığını yapı malzemesi dışında belirleyen ikinci öğe, yerleşimdeki yapıların anıtsallığıdır. Eğer arkeolojik dolguyu oluşturan yerleşim surla çevrili, içinde tapınak, saray gibi anıtsal yapılar olan bir kent ise, bunun bırakacağı molozun kalınlığı bazen 5-6 m yüksekliğinde olabilir. Buna karşılık basit çiftçilerin oturduğu bir köyün bırakacağı dolgu kalınlığı göreli olarak çok daha incedir. Ancak her ne olursa olsun, mutlaka her yerleşimden geriye ince ya veya kalın, altındakinden ve üstündekinden farklı bir dolgu, bir tabaka kalacaktır.

Elazığ, Munzuroğlu Köyü
Terk edildikten sonra yıkılmış olan günümüze ait kerpiç yapılar. Yapılar terk edildikten sonra, iki ay içinde
kerpicin erimesiyle höyükleşmeye başlamıştır.
Höyük oluşumunda belirleyici olan, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, doğal çevrenin yerleşim yerine uygun seçeneklerinin kısıtlılığıdır. Bu nedenle özellikle kurak ya da yarı-kurak bölgelerde höyükler daha yüksek ve daha çok katmanlıdır. Örneğin Güneydoğu Anadolu'da ya da Suriye -Mezopotamya'da yüksekliği 50 m'yi geçen, Şan Urfa'da Sultantepe, Adıyaman'da Samsat, Gaziantep'te Songurus, Kilis'te Oylum Höyük gibi höyükler bulunmaktadır.

Yağışlı, su kaynaklarının bol olduğu bölgelerde, yerleşmelerin sürekli aynı yerde bulunması gerekmediğinden höyük oluşumu daha enderdir. Kültürel değişim sürecinde su kaynağı olan herhangi bir noktada yeni yerleşim yerleri kurulabilir. Yerleşimler sık sık yer değiştirdiklerinden, bu tür bölgelerdeki höyüklerin dolgu kalınlıkları genelllikle çok daha azdır. Örneğin Trakya Bölgesi'nde ya da Balkanlar'da bu tür tabakalı yerleşimlerin yüksekliği genellikle 1 ila 3 m kadardır; bunlar arkeolojik yayınlarda "düz yerleşme" olarak tanımlanır.
Bazı höyükler halen yaşayan höyüklerdir. Üzerlerinde günümüzde yaşamın sürdüğü köy ya da kent bulunabilir. Örneğin İstanbul tarihi yarımadada, Sultanahmet çevresindeki çekirdek bölgede arkeolojik dolgunun kalınlığı yer yer 30 m'yi bulmaktadır.

Samsat Höyüğü
52 m'yi geçen yüksekliğiyle Anadolu'nun en büyük höyüklerinden olan ve Atatürk Barajı gölü altında kalan Samsat Höyüğü. Höyükte Neolitik Çağ'da başlayan yerleşim, kesintisiz olarak Ortaçağ'a, Artuklu dönemine kadar sürmüştür. Samsat Höyüğü, Halaf, Obeid, Uruk dönemlerinin bilinen en büyük yerleşim yerlerinden biri olmanın yanı sıra, Roma döneminde eyalet merkezi ve Kommogene Krallığı'nın başkentidir.
Höyüklerdeki yerleşmeler sona erdikten sonra, doğal etkenlerle höyüklerin yüzeyi aşınarak belirli bir biçim alır. Genellikle dik yamaçlar ve düz biçimli tepesiyle höyükler, Anadolu topografyasının tanımlı öğeleri arasındadır.

En üst katmanlardaki yerleşim de toprakla kaplandığında alışık olmayan bir göz, bunları doğal bir yükselti olarak algılar. Ancak kazıldığı zaman höyükler bir "zaman arşivi" gibi geçmişle ilgili bilgiyi verir.
Harran, Yukarı Yarımca Köyü Höyüğü
Höyüğün biçimi, aşınma nedeniyle kubbeli bir görünüm almıştır. Yerleşimin çevresinde sur gibi anıtsal bir yapının bulunmadığı, yamacın eğiminden anlaşılmaktadır .

Resimleri, kitaptaki örneklerden yola çıkarak ben yerleştirdim. Alt yazılar yazara aittir. DK

Kaynak: 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 41-47

27 Kasım 2019 Çarşamba

Mondros'tan Sonra: İşgaller, Taraflar ve Şimdi Ne olacak, Sorusuna Verilen Cevaplar

Mondros'tan Sonra: İşgaller, Taraflar ve Şimdi Ne olacak, Sorusuna Verilen Cevaplar

Dilara Kahyaoğlu
2011-19

Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçlarını ve Mondros Ateşkesi'ni bundan önceki metinlerde yazmıştım.  O nedenle burada bir daha tekrar etmeyeceğiz. 

Ahmet İzzet Paşa Hükumeti
Ekim ayından itibaren itibaren savaşın yenilgiyle sonuçlanacağını artık Osmanlı yöneticileri ve iTC ileri gelenleri de kabul ediyordu. Çünkü cephede işler iyi gitmiyordu, Bulgaristan ve Avusturya-Macaristan ateşkes antlaşması imzalayarak savaştan çekilmiş, Osmanlı'nın Almanya ile karasal ulaşımı da ortadan kalkmıştı. 

Savaşın sorumlusu olarak görülen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) iktidardan çekilerek, parti olarak kendini resmi olarak tasfiye etti. Gerçekte İTC örgütü illegal olarak varlıklarını ve faaliyetlerini yürüteceklerdi. Güvenilir bir asker olan İzzet Paşa önderliğinde kurulan yeni hükumette İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden oldukları halde, savaş sorumluluğuna katılmayan ve savaş yıllarındaki yolsuzluk ve cinayetlere (Ermeni Tehciri ve Kırımı kastediliyor) bulaşmamış olan Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve Cavit Bey gibi kişiler  de yer almıştı. İzzet Paşa kabinesinin en önemli icraatı 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi ile savaşa son vermek oldu. Mütarekeyi hükümet adına Bahriye Nazırı Rauf Bey imzaladı. 

2/3 Kasım gecesi Talat, Enver ve Cemal Paşa'ların gizlice yurt dışına kaçması iç siyasette büyük bir galeyana neden oldu. İttihatçı şeflerin kaçışına göz yummakla suçlanan İzzet Paşa kabinesi, 25 gün süren iktidardan sonra 8 Kasım 1918'de istifa etti. Ama daha sonraki Osmanlı hükumetlerinde çeşitli görevler üstlendi. 

Mondros'tan İki hafta sonra İtilaf donanması İstanbul’a demir attı bu arada taze padişah Vahdettin de ittihatçı mebusların ağırlıkta olduğu **Meclis-i Mebusan’ı kapattı (12 Aralık 1918).
İşgaller ve Gizli Antlaşmalar
Mondros Ateşkes Anlaşmasının 7. Maddesi, itlaf devletlerine güvenliklerini tehdit eden bir durum ortaya çıktığında istedikleri bölgeyi işgal etme hakkı veriyordu. Mondros Ateşkes Anlaşmasının imzalanmasından kısa süre sonra itilaf devletleri bu maddeyi dayanarak ülkenin çeşitli bölgelerine asker çıkarmaya başladılar.
-3 kasım 1918’de İngilizler, Musul’u işgal etti.
-Bu arada doğuda Ermenistan, Osmanlı ordusunun çekilişinden yararlanarak Kars ve çevresini işgal etmişti (buraları Brest Litovsk Antlaşması ile Rusya'dan devralınmıştı).
-18 Kasım 1918’de İtilaf devletleri donanması İstanbul önlerinde demirledi.
-İngilizler Anadolu'nun birçok kentine (İzmit, Eskişehir, Afyon, Samsun v.b.) asker yolladılar.
-Fransızlar; Adana, İskenderun, Urfa, Maraş ve Antep yöresini işgal ettiler.
-İtalya; Antalya, Konya ve Kuşadası yörelerini işgal etti.
-15 Mayıs 1919’da ise Yunanistan İzmir’e asker çıkardı. Bu konudaki karar Paris Barış Konferansı'nda alınmıştı, Mondros'la doğrudan ilgisi yoktur
İtilaf devletlerinin Anadolu’da işgal ettikleri bölgelere baktığımızda, bunların I. Dünya Savaşında aralarında yaptıkları gizli anlaşmalarla kararlaştırdıkları Anadoluyu paylaşma planlarına büyük ölçüde uygun düştüklerini görüyoruz. Bu gizli anlaşmalarla, Adana, Maraş, Antep, Urfa bölgesi kuzeyde Sivas’a kadar Fransa’nın payına düşmüştü. Güney ve Batı Anadolu İtalyanlara bırakılmıştı. Boğazlar ve Doğu Anadolu Rusların olacaktı. İngiltere ise Anadolu yerine Osmanlının Arap vilayetlerinin büyük bölümünü almayı yeğlemişti.

Savaş sürerken Rusya’da meydana gelen ve Sosyalist bir rejimin kurulmasıyla sonuçlanan Bolşevik Devrimi sonucu Rusya savaştan çekilince, Rusya’nın payına düşen bölgeler açıkta kaldı. Bunlardan Boğazların uluslarası bir statüye kavuşturulması, Doğu Anadolu’nun ise kurulacak bir Ermenistan’a verilmesi düşünüldü.

Gizli anlaşmalarla kararlaştırılan paylaşım planlarını bozan bir diğer gelişme de savaşın sonlarına doğru Yunanistan’ın itilaf devletleri yanında savaşa girmesi oldu. Yunanistan gizli anlaşmalarda İtalya’ya söz verilen Anadolu topraklarının bir bölümünü istiyordu. Yunanistan’ın istediği bölge Rum nüfusunun yoğun olarak yaşadığı İzmir ve çevresiydi.

İtilaf devletlerinin lideri konumunda olan İngiltere, Yunanistan’ın bu isteğine destek verdi. İngiltere, İtalya gibi ileride kendine rakip olabilecek güçlü bir devlet yerine bu bölgeyi Yunanistan gibi kendi sözünden çıkmayacak küçük bir devlete bırakmayı çıkarlarına daha uygun görüyordu. Diğer itilaf devletlerine de baskı yaparak Yunanistan’ın İzmir yöresini işgal isteğini kabul ettirdi. Bunun kararı Paris Barış Konferansı'nda alındı. Bu sayede 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin desteği ile Yunanistan İzmir’e asker çıkardı. Ancak bu itilaf devletleri arasındaki görüş ayrılıklarının ve çıkar çatışmalarının da başlangıcı oldu. Kendini aldatılmış olarak gören İtalyanlar, bu kararı hiçbir zaman içlerine sindiremediler. Yunanistan İzmir ve çevresinin işgali ile yetinmeyip bütün batı Anadoluyu ele geçirmeye kalkınca, Fransızlar, Yunanistan'ın  Anadolu'daki varlığının yalnızca İngilizlere yaradığını görüp yavaş yavaş desteğini bu işgal ordusundan çekecektir. Yunanlılardan en son desteğini çeken İngilizler olacaktır o da ancak Milli Mücadele savaşlarının sonunda..

İşgallere tepki olarak Anadolu’nun işgal tehlikesi yaşayan bölgelerinde Müdafaa-i Hukuk (Hakların Korunması) cemiyetleri adı verilen derneklerin kurulduğunu görüyoruz. Genellikle ilgili bölgelerin “eşraf” denilen ileri gelenlerinin, aydınlarının ve askeri ve sivil bürokratlarının öncülüğünde kurulan bu dernekler önceleri mitingler, gösteriler yoluyla işgalleri protesto etmişler, sonra kongreler toplayarak işgallere karşı neler yapılabileceği konusunda yöre halkının da katılımıyla kararlar almışlar ve bu kararlar doğrultusunda giderek silahlı direniş kuvvetleri oluşturmaya başlamışlardır. Kurtuluş savaşının başlangıcında bu şekilde oluşturulan silahlı direniş kuvvetlerine “Kuvayı Milliye (Milli Kuvvetler)” adını veriyoruz.

Bugünkü Türkçe “Ulusal Kuvvetler” diyebileceğimiz Kuvayı Milliye merkezi bir komutanlığa bağlı olmadan "gerilla" veya "milis" usulü ile savaşan silahlı direniş birlikleri biçiminde örgütlenmişti. Düzenli bir ordu değillerdi kısacası. Ancak düzenli bir ordunun olmadığı bir ortamda (Mondros Ateşkes Anlaşması uyarınca Osmanlı ordusu dağıtılmıştı) yapacak başka bir şey de yoktu doğrusu. Kuvayı Milliyeyi oluşturanlar o yöre halkından gönüllü olarak katılan kişilerden oluşuyordu. Yani bu kuvvetler aynı zamanda milis kuvvetleri özelliğini taşıyordu.

Kuvayı Milliye birlikleri özellikle güney cephesinde Fransız kuvvetlerine ve Batı cephesinde Yunanistan kuvvetlerine karşı savaşmışlardır. Her iki cephede de birçok başarılar elde ettiklerini görüyoruz. Ancak milis kuvvetlerinin düzenli bir ordu karşısında kesin zafer kazanması mümkün değildir. *Düzenli orduyu yıpratabilir, ama uzun vadede onun ilerleyişini durduramaz.

Batı cephesinde Yunanistan ordusu karşısında yaşanan işte bu durumdur. Kuvayı Milliye birlikleri, bazı yerlerde Yunanistan ordusuna karşı çok parlak başarılar elde etmiş olsa da sürekli yeni askerler ve silahlarla desteklenen güçlü Yunanistan ordusunun ilerleyişini uzun süre durdurmayı başaramamışlardır. Ancak bu sıralarda yapılabilecek fazla bir şey yoktur. Daha fazlasını yapabilmek için ulusal direnişin ülke çapında ve tek bir merkeze bağlı olarak örgütlenmesi gerekmektedir. İşte bunu yapacak olan mustafa Kemal Paşa bu sıralarda Anadoluya geçmiş ve bu yönde girişimlerine başlamış bulunmaktadır.
...............

**Hey’et-i Meb‘ûsan olarak da adlandırılan Meclis-i Meb‘ûsan, 23 Aralık 1876’da yürürlüğe giren Kānûn-ı Esâsî’nin öngördüğü Meclis-i Umûmî adlı Osmanlı Parlamentosu’nu oluşturan iki meclisten biri olup halkın seçtiği mebuslardan meydana gelmekteydi. Parlamentonun diğer kanadı padişahın tayin ettiği üyelerin oluşturduğu Meclis-i A‘yân’dı.


*Düzenli ordu: belirli bir sistem içinde, belirli süreler için askere alınan kişilerden oluşmuş, merkezi bir komutanlığa bağlı olarak ve katı bir hiyerarşi ve disiplin içinde hareket eden, profesyonel bir subay kadrosu tarafından idare edilen ordu.